29 Eylül 2022 Perşembe

Sâbit Din, Sâbiteli Şeriat

 

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

Şeriat: Sözlükte ‘bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hâle getirmek’ anlamlarındaki ‘şer’ kökünden türeyen şerîat (çoğulu şerâi’) ve şir’at. Yasa. Özellikle İslâm hukûku. Doğru yol. Hak din yolu. Büyük ve geniş cadde. Nûr, aydınlık, ışık. Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Kur’ân’ın âyetlerine, Hazreti Muhammet’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Allah’tan olduğu için sâbiteleri hiç-bir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar bütünü, İslâm hukûku”.

 

Bir şeriat “sâbiteli” olmazsa, “sabıkalı” olur. Sâbiteleri olmayan şeriatların mutlakâ sâbıkaları olur. Sâbıkalı şeriatlar, Allah’ın vahyine ve peygamberin örneklendirmesine göre değil, beşerin keyfine, arzularına ve kısır aklına göre ortaya çıkardığı şeriatlar yâni kânun ve kurallardır. İslâm sâbit bir din olduğu gibi, İslâm-Kur’ân şeriatı da sâbiteleri olan ve sâbitelere uyan bir şeriattır.

 

İslâm, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den, son peygamber olan Hz. Muhammed’e kadar gelen tek “hak din”dir. Bu bağlamda tüm peygamberler müslümandır, zîrâ tüm peygamberler tek hak din olan İslâm’a bağlıdırlar ki İslâm, “Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmak ve O’ndan başkasına teslim olmamak” anlamındadır. Zâten İslâm’ın vahiyleri de temelde aynı hakîkatleri ve ilkeleri vâz etmiştir. Çünkü İslâm Dîni sâbit bir dindir, sâbiteleri vardır ve bu sâbiteleri, ilkeleri ve temel hükümleri kıyâmete kadar değişmez. İşte îman edilmesi gereken şey budur.

 

İslâm bir şeriat da ortaya koyar. Şeriat, İslâm’ı merkeze alan her toplumda temelde aynıdır fakat bâzı küçük değişiklikler olabilir. Çünkü her toplumunun yaşadığı coğrafya, örf, kültür, sosyâl ve ekonomik hayat farklı ve değişik olabilir. Bu nedenle indirilen yeni vahiyler ve gönderilen yeni peygamberler ile birlikte şeriatlarda bâzı değişiklikler yapılır. Fakat bu değişiklik, İslâm’ın temel ilkelerine ve sâbitelerine uygun olmalıdır ve aykırı olamaz. Fakat şeriat tümden o toplumun tüm alışkanlıklarına ve örfüne göre değişecek ve şekil alacak değildir. Şeriat yine Allah’ın belirlediği ve peygamberin uyguladığı temel ilkelere aykırı olamaz. Şeriatın ana belirleyicisi her zaman vahiy ve peygamber olur. Yâni keyfe göre şeriat olmaz. Allah’ı ve dîni hesâba katmayan, vahye dayanmayan ve akla, arzulara ve çıkarlara göre belirlenecek olan bâtıl şeriatlar yâni yasalar ise, kısır kalacağından dolayı çok da uzak olmayan bir vâdede mutlakâ fitne üretir ve ifsâd eder. Çünkü akıl sonsuz değerlendirme kapasitesine sâhip değildir, üstelik işin içine Allah girmediğinde akıl da şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlüne, yönlendirmesine ve yönetmesine girerek bu minvâlde sınırlı bir akıl yürütme yapabilir. Sonuçta da sapması kaçınılmaz olur. Zîrâ akıl şaşmaz kuyumcu terâzisi değildir. Modernler, vahyin ve şeriatın yerine aklı koymaya çalışırlar. Fakat bir türlü şeriatın ortaya koyduğu nizâmı kuramazlar. Çünkü akıl tam yetkin değildir, eksiktir, sınırlıdır. Bu bağlamda Ercüment Özkan şunları söyler:

 

“Akıl ‘şeriat koyucu’ değil; -şer’i deliller vâsıtasıyla- ‘şeriat bulucu’dur. Buna karşılık ‘düzen koyucu’ akıl ‘tâğut’tur. Rasyonâlizm vahye karşı geliştirilmiş bir argümandır. Rasyonâlizme göre, Allah vâr olacaksa, onu da akıl yaratacaktır. Oysa insan akla, akıl da İslâm Dîni’ne muhtaçtır. Akıl doğru yola ihtiyaç duyar. Bu doğru yol ise İslâm’ın ta kendisidir. ‘Akılcı’ olmak ile ‘akıllı’ olmak bambaşka iki şeydir; Akılcı olmak küfür, akıllı olmak vâcibtir. Akıl, insana en güçlüye (Allah) teslim olmayı öğütlemiyorsa, en büyüğe îman etmeyi (Allah’tan emin olmayı) söylemiyorsa, işlevini yerine getirmiyor demektir”.

 

İslâm’da şeriat vahiy gibi sâbit değildir ama mutlakâ sâbiteleri vardır. Bu sâbiteleri belirleyecek olan Kur’ân ve Sünnet’tir. Böylece şeriatı her zaman Allah belirlemiş olur ki, Allah belirlediği için bu şeriat en ideâl şeriat olur.

 

Şeriatın değişmesi de yine vahiy ve peygamber ile olur. Son vahiy ve son Peygamber gelip-geçtiğine göre artık hukûkun-şeriatın değişmesi diye bir şey söz-konusu değildir, fakat üretilmesi devâm edecektir. Artık son vahiy ve peygamber ile birlikte din değişmeyeceği gibi, “örnek bir şeriat” da ortaya çıkmıştır. O hâlde gerektiğinde belirlenecek olan   şeriatlar yâni kânun ve kurallar da Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmalıdır ve aykırı olmamak zorundadır. Yoksa insanların keyiflerine, arzularına, ihtiraslarına ve kısır akıllarına göre belirlenecek olan şeriat İslâmî olmayacağı gibi, İslâm’a aykırı olması kaçınılmazdır. İnsanın keyfine ve aklına göre değiştireceği şeriat kısa süre sonra “İslâmî” olmaktan çıkar ve bambaşka bir hâle gelir ki beşerî şeriatların ortaya çıkması bu şekilde olmuştur. Târih boyunca önceki toplumların şeriatları, yine yeni bir vahiy ve yeni bir peygamber ile değişmiştir ve güncellenmiştir. Yoksa birilerinin kısır ve sınırlı akıllarına, arzularına ve ihtiraslarına göre şeriat belirlenemez. Bunun olabileceğini söyleyenlerin İslâm ile, Kur’ân ile ve Peygamber ile sorunları var demektir.

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed son Peygamber ve Kur’ân da “son vahiy” olduğu için, artık yeni kânun ve kurallar son vahye ve son şeriata uygun olmalı ve aykırı olmamalıdır. Buna rağmen İslâm’ı ahlâka indirgeyerek, kânunları-kuralları arzulara, keyfe ve ihtiraslara yada kısır akıllara göre değiştirmek düşüncesi, dîne karşı yapılmış bir küstahlıktan başkası değildir. Şu da var ki ahlâk ancak dinden yâni İslâm’dan neş’et edebilir. Yoksa insanlar nefislerinin kontrôlündeki akıllarıyla bir ahlâk ortaya koyamazlar ve koyamıyorlar da. Allah’a yâni vahye dayanmayınca ancak çeşitli ahlâksızlıklar üretilir ki günümüzde bu ahlâksızlıkların çeşitlerini saymakla bitiremeyiz. Ortaya çıkan tüm ahlâksızlıklar, Hallâk-merkezli ahlâktan kopup, şeytanın fısıldamalarıyla beliren akıl-merkezli akıl yürütmeler (ahlâk değil) ve lâik yâni dîni, vahyi, peygamberi yâni Allah’ı hayattan uzak tutan ve hiç-bir işe karıştırmayan dinsiz hukuklar nedeniyle ortaya çıkıyor. Allah-merkezli olmayınca “ahlâk” değil, “ahlâksızlar” ve “ahlâksızlıklar” ortaya çıkar. Bu ahlâksızların ortaya çıkaracağı şeriat ise ancak fitne üretir ve ifsâd eder:

 

“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

“Yoksa onların bir-takım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat kıldılar)?. Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acı bir azap vardır” (Şûra 21).

 

“Aralarında Allah’ın indirdiği ile de hükmet ve onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın” (Mâide 44-50; Âl-i İmran 118-120; Bakara 85-86; A’raf 3).

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Târih boyunca birileri, İslâm’ın sâbitelerini yâni temel ilkelerini ve şeriatını; şeytanın, nefsin ve tâğutların arzuları, emirleri ve dayatmaları nedeniyle değiştirmek istemişlerdir. Yaşadıkları mevcut zamâna râm ve meftûn olmuş olanlar, ilkeli, dik-duruşa sâhip olmayan ve aslında sorunlu îmanlarının sonucunda İslâm’ı aynen tahrif olan dinler ve Protestanlıkta olduğu gibi modernizme yâni sınırsız arzu ve isteklere uygun hâle getirerek güyâ güncelleyebileceklerini düşünmüşlerdir. İslâm’ı mevcuda uydurmak yerine, mevcudu İslâm’a uygun hâle getirmeyi hiç düşünmemektedirler. Çünkü dediğimiz gibi, bunlar aslında içten-içe İslâm’a, Kur’ân’a ve Peygamber’e bir kin gütmekte, böylece küfre ve şirke düşmektedirler.

