(Buhârî, Enbiyâ 54, Megâzî 53, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Hudûd 4; Tirmizî, Hudûd 6; Nesâî, Sârik 6; İbni Mâce, Hudûd 6).
27 Eylül 2019 Cuma
Âhiret Bilinci ve Îmânı Üzerine
(Buhârî, Enbiyâ 54, Megâzî 53, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Hudûd 4; Tirmizî, Hudûd 6; Nesâî, Sârik 6; İbni Mâce, Hudûd 6).
4 Eylül 2019 Çarşamba
İslâm’a Dâvet
“Rabbinin yoluna hikmet
ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin
kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O hidâyete erenleri de en iyi
bilendir” (Nâhl 125).
Târih boyunca tebliğ ve
dâvetin yapılmadığı bir zaman olmamıştır. Bu dâvet gerek sözlü, gerekse de amel-eylem
şeklinde yapılmıştır. Dâvet ya hakka, yada bâtıla olur. Allah ilk baştan beri
sürekli olarak hakka yâni İslâm’a dâvet edilmesi için insanlar arasından
peygamberler seçmiş ve gönderdiği vahiylerin doğrultusunda insanların hakka dâvet
edilmesini emretmiştir. Zîrâ Allah, insanların hak dâveti gönül rızâsıyla kabûl
etmesini ister ki, bu da anacak zihinlerin ve kâlplerin, dâveti beğenip kabûl
etmesiyle olur. Zâten bu nedenle Allah “dinde zorluk yoktur” der ki bu zorluk, “insanları
dîne sokma aşaması”ndadır. İnsanlar dîne gönülsüz olarak zorla sokulduğunda
tebliğ ve dâvet işe yaramaz ve blôke olmuş olur. Çünkü zorla olunca “anlamsız”
da olur. Tabi, İslâm’ı gönülden kabûl edenler, İslâm’ın, bir “imtihan olarak”
sunduğu sorumlulukları ve zorlukları da kabûl etmiş olacaklarından dolayı,
zorlamanın olmaması, sâdece “İslâm’ı kabûl aşaması”ndadır.
Hakka dâvetin gönül
rızâsıyla olması şartken, bâtıla dâvet ise, gerek zorlamayla gerekse de “zorunlu
bırakmakla” oluyor. İnsanlar ya zorlamadan, ya cehâletten yada bâtılın
ayarttığı nefislerin meylinden dolayı bâtıla olan dâveti seve-seve kabûl
etmişlerdir.
Târih hakka ve bâtıla
yapılan dâvetin târihidir. Fakat bu iki dâvette bir fark vardır. Bâtılın dâveti
Dünyâ ile sınırlı olduğundan aslında dâvet, maddeye yapılmaktadır. Bâtılın
dâvetinin başarılı(!) olmasının nedeni ise, dâvetin maddeye ve dolayısı ile
Dünyâ’ya meyyâl olan nefse uygun olmasındandır. Oysa İslâm’ın dâveti, kâlplerin
şifâsı ve huzûrundan başka; zorluğa, sorumluluğa, vazgeçmeye, canlarla ve
mallarla bu uğurda cihad etmeye dayanır. Çünkü İslâm sâdece iç-âlemi inşâ eden
bir “gönül dîni” olmadığından ve dış-âlemin de İslâmlaştırılmasını hedefleyip
emrettiğinden ve de bâtılın da Dünyâ’nın İslâm-merkezli olmasını kabul etmemesinden
dolayı bir çatışmanın, bir savaşın olması kaçınılmazdır. Bu da insanların, icâbında
her-şeylerini ortaya koymalarını gerektirmektedir. İşte bundan dolayı târih boyunca
hakkın dâvetine uyan ve hakkın tarafında olanlar az, bâtılın dâvetine uyarak
bâtılın tarafında olanlar ise çok olmuşlardır. Fakat Allah katında ölçü
azlık-çokluk değildir. Allah itaate, kâlplere, samîmiyete, gayrete, ehliyet ve
liyâkate bakar:
“Talût, orduyla birlikte
ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim
ondan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç alanlar hâriç-
onu tadmazsa bendendir’. Küçük bir bölümü hâriç (hepsi sudan) içti. O, kendisiyle
berâber îman edenlerle (ırmağı) geçince onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim
Calût’a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O zaman) Muhakkak
Allah’a kavuşacaklarını umanlar (şöyle) dediler: Nice küçük topluluk, daha çok
olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlib gelmiştir; Allah sabredenlerle berâberdir” (Bakara 249).
