18 Eylül 2016 Pazar

Mevlid Dindarlığı


“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azab vardır” (Lokman 6).

Mevlid lûgatta: “Doğma. Dünyâ’ya gelme. Doğulan yer veyâ zaman. Peygamberimiz’in doğumunu anlatan manzum eser, dînî manzûme” anlamındadır.

Bugün kabûl edilen nüshasına göre, Vesîletü’n Necât her biri “bahir” olarak adlandırılan, “münâcaat” (Cenâb-ı Hak’ka yalvarma), “vilâdet” (Peygamberimiz’in doğumu), “risâlet” (Peygamberliği), “mirâc” (Gökyüzüne yükselişi, cennet ve cehennemi görmesi), “rıhlet” (Vefâtı) ve “duâ” gibi ana bölümlerden oluşan 16 kısım ve 770 beyit’ten meydana gelir.

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i yazarken referans aldığı kişilerden biri de Muhyiddin İbn-i Arâbi ve o’nun Füsûsûl Hikem adlı eseridir. Bu eser vahdet-i vücut şirki ve sapıklığını zirveleştiren bir kitaptır. Bu yüzden Mevlid’de de yoğun bir tasavvuf ve “Peygamber’i aşırı yüceltme” örnekleri görülür. Hattâ Mevlid’de Peygamber, “insan” bile değildir. Zâten Süleyman Çelebi’nin “çelebi” sıfatı, o’nun, aynı-zamanda bir mevlevî dedesi olduğunu, yada en azında mevlevilikle yoğun bir ilişkisi olduğunu gösterir.

Mevlidler ve Türklere has olan Mevlid, hristiyanlığa bir öykünmedir. Hz. Îsâ’nın doğum gününe (Milâd) nazîre olarak yazılmıştır. Aslında burada bi-ince “peygamber yarıştırmak” durumu vardır. Zaman ismi olarak aynen Hz. Îsa’nın doğumunu belirten “mîlâd” kelimesinde olduğu gibi, “mevlîd” terimi de “Mevlîd”te, Hz. Muhammed’in doğduğu zamânı belirtir.

Süleyman Çelebi Mevlid’e “Vesiletü-n Necat” yâni “kurtuluş vesîlesi” ismini koymuştur. Bununla; “Mevlid güzel bir sesle okunduğunda ve dinlenildiğinde “kurtuluş”a erilecektir” mesajı verilmek istenir gibidir. Oysa kurtuluşuntek vesîlesi Kur’ân ve Sünnet’tir. Kur’ân’a ve Sünnet’e uymakla kurtuluşa erilir, yoksa Mevlid’te bulunana şirk ve şatahat sözleri değil.

Nâim Tatlıcı, Mevlid hakkında şunları söyler:

“İslâm dünyâsında mevlid merâsimi ilk defâ hicretten yaklaşık 350 yıl kadar sonra, Mısır’da hüküm süren Şii Fâtımîler (910-1171) tarafından tertiplenmiştir. Bu merâsimler saraya âit olup, sâdece devlet erkânı arasında cereyân etmiştir. Fâtımîler, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın doğum günlerinde de mevlid merâsimleri tertip ederlerdi. Sünnî müslümanlarda ilk mevlid merâsimi, Hicrî 604 yılında, Selahaddin Eyyubî’nin eniştesi ve Erbil atabeği Melik Muzafferüddin Gökbörü tarafından tertiplenmiştir. Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defâ III. Murat zamânında, 1588’de resmî hâle getirilmiştir. Sarayda tertiplenen merâsimlerin yanı-sıra, önceleri Ayasofya Câmii’nde, sonraları Sultan Ahmed Câmii’nde yapılan merâsimlere devlet erkânıyla birlikte halk da katılırdı. Bu merâsimlerde, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, vaaz ve mevlid okunması icrâ edilirdi. Târih içerisinde farklı dillerde bir-çok mevlid yazılmasına rağmen, zamanla Süleyman Çelebi’nin 1409 yılında yazdığı Vesîletü’n-Necât isimli mevlidinin okunması âdet hâline gelmiştir. Önceleri yalnız Peygamberimizin doğum gününde okunan mevlid, daha sonra bütün mübârek gecelerde okunmaya başlamış ve giderek yaygınlaşarak, vefât eden kişilerin arkasından okunur hâle gelmiştir”. 

Mevlidte Peygamberi aşırı bir şekilde yüceltme vardır. Öyle ki, bâzı sözler onu ilahlaştırmaya kadar varır. Belki de bu tarzda aşırı şekilde övüleceğini fehm eden Peygamberimiz daha o zamanlarda şöyle demiştir:

“Hristiyanların (peygamberleri) Îsâ’yı övmede aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırı gitmeyin” (Ahmed b Hanbel, I, 23, 24, 47, 55, V, 32; Dârimî, Rikâk 68; Buhârî, Enbiyâ 48).

Bir yazıda şöyle denir:

“Süleyman Çelebinin söylediklerinin Kur’ân’i hiç-bir dayanağı yoktur. Hattâ bâzı söylediklerinin siyerde ve hadislerde bile kaydı yok. “Bir bal dolusu şerbet”in Âmina Hâtun’a hûrilerin eliyle sunulması, evinin melekler tarafından Kâbe gibi tavaf edilmesi, Sündüs isimli bir meleğin havaya onun için döşek sermesi örneğinde olduğu gibi. Buram-buram “peygamber tapkınlığı” kokan ve bir-sürü zırva içeren bu şiiri; çocuğunun doğumunun şerefine, onu sünnet ettirirken, evlendirirken, askere gönderirken okutanları görebilirsiniz. Hacc dönüşünde okutulacak mevlid hele bir de yemekliyse işte onun sevâbı sizi cennete doğru kanatlandırıp uçurur.

Akşam düğünde göbek atıp eğlenen insanlar ertesi gün oturup mevlid okurlar. Neden acaba?. Tabî ki olaya kutsallık katmak için. İyi de bu safsata dolu şiiri abartılı bir makamla okumanın çocuğun sünnet olmasıyla yada gençlerin evlenip yuva kurmasıyla alâkası nedir?. Saçma-sapan bir şiir gelenekleştirilerek tâ mâbetlerimize kadar girmiş, alâkasız faaliyetlerimizde ibâdet coşkusuyla edâ edilmiş ve bir-nevî, bu faaliyetlerimizi kutsama aracı olmuş. “İbadet coşkusu” derken bir örnek vereyim. Mevlid isimli şiiri okurken bir-yerde (Geldi bir ak kuş kanâdiyle revan, arkamı sıvadı kuvvetle heman) ayağa kalkılır, kıbleye dönülür, eller aynen namazdaki gibi bağlanır ve mevlidin bir kısmı bu hâl üzere okunur”.

Şirkle ve uydurmalarla dolu bir metindir aslında “mevlid” denilen Vesîletü’n-Necât. Tasavvuf-merkezli düşünceyle yazılmış olan mevlidte Peygamber aşırı övülüp “insanlığından” çıkarılır ve bir “ilah” derecesine yükseltilir. Bir-kere mevlide başlarken “seyyid-i kâinat” diyerek başlanır ki, aslında kâinâtın tek seyyidi yâni efendisi Allah’tır, Peygamberimiz değil. Peygamberimiz âlemlere rahmettir. Seyyid; “efendi baş, reis” demektir. Peygamberimizin soyundan gelenlere de sonraları yanlış bir isimlendirme olarak seyyid denmiştir. Çoğulu “sâdet”tir ki Kur’ân’da: “Ve dediler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize (sâdet=seyyidler) itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular” (Ahzâb 67) olarak geçer. Bu nedenle, bir kişi bir bölgenin seyyidi olabilir ama kâinâtın seyyidi olamaz. Kâinâtın seyyidi yâni efendisi Allah’tır.

Mevlidte Peygamberimiz varlığın sebebi olarak gösterilmiştir:  

“Pes Muhammed’dir bu varlığa sebeb,
Sıdk ile ânın rızâsına kıl taleb”.

Mevlid’de Peygamberimiz annesi ile birlikte şu şekilde aşırı yüceltilir:

“Ol gice kim doğdu ol hayrûl beşer,
Ânesi anda neler gördü neler.

Dedi gördüm ol Habîbin ânesi.
Bir acep nûr kim güneş pervânesi.

Berk urup çıktı evimden nâgehan,
Göklere dek nûr ile doldu cihan.

Gökler açıldı ve feth oldu zulem,
Üç melek gördüm elinde üç alem.

Biri meşrık biri mağribde ânın,
Biri damında dikildi Kâbe’nin.

İndiler gökten melekler sâf ü sâf,
Kâbe gibi kıldılar evim tavaf.

Hem hava üzre döşendi bir döşek,
Adı Sündüs, döşeyen anı melek.

Çün göründü bana bu işler ayân,
Hayret içre kalmış idim ben hemân.

Yarılıp çıktı divardan nâgehan,
Geldi üç hûri banâ oldu ayan.

Geldiler lutf ile ol üç mehcebin,
Verdiler bana selam ol dem hemin.

Çevre yanıma gelip oturdular,
Mustafayı birbirine muştular.

Üç alem dâhi dikildi üç yere,
Her birisin edeyim nerden nere.