 

Diyorlar ki; “İslâm îman, ahlâk ve ibâdetten ibârettir ve bâkî ve bağlayıcı olan da bunlardır. Bunların hâricindeki hükümler ise, ahlâklı insanlar tarafından akla uygun olarak sürekli değiştirilmelidir”. Bu sözler ancak, yenilmiş ve ezik hâle gelerek dik duruşunu, iç enerjisini ve îmânını kaybederek alçalmış olanların söyleyebileceği ve savunabileceği sözlerdir. Peki zaman değiştikçe ahkâm neye uyarlanacak?. Mevcut modern zamâna ve mekâna mı?. İşte yenilmişliğin ve ezikliğin oluşturduğu psikoloji ve düşünce budur. “Bizim mücâdele edecek bir mecâlimiz ve inancımız kalmadı” diyeceklerine, ağır bir eziklikle, ahkâmı zamâna ve aslında daha doğrusu mekâna uydurmaktan bahsediyorlar. Bu din sizin babanızın malı mı ki onu istediğiniz gibi eğip-bükecek ve alıp-satacaksınız!. Bunlar, İslâm’ın iç-dinamiğinden, yine İslâm’a yâni Kur’ân’a ve Peygamber’e uygun bir şeriatın oluşturulabileceğine inanmıyorlar. Bunun yerine batı’nın şeytânî-beşerî dinsiz şeriatlarını öneriyorlar. Fakat bu, “İslâm’ı tahrip ve tahrif etmek” demektir. Çünkü beşere göre olan değişimin hiç-bir zaman sonu gelmez ve kısır akılların ortaya koyacağı yeni şeriat hiç-bir zaman yeterli olmaz. Sonunda da değiştire-değiştire ortaya çıkan şeriatın İslâm’la hiç-bir alakası kalmaz ve hattâ İslâm’a aykırı bir şeriat ve din ortaya çıkar. Hem de İslâm’ı indirgedikleri o sözde ahlâk da ortalarda gözükmez ki gelinen durum îtibârıyla yaşanan şey budur.

 

Bu tahrifi ve tahribi en çok yapanlar târihselciler ve modernistlerdir ki iki kesim de “zamâna tapmak” bakımında aynı yerde buluşurlar. Mevcut zamâna ve mekâna öyle bir taparlar ki, bu, İslâm’a iftirâ atmak ve kin duymak kadar ileriye varabilir. Peygamber’e yapılan tüm küstahlıkların da arkasında bu vardır. Uydurmalarla ve zırvalıklarla uğraşıp onları sahih olandan ayıracaklarına, tüm rivâyetleri toptan inkâr ederek, ilk başta Kur’ân’ın bir-kaç âyetini, sonra da Medenî âyetlerini tümden inkâr ederek İslâm’ı sâdece îmâna ve ahlâka indirgemeyi en yüce amaç edinirler. Böylelikle şeytanı, nefislerini ve emir aldıkları tâğutları râzı etmiş olurlar.

 

Bakmayın siz onların akademik unvanlarına, yazdıklarına ve konuştuklarına. Onlar doğru-düzgün adam değillerdir. Onlar aslında îmansızlıktan ve onmaz korkaklıklarından dolayı oluşan derin bir cehâlet içindedirler. Îmân yetersizliğinden dolayı dik duruş ve kararlıklılarını yitirdikleri ve içleri küflenip boşaldığı için artık Allah’ı ve İslâm’ı hakkıyla değerlendiremedikleri gibi, vahyin de gücünü ve kapsamını idrâk edemiyorlar. Zîrâ Allah ferâsetlerini almış ve geriye sâdece nefislerinin kontrôlündeki kısır akılları kalmıştır. Allah böyleleri için şunu söyler:

 

“Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar” (Münâfikûn 4).

 

Meselâ derler ki; “önemli olan îmânî ibâdet ve ahlâktır. Îmâna ve ahlâka erişenler Allah gibi hüküm koyabilirler ve şeriat belirleyebilirler. Allah diğer kânun ve kuralları koymayı insana bırakmıştır”. Bu bağlamda İlhâmi Güler, şöyle diyerek açık bir şirke düşer:

 

“Kur’ân bütünüyle ‘ölçü’ değildir, örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mü’min, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar”.

 

Peki Allah hüküm koymayı sâdece, aklını ilahlaştırmış olan modern insana mı bırakmıştır?. Peygamberimiz ve sahabenin de böyle bir hakkı yok mudur?. Elbette vardır ve Peygamberimiz 23 yıl boyunca vahiy-merkezli olarak konuşmuş, uygulamalar yapmış ve şeriatı düzenlemiştir. Allah zaman-zaman yanlışlıklarda araya girmiş ve yanlışları düzeltmiştir. Yâni yapılan şeriat vahiy-merkezli olarak ve Allah’ın kontrôlünde yapılmıştır. Zâten onu üstün ve tüm zamanlar ve mekânlar için ölçü kılan budur:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Fakat diyorlar ki; “aradan uzun zaman geçti ve artık o şeriatın bir hükmü kalmadı”. Lâkin iş modern şeriatlara gelince, modern şeriatların hükmü bir türlü geçmiyor. İslâm’ın 1.400 yıl önce ortaya koyduğu “örnek şeriat”ı inkâr edenler hattâ küfredenler, sıra 2.500 yıl önceye dayanan, Roma’nın “cumhûriyet şeriatı”na ve Yunan’ın “demokrasi şeriatı”na sâhip çıkabiliyorlar ve bunları övüyorlar. Peki bu beşerî şeriatların hükmü hiç geçmiyor mu?. Meselâ diyorlar ki; “içki içmenin, kumar oynamanın ve fâiz almanın cezâsı tâyin edilmemiştir”. Peki niçin; “bu suçların yaptırımları hiç-bir zaman insanlara bırakılmamıştır” demiyorsun?. Günümüzün modern insanının bunlara şeriat belirleyerek bir yetkisi var da, Peygamber ve sahabenin mi yok?. Modern insan yaptırım yâni şeriat koyabilecekse, Peygamber ve sahabe niçin bunlara bir belirleme ve şeriat yapamasın?. Üstelik modern insan bunu ilahlaştırdığı kısır aklına göre yaparken, Peygamber ve sahabe ise Allah’ın kontrôlünde vahiy-merkezli olarak yapmıştır ki bu nedenle bağlayıcıdır o şeriat. İçki içmenin cezâsı 80 sopadır. Zîrâ içki içenlerin iftirâ atması çok olasıdır ve bunun baştan önlemi bu şekilde alınmıştır. Bu nedenle de tüm zamanlarda şeriatta yapılacak değişiklikler önce Kur’ân’a, sonra da Peygamberimiz’in ortaya koyduğu şeriata uygun olmalı ve aykırı olmamalıdır. Mâruf ve münker, vahye uygun olan yada aykırı olan şeylerdir. Peygamberimiz 23 yıl boyunca mâruf ve münkere yâni Kur’ân’a göre bir şeriat belirlemiştir.

 

Kur’ân’ın hükümlerinin bâzıları “şartlara göre” iptâl edilemez ama o hükmü o-anda uygulamak için bir neden yoksa o neden tekrar ortaya çıkana kadar askıya alınır yada ilmin konusu hâline gelir. Şartlar günümüzde değiştiyse, bir zaman sonra yine değişebilir ve o “neden” yeniden ortaya çıkabilir. Allah’ın günleri bitmedi ve târihin sonuna gelinmedi ya!. Şartlar sâdece bir kere değişecek değildir. Değişen şart yine değişir ve geçici olarak askıya alınan hükümler tekrar gündeme gelir. Bir değişim olduğunda, şeriat da yine vahye göre belirlenmelidir. Şeriat yine Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmalı ve aykırı olmamalıdır.

 

Vahyin hükümleri, şartların, zamânın ve mekânın nesnesi değil öznesidir. Vahiy elbette bir topluma ve sosyâl-kültürel-ekonomik-hukûki bir ortama inecektir-inmiştir. Fakat o toplumun ve ortamın şartlarına birebir uymak için değil, o toplumu ve ortamı vahye göre düzenlemek ve düzeltmek için inmiştir. Vahyin indiği ortamda câri olan şeriat, ancak vahiy-merkezli olarak güncellenecektir. Yoksa insanların keyiflerine bırakılacak değildir.

 

İslâm’da meşrû örfe ve geleneğe izin vardır elbette. Fakat bu, “İslâm’ın örfe ve geleneklere göre şekillenmesi” demek değildir. Hattâ İslâm akla göre de şekillenmez. Tam-aksine akıl İslâm’a göre şekillenir. Örf ve gelenek ancak İslâm’ın temel ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla-şartıyla kullanılabilir.