Peygamberimiz’in ve
sahabenin zamânını ve mücâdelesini aslâ hafife almıyorum ve hattâ onların
ortaya koyduğu ve Kur’ân’ın “güzel örneklik (Ahzâb 21) dediği örnekliğin “aşılamaz
bir örneklik” olduğunu savunuyorum. Fakat Dünyâ’da modernite ile birlikte öyle
bir değişim oldu ki, insanlık târihinde daha önce böyle bir değişim görülmediği
gibi, böyle bir değişimi düşünen de olmamıştı. Zîrâ eski insanlar hiç-bir zaman
mutlak anlamda hem dinden hem de “normâl, fıtrî ve doğal olan”dan kopmayı
düşünmemişti. Çünkü böyle bir şeyin doğala, normâle ve fıtrata aykırı olduğunun
bilincindeydiler ve modern zamanlarda olduğu gibi bir sapmanın, “kendi ayağına
kurşun sıkmak” anlamına geleceğinin farkındaydılar.
Fakat devran döndü ve öyle bir
zaman geldi ki, insanların çoğu doğal, normâl ve fıtrî olandan saptılar. Evet
bu bir sapmaydı ve hattâ bu sapma, insanoğlunun târihte gerçekleştirdiği en
ağır ve yıkıcı sapmadır. İşte bu sapmanın olduğu Dünyâ artık havaya-suya ve
taşa-toprağa da bulaştı ve her-şeyi ifsâd etti. Tabi en çok da, tek bilinç
sâhibi varlık olan insanı ifsâd etti. Öyle ki, artık ne tarafa baksanız
insandan kaynaklanan bir sapmışlığını yada bu sapmadan kaynaklanan sapıklıkları
görürsünüz.
İşte bundan dolayı İslâmî
bilgi ve bilince sâhip olan kişilerin, çok gayretli, ciddî, samîmi ve özverili
bir şekilde ve apaçık olarak, net bir dille ve kesin bir şekilde tebliğ ve dâvette
bulunması gerekmektedir ve hattâ bu, “olmazsa-olmaz” bir duruma gelmiştir. Öyle
ki, belki de bu gayret ve atak artık müslümanların ve de insanlığın “son şansı”
olacaktır. Zîrâ insanlık geri çıkılması imkânsız bir uçuruma doğru hızla
yuvarlanmakta ve farkında olmadan kıyâmeti celb-etmektedir. Bu nedenle
bahsettiğimiz bilinçli mü’min toplum, “müslümanım” diyenler de dâhil insanların
her kesiminden herkesi apaçık bir şekilde İslâm’a dâvet etmesi gerekmektedir. Bu
dâvet yazılı, sözlü ve “örneklik” şeklinde her türlü yapılmalıdır...
Ateistlere, Deistlere ve Agnostiklere Dâvet
Ateistlere; çelişkinin ve
kendini aldatmanın en büyük şekli olan inançsızlık inatçılığından vazgeçmelerini
ve şu mükemmel düzene sâhip olan kâinâtın, bir Yaratıcı (Allah) olmadan
açıklanamayacağı gerçeğini çok net ve apaçık bir şekilde anlatmak-hatırlatmak
ve kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.
Deistlere; Allah’ın hiç-bir
zaman amaçsız ve anlamsız bir yaratmada bulunmadığını, Yaratan’ın aslâ
yarattıklarını başıboş bırakmayacağını ve yarattıkları üzerinde mutlakâ her an
denetim hâlinde olduğunu, hiç kıvırmadan, tâvizsiz ve apaçık bir şekilde ve de
kesin bir dille anlatmak, kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet
etmeye başlamak gerekmektedir.