Dediler oğlun  gibi hiç-bir oğul,
Yaradılalı cihan gelmiş değil.

Bu senin oğlun gibi kadr-i cemil,
Bir anâya vermemiştir ol Celil.

Ulu devlet buldun ey dildare sen, 
Doğuserdir senden ol hulki hasen.

Bu gelen  ilm-i ledün sultanıdır,
Bu gelen tehvid-i irfan kânıdır.

Bu gelen aşkina devreyler felek,
Yüzüne müştakdürür ins ü melek.

Âmine eder çü vakt oldu tamam,
Kim vücuda gele ol hayrül enam.

Susadım gâyet hararetten kati,
Sundular bir cam dolusu şerbeti.

Şerbeti karşımda tutdu hûriler,
Bunu sana verdi Allah dediler.

Kardan ak idi ve hem soğuk idi,
Lezzeti dahi şekerde yok idi.

İçtim ânı oldu cismim nûra gark,
Edemedim kendimi nurdan fark.

Geldi bir ak kuş kanâdiyle revan,
Arkamı sıvadı kuvvetle heman.

Doğdu ol saatte ol sultan-ı din,
Nûra gark oldu semavât ü zemin”.


Oysa Peygamberimiz peygamberliğinden önce peygamber olacağını hem bilmezdi, hem de yolunu ve ne yapacağını şaşırmış (dalâlet) durumdaydı:

“Böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Sen, kitap nedir, îman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nûr kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidâyete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun” (Şûrâ 52).

“Bir yetim iken seni bulup barındırmadı mı?. Ve seni yol bilmez şaşkın bir hâlde (dalâlet) iken, ‘doğru yola yöneltip iletmedi mi?. Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi?” (Duhâ 6-8).

Câhil müslümanlar, Allah’ın adı tek-başına anıldığında rahatsız olurlar. Mevlide “Adım ile yazdım adını” denir. Böylece câhiller, Allah ile birlikte Peygamberin adını görmekten-duymaktan mutlu olurlar. Hâlbuki bu, müşriklerin bir tavrıdır:

“Sâdece Allah anıldığı zaman, âhirete inanmayanların kâlbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar” (Zümer 45).

Mustafa İslamoğlu mevlid hakkında şunları söyler:

“Mevlid, Peygamberimizin hayâtıyla başlamış bir uygulama değildir. Sahabenin, tabiinin vs. tarafından bilinen ve uygulanan bir uygulama değildir. Mevlid, Fâtımiler tarafından 11-12. yy. da ilk defâ ortaya çıkmıştır. Fâtımiler, Sûriye’de Hristiyanlardan gördükleri peygamber yüceltmelerini kendileri de uygulamak istiyorlar ve mevlid uygulaması başlatıyorlar. İlk Mevlid Türkçe değil, Kürtçedir. Yahudilerin Yom Kippur ve Kurtuluş bayramlarına mukâbil Peygamberimiz de “Ramazan ve Kurban bayramlarını kutlayın” diyor. Kadir Gecesi hâriç diğer “özel” günler âdettir. İbâdete dönüşmedikçe bid’at olmaz. Mevlidlerin kandile dönüşmesi ilk olarak Osmanlı zamânında 2. Selim zamanında yine Hristiyanları taklit ederek başlamıştır. Hristiyanların “mum”u yerine “kandil” yakmışlardır ibâdet-hânelerde. Mevlid okumak Kur’ân okumak gibi kabûl ediliyor. Siz mevlidi alıp Kur’ân’ın yerine koyarsanız, Kur’ân’ı nereye koyacaksınız?. Mevlidin Vilâdet Bahrinde “indiler gökten melekler saf saf” diyen kişi mevlide göre Âmine hâtundur. Bu hiç-bir kaynakta doğrulanmaz. Hattâ uydurmaların bile içinde yoktur. İnsanlar Peygamberimizin hayâtını mevlidten öğreniyorlar ama yanlış öğreniyorlar. Peygamberimize annesinin mezarını ziyâret için izin verildi ama duâ için izin verilmedi. Âmine Hâtun, mevlidte farklı, hadislerde farklı bir şekilde anlatılır”.

Ahmet Kalkan:

“Peygamberimiz’in doğumunu anma esprisi de unutulmuş, Peygamber için yazılan bu şiirin okunması kendi-başına bir dînî törene, bir ibâdet kabûlüne dönüşmüştür. Bugün bir-çok âile, ölüleri için sevap, hattâ mutlakâ yapılması gerekli dînî vecîbe gibi düşünmektedir. İbâdetler, Allah’a nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevâba girileceği nassların hükmü ile belli olur. Yâni ibâdetler, fıkhî deyimiyle “taabbudî” alandır, tevkîfîdir, vahyîdir. Din tamamlanmıştır, artırma da eksiltme de yapılamaz. Resûlün ve ashâbın hayâtında mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildir. Mevlidi savunanlar şöyle derler: “Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle Kur’ân okuyoruz, salât ve selâm getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da bunlardır”. Cevap olarak deriz ki: Mevlid dışında sayılanların kendi-başlarına okunmaları hâlinde hangi zorluk ve eksiklik çıkıyor da Süleyman Çelebi’nin şiirine sığınılıyor?. Süleyman Çelebi’den önce Kur’ân okuyanların okudukları boşa mı gitti?. Kur’ân ve sünnet, ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap kazanılacağı bir ibâdetten bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi değil; Kur’ân okunur gibi Kur’ân makâmıyla okunmakta, Kur’ân dinlenir gibi dinlenmektedir. Mevlid türünden kutlamalar, din kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu kutlamalar, câmide olmadığı sürece, ibâdet ve sevap kabûl edilmemek şartıyla, Kur’ân makâmıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ edilmediği özelliklerde, salt şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü şekliyle ise, en azından büyük bir bid’at ve hurâfedir. Bugün, bir şiir, ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesîlesi gibi kabûl edildiğinden, Kur’ân’dan öne çıkarıldığından, dînin temel ilkeleri açısından çeşitli sakıncalar içerir. Örf dinleşince, din de örfleşir. Örfün kutsallaşmasına seyirci kalmak, dînin tahribine seyirci kalmakla eş anlamlıdır. Tevhid, ibâdet kasdıyla “Allah’ı da anmak” dînî değil; “sâdece Allah’ı anmak” dînîdir. Câmiye sokulup ibâdet kasdıyla okunan mevlidin, sâdece bid’at olarak kalmayacağı, bu anlayış ve kabûlün şirk kapsamına girebileceğini bu riski taşıdığını belirtelim” der.

Mevlid bid’at içinde bid’attır. Çünkü mevlid hem bid’attır, hem de halk tarafından yeni bid’atların çıkarılmasına neden olur. Halk tarafından oluşturulmuş mevlid tavırları vardır. Bir-kere onu okuyan kişi; biraz üzgün, biraz kibirli, sanki çok önemli bir şey yapıyormuş edâsında, biraz sert bir tavırla ve avazı çıktığı kadar bağırarak okumalıdır mevlidi. Sesi ne kadar gür ise o kadar “derin hoca” olarak kabûl edilir. Bu nedenle her zaman o kişi çağırılmalıdır mevlid okumaya. Tabi adamın “hakkı”nı da (hediye) vermek lâzım. Yalnız burada önemli olan bir husus vardır ki; adamın morâlini bozmayacak bir miktar olmalıdır verilen “hediye(!). Bir de şu çok önemlidir ki, hocanın pilavı “bol etli” olmalıdır. Ayranı çirf-çift olmalı, lokum, lokma ve şerbeti zinhar ihmâl edilmemelidir. Yoksa hoca bir dahaki sefere -Allah muhâfaza- gelmez de perişân olunur.

Halktan kimseler de mevlide katılmanın yapmacık ciddiliği ve huşûsu ile mevlidi dinler ve o anda bir konuşan olursa sert-sert bakışlar atar. Hoparlörler evin dışına gelecek şekilde koyulmalı ve tüm mahallenin duyacağı kadar açılmalıdır. Herkes sizin mevlid okuttuğunuzu bilmelidir. Ses güçlü çıkmazsa nereden bilecekler?. Komşunun beyi, oğlu vs. gece işten gelmiş, hasta varmış, çocuk uyuyormuş.. olsun mevlid daha önemli ve zâten hiç kimse de mevlid okunurken rahatsızlığını dile getir(e)mez.  Aman haaa!; sonra ne derler?. Mevlide karşı çıkılır mı?.

Kadınlara gelince; “mevlide has” giyinişler olur. Bâzen de “altı kaval, üstü şeşhâne” olan bir giyim-şekli olur. Kadınlar için en önemli kural, olmazsa-olmaz şart, “başın kapatılması”dır. Mini-etek giyilse bile baş kapatılmalıdır. Böylece ortaya çok absürd resimler çıkar. O baş-örtülerini daha doğrusu mevlid örtülerinin altında ağır makyajlar sırıtır. Sünnet olunurken, askere uğurlamada, evlilikte, hacca giderken, ölünün arkasından; yedisinde, kırkında, elli-ikisinde, yılında-senesinde vs. “Allah rızâsı için” mevlidler okunur-okunmalıdır.