 

Eğer İslâm, yayılmanın sonucunda yeni insanlar, örfler, âdetler ve yeni düşüncelerle karşılaşmışsa, İslâm-Kur’ân bu örflere ve düşüncelere uydurulacak değil, bu örfler ve düşünceler içinde İslâm’a aykırı olmayanlar aynen korunacak ama aykırı olanlar da İslâm’a göre değiştirilecek yada iptâl edilecektir. Zîrâ İslâm’a aykırı olan örf ve düşünce nefisten kaynaklanır. İslâm nefislerin nesnesi yapılacak değildir. Eğer zaman ve mekân İslâm’a aykırı bir şekle gelmişse, İslâm’ı mevcut zamâna ve mekâna uydurmak ve bunun için de “bir yerlerini yırtanlar” gibi yapmak doğru değildir. Doğru olan, mevcut zamânı ve mekânı İslâm’a göre değiştirmektir. Çünkü İslâm mevcut modern zamânın, arzuların ve ihtirasların nesnesi olacak bir din değildir. İslâm insanın keyfine-arzularına yada devletin zorlamasına göre değiştirilemez ve buna göre yeni bir şeriat belirlenemez.

 

İslâm, Kur’ân ve Sünnet’tir. Kur’ân tüm zamanlar ve mekânlar için bilginin, bilincin ve şeriatın en temel kaynağı ve dayanağı iken, Sünnet ise bunları yerine getirme noktasında amel ve eylemin kaynağıdır. Bunlar kıyâmete kadar bağlayıcıdır ve belirleyicidir. Bu nedenle Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olmayan ve aykırı olan hiç-bir yorum din ve İslâm şeriatı olamaz. Çünkü böyle olunca kelle-başı din ve kelle-başı bir şeriat ortaya çıkar.

 

 İnsanların akıllarına ve arzularına göre şeriat belirleyebileceğini söyleyen kişiler, dîni, îmânı ve ibâdetleri evrensel, fakat hukûku ve siyâseti târihsel olarak görüyorlar ve öyle kabûl ediyorlar. Oysa bu düşüncenin hiç-bir dayanağı yoktur. Böyle düşünmenin tek nedeni, modern insanın, modern kânunların, lîderlerin, küresel güçlerin ve Allah’sız ideolojilerin, ilâhi kânun ve kuralları yâni Kur’ân-merkezli hukûku istemiyor oluşlarıdır. Buna çanak tutan müslümanlar(!) da onlara karşı koymayı göze alamadıkları için onların isteklerine ve arzularına uymak zorunda kalıyorlar. Tabi bir zaman sonra onlar da tâğutların inandıkları gibi inanmaya başlıyor, onların benimsedikleri düşünceleri benimsemeye başlıyorlar. Çünkü kimin ekmeğini yerseniz onun davulunu çalmaya başlarsınız.

 

Şöyle bir şey var.. Diyorlar ki “Kur’ân sınırlı bir Kitap’tır ve hükümleri sınırlıdır. Peygamber ise sâdece 23 yıl peygamberlik yapmış ve bu süre içinde o zamâna uygun olan bir şeriat belirlemiştir. Lâkin insanların ortaya koyduğu olaylar ve sorunlar ise sınırsızdır”. Fakat, insanların ortaya çıkardığı olayların ve sorunların çoğu İslâm’a aykırıdır ve İslâm’ın temel ilkelerine uygun değildir. Bu nedenle bu aykırılıkların tekrarlanmasını önleyecek önlemlerin alınması yeterli olacaktır. Zâten aslında tüm zamanlardaki insanların duygu ve düşünceleri temelde aynı yada benzerdir. İnsan yaşayışları en azından modernizme kadar aynı yada benzerdi. Doğala, normâle ve fıtrata uygun olduğu için aralarında çok farklı yaşam-şekilleri ve bundan dolayı da çok farklı ve aykırı düşünceler olmazdı. Çünkü yaşanan değişim de doğal olacağından dolayı insanları afallatacak sorunlar ve sorular ortaya çıkmıyordu. Bu gidişat, insanlık târihinin en büyük sapkınlığı olan modernizm ilke birlikte değişti. Böylece çok aykırı düşünceler ve uygulamalar ortaya çıktı. Fakat vahye uygun olmayan çok aykırı şeyler ortaya çıkmışsa, bu aykırılıklar yine tüm zamanlardaki gibi yine İslâm ile bertarâf edilecektir. Yâni insanların ortaya çıkardığı sapık düşünceler, sözler, fikirler, yaptığı mîmâri, mekân ve ürettiği ürünler İslâm’a uyuyorsa ne âlâ”. Yok eğer uymuyorsa, uymayan davranış ve düşüncelere İslâm’ın tüm zamanlar için olan hükümleri uygulanır. İslâm’a aykırı olarak ortaya çıkan şeyler tüm zamanlardaki gibi bertarâf edilir. İslâm’ın potansiyeli buna yeter. Çünkü İslâm insanların sapıkça ortaya çıkardığı sorunlara ve sorulara cevap vermek zorunda değildir. Meselâ İslâm modern zamâna ve mekâna uymak zorunda değildir. Tam-aksine modern zamânı ve mekânı İslâm’a göre değiştirmek esastır. Fakat eğer değişen ve ortaya çıkan şeyler gerçek sorunlara yada sorulara neden olmuşsa, gerçekten cevaplanmaya ve giderilmeye muhtaç ise, bu sorunlar ve sorular da Kur’ân’a ve Sünnet bütünlüğüne uygun olarak ele alınır ve sorular cevaplanır ve sorunlar giderilir. İslâm’ın yâni Kur’ân ve Sünnet’in buna gücü yeter. Zîrâ insanların ortaya koyacağı gerçek sorular ve sorunlar tüm zamanlarda aynı yada benzer olacaktır. Sapık sorular ve sorunlar ise İslâm’ın tüm zamanlarda yaptığı gibi bertarâf edilir yada edilmeye çalışılır. İslâm sapkınlığın muhâtabı ve nesnesi olacak değildir. Çünkü Kur’ân ve de Sünnet tüm zamanlarda ve mekânlarda öznedir, nesne değil. Hiç-bir zaman ve mekân, Kur’ân ve Sünnet’i nesneleştiremez ve kendine uyduramaz. Sapkın zamanlar ve mekânlar Kur’ân’dan ve de Sünnet’ten kopmuş olan “müslümanları” kendine uydurup sapkınlaştırabilir ama bu Kur’ân ve Sünnet yâni “İslâm” için geçerli değildir. Bir yanlış ve sapkınlık varsa bu, Kur’ân’dan değil, modern zaman ve mekândan çok etkilenen vahiyden uzaklaşmış olan insandan dolayıdır.

 

Hiç-bir zaman, hiç-bir mekân ve hiç-bir insan düşüncesi vahyi yâni Allah’ın sözünü kısıtlayamaz, zayıflatamaz ve onun üstüne çıkamaz. Hiç-bir insan da Kur’ân’ı Peygamber kadar idrâk edemez ve o’nun kadar ahlâklı da olamaz. Zîrâ Peygamberimiz “muhteşem bir ahlâka” sâhiptir ve üstelik “âlemlere rahmet”tir. Bu nedenle hiç kimse Peygamber’in ortaya koyduğu ideâl bir örnekliği ve şeriatı hayâta yansıtamaz. O hâlde gereken yerde ve zamanda belirlenecek olan şeriat mutlakâ Kur’ân’a ve de Sünnet’e uygun olmak ve aykırı olmamak zorundadır. Zîrâ İslâm şeriatının sâbiteleri vardır. Bir şeriat ancak bu sâbitelere uygun olursa “hak” olur. Çünkü hiç-bir modern kânun-kural yâni beşerî şeriat belirlemesi, vahyiyle ölçüşebilecek yeterliliğe sâhip değildir, olamaz da. Zîrâ Allah’ın sözünden daha üstün bir söz olamaz. İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi ve İnsan Hakları Bildirgesi vs. gibi metinlerin işe yaramaması yada herkes için işe yaramaması bu nedenledir. Çünkü hakkı ve hakîkati yansıtmıyor ve yansıtamaz. Zîrâ Allah’tan ve dinden kopuktur. Âlemlerin Rabbi’ni işe karıştırmayan tüm uygulamalar eksik ve yanlış kalmaya mahkûmdur. Zâten bakıldığında bu metinlerin insanların yarısını görmezden geldiği bârizdir. Çünkü hiç-bir beşer, kendi çıkarını yâni nefsini düşünmeden ve önemsemeden bir hukuk ve şeriat ortaya koyamaz. İnsanın hem aklı sınırlıdır ve yetersizdir hem de şeytanın, nefsin ve tâğutların yönlendirmesine çok açık olduğu için İslâm’dan bağımsız olarak hakkı ve hakîkati tam olarak ortaya koyması mümkün değildir ve hiç-bir zaman da mümkün olmayacaktır.