Agnostiklere; her-şeyin
Allah’a dayandığı ve Allah’ın bize bildirdiği gibi olduğunu, insan aklının
almadığı (çünkü aklın da bir sınırı vardır) konularda Allah’a tevekkül etmekten
başka yapacak bir şeyin olmadığı, insanın bilemediği şeylerde “bilinemezci”
olmayı bırakıp “Allah’ın bildirdiği kadarıyla” yetinmeyi ve bildirmediği konularda
da “Allâhuâlem” demeyi ve zâten bilmenin de bu demek olduğunu çok net ve apaçık
bir şekilde anlatmak ve vahiy-merkezli bir bilme, bilinç ve amel-eylem yoluna
girmeyi anlatmak ve kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye
başlamak gerekmektedir.
Lâik ve Seküler Olanlara Dâvet
Lâiklere; Allah’ın sâdece
göklerin değil, yeryüzünün ve de insanın da Yaratıcısı olduğu, bu nedenle de, “yaratmak
kime âitse hükmetmenin de O’na âit olduğu” gerçeği çok net bir şekilde ve kesin
bir dille anlatılmalı, Allah’ın hükmünün sâdece göklerle sınırlı olmadığı ve
yeryüzünde de mutlakâ O’nun hükümleriyle hükmetmek gerektiği, aksi-halde sürekli
bir kaos içinde yaşamak zorunda kalınacağı; Allah’ı hayâtın her alanında
merkeze almak gerektiğinin tebliği apaçık ve çok net bir şekilde yapılmalı, zâten
İslâm’ın da bu demek olduğunu söylemek kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a
dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.
Seküler olanlara; varlığın
sâdece Dünyâ’dan ve maddeden ibâret olmadığını, insanın mânevî ve meta-fizik
bir yönünün de olduğu hatırlatılmalı, insanın “üstün” yanı olan mânevi yönünü
yok saymanın varlığın kaosa sürüklenmesine neden olduğunu apaçık anlatmalı; zâten
insanı “insan” yapan farkın, bu bilince sâhip olmakla anlam kazanacağını, maddî
âlemin, meta-fizik âlemin sâdece bir “dipnotu” kadar bir değeri bulunduğu,
Dünyâ’yı madde-merkezlilikten âhiret-merkezliliğe çevirmek gerektiğini kesin ve
tâvizsiz bir dille söylemeli, bu gerçeği çok net ifâdelerle anlatmalı ve kendilerini
hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.
Kapitâlistlere Dâvet
Kapitâlistlere; nefsin özlemlerinin
ve arzularının yâni ihtirasların sınırsız olmasına rağmen, aslında ihtiyaçların
ve Dünyâ’nın bir sınırı olduğu hatırlatılmalı, Dünyâ’da açlığa, susuzluğa,
evsizliğe, çıplaklığa ve tüm adâletsizliklere ve de sapıklıklara neden olan
şeyin kapitâlist sistem olduğu sert ve kesin bir şekilde söylenmeli, mülkün
gerçek sâhibinin Allah olduğu (lehûl mülk) ve Allah’ın bu mülkü tüm insanlar
için eşit (Fussilet 10 ve Nâhl 71) yarattığını, bu eşitliğin sağlanmasının ise,
“imtihanın gereği olarak” mülkün zenginler aracılığı ile dağıtılarak sağlanması
gerektiği, servetin kendilerinde tekelleştiği kişiler, bu serveti Allah’ın
emrettiği şekilde dağıtmadıklarında, Dünyâ’da yada Dünyâ’da olmazsa kesin olarak
âhirette Kârun misâli “acı bir son” beklediği anlatılmalı, kendilerini hemen
bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.