Regâip-mevlid-beraat-mîraç gecelerinde mevlid okunması olmazsa-olmaz bir durum hâline gelmiştir. Bu geceler bid’attı ve zâten mevlid de bid’at olduğundan; mevlid okumak-okutmak, “bid’at içre bid’at” oluyor.

Köy yerlerinde mevlidler “ağır” olur. Öyle bir kasa lokum ve gülsuyu ile mevlid olmaz ve okunmaz. Hocanın biri: “Kardeşim!, bir kasa lokumla, bir gül suyuyla mevlid olmaz. Mevlid dediğin ‘ağır’ olur. 2 kilo lokum alıp da ‘mevlid oku’ demeyin bana” demişti ve “mevlid fıkhı”nın bir kuralı daha ortaya çıkmıştı. Mevlid yüzünden nice “danalar”-“inekler” kurbân oldular. Tabi hakkını yemeyelim; nice et yiyemeyen kişiler de et ve diğer mevlid ikramlarıyla karınlarını doyurmuş oluyorlar.

Neden ille de Süleyman Çelebi’nin mevlidini yâni şiirini okuyorlar. Meselâ neden “kasîde-i bürde” okunmuyor?. O da çok güzel bir kasîdedir. Fakat mevlid Türkçe ya; herhâlde ondan olsa gerek. Sakın Süleyman Çelebi’nin mevlidinin tüm İslâm âleminde okunduğunu zannetmeyin. Bu mevlid sâdece Türkiye, Kıbrıs ve biraz da Azerbaycan ve müslüman balkan ülkelerinde, o da bâzen okunuyor. Zâten Süleyman Çelebi’nin mevlidi Türkçedir. Türkçe bilmeyenlerin bu mevlidi okumaları beklenemez.

Vel hâsıl kelam; Mevlid okumak; farz, sünnet, vâcip vs. değildir. Mevlid bir bid’attır ve bunu ibâdet neşvesinde yapmaktan vazgeçmek gerekir. Onun yerine Kur’ân okumalı ve sünnetten bahsedilmelidir. Böylece insanlar bir bilgiye ve hattâ bilince erebilirler.

 En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2016





Devamını Oku »

Patron ve İşçi



“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

Süleyman Ateş bu âyetin yorumunda şöyle der:

“Bu âyet, işverenlerin fazla mallarını emirleri altında çalışanlara verip, geçimde eşitlik sağlamalarını hedef gösterir. Çünkü herkesin havaya, suya, besine ihtiyâcı aynıdır. Bütün insanların bağırsakları eşit uzunlukta, mîdeleri de aşağı-yukarı aynı büyüklüktedir. Her insanın alması gereken standart bir kalôri miktârı vardır. İnsanlara bu, dengeli biçimde verilmez ve biri yer biri bakarsa huzursuzluk olur. Yöneticiler buna dikkat etmeli. Çünkü bu, adâletin gereğidir”.

İslâm düzeninde takvâdan başka üstünlük-ölçüsü olmaz. Dolayısıyla patron olanın işçi olandan üstün olması diye bir şey söz-konusu değildir, olamaz. Tabi patron olan kişi aynı-zamanda takvâ-sâhibi de olabilir ve o zaman Allah katında üstün olabilir. Fakat İslâm’a göre bâriz şekilde gelir farkı olanların aynı-zamanda takvâlı olması çok da kolay değil ve hattâ neredeyse imkânsızdır. Zîrâ ellerinde ihtiyaç fazlası mal birikmiştir ve bunu bir şekilde ellerinden çıkarmamaktadırlar. Oysa Allah açıkça ihtiyaçtan fazlasının elden çıkarılması ve Allah yolunda harcanmasını emreder:

“..Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

Peygamberimiz: “Elinizde kullanmadığınız 4.000 bin dirhemden fazla para tutmayın, ateştir” der.

Bir insan belli bir miktar paradan fazlasını ne yapar?. Meselâ diyelim ki 4 kişilik bir âile var. Kişi-başı yıllık 4.000 dirhem, yâni  yaklaşık 18.000 TL eden bir para var. Bu para aylık 1.500 TL civârındadır. (4.000 dirhem=12 kg. gümüş=18.000 TL). Bu 1.500 lirayı âile 4 kişi olduğu için 4 ile çarparsak 6.000 lira eder. Bu gelir âilenin sağlam, geniş bir ev; kullanışlı, dayanıklı eşyâlar; bir de sağlam bir arabayı bir-zaman sonra alabilecek bir gelirdir. Bu temel-ihtiyaçları alana kadar dikkatli bir harcama yaparak artan parayı biriktirmekte mahzur yoktur. Bu hedefe ulaşılmış olduğunu ve babanın (yada evin), yukarıda bahsettiğimiz aylık 6.000 lira geliri olduğunu kabûl ederek konuştuğumuzda; bu âile 6.000 lira tutarındaki bu parayla ne yapamaz?. Neyden mahrum kalırlar?. Çok-çok a-normâl bir durum yoksa bu parayla en iyi şekilde geçinebilecekler, zekat/sadaka/hayr anlamında infaklarını bile bu parayla yapabileceklerdir. Bu miktardaki para tüm bu şeyleri yapabilecek mâkûl miktarda bir paradır. Bu nedenle bu miktardan daha fazla olan parayı en fazla üç-gün içinde infâk etmeleri gerekir. Aksi-hâlde Peygamberimizin dediği gibi “ateş” olur. Zâten bir âile bu paradan daha fazla olan bir geliri ancak ve ancak isrâf ederek tüketebilir.

İnsan İslâm fıtratına uygun olarak yaratılmıştır. O hâlde tüm insanlarda, vicdan da denen İslâm fıtratı vardır. Bu, müslümanlarda daha güçlüdür. Çünkü fıtratla birebir uygun ve tahrif olmamış bir kitaba sâhiptirler. İnsanlar ve müslümanlar buna rağmen şöyle bir durumu nasıl kabûl edebiliyorlar?: Biri asgarî ücretle zor geçiniyor ve o kadar ölçülü harcama yapmasına rağmen ay sonunu getiremiyor. Bir diğeri ise hiç-bir maddî zorluk yaşamıyor ve istediğini yiyip-içip-giyebiliyor ve istediği yeri gezebiliyor. Bu durum kısa bir süreliğine böyle olsa, imtihan ve bir amaç gereği çok da sorun olmazdı. Fakat tüm hayat boyunca meselâ 80 yıl boyunca bu durum böyle gidiyor. Biri istediğini yiyip içerken, diğeri kendisine ve çocuklarına, hem canlarının çektiği hem de temel ihtiyaçları olan şeyleri sağlayamıyor. Yâni asgarî ücretlinin çocuğu bir şey istiyor ama babanın onu alacak durumu yok. Oysa zengin olan kişi için bu bir sorun değil. Böylece biri yerken diğeri bakıyor ve işin asıl kötü yanı; bunlar kardeş, akrabâ, belki karı-koca, evlat ve ana-baba, yada işçi-patron olabiliyor. Alt-alta, yan-yana, aynı-evde, aynı iş-yerlerinde birlikteler fakat, biri diğerinin yediğini-içtiğini-giydiğini hem canı istemesine hem de zarûri ihtiyaç olmasına rağmen yiyip-içemiyor ve giyemiyor. Yâni ihtiyâcını sağlayamıyor. Oysa Allah bâzı sorumluluk durumuna göre ve cinse göre farklılıklar yaratmıştır ama kesinlikle rızıkta, yiyip-içmede bir farklılık istememektedir. İslâm’da “rızıkta eşitlik” vardır. Zâten “hayır yoktur” diyen kişi, “ben yiyeyim de gerisi ne olursa-olsun” demiş olur ki bu düşünce ve söylem ya cehâlet, yâ körlük, yada şerefsizliktir. İslâm’da “rızıkta eşitlik” olduğunu söyleyen âyetler şunlardır:

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda (yâni insanlar için H.G.) harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele(Tevbe 34).

“Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

Ramazan Yılmaz:

“İslâm Devleti sınırları içindeki herkes rızık konusunda eşit olmak zorundadır. İslâm rızıkta eşitliği esas alır ve bu nedenle devleti yönetenlere, varlık-sâhiplerine ve işverenlere, çalıştırdıkları insanlara, kendilerinin yiyip-içtiklerinin, kullanıp-tükettiklerinin aynısını vermelerini zorunlu kılmakta, bunun yapılmaması durumunda Rab’lerinin verdiği nîmetlerine nankörlük eden inkârcılar olacağını söylemektedir. Bu nedenle devleti yönetenler ve işverenler, kendilerinin yaşadıkları hayat standartlarını, çalışanlar için de öngörmek ve ona göre ücret vermekle mükelleftirler. Nitekim Resûlullah, çalışanların hakları konusunda şöyle buyurmaktadır:

“Kimin elinin altında bir kardeşi bulunuyorsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin; onlara kaldıramayacakları işleri yüklemesin, eğer yüklerseniz kendilerine yardım ediniz”.

Çalışanlar, alacakları ücretlerle, tıpkı yöneticileri ve patronları gibi bir hayat sürecek; onlar gibi yiyip-içecekler, onlar gibi tâtil yapıp dinleneceklerdir. Bu İslâm’ın olmazsa-olmaz emri ve işverenlerin gerçekten îman etmelerinin göstergesidir. Ücret ve hayat standartlarında adâleti sağlamayan işverenler yüce Allah’ın nîmetini inkâr etmiş, küfre girmişlerdir”.