 

En ideâl ve yüce belirleyici Kur’ân’dır, vahyi en ideâl şekilde idrâk ederek hayâta hâkim kılan ise Peygamber’dir. Zâten Kur’ân bu yüzden Peygamberimiz’e “en güzel örneklik” der. Hiç kimse Kur’ân gibi bir Kitap ortaya koyamayacağı ve hiç kimse Kur’ân’ı Peygamber kadar iyi anlayıp uygulayamayacağı için Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne göre olan bir şeriattan daha iyi ve de üstün bir şeriat ortaya koyamayacaktır. Zâten ne müslümanların târih boyunca ortaya koyduğu vahye ve sahih Sünnet’e aykırı olan şeriatlar, ne de modernistlerin moderniteye uydurmak için ortaya çıkardıkları şeriatlar insanları hidâyet edememektedir. Ancak Kur’ân’a ve sahih Sünnet’e uygunluğu ölçüsünde yararlı olmuşlardır ve olurlar. O hâlde “yeni bir şeriat” değil, Kur’ân’a ve sahih Sünnet’e uygun olan ve aykırı olmayan şeriat güncellemeleri yapılabilir.

 

İslâm’a göre kamunun yararı vahiyden üstün değildir ki zâten kamunun yararı ancak Kur’ân ve Sünnet örnekliğine uygunluğu kadar ortaya çıkabilir. Yoksa yarar “kamunun yararı” değil, “mutlu azınlığın yararı” ve “şeytanın rızâsı” olur. Zâten gelinen noktada olan şey budur.

 

“Müjde, dünyâ-hayâtında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur” (Yûnus 64).

 

Kur’ân bir anayasa kitabıdır ve ana-konular dışındaki “teferruat” cinsinden olan konular için yapılan kânun ve kurallar da bu anayasaya göre yapılmalıdır. Ancak önemsiz ve kişilerin özel durumlarına göre bâzı örfî-insânî olan farklı uygulamalar da yapılabilir ki Kur’ân bunun da örneğini vermiştir. Özellikle kadın-erkek, karı-koca, iş-ortaklığı gibi konularda, karşılıklı rızâya dayanan ama yine Kur’ân’a aykırı olmayacak uygulamalar için izin verilmiştir. Meselâ çocuğun sütten kesilmesi, çocuğu süt-anneye emzirtmek, mehrin -anlaşma yapıldıktan sonra bile- oranının değiştirilmesi vb. gibi.

 

Lâkin zaman “ana belirleyici” değildir. Çünkü zamânı da Allah yaratmıştır ve bu nedenle zamânın bir hükmü olamaz. “Yaratıcı” varken yaratılmışa göre bir düzenleme yapmak ne kadar da ahmakçadır. Zâten yapıldığında yanlış bir uygulama olacağından dolayı, yakın-uzak vâdede mutlakâ olumsuz bir durum ortaya çıkar.

 

Mecelle’nin otuz dokuzuncu maddesinde: “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” yâni; “zaman değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” denilerek, zamân özne, ahkâm ise nesne durumuna düşürülmüştür. Bu söz “Mecelle’nin ayıbı”dır. Bu sözün doğrusu; “zamânın yada mekânın doğal ve normâl değişiminde, şeriat yine Kur’ân ve Sünnet örnekliğine göre güncellenir” şeklinde olmalıydı. Zamânın değişmesiyle Allah’ın sâdece ahkâmında değil, hiç-bir yasasında değişme olmaz. Zîrâ Allah’ın sünnetinde (sünnetullah) değişme olmaz:

 

“(Bu,) daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah’ın sünnetidir. Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın” (Ahzâb 62).

 

İslâm’da “yasama”yı insanlar yapamaz. İnsanlar sâdece, Kur’ân anayasasına uygun olan ve aykırı olmayan bir şeriat güncellemesi, vahye uygun “yargılama” ve yine bu anayasaya tam uygun olan “yürütme” yapabilirler. İnsanların görevi, bir anayasa olan “Kur’ân’ı hayatta uygulamak”tır çünkü.

 

Şu da var ki, bir şeriat güncellemesi yapıldığında da güncelleme yine bir-önceki şeriat baz alınarak değil, yinen Kur’ân ve Sünnet merkeze alınarak ve Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun ve aykırı olmayacak şekilde yapılmalıdır. Eski şeriat güncellemesine göre yeni bir şeriat güncellemesi yapılamaz. Zîrâ “suyunun suyu” bir şeriat olmaz. Bir konuda olacak olan yeni bir şeriat güncellemesi Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olmalı ve zinhar aykırı olmamalıdır. 

 

Dîni sâbit tutup şeriatı ha-bire zamâna ve mekâna göre akıl-merkezli olarak değiştirmeyi en çok savunanlar; İslâm yâni Kur’ân’ı ve Sünnet’i târihe hapsederek hırsız, kâtil, müşrik, kâfir ve zâlim bâtıl batı’nın ortaya koyduğu din-karşıtı kânun ve kurallara meftûn ve râm olan târihselcilerdir. Mahmut Muhammed Taha, Muhammed Arkun, Hasan Hanefi ve Roger Garaudy gibi sapkınlar ve Türkiye’de de Fazlurrahman yalakası târihselci akademisyenlerdir. Bunu en çok yapan da, “fitnenin merkezi” durumunda olan Ankara Okulu’dur ki zâten bu okul zamânında lâikler tarafından bu amaçla kurulmuştur. Bunlar din ve ahlâk ile hukûku-siyâseti ayırmışlar, Sezar’ın payını da unutmamışlardır. Oysa İslâm Dîni, “hukûkun ahlâklı ve adâletli bir uygulaması”ndan başkası değildir.

 

Târihselciliği ortaya çıkaran şey modernizmdir. Bu bakımdan târihselcilik sözde meşrûiyetini de moderniteden almaktadır. Bu bağlamda Ömer Özsoy şunları söyler:

 

“Müslümanlar verili durumla Kur’ân’ın hitâbı arasındaki örtüşmezliği ancak moderniteyle birlikte, şimdiki kadar net teşhis edebilmişlerdir. Kur’ân’ın verili durumunun sorunları, çağdaş müslümanın sorunlarından farklıdır. O hâlde Kur’ân’dan modern durumun sorunlarına yönelik çözümleri nasıl çıkarabiliriz?. Ayrışma noktası işte bu soruya verilen cevaplarda belirmektedir”.

 

İlhami Güler’in şu tespiti ise bu konudaki fikrî çerçeveyi özetler mahiyettedir:

 

“Şeriatların değişmesi gösteriyor ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için veren nihâi, ebedî ve evrensel çözümler değil; zamâna ve mekâna, toplumsal yapıya, kavimlerin etnik, antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına bağlıdır. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma (ubûdiyet) Din’dir; fakat bunun menâsiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriat’tır. Mîrâsı âdil bir şekilde paylaştırmak Din’dir. Fakat bunun hangi oranlarda paylaştırılacağı şeriat’tır. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinânın kötü (ahlâksızlık) olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezâlandırılması gerektiği Din’dir; fakat bu suçlara hangi cezâların terettüp ettiği şeriat'tır. Sosyâl ve siyâsi ahlâk Din’dir; fakat sosyâl ve siyâsî kurumlaşmalar şeriat’tır. O hâlde, Din sâbittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir”.

 

Görüldüğü gibi şeriatın belirlenmesinde hiç-bir İslâmî sâbite gözetilmemektedir ve şeriatın değiştirilmesi modern zamâna, mekâna, insanların aklına ve hüküm vermesine bırakılmıştır. Hâlbuki Kur’ân şu âyetlerle bu düşünceyi yerin dibine geçirir:

 

“Hüküm vermek yalnızca Allah’a âittir” (Yûsuf 40).

 

“Yalnız Allah’ın hükmüne dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru olan başka hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysaki hüküm yalnız her-şeye gücü yeten Allah’ındır” (Mü’min 12).

 

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

 

Din sâbittir, şeriat ise ancak İslâm’ın sâbitelerine göre güncellenebilir. “Sâbit din, dinamik şeriat” gibi sözlerle ortaya konulacak olan şeriat ise ancak fitne üretir ve ifsâd eder. O hâlde yapılması gereken şey, şu âyete uymaktan başkası değildir:

 

“Sonra seni bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ (istek ve tutku)larına uyma!” (Câsiye 18).

 

Allah’ın kâinâta koyduğu yasalar nasıl sâbit ve değişmezse, Kur’ân’a koyduğu yasalar da sâbittir ve değişmez. O-hâlde her hâlükârda doğaya aykırı davranmak yanlış olacağı gibi, yeni şeriat güncellemelerinde vahye uymamak ve aykırılık yanlış olur. İnsan, değişmez doğa yasalarına sâhip olan sünnetullahın ve Kur’ân’ın sâbitelerine uygun davranmalı ve ona göre kurallar belirlemelidir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

25 Eylül 2022 Pazar

Müslümanlığın İki Şartı

 

“Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekatı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer-birer açıklarız” (Tevbe 11).