Muhâfazakârlara Dâvet
Muhâfazakârlara; İslâm’ı
atalarından, çok üstün görüp ilahlaştırdıkları birilerinden, Kur’ân ve Sünnet
yerine, uydurmalardan ve rivâyetlerden öğrendikleri için büyük yanlışlıklar
içinde oldukları, bu nedenle de Dünyâ’da adâletin bir türlü sağlanamadığı, bu
durumun sürmesinin muhâfazakârların sâbit bir düşünceye ve amel-eyleme sâhip
olmasından kaynaklandığı çok açık ve kesin bir şekilde anlatılmalı; peygamberlerin
ilk mücâdele ettikleri kişilerin muhâfazakârlar olduğu ve hattâ Mekke’lilerin
de muhâfazakârlar olduğu; statükoyu-sistemi körü-körüne ve kendi çıkarını
düşünerek savunmanın adâletsizliği, şirki ve dolayısı ile zulmü açığa çıkarıp sürdürdüğü
çok net bir şekilde anlatılmalı, eskide yaşanmış belli bir dönemin özlemiyle ve
o günlerin tekrar geleceği umûduyla yaşamanın ve bu düşünceyle hareket etmenin
târihte hiç-bir zaman fayda getirmediğini, o güzel günlerin benzerini
İslâm-merkezli olarak günümüze taşımak gerektiğini ve bunun için de Kur’ân ve Sünnet
temelli bir yola girilmesi gerektiği, eğer İslâm’ın özüne dönülmezse “yanan
ateş”in bir gün mutlakâ kendilerini de yakacağını, zâten târihte bunun bir-çok
örneğinin olduğu söylenmeli, kendilerini hemen bugün ve şu-anda İslâm’a dâvet
etmeye başlamak gerekmektedir.
Müslümanlara(!) Dâvet
Evet, dâvet en çok da modern
müslümanlara yapılmalıdır. Çünkü artık müslümanlar İslâm’ın hayattaki rôlünü yâni
İslâm’ın o süper toplumunu, devletini medeniyetini, adâletini unutarak, tam
aksi istikâmette, şeytanın vahyettiği ve tâğutların yerel taşeronları da kullanarak
tertipleyip düzenlediği modern Dünyâ’nın dayatmalarına göre hareket
etmektedirler. Hem de bunu, “İslâm’ın da zâten böyle bir Dünyâ istediği”ni
zannederek yapmaktadırlar.
Müslüman târikatçılara, tasavvufçulara,
cemaatlere, vakıflara, derneklere ve tüm müslüman toplumlara; atalarını,
şeyhlerini, lîderlerini, ölmüşleri, bunların yazdığı ve kutsallaştırıp kurallaştırdığı
kitapları, dayattıkları kendi hayat-tarzlarını din yapmaktan vazgeçmelerini, sâdece
Allah’ın dediği gibi yâni Kur’ân’ın emrettiği ve Peygamber’in gösterdiği gibi
düşünmelerini ve buna göre hareket etmeleri gerektiği, yoksa eski kavimlerin
sapıklığı gibi; küfre, şirke, adâletsizliğe ve dolayısı zulme düşeceklerini tatlı-sert
ama apaçık, çok net ve tâvizsiz bir şekilde anlatmalı, kendilerini hemen bugün ve
şu-anda İslâm’a dâvet etmeye başlamak gerekmektedir.
Mü’minlere Dâvet
Mü’minlere ise, tebliğ ve dâvetin
hiç aksamadan devâm etmesi gerektiği, yanlışların düzeltilmesi ve yeni
yapılacakların plânları tebliğ edilmeli ve hatırlatılmalı, birlikte ve
dayanışma hâlinde üstün gayret göstererek dâvete devâm edilmesi, bu yolda Kur’ân’ı
bilgi ve bilincin kaynağı, sünneti ise amel ve eylemin kaynağı olarak merkeze
almanın şart olduğu hatırlatması yapılmalı ve mü’min toplum birbirini teşvik
ederek şevklendirmelidir. Peygamber’in insanları İslâm’a dâvet etmesi Kur’ân’ın
bir emridir. Bu yoldaki metodu ve tarzı ise Sünnet’tir. Bu yolda sonuna kadar
gidilmesi ve tebliğ ve dâvetin farklı bir aşamaya geçene kadar canla-başla sürdürülerek
çalışmaya devâm edilmesi gerektiği hatırlatılarak Asr Sûresi mü’minler arasında
çok okunan, çok düşünülen ve uygulanan bir sûre hâline getirilmelidir. Zîrâ bu
yolda en çok ihtiyaç duyulacak şey, “hakkın ve sabrın tavsiyesi” olacaktı.