“Ey îman edenler, kazandıklarınızın iyi olanından ve sizin için yerden bitirdiklerimizden infâk edin. Kendinizin göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki, şüphesiz Allah, hiç-bir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeye lâyık olandır” (Bakara 267).

Bir de üretim-tüketim konusunda şunu söylüyorlar; “Narhı Allah koyar”. Tamam, narhı Allah koyar. Yağmur yağmaz yada fazla yağış olur, kuraklık olur, toprak kayar, doğal âfet olur vs. Allah narhı koyar. Burada sorun yok. Fakat Allah narhı sâdece garibanlar için mi koyar?. Bu narh sadece fakirler için mi geçerlidir?. Çünkü duruma göre mal azalınca ve Allah narh koymuş olunca garibanlar o nîmetten mahrum kalıyor ama zenginleri için fark etmiyor ki!. Ne de olsa durumları müsâit, alıp yiyebiliyorlar ve “narh”tan etkilenmiyorlar. Eğer bir mal bir şekilde o yıl az üretilmişse, ürün az olmuşsa, herkes yâni hem zenginler hem de fakirler o maldan azar-azar tüketeceklerdir. Mal az diye fiyatların yükselmesiyle birlikte “fakirler o nîmetten aslâ faydalanamayacak fakat zenginler burunlarından gelircesine faydalanacak” demek değildir Allah’ın narhı koyması. Narh herkes içindir. Ne yâni; zenginlerin her zaman ve durumda bir maldan faydalanma hakları var da fakirlerin yok mu?. Yada neden yok?. Yoksa -hâşâ- Allah zenginleri çok seviyor da fakirlere gıcık mı oluyor?.

“Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardır” (Zâriyât 19).

“Ve onların mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun olan(lar)için” (Meâric 24-25).

Allah zenginleri imtihan etmek için onlara mal verir ve “bakalım bu malda hakkı olanlara mallarını teslim edecekler mi” diye bekler. Allah garibanlara bu malları zenginler eliyle vermek ister. Eşitliği zenginlerin eliyle sağlamak ister ki, en sağlam “rızıkta eşitlik” kuralı bu şekilde sağlansa gerektir. Ramazan Yılmaz bu konuda da şunları söyler:

“Mülkiyet sâhipleri kendilerine verilen mülkün, Rableri tarafında geçici olarak verildiğini, bu mal ve mülkün yalnızca kendilerine âit olmadığını, bunlarda başkalarının da hakkı bulunduğunu bilirler. Mülk de tıpkı vahiy gibi, insanlara ulaştırılmak için bâzı kimselere verilmiştir. Vahiy nasıl ki Peygamber eliyle insanlara ulaştırılıyorsa, verilen mal ve mülkler de aynı-şekilde zenginler eliyle ihtiyaç-sâhiplerine ulaştırılır. Peygamberler, nasıl ki vahyi kendilerine mâl edip kendilerine âit olduğunu iddiâ etmiyorlarsa ve etmeleri de mümkün değilse, aynı-şekilde, kendilerine Rableri tarafından mal ve mülk verilen kimseler de, kendilerine verilenler üzerinde mülkiyet iddiâsında bulunamazlar”.

“İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur” (Zümer 6).

Lehül mülk=Mülk Allah’ındır. Öyleyse insanların ama özellikle de müslümanların, ellerindeki mülkün asıl sâhibi kendileri imiş gibi davranmaları yanlıştır, yasaktır. Kısa bir misâl verelim ve bir sonuca gidelim:

25 yaşında bir kişi, ustası olduğu alanda bir dükkan açmış olsun. Yanına da 12 yaşında bir çırak alsın ve bu çırağa asgarî ücret versin. Çırak olarak işe giren bu kişi ustasının yanında 40 yıl çalışsa da, usta yine dükkanın sâhibi oluyor ve yüksek kârı o alıyor. Bu-arada çırak, kalfa ve usta oluyor ve biraz daha fazla maaş alsa da yine “maaşlı işçi” olarak kalmaya devâm ediyor. İyi de 40 yıldır birlikte çalışıyorlar. Birlikte iş yapıyorlar. Gelen mal belli, yapılan iş belli, kazanç belli. İşi zâten birlikte yapıyorlar fakat işçi yine işçi maaşı alıyor, ama dükkan-sâhibi kârın büyük kısmını alıyor. Şimdi bu doğru bir şey mi?. Bunun kölelikten ne farkı var?. Çünkü aldığı maaş işçinin yeme-içmesine yâni geçinmesine ancak yeten bir paradır. Kölelerin de zâten yeme-içme-giyinme-barınma sorunları olmazdı. Efendilerinin yanında, yeme-içme-giyinme-barınmalarının karşılanması koşuluyla ölene kadar çalışırlardı. Efendiler, kölelerin bu ihtiyaçlarını -biraz da kendilerine laf gelmemesi ve îtibar için- seve-seve karşılarlardı. O hâlde birinin yanında uzun yıllar boyunca maaşlı işçi olarak çalışmak da kölelikten farklı değildir. İslâm, köleliği kaldırmak isteyen bir din olduğuna göre, böyle bir durumu kabûl etmesi imkânsızdır. Bu durumda İslâm ne önerir?. Ne yapılmalıdır?.

Dükkan-sâhibi usta, ya yanında çalışan kişiyi belli bir zaman sonra işine (dükkana değil) ortak edecek ve kazanç eşit olarak bölüşülecek; yada usta, yanında çalıştırdığı işçiye yardım edecek, destek olacak ve işçi de kendine bir dükkan açacaktır. Aksi-hâlde “rızıkta eşitlik” olmaz ve aradaki fark uçurumlaşır ve büyür gider. Patron her dâim patron olarak, işçi de işçi olarak kalır. Birazcık da olsa sermâyesi olmayanlar, her zaman işçi olarak kalmaya ve birilerinin yanında çalışmaya mecbûr ve mahkûm olurlar. Hâlbuki Allah Kur’ân’da bildirdiği gibi, eşitliğin sağlanmasını emrediyor:

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

Târih boyunca tüm fitneler, gelir-uçurumlarından, yâni “rızıkta eşitsizlik”ten dolayı olmuştur-olmaktadır. Zâten şeytan da başta Hz. Âdem olmak üzere insanları en çok da bu şekilde kandırmakta ve birbirine düşürmektedir:

“Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü (mülkü lâ yebla) haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120).

Evet; biri yer biri bakar, kıyâmet ondan kopar.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2016

Devamını Oku »

Tavuk Mu Yumurtadan; Yumurta Mı Tavuktan Çıktı?


“De ki: ‘Sizin şirk koştuklarınızdan ilk kez yaratacak, sonra onu iâde edecek olan var mı?’. De ki: ‘Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iâde eder. Öyleyse nasıl çevriliyorsunuz?” (Yûnus 34).

Modern zihniyetin her şeyi değiştirme aşkı, biyolojide de kendini göstermiş ve Evrim Teorisi ile birlikte “orijinâl yaratılış düşüncesi” yobazca bir düşünce imiş gibi gösterilmiş, bunun yerine; “varlığın aşama-aşama, bir varlıktan diğerine dönüşe-dönüşe oluştuğu” düşüncesi, başta okullarda olmak üzere her-yerde söylenmeye başlamıştır. Evrim düşüncesine göre hiç-bir varlık orijinâl değildir. Yâni Evrim Teorisi’ne göre siz orijinâl varlıklar değilsiniz. (Bu zorunuza gitti mi?). Bu teoriye göre her şey aşama-aşama, birinden bir diğerine geçerek-dönüşerek oluşmuştur. Aslında bu bilimsel olarak da kanıtlanamamasına rağmen, modern düşünce, “uhrevî olan” ile bağını büyük ölçüde kopardığından ve “fantastik düşünceyi modern-bilim olarak zannettiğinden” ve de sunduğundan dolayı insanların zihinleri iğdiş edilmiş vaziyettedir. Bir varlığın aşama-aşama yaratılmasını, “bir-anda orijinâl olarak yaratılmak”tan daha mümkün görüyorlar.

Hemen şunu söyleyelim ki; yaratılışın nasıl başladığı, yâni ilk yaratılışın nasıl olduğunu insan aklının idrâk etmesi mümkün değildir. Zîrâ yaratmak Allah’a mahsus bir iştir ve bu nedenle onu sâdece Allah bilir. Allah’ın sanatını idrâk etmek o kadar kolay değildir ve aslında yalnızca O’nun bildirdiği kadar bilebiliriz:

“Dediler ki: ‘Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

“Tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıktı” sözü, insanların kafasını evrim lehine karıştırmak için ortaya atılmış bir sorudur. Gerçi sorunun antik yunandan bêri sorulan bir soru olduğu ve Aristo’ya dayandığı söyleniyor ama bu soruyu ortaya atanlar, “yaratıcı’dan şüphesi olanlar”dır. Bu şüpheyi Aristo da taşıyordu demek ki. Çok-tanrılı bir sistemde yaratılış ile ilgili her zaman şüphe olur. Îman ise bu soruya çok net cevap verir: “Yumurta tavuktan çıktı. Çünkü Allah tavuğu orijinâl olarak yarattı”.