 

Klâsik görüşe göre îmânın şartı 6’dır ve; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine îman etmek” şeklindedir fakat “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği” maddesi Kur’ân’a aykırıdır. Zîrâ Allah’tan sâdece “iyilik/hayır” gelir ve kötülük/şer ise “insanın kendi yaptıkları yüzünden”dir:

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Tabi Allah, ısrarla yapılan şerre de “sünnetullah” ve “imtihan” nedeniyle izin verir ve kötülük/şer açığa çıkar.

 

İslâm’ın şartı elbette tüm Kur’ân’dır. Bunun 5’e indirilip formülleştirilmesiyle şu 5 şart ortaya çıkar: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, hacca gitmek ve kelime-i şehâdet getirmek.

 

Bir de “müslümanlığın şartları” (mü’minliğin-müslimliğin değil) vardır ki, bu şartlar 2’dir: Namaz kılmak ve zekat vermek.

 

Kur’ân mü’minlikten ve müslimlikten bahseder. “Müslüman” kelimesi İslâm toplumuna sonradan yerleşmiş bir kelimedir ve aslında “İslâm toplumuna üye olmak” anlamındadır. “İslâm Dîni’nin ortaya koyduğu İslâm devletini ve hâkimiyetini kabûl ederek, onun şartlarına uymak” demektir. Bu üyeliğin, “Allah’a inanmak ve Peygamber’i kabûl etmek”ten (kelime-i şehâdet) başka sâdece iki şartı vardır: Namaz kılmak ve zekat vermek. İslâm’ın diğer emir ve nehiyleri yâni şartları, İslâm toplumuna katılan insanların zamanla bu şartları benimseyip, kabûl etmesi ve uygulamasıyla müslimliğe ve mü’minliğe dönüşebilir.

 

İslâm toplumun bir üyesi olmak yâni “müslüman olmak”, asgarî olarak namaz ve zekat şartına bağlanmıştır. Müslüman olmak yâni İslâm toplumuna bağlanmak, namaz kılmayı ve zekat vermeyi gerektirir. Çünkü zâten kişinin diğer ibâdetleri ve emir-nehiyleri yapıp-yapmadığını bilmek her zaman mümkün olmaz. Zekat, kayıt altında verildiği için onu veren-vermeyen hemen belli olur. Namaz ise, günlük namazların kılınıp-kılınmadığı çok belirlenemese de, İslâm toplumunda kişinin haftalık Cum’a namazına gitmesi mecbûridir. Çünkü Cum’a sâdece namaz değil, İslâm toplumunun ve toplanma, görüşüp-konuşma (istişâre) ve hutbede yeni şeylerin dile getirilmesi ve topluma hem çeki-düzen verilmesi hem de yeni duyuruların yapılması içindir.

 

İşte bu iki şey “müslümanlığın şartları”dır. Müslüman olmuşsanız yâni İslâm toplumunun hâkimiyetini kabûl edip o topluma üye olmuşsanız, bu asgarî iki şartı yerine getirmeniz gereklidir ve bu iki şart olmazsa-olmazdır. Bu iki şarttan aslâ tâviz verilmez.

 

Peygamberimiz’in vefâtından sonra Yemen ve Necid’li müslümanların; “artık Peygamber öldüğü için biz bundan sonra zekat vermeyeceğiz” demeleri nedeniyle Halife Hz. Ebubekir’in onların bu tavrını, müslümanlıktan yâni İslâm toplumuna bağlılıktan uzaklaşmak/ayrılmak, dolayısı ile “ihânet ve isyân” olarak görmesi nedeniyle üzerlerine ordu göndererek savaş ile tehdit etmesi ve onları yeniden zekata iknâ etmesinin ardında yatan sebep budur. Zâten âyet de bunu emretmektedir:

 

“Ve eğer antlaşmalardan sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dîninize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleriyle çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir; belki cayarlar” (Tevbe 12).

 

Namazı kılıp zekatı vermek yâni “müslüman olmak”, İslâm’a teslim olup boyun bükmek (esleme) demektir. İslâm’ın sosyâl, ekonomik, toplumsal, siyâsî, kânûnî, hukûkî vs. her alanda üstünlüğünü kabûl edip bağlanmak ve bu bağlılık nedeniyle asgarî şartlar olan “namazı kılmak ve zekatı vermekle yükümlü olmak” demektir. Ehl-i kitaptan farkları vardır ve cizye yerine zekat verirler ve namaz kılarlar. Tabi bu şartları yerine getirdikleri için İslâm toplumunun tüm imkânlarından faydalanırlar. Bu kişilerin İslâm devletine ve toplumuna bağlılıkları namaz ve zekat üzerinden belli olur. “Namaz kılmayacağız” dememelerine rağmen zekatı vermeyeceklerini söylemeleri, Ebu Bekir’in onlara savaş açmasına neden olmuştur. Çünkü İslâm’ın tek bir emrini bile reddetmek “İslâm’ın tümünü reddetmek” ve “mürted olmak” anlamına geliyordu. Mürted olmak demek ise, isyân edip devlete başkaldırmak” olarak görülüyordu. Yoksa mürted sâdece “dînin emirlerini mantıksız buluyorum, ilk başta bilmeden kabûl ettim ama şimdi kabûl etmiyorum” demek değildir. Mürted olmak, siyâsî/hukûkî bir meseledir. Bu nedenle de mürted olmak yâni İslâm’ın asgarî de olsa şartlarından vazgeçmek, İslâm devletine isyân etmek anlamına gelir. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:

 

“Hz. Ebû Bekir zekât vermek istemeyenlerle savaşırken şu âyete dayanmıştır: ‘Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun!. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir’ (Tevbe 5). Bu âyette müşriklerin kendi hâllerine bırakılması, tevbe, namaz ve zekât şartına bağlanmıştır. Aksi-hâlde kendileriyle savaşılacaktır. İlk devrin meşhûr müfessirlerinden İbn Zeyd şöyle der: ‘Allah Teâlâ namazı ancak zekâtla kabûl edeceğini ısrarla haber verdi’. İbn Zeyd, ‘namaz ile zekât birlikte farz kılındı ve onların arası ayrılmadı’ dedikten sonra şu âyeti delil getirir: ‘Fakat tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz’ (Tevbe 11).

 

İbn Ömer’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştu: ‘Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in, Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namazı kılıp zekâtı verinceye kadar insanlarla savaşmam bana emrolundu. Bunları yaparlarsa, -İslâm’ın hakkı olan hadler hâriç- canlarını, mallarını benden korumuş olurlar. Gerçek durumlarının hesâbını görmek ise Allah’a kalmıştır’ (Buhârî, Îmân, 17; Müslim, Îmân, 36; İbn Mâce, Mukaddime, 9/71. Ayrıca bkz. Ahmed, II, 345). Bu rivâyette insanlarla savaşın terk edilmesi için zekât vermeleri şart koşulmaktadır. Yine Ebû Nuaym’ın Enes’ten rivâyetine göre Resûlullah; ‘Allah, zekâtını ödemeyen kişinin namazını kabûl etmez, tâ ki bu ikisini birleştirinceye kadar. Allah Teâlâ onları birleştirmiştir, siz de onların arasını ayırmayın!’ buyurmuştur” (Ebû Nuaym, Hilye, IX, 250).

 

Bir hadiste Peygamberimiz, Muaz’a şöyle der: “Ehli Kitaptan bir kavimle karşılaşacaksın. Onlarla buluştuğun zaman onları Allah'ın birliğine ve Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğuna şehâdet etmeye çağır. Bunu kabûl ederlerse Cenâb-ı Hakk’ın beş vakit namazı emrettiğini haber ver. İtaat ederlerse Cenâb-ı Hakk’ın zekatı emrettiğini, zenginlerin mallarından alınacak sadakanın fakirlere verileceğini bildir. İtaat ederlerse mallarına tecâvüz etmekten sakın, mazlumun bedduâsından uzak dur. Çünkü mazlum ile büyük Zat arasında hiç-bir engel yoktur”. Allah’ı ve Peygamber’i kabûl ettikten sonra namaz ve zekat olmak üzere iki şart öne çıkarılıyor. Bunlar “müslümanlığın” iki şartıdır. 

 

İslâm’ın  tüm emir ve nehiylerini kabûl ettiğini söylemesine rağmen, sâdece namaz ve zekattan müteşekkil olan şartları yerine getiren müslümanlar, İslâm toplumundan sayılır. Fakat zekat vermemek, “İslâm devletine başkaldırı” demek olduğundan ve bir mürtedlik durumu ortaya çıktığından dolayı, “ölüme kadar gidebilen bir cezâlandırma” olabiliyordu. Mürtedlik günümüzde “vatan hâinliği” yada “isyân” ayarında bir suçtur. “Siyâsal düzene karşı çıkmak” anlamına gelir. Modern devletlerin böyle bir suçu affetmemesi nasıl normâl olarak görülüyor ve kabûl ediliyor ise, “mürtedlik” olarak bilinen suç da, İslâm’ın hâkim olduğu bir devlette affedilmez.