Bu iş çok kolay bir iş
değildir. Fakat imkânsız da değildir. Burada amaç, Allah’ın emrini yerine
getirmek ve samîmiyeti-ciddiyeti göstererek îmânı kanıtlamak ve böylece
Allah’ın yardımını celb-edebilmektir. Yoksa târih boyunca tebliğ ve dâvet çalışmaları
istenilen ve beklenen sonucu vermemiştir. Fakat tebliğ ve dâvet ile nice insanlar
dâvete icâbet edecekler, İslâm’ın sunduğu hak yola girecekler ve bu minvâlde
hayatlarını sürdürmeye başlayacaklardır. Üstelik gayretli, samîmi, ciddî ve yılmadan
yapılan çalışmalarda Allah mutlakâ yardımını ulaştıracaktır. Modern insan, “Allah’ın
yardımı”nı hiç hesâba katmamaktadır. Bundan vazgeçilmeli ve Allah’ın her zaman
ve her an bizimle olduğu bilinci ve inancı sağlanmalıdır. Çünkü bu, mü’minlere
direnç ve güç verecektir.
Bu işin sonunda belki de tek
bir mağaraya sığacak kadar, tek bir gemiyi dolduracak kadar ve hattâ Hz. İbrâhim
örneğinde olduğu gibi, bir-kaç kişilik bir kazanım olacaktır. Fakat Allah’ın
emrini yerine getiren insanlar, aynen Peygamberimiz ve sahabe gibi Dünyâ’ya
öyle bir iz bırakacak ve belki de Allah’ın izniyle öyle bir inkılap başlatacaklardır
ki, Dünyâ yeniden İslâm’ın nûruyla aydınlanacak ve zulmün yerine adâlet ikâme
edilecektir. O hâlde tebliğ ve dâvet çalışmaları yeterli sonuç vermese de,
Allah bizi “farklı bir yol”a sokana kadar tebliğ ve dâvete devam edilecektir.
Aynen Hz. Nûh’un yaptığı gibi:
“Dedi ki: Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve
gündüz dâvet edip-durdum. Fakat dâvet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı.
Doğrusu ben, onları bağışlaman için her dâvet edişimde, parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça
büyüklük gösterip-direttiler. Sonra onları açıktan açığa dâvet ettim. Daha
sonra (dâvâmı) onlara açıkça îlân ettim ve kendilerine gizli-gizli yollarla
yanaşmak istedim” (Nûh 5-9).
Kâlpler Allah’ın elindedir
ve Allah, İslâm’a, hakka ve hakîkate lâyık bulduğu insanları kendi yoluna
ulaştıracaktır. Tabi bunda da mü’minlerri vesîle kılacaktır. Mü’minler tebliğ
ve dâveti canla-başla yapacaklar ve modern Dünyâ’da bu işin sonuç verme
ihtimâli az olduğu için, “niye uğraşıyorsunuz ki” diyenlere şu âyeti söyleyeceklerdir:
“Onlardan bir topluluk:
‘Allah’ın helâk etmek veya şiddetli bir azâba uğratmak istediği bir kavme ne
diye öğüt veriyorsunuz?’ dediğinde; ‘Rabbinize karşı bir özür için ve bir
ihtimâl sakınabilirler, diye’ dediler” (A’raf 164).
Mü’minlerin şu-an için
yapacağı şey; vahiy-merkezli olarak çok üstün gayret ve azim göstermek,
bilgi-bilinç ve tebliğ-dâvet süreci başlatmak, zamanla bir İslâm toplumu
oluşturmaya çalışmak ve bir “fark” ortaya koymaktır. Dünyâ’yı beşerî ve bâtıl-merkezlilikten
“Allah-merkezliliğe” çevirmenin başlangıcı ve yolu budur Allâhuâlem.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2018