Evrimcilere göre de sorunun cevâbı çok basittir: Tavuk yumurtadan çıkmıştır. Çünkü evrimsel süreçte tavuk da başka bir varlıktan türemiştir ve tavuğun türediği o varlık yumurtlayan bir varlıktır. Yumurtlama ile olan dönüşüm sonucunda o tür “tavuk türüne” dönüşmüştür. Böylece tavuk yumurtadan çıkmıştır. Tavuk da ne de olsa bir “kuş” türüdür ve bir kuş cinsinin yumurtasından çıkmıştır. Bu cevap bilimsel bir cevap değil, inançla ilgili olan bir cevaptır. Dîne Allah’a değil de dinsizliğe ve bir yaratıcının olduğuna inanmayanların inandığı yada inanmak istediği bir cevap. Gerçi Evrim Teorisi de bir dindir ve Evrim Teorisi’nin de ilahları vardır. Yâni Evrim Teorisi çok-tanrılı bir dindir.

Evrim Teorisi’nde aslında gözlemlenen bir şey yoktur. Söylediklerini gözlemlemiş değildirler. Fakat o şekilde olduğunu varsayarlar. Dünyevî arzuları-ihtirasları o şekilde olmasına uygundur çünkü. Evrimsel biyoloji saçmalığı ile bunu çözmeye çalışıyorlar ama tabî ki de çözemiyorlar. Evrim Teorisi’nde bir “ilk yaratılış” düşüncesi ve inancı olmadığından “ilk” hakkındaki sorular hiç-bir zaman bitmeyecek ve evrim, bilim olmaktan çıkacak ve inanca dönüşecektir. Çünkü Evrim Teorisi’nde sonu gelmez bir “ilk” sorunu vardır. Sürekli olarak: “Ya ondan önce”; “peki o nasıl oldu” soruları sorulur durur. İş en sonunda “şans”a bırakılır. Oysa İslâm’da yâni inançta “ilk” olan Allah’tır. Diğerlerini O yaratmıştır. Gerçek açıklama budur. Evrimcilerin açıklamasını yaptıklarını zannettikleri şeyler kesinlikle bir açıklama değildir, tam tersine bir “açıklamama”dır. Tabi bu “açıklamama”ya “inanan” kişi için mesele yoktur.

Yumurta bir sonuçtur, “neden” değil. İlk yaratılışın nedeni Allah’tır ve sonucu varlıklardır. Fakat türemeler yâni sonraki yaratılışlar sebep-sonuç kuralına göre işler. Yumurtanın sebebi tavuktur. Tavuğun sebebi ise direkt olarak Allah’tır.

Bilindiği gibi her yumurtadan da tavuk çıkmaz. Tavuk olması için bir de horozun olması gerekir. O hâlde yumurta, tavuk-horoz birlikteliğinden çıkar. “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıktı” sorusunu horoza sorduklarında, horoz o meşhûr cevabı vermiş: “Ben işime bakarım, gerisine karışmam”.

Yumurta en büyük hücre kabûl edilir. Evrim sürecinde her şeyin hücrelerden ve daha alt yapılardan oluştuğu söylenir. Bu nedenle de “canlı varlıkların kökeni hücredir” diye düşünülür. Fakat içinde canlı taşıyan bir yumurtadan bahsediyorsak, içinde bir canlı taşıyan yumurta sâdece hücre olmaktan çıkar. Döllenmemiş yumurtadan ise zâten tavuk çıkmaz. Tüm bunlar bilimsel cevaplardır fakat bu sorunun kesin cevâbı bilim ile verilemez. Sorunun cevâbı; yaratılmış olan her varlığın orijinâl olup-olmadığına inanılması meselesidir. Eğer her varlık orijinâl ise, tavuk ve horoz da orijinâldir ve dolayısı ile yumurta tavuktan çıkmış olur.

Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıktı sorusu aslında, “ilk tavuk ve ilk yumurta nasıl oldu” sorusudur. Yumurtanın tavuktan çıktığı gerçeği sağduyuya uygun olandır. Nitekim “tavuk yumurtladı” deriz ama “yumurta tavukladı” demeyiz. Zâten “yumurtadan tavuk çıkmaz civciv çıkar”; “yumurtadan sâdece tavuk değil, horoz da çıkar” esprileri de mânidardır.

Tavuğun yumurtadan çıktığı kabûl edildiğine, o zaman, “sperm mi insandan, insan mı spermden çıktı” sorusu da anlam kazanır. Fakat böyle bir soru çok anlamsızdır. Çünkü tabî ki sperm insandan çıkar. Fakat eksik olmayan bir yapısı olan insandan sperm çıkar. Organları ve işleyişi eksik olan bir insandan sperm de çıkmaz zâten. Yeterli olgunluğa ulaşamamış olan çocuklardan sperm çıkmaz meselâ. O hâlde eksiksiz bir yapıya sâhip olan varlıklar yumurtlar ve doğurur-doğurtur. En başta insan olmak üzere o eksiksiz varlıklar orijinâl olan varlıklardır. İlk başta yaratılmışlardır ve başta verdiğimiz âyette de söylendiği gibi, sonra da türeme devâm eder. Türeme de bir yaratmadır tabî ki. Bu türemede memeliler yumurtasız, kuş ve tavuk gibi canlılar da yumurta ile türer. İlk yaratılan bir tavuk ile bir horozun birleşmesinden dolayı döllenmiş yumurta oluşur ve o yumurtalardan da tavuklar ve horozlar türemeye devâm eder.

“Ey insanlar!, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

Mesele, yaratma ve türeme meselesidir. Yaratma tüm canlılar ve varlıklar için ilk başta bir-anda orijinâl ve çift olarak yaratılırlar. Sonra da bu çiftler kendilerinin aynısı olan yeni nesilleri doğururlar yada yumurtlarlar.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2016



Devamını Oku »

17 Eylül 2016 Cumartesi

Modern Çelişki


“O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).

“Modernizm insanı refah içinde yaşatmak için gelmiştir” deniyor ama tam tersi bir durum var. Eskiden insanlar açlıktan-susuzluktan, doğal bir âfetten dolayı olmadıktan sonra ölmüyorlardı. Meselâ açlıktan-susuzluktan ölümlerin en çok yaşandığı Afrika, kendi-kendine yeten bir kıtaydı. O kadar büyük arâzisi olan bir yerde açlıktan ölmek çok zordur. Fakat büyük düzlük (serengeti) alanlar tarıma kapatılıp oraları belgesel çekilen yerler hâline getirdiler ve tarımı kendi tekellerine alarak (Mosanto), tarım yapmak için Dünyâ’nın en ideâl büyük düzlüklerini tarıma kapatmışlardır. Oranın insanları da bu nedenle açlık çekmektedirler. Tarımın ve hayvancılığın zirve yapacağı yerlerde insanlar açlıktan-susuzluktan ölüyor. Büyük düzlüklerde belgeseller çekerek oranın her türlü hayvanının normâlden çok daha fazla çoğalmasına neden oluyorlar ve buraları kendi halkının kullanımına kapatıyorlar. Oraları “tarıma yasak bölge”ler îlan ediyorlar. Güyâ belgesellerle de bu durumu meşrûlaştırıyor. Oysa oralarda eti yenebilecek milyonlarca hayvan var. O kadar çok hayvanın olması neye yarıyor?. Gerek av olan, gerekse de avcı olan hayvanların %90’ı olmasa da bir zarârı olmaz ve zâten doğal olanı da budur. Bir de “nesli tükendi-tükenecek” diye yalan söylüyorlar. Afrika kıtası belki de dünyâ-târihinde görülmemiş sayıda hayvana sâhip durumdadır. O hayvanların etlerini âcil olarak aç insanlar yemeli, onları evcilleştirip beslemeli onlarla geçinmelidirler. Hayvanlara ve belgeselcilere tahsis edilmiş yerler tarıma açılmalı ve insanlara hem tarım araçları sağlanmalı, hem de tarım öğretilmelidir ki kendilerine bakabilsinler ve Dünyâ’ya ayak uydurabilsinler. Fakat şerefsizlerin türlü şekilde yaptıkları sömürüler nedeniyle buna izin verilmemekte. Modernizm mâdem insanların refahını sağlamayı ve arttırmayı hedefliyor, o hâlde insanlar açlıktan-susuzluktan ölmemelidir. Çünkü bu durum büyük bir çelişkidir. Modernizm geleli insanlar açlıktan-susuzluktan ölmeye başladılar. İnsanların açlıktan-susuzluktan ölmemeleri ve yoksulluk içinde yaşamaktan kurtulmaları için, bu durma sebep olan modernizm bertarâf edilmelidir.