 

Müslümanlık ile mü’minlik aynı şey değildir. Mü’min olmak, İslâm’ın her emrine-nehyine kayıtsız-şartsız uymak” anlamındayken, müslümanlık ise sâdece “namaz ve zekat ile mükellef olmak” anlamındadır. Kur’ân bu ayırımı şu şekilde yapar:

 

“Bedeviler, dedi ki: ‘Îman ettik’. De ki: Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ teslim) olduk deyin. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14). 

 

“Dinde zorlama yoktur” âyeti, “kişiyi dîne dâhil etme” noktasındadır. Yoksa dîni benimseyerek ve kabûl ederek dâhil olan kişiye din bâzı sorumluluklar yükler, bu da görece bir zorluk demektir. İşte kâlpten-gönülden kabûl etmese de, siyâsî-sosyâl-toplumsal anlamda İslâm’ın hâkimiyetini kabûl edip İslâm toplumuna dâhil olmak demek olan müslümanlığın iki şartı vardır; namaz ve zekat. Allah müslüman olanlara bu iki şartı zorunlu kılar. Bu aynen, “Avrupa’lı olmasa da Avrupa Birliği’ne katılmak ve birliğin şartlarını kabûl edip yerine getirmek” gibidir.

 

Peki modern müslümanlara ne demeli?. Kime sorsanız “el-hamdulillah müslümanım” diyor fakat bırakın İslâm’ın Kur’ân’da belirlenen emir ve yasaklarını, Allah’a inanıp Peygamber’i kabûl ettikten (kelime-i şehâdet) sonra, namaz ve zekat şartlarını yâni “İslâm toplumuna siyâseten bağlı olmak” demek olan müslümanlığın asgarî şartlarını bile yerine getirmiyorlar. Buna rağmen niçin yine de müslüman sayılıyorlar?. Hayır!; bu kişiler mü’min-müslim olmadıkları gibi, “müslüman” da değildirler yâni aslında İslâm toplumundan da değillerdir. Allah’a, Peygamber’e ve gayba îman etmiş olabilirler ve Allah, şirk koşulmadığı takdirde îmanları zâyi etmez, fakat bu kişilerin inançları-îmanları olsa da İslâm ile bağları yoktur. Zîrâ İslâm hakkında bilgileri olmadıktan başka İslâm’ın hiç-bir şartını yerine getirmemektedirler ve sâdece “îman ettim” demekle on numara mü’min olduklarını zannetmektedirler. Fakat İslâm diğer bâtıl dinlerden farklıdır ve “sâdece inanç” işi değildir. İslâm’ın sosyâl, siyâsal ve toplumsal yönü de vardır ve İslâm’ın îmandan sonra sosyâl, toplumsal, siyâsî, askerî, hukûkî, kânûnî yönlerini de kabûl etmek şarttır. 

 

Evet; İslâm’da mü’minler vardır ki bunlar “örnek insanlar” olan peygamberler ve onların samîmi tâkipçileridirler. İkincisi, İslâm hakkında yanılgıları olmasına rağmen İslâm’ı öğrenmeye ve şartlarını yerine getirmeye çalışanlar vardır ve bunlar da “müslimler”dir ve mü’minlik yolundadırlar. Fakat bir de İslâm toplumundan olduğunu kabûl eden çoğunluk vardır ki bunlara “müslüman” denir. İşte “müslümanlık” denen bu şeyin iki şartı vardır: Namaz  ve zekat. Şimdi; bu iki şartı bile yerine getirmeyenler İslâm’ın nesi olur?. Onların, Allah’a ve gayba inanıyor olsalar da, hiç-bir şartı yerine getirmedikleri için İslâm ile alâkaları yoktur. Çünkü ne İslâm’ı öğrenmekte ne de İslâm’ın emir-nehiylerini uygulamaktadırlar ve hattâ asgarî şart olan namaz ve zekatı bile ikâme etmemektedirler. Bu nedenle de onlar kanımca, klâsik yada modern anlamda kendi kabûl ettikleri ve uyguladıkları din/yol üzeredirler. Lâkin İslâm toplumundan değildirler. Mü’min ve müslim olmadıkları gibi “İslâm toplumuna bağlı olan kişi” demek olan “müslüman” değildirler. Zîrâ İslâm’a göre sâdece “îman ettim” demekle iş bitmez:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

İslâm’ın asgarî iki şartını bile kabûl edip benimsemek ve uygulamak, mü’min, müslim ve müslümanları en azından sosyâl, siyâsî, askerî, ekonomik ve hukûkî anlamda birleştirebilecek ve bir güç oluşturabilecektir. Bu birleşme Dünyâ’daki şirki, küfrü, adâletsizliği, eşitsizliği, haksızlığı, adâletsizliği ve zulmü ber-tarâf edip hakkı-hakîkati getirebilir. O-hâlde en azından müslümanlığın iki şartı olan namaz ve zekatı yerine getirmek şarttır. Allah’ın rahmetiyle, bunun arkası da çoğu kişi için gelecektir.

 

Tüm müslüman coğrafyaya yayılacak ve uygulanacak olan namaz ve zekat “Dünyâ’yı düzeltebilecek iki şey”dir. Zîrâ namaz iç-âlemi, zekat ise dış-âlemi düzeltir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

18 Eylül 2022 Pazar

Çözümlemek “Çözmek” Demek Değildir


“Biz ona ‘iki yol-iki amaç’ gösterdik. Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır. Yakın olan bir yetimi. Veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashâb-ı Meymene)” (Beled 10-18).

 

Çözümlemek: “Bir şeyi incelemek, tahlil etmek, analiz etmek. Anlamı ve niteliği anlaşılamayan bir konuyu (teorik olarak) açıklamak”.

 

Çözmek: “Düğümlü, bağlı veyâ sarılı bir şeyi açmak. Bir sorunu belli öğeler yardımıyla (pratik olarak) ortadan kaldırmak, hâlletmek”.

 

Çözümlemek “çözmek” demek değildir. Çözüm için “çözümleme” de gerekir ve şarttır, fakat çözümlemek kendi başına bir çözüm değildir. Bir sorunu çözmek için “çözümleme” doğrultusunda bir şeyler yapmak gerekir ki o sorun çözülsün. Masa-başında yada dört duvar arasında çözümleme yapılabilse de çözüm yapılamaz. Çözüm için meydana çıkmak ve bir hareket göstermek şarttır.

 

Bâzıları çözümleme yapınca ve kendince yaptığı çözümlemenin “en iyi çözümleme” olduğunu görünce, o şeyi çözdüm zannediyor. Oysa sorun orada öylece beklemekte ve birilerine zarar verip durmaktadır. O yüzden sorunlar sürekli olarak çözüm ve “çözümleyici” beklemektedir, “çözümlemeci” değil.  

 

Bir çözüm plânınız yoksa, başkalarının plânlarını çözümlemekle vakit kaybedip durursunuz. Kendi plânlarınız olmazsa, ömrünüzü başkalarının plânlarını çözümlemekle geçirirsiniz. Plânın birini tam “çözümledim” dediğinizde, karşı taraf yeni bir plân yapmıştır bile. O zaman da hiç-bir soruna hiç-bir çözüm getirmemiş olduğunuz gibi, sürekli olarak çözümleme yapmak zorunda kalırsınız. İşin garibi, çözümleme yapmak artık sizin amacınız hâline gelir de çözüme gitmek aklınıza bile gelmez. O yüzden gayri-İslâmî sistemlerde devletlere ve insanlara düşen şey, “küresel güçler’in politikalarını ve şeytânî plânlarını çözümlemeye çalışmaktan ibârettir.

 

Aslında her çözümleme çözümü zorlaştırır. Çünkü hiç-bir zaman masa-başındaki gibi olmaz. Fakat çözüme girişmeden önce bir çözümleme de gerekli ve şarttır. Lâkin aslında kervan büyük oranda çözüm yolunda düzülecektir. Çünkü meydana çıkınca iş değişir ve hiç-bir şey teorideki gibi olmaz. Pratiğe gelince iş değişir. Bu nedenle aşırı çözümleme çözümü imkânsız kılar. Zîrâ çözümleme hiç-bir zaman bitmez ki çözüm için adım atılabilsin. Çözümleme derinleştikçe çözmek unutulur gider.

 

Dünyâ’daki sözde çözülemeyen ve tartışılıp duran sorunların çoğu moderniteden kaynaklanır. Doğal sorunlar da vardır tabi ama sorunların çoğu sûnî sorunlardır ki kaynağı modernizmdir. Modern insan modern sorunlara modern çözümler getiriyor fakat sorunlar modern çözümlerle gerçek anlamda çözül(e)mediği gibi zamanla daha da fazlalaşıyor. Zîrâ modernite bir “sorun çıkarma uygarlığı”dır, “sorun giderme uygarlığı” değil. Meselâ demokrasinin ortaya çıkardığı bir sorunu “daha fazla demokrasi” ile çözmeye çalışırlar. Bir şeyi demokrasiyle çözemediklerinde “daha fazla demokrasi” diyorlar. Bu nasıl bir ahmaklıktır!. Bir sorunu başka bir sorunla çözmek düşüncesi büyük bir sorundur.