Yine modernizmin geliştirdiği teknolojiler de insanları açlıktan kurtarmadı ve daha aç bıraktı. Zîrâ, insanları açlıktan kurtarmak için geliştirilen GDO’lu buğdaylar, besleyiciliğini yitirdikleri için eskiden tek bir ekmekle doyabilen insanlar, artık besin değeri azaltılan ekmelerden en az üç tânesini yemek zorunda doymak için. Gerçi üç ekmek yese bile besleyiciliği bozulmuş olan ekmekler yine de gerçek bir beslenmeye olmuyor. Fakat bu-arada, doyduğu bir ekmeğe meselâ 1 lira verirken, artık üç ekmeğe gereksinimi olduğu için üç lira vermesi gerekiyor ki bu para onlarda yok. Bu durum dolayısıyla açlık çoğalıyor ve açlık ve açlığa bağlı olan ölümler meydana geliyor. Modern çelişki burada da kendini gösteriyor böylece. Hâlbuki ekmeğe dokunulmasa insanlar yiyecekleri tek bir ekmekle doyabiliyorlardı. “aman buğday tükeniyor, yetmeyecek” diye buğday üzerinde oynamayı meşrûlaştırdılar.

“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

Modernizm nedeniyle insanların bir kısmı aşırı yemekten-içmekten dolayı aşırı bir şekilde semirip şişmanlarken ve “obez” olurken, sömürdükleri diğer coğrafyaların halkı da açlıktan-susuzluktan kırılıyor. Hâlbuki eşit bir paylaşım olsa hiç kimse açlıktan-susuzluktan ve ona bağlı sebeplerden dolayı ölmeyecektir. Fakat birilerinin doymak bilmez iştahları, birilerinin ölmesine neden oluyor. Birilerinin aşırı tokluğu, diğerlerinin açlığına sebep oluyor. Birileri pastırmalı yumurtasını pişirmek için Dünyâ’yı yakıyor.  

Râsim Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler’inde, Dünyâ’nın hâline ve Dünyâ’yı bu hâle getirenlere isyân ederken şöyle der:

“Dünyadaki mevcut nüfûsun şu-an bile on katını besleyebilecek seviyede bir üretim yapıldığı hâlde, milyonlarca insan açlıkla pençeleşiyorsa, bunun nedeninin sorgulanması gerekmektedir. Afrika’da, Hindistan’da, Güneydoğu Asya’da, Güney Amerika’da açlıktan kemikleri çıkmış bebeklerin resmini çekmek için yarışa giren ve bu yarışta milyonlarca dolar parayı bir çırpıda harcayan gazete ve dergilerin bulunduğu bir dünyâda, en aç insanın fotoğrafını çeken foto muhâbiri altın madalya ile ödüllendirilirken, fotoğrafı çekilen aç insanın sırtından para kazanabilen becerikli gazeteciler tebriklere boğulurken, aç insanları kendi hâlleriyle baş-başa bırakılmasında bir bozukluk olsa gerek. Yoksul çocukları esirgeyip korumak adına düzenlenen balolarda, göbekleri yeterince şişmiş adamların sabahlara kadar “vur patlasın çal oynasın” vakit geçirirlerken, bu çocukların eğitimlerinin nasıl sağlanacağının hesâbının yapıldığı bir dünyada bir bozukluk var demektir.

Aç kalma tehlikesiyle nüfus plânlaması yapmak için teşkil edilen ekiplere milyonlarca dolar ödenekler ayrılırken, bir o kadar doktor ve hastâne masrafına katlanılırken, doğmamış çocukların rızıkları yüzünden uykuların kaçtığı bir dünyâda bozukluk var demektir. Doğmuş çocuğu beslemek için sarf-edilecek paranın ana rahmindeki çocuğun doğmaması için sarf-edildiği bir dünyâda, bir bozukluk bir terslik var demektir” der.

Şöyle bir çelişki var: İnsanların, şiddetin olmadığını düşündüğü süper güç devletler, aslında kişilerin tasavvurlarında askerî gücü yâni şiddet potansiyeli yüksek olan devletlerdir. Zâten en çok şiddeti de bu devletler yapmaktadırlar. Bu devletler bunu modernizm adına yapmaktalar. Modernizm adına yapılınca meşrû gözüken şiddet, mazlumun kendini savunması adına yapılınca “terör” olarak görülüyor-gösteriliyor-kabûl ediliyor.

Hak-hukuk konusunda da modern bir çelişki yaşanmaktadır. Hukukta “avukat-avukatlık” denilen bir kişi ve meslek vardır ve avukatların işi “kânun boşluklarından yararlanmak”tır büyük ölçüde. Şimdi; hem kânun olacak ve bu kânunlar açık olacak; hem hâkimler işlerini doğru-dürüst yapacak, hem de avukatlar olacak. Bu büyük bir çelişkidir. Avukatlar ve avukatlık, adâletsizliği de yanında getirir. Zîrâ avukat tutacak parası olanlar haksız da olsalar dâvâya 1-0 önde başlayacaklardır. İslâm’da 19. yüzyıla kadar avukatlık diye bir meslek yoktu. Hattâ böyle bir meslekten kimsenin haberi bile yoktu. Olamaz da zâten. Çünkü İslâm’ın kânunları-yasaları çok nettir ve hâkimler bu kânunları hem iyi bilirler, hem de yapacağı bir kânunsuzluktan durumunda alacağı “ağır cezâ”yı bildiğinden dolayı bir yolsuzluk yapamazlar. Öyleyse avukata neden gerek olsun ki?. Fakat şeytanın-tağutların sistemlerinde kânunlar Allah’a göre değil de keyfe ve çıkara göre belirlendiği için bir-çok yanlışlıklar-eksiklikler-boşluklar olur. Bu durumda net bir hukuk olmaz. Bu netsizliği tamamlamak için de avukatlık diye bir meslek çıkar ortaya. Siz hem aklın dinden daha iyi-doğru-güzel olacağını söyleyeceksiniz, hem de yaptığınız kânunların yetersizliğinden dolayı avukatlık denen bir meslek ortaya çıkaracaksınız. Bu modernizmin büyük bir çelişkisidir.

Modernizmin daha saymakla bitmeyecek çelişkileri vardır ve zâten modernizm bir çelişkiler uygarlığıdır. Hattâ çelişkilerden beslenir. Bu çelişkilerden doğan hatâları ha bire değişim yaparak düzeltmeye çalışır fakat bir-türlü düzeltemez. Çâreyi sürekli değişiklik yapmakta bulur ve zâten modernizm bir değişiklikler uygarlığıdır. Hayâtiyetini değişiklikten alır. Sürekli değişim yaparak en ideâl hâle geleceğini zannetmektedir. Aslında bu durum netsizlik demektir. Modernizmde değişmeyen tek şey değişimdir. Modernizm demek değişim demektir. Modernizm, değişim yapmadığında çöker.  

Müslümanlar Dünyâ’daki bu kötü duruma kayıtsız kalmaktalar ve onlar da modernizme ayak uydurmaktalar. Hâlbuki ona karşı çıkmakla yükümlüdürler. Çünkü İslâm’da netlik vardır ve bu netlik Allah tarafından vahiyle belirlenen bir netlik olduğundan dolayı teoride değişimler olmaz. Kânunlar kıyâmete kadar geçerli olan kânunlar ve kurallardır. Sâdece uygulamada duruma göre vahye aykırı olmayan farklılıklar olabilir. Fakat bu, “ille ki olur” anlamına gelmez. Müslümanlar modernizme destek oluyorlar ve meclislerde sürekli yaptıkları zikirler, okumalar, dersler ve “lâilâheillallah=Tek İlah Allah’tır” diyerek yaptıkları sohbetler-zikirler, hayâtın tam ortasında gözükmüyor da, bir tek Allah’ı ilah edinmiyorlar ve modernizmin onlarca sahte ilahlarına destek olarak büyük bir çelişki yaşıyorlar

İslâm modernizme tepki olarak değil, modernizm İslâm’a tepki olarak doğmuştur. Artık modern müslümanın düşünce şekli ve tarzı, modernizmin düşünce şekli ve tarzı hâline gelmiştir. Öyle ki, artık modernizme aykırı bir düşünüş yapmıyorlar ve de yapamıyorlar. Bu düşünce-şekli aslında çok kısır ve dardır. Hâlbuki İslâm düşüncesi velûddur. Müslümanlar bu düşünce yerine modernist kısır düşünceye göre düşünmekle kendilerine yazık ettiler/ediyorlar.

Modernizm, bilerek bir güvensizlik ortamı oluşturur. Böylece insanlar kendilerini güvensiz hissedeceklerinden bencilleşirler ve bencil hedefleri peşinde koşmaya başlarlar. Fakat bu hedefleri yakalamakla bir güvenliğe ve tatmine ulaşamazlar. Modernizmde güvenlik ve tatmin, sürekli olarak peşinden koşulacak bir şeydir. İsl3am ise kâlplere huzur verir ve kişiyi tam olarak tatmin eder. Zâten kâlpler ancak vahiy ile tatmin olur:

“Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d 28).

Modernizm, devletleri bölüp parçalar ki daha iyi yönetsin; işte insanı da bireyselleştirerek parçalar ki insanı da daha kolay yönetebilsin. Fakat bu durum insanı korkaklaştırır ve mutsuz eder. Hâlbuki modernizm, insanı bireyselleştirerek mutlu edeceğini zannediyordu. Bu öngörü gerçekleşmediği gibi, tam tersine dönmüş ve modernizm bir kez daha çelişki yaşamıştır-yaşamaktadır.

Modernizm, teknolojiyi üretip yaygınlaştırarak insana hizmet ettiğini söylüyor ve insanların işlerini kolaylaştıracağını ve böylece insanın kendine daha fazla zaman ayırabileceğini söyleyerek teknolojiyi kutsadı-kutsuyor. Fakat teknoloji insanın ve kâinâtın büyüsünü bozdu-bozuyor. Teknoloji çıkalı insanlar kendilerine ve sevdiklerine zaman ayıramıyor. Teknoloji, insanları kendine bağladı ve esir etti. Yüz-yüze, kâlp-kâlbe görüşüp konuşmanın yerini bir “kısa mesaj”ın alması, zannedildiği gibi bir ilerleme değil, büyük bir gerilemedir ve insanı insanlığından aşağı indirir. İnsanlar teknoloji yüzünden aşağıların aşağısına doğru düşmekteler. Modernizm teknoloji konusunda da büyük çelişkiler yaşamaktadır. Zîrâ teknoloji insanları mutlu değil, çok daha mutsuz ediyor. Çünkü teknoloji, rûhu blôke etti-ediyor.

Modernizm en çok da İslâm ile çelişir. Zâten İslâm ile modernizmin uzlaşması imkânsızdır. Mustafa İslamoğlu:

“Modernizm kadınları köleleştirmiştir, hem de özgürleştirme adına köleleştirmiştir. İslâm kadını aşağılamamıştır, modernizm “Anne”yi aşağılamıştır. Modernizmin sorunu eşyâ iledir. Eşyânın doğal hâlini bir-türlü sevememişlerdir, eşyâya hak-ettiği değeri verememişlerdir, Modernizm doğallıktan nefret eder, sûniliğe hayrandırlar. Modernizm bize, “açlık evrenseldir” diyor, oysa biz “gıdâ evrenseldir” diyoruz. Modernizmin istediği insanların devleti korumasıdır. İslâm’a göre bir tek insan bile devletten önemlidir. Modernizm, “tekrâr olan yerde çürüme olur” der, İslâm ise bunun tam zıddını söyler. Modernizm, “kendini tutma!”, der, İslâm ise “kendini tut” der, zâten İslâm hep “tutma”dan bahseder, oruç tutma, yemîni tutma vs. Modernizmin “özgürlük” dediğine İslâm “küfür” der. İslâm’a göre özgürlük, bütün tutkuların serbestçe yapılması değil, tutkularından arınmakla olur. Tesettür kadın ve erkek ilişkisini kesmez, sürdürür, ilişkiyi esas modernizm kesmiştir. Modernizm her-şeyi yarım yapar ve yaptırır. İslâm ise eksiksizdir ve mü’minlerden “tam yapma”larını ister ve bir şeyin yarım bırakılmasına râzı değildir. Modernizmin sunduğu özgürlük, İslâm’a göre esârettir” der.

Modernizm: “Zulmettiğin kadar refaha ulaşırsın”, “tükettiğin kadar insansın” der. Modernizm, çıkarların hüküm sürdüğü bir Dünyâ arzular ve ister. Modernizmde adâlet zenginler içindir, fakirler için değil. Vel hâsıl kelam; modernizm şeytanın uygarlığıdır. Bir çelişkiler uygarlığı.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2016






















Devamını Oku »

Tefrika



“(O müşrikler ki) Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

Tefrika lûgatta: “Nifak. Ayrılık. Bozuşma. Bir gazete veyâ dergide parça-parça, bir önceki yazının devâmı olarak çıkan uzun yazı. Fırka-fırka olmak” anlamındadır.

Tefrika konusu dinler-târihinin de insanlık-târihinin de en önemli konusudur. Mevcut kötü durumların çoğunun sebebi hem geçmişte hem de günümüzde meydana çıkan tefrikanın sonucudur. Başta Asr-ı Saadet dönemi olmak üzere tüm olumlu yönetimler ve gidişatlar, ortaya çıkan tefrikalar nedeniyle son bulmuş ve kaos başlamıştır. Neredeyse her türlü şiddetin arkasında tefrika yatmaktadır. Kur’ân bu fitneyi defaatle vurgulamış ve çeşitli âyetleriyle insanları uyarmıştır. Ama ne yazık ki bu uyarılara kulak asmayan insanlar tefrikayı başlatmış ve sürdürmüşlerdir. Peygamberimiz ve ondan sonra gelen sâlih kişiler de tefrikayla uğraşmak zorunda kalmışlardır. Şeytan en çok da bu tefrika konusunda insanları kandırmıştır-kandırmaktadır. Bütün ilâhi kitaplarda tefrikayı ber-tarâf etmek yada tefrikanın oluşmasını önlemek için vahiyler inmiştir. İlâhi kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de bu konu şu âyetlerle dile getirilir:

“(O müşrikler ki,) Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

“Gerçek şu ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-âm 159).

“Onlar, işlerini kendi aralarında parça-parça dağıttılar (dinlerinde bölünmeler yaptılar); hepsi bize döneceklerdir” (Enbiyâ 93).

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

Avustralya’da “buldog karıncası” denen bir karınca, ikiye ayrıldığında baş ile kuyruk arasında bir savaş başlar. Baş, kuyruğu dişleri arasına alır, kuyruksa, başı sokarak kahramanca savunur; bu savaş yarım saat kadar sürer, sonunda ya ölürler yada başka karıncalar tarafından çekilip götürülürler. Tefrika da her zaman aynı sonucu verir.

En-âm 159 âyet, müslümanlara açıkça; “fırkalara ayrılanlarla muhâtap olmayın” diyor. Kur’ân; “eğer bir târikat-mezhep-cemaat-grup-hizipler, Kur’ân ve Sünnet-merkezli bir din anlayışı ile bir kardeşlik kurmak için toplanmıyorlarsa, onlar tefrika çıkarmaktadırlar, bu nedenle onlara hiç-bir şekilde meyletmeyin” demeye getiriyor. Zâten bu adlar fırkalaşmanın isimlendirmeleridirler çoğunlukla. Aralarında İslâm ve kardeşlik amacıyla toplananlar çok azdır. Cemaatlerin değişik-değişik olması ve hepsinin farklı düşüncede olması ve hattâ birbirlerine düşman olmalarından dolayı cemaat, târikat ve hattâ mezhepler bile birer tefrika unsurlarıdırlar. Hayri Kırbaşoğlu: “Çeşitli dînî gruplar, günümüzde İslâm-birliğini güçlendirecekleri yerde tam aksi yönde işlev görüyorlar” der.

Siyâsi partiler de tefrikanın başlatıcısı ve sürdürücüsüdürler. Demokrasi zâten tefrikanın kaynağıdır. Demokrasinin eylem şekli olan oy verme, bir fırkalaşmadır. Daha ânında tefrikayı başlatır. Öyle ki kardeşi kardeşe düşman yapar. Desteklenen kişinin çirkin yüzünü gizler. O hâlde tefrika, “çirkinliğin gizlenmesi” görevini de yapar. Zîrâ hem târikat-cemaat-mezhepler, hem de partiler-hizipler hiç-bir zaman birbiriyle tam olarak anlaşamazlar ve bu nedenle de birbirlerine düşman olurlar. Nice çatışmalar ve ölümler bu tür tefrika nedeniyle meydana gelmiştir. Türkiye’de 12 Eylül darbesinde ölenler, tefrika nedeniyle ölmüştür. İnsanlar çeşitli sıkıntılara tefrika nedeniyle düşmüştür. O hâlde oy vermek tefrikaya sebep olması nedeniyle hem bir fitne, hem de Allah’tan başkalarına hüküm yetkisi verilmesi nedeniyle küfür ve şirktir. Seküler siyâsetin lîderleri kendilerine tâbi olanları çeşitli şekillerde hem aptallaştırırlar, hem de fırkalara bölerler. Bu şekilde bir politikaya başvurmalarının nedeni, halkın daha kolay yönetilmesi yada sömürülmesidir. Tüm İslâm-hak-hakîkat-adâlet düşmanları hep bu yola başvurmuşlardır-başvurmaktadırlar:

“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını bir-takım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı” (Kasas 4).

“Böylelikle (Firavun) kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fâsık olan bir kavimdi” (Zuhrûf 54).

İnkâr etmek de tefrika çıkarmak demektir. Fıtratla birebir uygun olan ilâhi sistemin yâni tevhidin inkârı, “evrensel sisteme çomak sokmak” demek olduğundan dolayı, daha ânında tefrikaya sebep olur:

“Hayır; o inkâr edenler (boş) bir gurur ve bir parçalanma içindedirler” (Sâd 2).

Kavimlerini şirkten kurtarmak ve korumak için uyarılar yapan peygamberleri dinlememek de tefrikaya sebep olur:

“Andolsun, biz Semud (kavmine) kardeşleri Sâlih’i: ‘Yalnızca Allah’a kulluk edin’ diye (demek üzere) gönderdik. Bir de ne görsün, onlar birbirlerine düşman kesilmiş iki gruptur” (Neml 45).

Görünüşte “iyi” zannedilen bir şey de tefrikaya sebep olabilir. Bu tür nice tefrika örnekleri vardır ki bunlardan biri de “mescid-i dırar” denilen tâğutların kurdukları mescidlerdir:

“Zarar vermek, inkârı (pekiştirmek), mü’minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah’a ve elçisine karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: ‘Biz iyilikten başka bir şey istemedik’ diye yemin edenler (var ya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahitlik etmektedir. Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiç-bir zaman durma. Daha ilk gününden takvâ temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten-arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever” (Tevbe 107-108).

Günümüzde de câmiler cemaatlerin-târikatların câmileri olarak ayrılmıştır ve hiç-biri diğerinin câmisinde namaz kılmamaktadır. Şiiler sünnî imamın arkasında, sünnîler de vehhâbi imamın arkasında namaz kılmamaktadırlar ve tefrikayı derinleştirmektedirler. Oysa bu kişilerin büyük çoğunluğu lâik devletin imamlarının arkasında namaz kılmaktadırlar. “Bunu neye göre yapıyorsunuz” diye sorunca da; Kur’ân ve Sünnet’ten bir delil getiremeyince, “çok özel” îlan ettikleri efendilerinin emriyle yaptıklarını söylüyorlar mecbûren. 

Çok ilginç ama, ilim bile tefrikaya sebep oluyor ve hattâ en çok da, müslümanlar da dâhil, “kitap verilenler” ilim nedeniyle tefrikaya düşüyorlar:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve berâberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, îman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir” (Bakara 213).

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesâbı pek çabuk görendir” (Âl-i İmran 19).

“Andolsun, biz İsrâiloğullarını, hoşlarına gidecek güzel bir yerde yerleştirdik ve temiz şeylerden kendilerine rızık verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, aralarında anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda kıyâmet günü hüküm verecektir” (Yûnus 93).

“Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki ‘tecâvüz ve haksızlık’ dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden, adı konulmuş bir ecele kadar geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, muhakkak aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti. Şüphesiz onların ardından Kitaba mîrasçı olanlar ise, her-hâlde ona karşı kuşku verici bir tereddüt içindedirler” (Şûrâ 14).

“Ve onlara bu emirden açık belgeler verdik. Fakat onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki ‘hakka tecâvüz ve azgınlıktan’ (çekememezlikten) dolayı ihtilâfa düştüler. Şüphesiz Rabbin, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyde kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir” (Câsiye 17).

Osmanlı’da ve İslâm ümmetinde bir araya gelmiş olan tüm milletler tek bir kimliğin söylemi olarak sâdece “müslümanım” derken; o milletler teker-teker ayrıldı ve şimdi kendi içlerinde de parçalanarak yüzlerce kimliklere ayrıldılar/ayrılıyorlar. Kimlikler ayrılınca düşmanlıklar da çoğalıyor. Kendi aralarında savaşıyorlar ve ümmetin ayrılığını (tefrika) körüklüyorlar. Çünkü: “Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32). Artık zilletten kurtulmak mümkün değildir. Birilerinin maşası olmak kaçınılmazdır. Bu nedenle ey müslümanlar!: “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

Halifeliğin kaldırılması batı’nın isteği ve zorlamasıyla olmuştur. “Çimento” işlevi gören halifelik kalkınca Osmanlı/Türk’ün müslüman-dünyâ ile ilişkileri kesilecek, İslâm-dünyâsı zayıflayacak ve sonunda da müslüman-coğrafyada bulunan yer-altı ve yer-üstü zenginlikleri bir baskı ile karşılaşılmadan batı tarafından kolaylıkla sömürülebilecektir ve de aynen böyle olmuştur. Fakat bu projenin tutması için milletleri tefrikaya düşürerek birbirine düşman etmek gerekiyordu ki bunu da çeşitli söylemler ile gerçekleştirdiler. Meselâ Türklere: “Araplar sizi arkadan vurdu/vuruyor” derlerken; Araplara da: “Bu Türkler de dinden çıktı ve sizi kendi hâlinizde savunmasız bıraktı” dediler. Bunu uzun zamandır sünni-şii düşmanlığı olarak da devâm ettiriyorlar. İslâm-dışı (seküler) öğretiler ve kültürle bu düşünceler ve düşmanlıklar çok kolay oluşturulabildi. İslâm-dünyâsının hâl-i pür melâlinin nedeni budur (birliğin bozulması). Gerisi hikâye. Mustafa İslamoğlu:

“Yoksulluk, cehâlet, tefrika… İnsanlığın üç temel meselesidir. Aslında hepsinin temelinde fırkalaşma vardır. Şirkin akideye verdiği zarârın aynısını tefrika vahdete vermiştir/veriyor. İslâm bizi kardeş yaptı, cemaatler-târikatlar bizi kardeşlikten ayırdı, fırkalaşmak bizi yabancılaştırdı” der.

Allah bizi Kur’ân’da sürekli olarak uyarıyor ve tefrikaya düşmekten sakındırarak birlik-berâberlik içinde olmamızı emrediyor:

“Ey îman edenler!. Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin. Hepiniz topluca sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın size olan nîmetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nîmeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor” (Âl-i İmran 102-103).

“Kendisine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyâmet günü büyük bir azap vardır” (Âl-i İmran 105).

“Siz gerçekten inanıyorsanız Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah’a ve peygamberine itaât edin” (Enfâl 1).

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcılarıdırlar.) Onlar iyiliği emreder, kötülükten men ederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Peygamber’ine itaât ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ki Allah Aziz’dir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Tevbe 71).

“Allah’a ve Resûlüne itaât edin. Birbirinizle çekişmeyin, aksi-taktirde zaafa düşer, kuvvet ve devletinizi elden kaçırırsınız” (Enfâl 46).

Peygamberimiz de bu konuda çok hassas davranmış ve bu konuya çok önem vermiştir. Bu noktada şunları söylemiştir:

“Hamd olsun o Allah’a ki bizi İslâm dîni ile aziz etti. Îman ile şereflendirdi. Bizi rahmetine nâil kıldı. Dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sâyesinde bir-araya getirdi. Kâlplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı. Memleketler ihsân etti. Bizi birbirini seven kardeşler hâline getirdi. Ey Allah’ın kulları!. Bu nîmetlerden dolayı Allah’a hamd ve senâ ediniz”.

“Rûhum kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, îman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de hakkıyla îman etmiş olamazsınız”.

“Efendimiz bir-gün yere bir çizgi çizerek ‘bu Allah yoludur’ buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdikten sonra, ‘bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur’ buyurdular ve: ‘İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın’ buyurur”.

“Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan”.

“Bir mü’min diğer bir mü’min için birbirine kenetlenen tuğlalar gibidir. Birbirinden kuvvet alır”.

“Arfece radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: ‘Şerler ve fesadlar olacak. Kim, birlik içinde olan bu ümmetin işinde tefrika çıkarmak isterse, kim olursa-olsun kılıçla boynunu uçurun’. -Bir rivâyette: ‘...onu öldürün!’ denmiştir- (Müslim, İmâret 59, (1852); Ebu Davud, Sünnet 30, (4762); Nesâi, Tahrim 6, (7, 93)”.

“Haberiniz olsun!. Sizden önce Ehl-i kitap, yetmişiki millete (dîne) bölündüler. Bu ümmet ise yetmişüç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmişikisi ateşte, sâdece biri cennettedir. …” (Bu hadisin sahih olup-olmadığını ehline bırakıyoruz H.G.).

15 Temmuz 2016’da Fetö’nün yaptığı darbe girişimi bir tefrikanın sonucudur. Bu grup, kendilerini müslümanlardan soyutladılar ve Allah bu soyutlanmanın yâni tefrikanın cezâsı olarak onları kâfirlerle-müşriklerle-münâfıklarla dost kıldı. Onları tâğutlara uşak yaptı. Kendi memleketlerine, vatandaşlarına ve dindaşlarına ihânet ettiler, onları öldürdüler. Tefrikanın nelere sebep olabileceği hem târihte hem de günümüzde bir-çok olayda görülmektedir.

Demek ki kurulmaya çalışılan bir yapı çok sağlam temellere oturmalı, yapı kurulduktan sonra da disiplin elden bırakılmamalı ve hak sistem sürekli güncellenmelidir. Böylece fitnecilere fırsat verilmemelidir. Aksi-hâlde çeşitli tefrikalar çıkacak ve insanlar yukarıda saydığımız çeşitli dertlere dûçar olacaklardır. Bu duruma düşüldükten sonra düzeni tekrar eski durumuna getirmek ya çok zor olur yada uzun bir zaman eski hak düzene dönülemez. Tefrikayı, kendimizden başlayarak; âile, eş-dost, çevre, devlet-millet süreciyle bitirip adâletli bir kardeşlik düzenine çevirmeliyiz. Bunun için de ne gerekiyorsa yapmalıyız. Çünkü tefrikanın ortaya çıkardığı durum, dikkatli bakılırsa çok olumsuz bir durumdur. Bu olumsuzluğu Kur’ân: “Fitne/baskı ve bozgunculuk, adam öldürmekten daha kötüdür” (Bakara 191) diyerek dile getirir.

Tefrikayı büyüten en önemli neden, mü’minlerin; “Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında merhâmetlidirler” (Fetih 29) âyetini uygulamamaları ve hattâ tam tersini yapmalarıdır.

Tefrika girmeden bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2016

Devamını Oku »