 

"Bilimsel bilgi, bilginin bütünlüğünü temsil etmez. Modern-bilim bütünsellikten uzak olduğu için parçalayıcıdır. Parçalayıcı olduğu için de “sorun çıkarıcı”dır, “çözüm getirici” değil. Zîrâ parçalanan şey soruna döner. Bu soruna modern-bilim ile çözüm bulunamaz. Çünkü bir şeyin çözümü, sorunu ortaya çıkaran şey ile olamaz. Bu yüzden modern-bilim de bir şeyi sonuna kadar çözemez. Böyle olduğu içindir ki, modern-bilim bir sorunu sâdece çözümlemekle uğraşır durur. İnsanları da buna yönlendirir. Kendisinin çözemediğini başkasının yada başka bir şeyin çözmesini istemez.

 

Sistemin ortaya çıkardığı sorunları sistem içinde kalarak çözmek imkânsızdır. Meselâ; yediğimiz-içtiğimiz şeyler fabrikasyon-sanâyi ürünü olduğu için, onların vücuttan atılırken bıraktığı kirler de “fabrikasyon kirler” oluyor. O kirler doğal temizleme maddeleriyle çıkmıyor. O yüzden sanâyi kirini temizlemek için de ayrıca sanâyi ürünleri kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu her-şeyde böyledir. Sanâyinin ortaya koyduğu sorunları temizlemek için de sanâyi ürünleri gerekiyor ki, “kapitâlist döngü” budur ve zâten kapitâlizm buradan beslenir. Bu nedenle sistem-içi sorunların gerçek çözümü sistem-içinde bulunamaz, bulunamıyor.

 

Modernizmin ortaya çıkardığı sorunlara İslâm ile çözüm bulma çalışmaları ise, aşırı çözümlemecilik yüzünden “İslâm’ı moderniteye uydurmak”la sonuçlanıyor. Çünkü aslında yapılan şey “çözüm bulmak” değil, “çözümleme yapmak”tır. Modernitenin sorunları yâni ortaya çıkardığı sapkınlıklar, İslâm’ın sorunları değildir. O yüzden İslâm, modernitenin ortaya çıkardığı sapkınları çözümlemekle değil, İslâm’ı dolayısı ile hakkı ortaya atarak modern sorunları yâni bâtılı çözerek bertarâf etmekle uğraşmalıdır.

 

İnanmanın ve îmânın bizzat kendisi, sonsuz problemleri çözecek formüllere sâhiptir. Îman, problem çözme potansiyelini içinde barındırır. Bu nedenle îman ettiğinizde bir-çok soru(nu)nuz kendiliğinden çözülmüş olur.

 

Baştaki âyetten de anlaşabileceği gibi, Kur’ân, sâdece çözümleme Kitab’ı değil, çözümledikten sonra çözmeye yönelen ve yönelten bir Kitap’tır. Kur’ân’ın, günümüzün (ve de tüm zamanların) problemlerini çözümleyebilecek ve çözebilecek formûllere sâhip tek kitap olduğunu idrâk edemeyenler, sürekli Kur’ân okusalar da, Kur’ân’dan hâlâ habersizdirler. Fakat gelin görün ki Kur’ân’ın kelimelerini-harflerini öyle bir inceliyorlar ki, “sanki Sümer tabletlerini çözmeye çalışıyorlar” zannedersiniz.

 

Kur’ân sâdece çözümleme değil, aynı-zamanda çözme Kitab’ı olduğu gibi; peygamberler ve Peygamberimiz de sâdece çözümlemeci değil, çözümcüdür de. İnsan, çözümlemeyi ve çözümü bir-arada yapabilecek bir varlıktır. O yüzden yeryüzüne halife seçilmiştir. Bâzılarının “çözüm”den kaçarak sâdece çözümlemeyle uğraşması, hayâtını bu şekilde harcaması eksiktir ve eksiklikten dolayı da yanlıştır. Her insan “net bir çözümcü” olamayacak olsa da mutlakâ bir şeyleri çözebilecek kâbiliyete sâhiptir. Yeter ki bunu istesin. Fakat gelin görün ki işin o tarafına hiç bakmayıp da işin sâdece “çözümlemecilik” tarafını öne çıkaranlar vardır ki bunlar fil-dişi kulelerinde sürekli olarak çözümlemeyle uğraşmakta ve bir tür zihnî orgazm hâli yaşamaktadırlar. Üstelik bu hâlin kesintiye uğramasını istememektedirler.

 

Bugünün çözümlemecileri, 28 Şubat’ın, daha sonra da muhâfazakâr-ılımlı-lâik demokrasinin çözüp dağıttığı kişilerdir.

 

Müslümanların en büyük yanlışlarından biri de; “ancak siyâsetle çözülebilecek” olan sorunları, eğitim-öğretim ile çözebileceklerini zannetmeleridir. Yâni sorunları çözümlemeyle çözebileceklerini sanmalarıdır. Fakat çözümlemek çözmek demek değildir ki!. Çözümledikten sonra çözmeye de dönmüyorsa o şey çözülmüş olmaz. Çözülmüş olmayınca da çözümleme hiç-bir işe yaramaz. Çözüme dönmeyen çözümleme, ancak zihinlerin orgazmını sağlamış olur.

 

Allah bize “cemaat olun” der. Cemaatin bereketi, çözüm-noktasında açığa çıkar. Zîrâ cemaatler, bir sorunu tek-başına çözümlese bile çözemeyenlerin, bir-araya gelerek sorunu çözmesi içindir. Yoksa cemaatler “çözümleme” yeri değil, “çözme” yeri olmalıdır. Çözmek için bir-araya gelinmelidir. Yoksa çözümleme odaklı olduğunda kısa-zamanda dağılırlar ve yıkılıp giderler. En azından yozlaşırlar. Çünkü sâdece çözümlemekle uğraşmak mutlakâ fitne çıkarır ve ifsâd eder. Zîrâ her çözümlemeci farklı çözümlemeler yapacaktır ve birbirine zıt çözümlemeler ortaya çıkacaktır. Bu nedenle çözümleme çözmeye dönmediğinde kaos kaçınılmaz olur. Çünkü çözümlemek işi bir-nevî ilahlığa kadar gider. Oysa çözmek işi, “on numara kulluk”tur.

 

Modern gençlik, tüm âilenin hep birlikte çözemediği bir sorunu, tek-başlarına çözebileceklerini sanan ahmaklar topluluğudur. Bir sorunu kendi başına çözebileceğini zanneden modern gençlik, hiç-bir işe yaramayacak çözümlemeler yapmakla zaman kaybetmektedir.

 

Modern sorun çözme(!) yöntemleri, doğal ve doğru çözüm yollarını baltalıyor. Doğal sorunlar doğal çözümlerle çözülebiliyor ama modern sorunlar modern çözümlerle çözülemiyor. Zîrâ modernite “sorun çözücü” bir temele sâhip değildir. Tam-aksine bir-çok sorun ortaya çıkarır.

 

Modernler boşu-boşuna, ruhsal-psikolojik sorunlara maddî nedenler ve maddî çözümler bulmakla uğraşıyorlar. Değişen sorunlara değişen değerlerle çözüm bulunamaz. Çözüm ancak “değişmeyen değerler” ile olabilir. Sorun çöz(e)meyen şey sorunludur. Sorunu çözen şey ise sorumludur. Çünkü ancak sorumlu olanlar sorunu çözebilirler. Kendisi sorunlu olan bir şeyin bir sorunu çözebilmesi mümkün değildir.

 

Şu da var ki, önerilen bir çözüm-şekli “pratik bir çözüm-şekli” değilse, “çözüm” değildir. Pratiğe dökülemeyecek olan çözümlemelerle bir çözümün yapılabilmesi imkânsızdır.

 

Gerçek çözüm ise, Mutlak Gerçek olan’ın gönderdiği çözümlemelerle ve çözümlerle olabilir ancak. Bu nedenle ey insanlar!; gerçek çözüm, kendisinden kaçtığınız şey(de)dir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 


Devamını Oku »

12 Eylül 2022 Pazartesi

Hevâ Durumu

 

“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

 

Yok-yok; yanlış yazmadım. Hava durumundan değil, hevâ durumundan bahsedeceğim. Hava durumu tüm kanallardan, internetten, cep telefonlarından, gazetelerden vs. her yerden gözümüze-gözümüze sokulup duruyor zaten. İyi de ne bekleniyor ki?. Zâten belli değil mi?. Dört tâne mevsim ve yağmur, kar, dolu şeklinde üç tâne yağış şekli var. Dünyâ kurulalıdan bêri insanlar yazı da biliyorlar kışı da, ilkbaharı da biliyorlar sonbaharı da. Sıcağı, soğuğu, fırtınayı, heyelanı, seli vs. biliyorlar. Âfetlere zâten yeterli önlem alınamıyor. Meselâ teknoloji, olacak âfetleri önceden bilse ve -Allah korusun- “yarın şurada 7-8 büyüklüğünde bir deprem olacak” yada “şurayı sel basacak” veyâ çok soğuk-sıcak olacak vs. dese bile ne kadar önlem alınabilir ki!. Hava durumunu tâkip etmek herhâlde en fazla, eksik yada fazla eşyâ bulundurmaktan kurtarır insanı. Bunun için de hava durumunu çok fazla tâkip etmeye gerek yok. Zâten hava tahminlerinin tutma olasılığı da aslında sanıldığı kadar yüksek değildir ve sanıldığından çok daha düşüktür. Hem “havalar nasıl olursa-olsun sizin havanız iyi olsun” diyorlar ya..

 

Sözlükte; “istek, heves, meyil, sevme, düşme” gibi anlamlara gelen hevâ kelimesi terim olarak “nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi” yahut “doğruluk, hak ve fazîletten saparak haz ve menfaatlere yönelen nefis” mânâsında kullanılmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât).

 

Büyük insanların ideâlleri, sıradan insanların hevâ ve hevesleri vardır.

 

Hevâ ve de illâ ki birlikte söylenen heves, büyük oranda şeytan ve nefs-merkezlidir. Şeytan ve nefs, insanı hep hevâ ve hevesinden yakalar ve vurur. Niceleri hevâsının peşinden gitmiş ve hem Dünyâ’da hem de âhirette pişmanlıklar yaşamıştır-yaşayacaktır.

 

Bu nedenle asıl önemli olan hava durumu değil hevâ durumudur. Zîrâ hevâlar her geçen gün fazlalaşıyor, sağanak, sel, fırtına, heyelan, kar, dolu, tipi, tsunami, deprem, yangın vs. şeklinde büyüyerek tüm Dünyâ’ya yayılıyor. Artık Dünyâ, hevâya bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir yer hâline gelmiştir. Bu yüzden artık “havalar nasıl” sözü yerine “hevâlar nasıl” sözü kullanılmalıdır ve hevânın önüne geçilebildiği kadar geçilmelidir. Bu bağlamda mü’minlerin birbirlerini “hevâlar nasıl” sözüyle uyarması etkili olabilir. Hava durumundan çok hevâ durumunu gözetmemiz ve onun için önlem almaya çalışmamız bizi hem Dünyâ’da hem de âhirette daha fazla koruyacaktır. Çünkü aslında bize havaların ağırlaşmasından ziyâde hevâların ağırlaşması zarar vermektedir. Zîrâ hevâ ve de hevesler tüm Dünyâ’yı kuşatmıştır ve sağanak-sağanak inmektedir herkesin ve her-şeyin üstüne.

 

Artık her-şeye heves ediliyor ve hevâ duyuluyor. Bir şey aynı-anda Dünyâ’nın her yerinden görülebiliyor ve insanların ona heves ve hevâ duymaları sağlanıyor. Bunu sağlamak çok da zor olmuyor. Çünkü hevâ ürünü olan şeyler tam da nefse nişan alıyor ve ona yönelik oluyor. Bu da nefste hevâ nesnesine bir-an önce sâhip olmak arzusu doğruyor. Zâten sâhip olamadıkça hevâ ve heves daha fazla artıyor. 

 

Havalar kendi-kendine ve mevsime göre, Allah’ın plânına göre değişip dururken ve en sonunda durgunluğa kavuşurken, hevâlardan ne haber?. Hevâlar yazın daha da bir fazlalaşsa da tüm Dünyâ’yı saran hevâlar için artık mevsim fark etmiyor. Hevâ çok çabuk yayıldığı için Dünyâ’yı yaşanmaz ve çekilmez bir yer hâline getirmiştir-getirmektedir. Hevâların yayılmasının bedelleri de olmasına rağmen yine de insanlar hevâ ve de heveslerinin peşinden olanca hızla koşmaya devâm ediyorlar. Çünkü hevâlarını ilahlaştırmış durumdadırlar.

 

Dünyâ’da her zaman “Allah’ı ilah edinenler” ve “hevâsını ilah edinenler” olarak iki çeşit insan olmuştur ve vardır. Tüm zamanlarda hevâsına uyanlar “Allah’a uyanlar”dan her zaman fazla olmuşsa da modern zamanlarda ortaya çıkan hevâ ve heves nesneleri, önceki zamanlar gibi değildir ve hevâ-sâhibi modern insan hevâsına her zamankinden çok daha fazla düşkündür, çok daha fazla bağlıdır. Zîrâ hevâ duyulacak çok fazla şey vardır. Üstelik Allahsızlık, hevâ ve hevesi çok fazla arttırmaktadır. Bu nedenle Allah’a uymayanlar mutlakâ hevâlarına uymaya ve onu ilahlaştırmaya başlarlar.

 

Hava ağırlaşınca gökten yağmur, kar ve dolu yağar; fakat hevâ ağırlaşınca gökten taş yağar, belâ yağar, azap yağar. Helâk olan kavimler hep hevâlarını ilah edinmeleri nedeniyle belâya ve azâba uğramışlardır. Belâ da yağan bir şeydir ve gökten taş, ateş ve azap olarak yağar.  

 

İslâm’ın hakim olmadığı Dünyâ, “hevâ ve heves alanı”dır. Hevâ ve heves orada hâkimiyetini çok sağlam bir şekilde kurmuş demektir. Çünkü îmâna taâlluk etmeyen akıl ve mantık, mecbûren hevâ ve heves üretmek zorunda kalacaktır.

 

Bir insanın düşüncesini, zihniyetini ve inanışını; arzuları, istekleri, hevâ ve hevesleri belirler ve belli eder. Böylece “bana hevâ ve hevesini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” sözü anlam kazanır.

 

Kendi hevâ ve hevesleriyle savaşamayan bir topluluğun düşmanlarıyla savaşması beklenemez. Zîrâ hevâsını ilahlaştırmış bir toplumun içi geçmiştir ve yüreklerinde dermân olmadığı için dizlerinde de dermân kalmamıştır. Artık onlara düşen “oturanlarla birlikte oturmak”tan başkası değildir.

 

Peygamberler ve onların samîmi tâkipçileri târih boyunca hevâ, heves ve dolayısıyla zulme dayalı rejimleri telâşa düşürmüştür, korkutmuştur. Çünkü onlar sâdece Allah’a uymaktadırlar ve hevâ ve heveslerinin esiri değildirler. Böyle olunca hevâ ve hevese düşman olurlar ve onu ortadan kaldırmaya yada en azından minimuma indirmeye çalışırlar.

 

Kıblenin ve istikâmetin yâni kâlbin olmaması hevâyı ve de hevesi doğurur. Böylece hevâ ve heves kişinin alâmet-i fârikası olur. Fakat kıblesini ve istikâmetini bilenler sağlam adımlarla yürürler ve menzile doğru gayretle yol alırlar.

 

Nefis, hevâ ve hevesini tatmin etmek için her zaman “seküler aklı” kullanır. Zîrâ hak ile bâtılın karışmadığı yada bâtılın hâkim olmadığı yerde hevâ ve hevese uymak çok kolay olmayacaktır. Çünkü fazla fırsat olmayacaktır.

 

Şeytan denilen şey bir anlamda, insanın arzuları, hevâ ve hevesleri, iç-güdüleri ve tutkularıdır. Nefs sürekli olarak ve günden-güne artarak bu güdüleri tatmin etmek ister. Böyle olunca en nihâyetinde hevâsını ilah edinmekten kurtulamayacaktır.

 

Putperestlerin putları aracı yapmasının nedeni, o putlara istediklerini yaptırabilmeleri yada o putlar aracılığı ile istediklerini yapabilmeleriydi. Bu bakımdan aslında kendi hevâ ve heveslerini putlaştırıyorlardı. Put demek hevâların kışkırtılmasının bir sonucudur. Putlar, hevâ ve heveslerin şekilleridirler.

 

Peygamberler ise hevâlarından konuşmazlar ve Allah’ın kendilerine bildirdiklerinden başkasını söylemezler:

 

“O, hevâdan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri), yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir” (Necm 3-4).

 

Peygamberler hep hakkı ve hakîkati söylemişlerdir, hevâya uymanın insanı saptırdığından bahsetmişlerdir. Fakat bu söylenenler hevâlarına uyanların bir kulağından girmiş, diğer kulaklarından çıkmıştır:

 

“Yalanladılar ve kendi hevâ (istek ve tutku)larına uydular; oysa her iş sonunda kendi amacına varıp karar kılacaktır” (Kamer 3).

 

Havalar nasıl olursa-olsun, hevâ içinde olmamaya çalışın. Zîrâ hevâsını ilah edinenlerin havası hem Dünyâ’da hem de âhirette “yoğun dumanlı bir gök” şeklinde olacaktır:

 

“Öyleyse sen, göğün açıkça bir duman getireceği günü gözle” (Duhân 10).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2022

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »