“O, amel (davranış ve
eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü
ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. O, biri
diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân
(olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk
bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 2-4).
Safsata; “boş, asılsız ve
temelsiz söz” demektir.
Âyette, insanın Dünyâ’ya ve
tüm kâinâta bakmasını ve bir uygunsuzluk olup-olmadığını bulmaya çalışması isteniyor
ve hiç-bir uygunsuzluğun bulunamayacağını söylüyor. Çünkü -insanın birbirleri
arasındaki işler hâriç- kâinâtın hiç-bir yerinde hiç-bir uygunsuzluk yoktur.
O-hâlde “ne ararsan kendinde ara”, “her-şey sende mevcuttur” ve “insan küçük
bir kâinattır” sözüne gerek yoktur. Çünkü insan da kâinattan ayrı bir varlık
değildir. Zâten bu nedenle Kur’ân, “gözünü kendi içine çevir” demiyor da
“gözünü yedi göğe çevir ve bir bak” yâni “gözünü dış-âleme de çevir” diyor.
İslâm ilk önce iç-âlemlerin
bilinçlendirilip nurlandırılmasını yâni ilk önce iç-âlemin inşâ edilmesini,
ondan sonra dı-âleme yâni Dünyâ’ya yönelinmesini istiyor. Zîrâ iç-âlemini
düzenleyip de inşâ etmemiş-edememiş olanların dış-âlemi inşâ edip de
düzenleyebilmeleri mümkün değildir. İslâm, Dünyâ’yı İslâm yâni vahiy-merkezli olarak
inşâ etmek ve ona her alanda hâkim olmak isteyen bir din’dir. Bu nedenle Allah,
insanlara ilk önce iç-âlemlerini düzeltmek için emirler ve tavsiyeler verir.
Fakat iş bununla bitmez ve Kur’ân, insanları,
iç-âlemlerin inşâsı belli bir aşamaya gelince dış-âleme yâni Dünyâ’ya
yönlendirir ve dış-âlemi de Allah-merkezli düzenleme ve hâkim kılma emrini
verir. Çünkü iç-âlemin inşâsı zâten hep sürecektir. Fakat amaç, sâdece iç-âlemin
inşâ edilmesi ve müslümanlaştırılmasıyla bitmemekte ve dış-âlemin yâni Dünyâ’nın
da -tüm kâinat gibi- İslâm-merkezli olarak inşâ edilip müslümanlaştırılmasıdır
ki bu, “göklerin ve yerin mutlak anlamda Allah’ın hâkimiyetinde olması
(tevhid)” demektir. Bu ise “her-şeyi kendi içinde aramak”la olacak iş değildir.
Bulunacak olan her-şey insanın
içinde bulunamaz. İç-âlem ile dış-âlemin senkronize edilebilmesi için
iç-âlemden sonra dış-âlemde de bulunacak olan şeylerin bulunması ve hakkının
verilmesi gerekir. Eğer her-şey insanın kendi içinde arayarak bulunacak olsaydı,
Perygamberimiz’in Hira’dan çıkmasına gerek kalmazdı ve ne arayacak ve bulacaksa
kendi içinde bulurdu. “Ne ararsan kendinde ara, çünkü insan küçük bir
kâinattır” diyen bâtınî, mistik, gnostik, Yeni Plâtoncu, tasavvufçu ve alevi
kesim, yâni merkeze Allah’ı değil de insanı alanların, dış-âlem yâni Dünyâ ile
ilgilenmeyip de sürekli iç-dünyâlarına dönmelerinin nedeni budur. Fakat bu
arayış sürecinde ortaya sapkınlıktan başka bir şey çıkmadığı gibi, bu söylemin
sâhipleri bir yaraya merhem olabilmiş de değillerdir. Demek ki “her ne arasan
kendinde ara” sözü, dış-âlemle bağı kesmekte, bir yaraya da merhem olmayı ve
bir dâvâyı sâhiplenmeyi hiç hesâba katmamakta ve istememektedir. Zîrâ onlar
kendi iç-âlemlerinde kendilerinden geçmiş durumdadırlar. Üstelik bunu “en doğru
ve ideâl İslam-din” düşüncesiyle yapmaktadırlar.
Her-şeyi insanın içinde
araması düşüncesinin fizîkî olarak da bir karşılığı yoktur ve bu nedenle de
sonuçsuz kalır. Çünkü insanın her-şeyi içinde bulması mümkün değildir. Meselâ
bu imkânsızlık vitamin-minerâl konusunda böyledir. Meselâ D vitaminini içinizde
bulamazsınız, çünkü vücut onu sentezlemez ve mutlakâ dışarıdan (Güneş, vitaminler,
yiyecekler) alınması gerekir. O-hâlde “ne ararsan kendinde ara” yada “insan
küçük bir kâinattır” sözü çöpe gider. Zîrâ kendi içimizde D vitaminini aradığımızda
bulamayız. Buna; A, B12, C, E gibi vitaminler de dâhildir. Vücut bunları ya hiç
sentezleyemez yada yeterli oranda sentezleyemez.
Hiç-bir şey bir şeyin içinde
değildir. Bu din’de bile böyledir. Her-şeyi Kur’ân’da bile bulamazsınız.
“Devemin ipi kaybolsa Kur’ân’da ararım” sözü boş laftır. Her-şeyi “ana kitap”
olan Levh-i Mahfûz”da bulabilirsiniz ama Kur’ân, insanın iç-âlemini en ideâl
hâle getirecek kodlardan başka, Dünyâ’yı İslâm-merkezli olarak inşâ edip,
düzenleyip Allah’ın sözünü hâkim kılmak için ihtiyaç duyacağı temel ilkeleri
içerir. Tabi Kur’ân, Allah’ın insana göndermiş olduğu en son ve insanın hem iç
hem de dış-âlemde en ideâl şekilde yaşayabileceği tüm kodları barındıran tek Kitap’tır.
Fakat bu, iğneden-ipliğe kadar her-şeyin Kur’ân’da bulunabileceği anlamına gelmez
ki zâten böyle bir şey aramak abestir. Her-şeyin iğneden-ipliğe bulunabileceği tek
kitap Levh-i Mahfûz olabilir. O-hâlde her-şeyi insanın kendi içinde araması da
boş ve abes bir iştir.
Her-şey tümüyle hiç-bir
yerde yoktur. Cennet bile kusursuz bir yer olmasına rağmen cennette bile her-şeyi
bulamazsınız. Meselâ orada kötülük yoktur, sıcak-soğuk yoktur, açlık-susuzluk
vs. olumsuz hiç-bir şey yoktur. Bu bağlamda Allah’ta kötülük bulamazsınız. Zîrâ
O salt iyiliktir. O’nun Cebbar, Muntakîm, Kahhâr gibi isimleri de vardır ama
bunlar insanların yaptıkları kötülüklerin sonunda devreye girer. Yoksa Allah’ın
zulmetmesi ihtimâl dâhilinde bile değildir.
“Her-şeyi kendinde ara”
sözü, “dışarıda bir şey arama” demektir. Bu ise bâtınî, mistik, gnostik,
tasavvûfî bir söylemdir. Bu söz, dışarıda; Allah, âhiret, gayb, melek, şeytan,
peygamber, vahiy, din vs. gibi şeylerin de aranmamasını gerektirir. Çünkü ne de
olsa her-şeyi kendi içinde aramak durumu vardır. “Her-şeyi kendi içinde ara”
sözü, dışarıdan bir şeye ihtiyâcın yok demektir ki buna Allah, âhiret, gayb,
melek, şeytan, peygamber, vahiy, din de dâhildir. Bu yüzden bu sözü baş-tâcı
edenlerin büyük çoğunluğu, bu gaybî konuları kabûl etmezler de onu -güyâ- kendi
içlerinde bulurlar. Zâten vahdet-i vücut sapkın inancına göre kâinâtın kendisi -hâşâ-
bizzat Allah’tır ve insan da -sözde- küçük bir kâinat olduğu için, Allah da
insanın kendisidir. Zâten bu nedenle Allah’ı içinde arar ve bulur!).
Hâlbuki insanlara maddî anlamda
her-şey dışarıdan gelir. Hava, su, yiyecek, içecek, giyecek, ısı, ışık vs. hep
dışarıdandır. Aslında mânevî şeyler de dışarıdan gelir. Meselâ vahiy dışarıdan
bir yerlerden gelir. “Vahiy insanın kendi içinden kendine gelir” lafı boş
zırvalıktır. Bunların içimizde aramak ve bulmak ancak aşırı ve alâkasız yorumlarla
mümkün olabilir. Yâni içimizde, ancak dışarıdakini yorumlamakla bulabiliriz.
Zâten dışı da içe göre yorumlayanlar, ancak bundan sonra, “dışarıdakinin
içimizde de olduğunu” söylerler. Yâni ilk önce dış-dünyâ gözlemlenip
yorumlanmadan, gözlemlenenlerin insanın içinde olduğu söylenemez.
İnsanın içinde potansiyel
olarak İslâm’a meyil vardır ve insan bu nedenle her-şeyi İslâm ile meczetmelidir.
Çünkü insan İslâm fıtratı ile yaratılmıştır. O-hâlde insan her-şeyi İslâm’a
uygun olarak idrâk edebilir ve bu idrâk ile İslâm’ı iç-âlemden sonra dış-âleme
de hâkim kılmalıdır.
Her-şeyi kendi içinizde
aradığınızda, dışarıdan hiç-bir şeye ihtiyacınız kalmaz ve böyle olunca da
dışarıyı yâni varlığı inkâr etmeye başlarsınız. Tasavvufta İbn-i Arâbi,
felsefede ise Berkeley bunu söyler. “Bir dış-gerçeklik yoktur” derler. Bir
dış-gerçeklik yâni yaratılmış bir varlık olmayınca ise, aranacak olanlar da
mecbûren iç-âlemde yâni kendi içinde aranacaktır. Bir şey kendi içinde
arandığında ise -aşırı ve zorlama yorumlarla- her-şeyi bulmak mümkün olacaktır.
En azından her-şeyi kendi içinde arayanlar istedikleri her-şeyi bulduklarını
zannedeceklerdir. Bu zannın en kötüsü ise, âhireti, gaybı, melekleri, cenneti, vahyi,
peygamberi ve en nihâyet Allah’ı da kendi içlerinde bulacaklar ve sonuçta da kendi
içleri bizzat “kendileri” olduğu için, kendilerine yine kendilerinden olmak
üzere “tecelli” adı altında vahiy geldiğinden, peygamber ve hattâ Allah olduklarından
bahsetmeye başlayacaklardır. Bu ise, iç-âlemden sonra dış-âleme de yönelmeye
engel olacaktır. Tasavvufta ve bâtınîlikte Dünyâ ile ilgilenmemenin bir nedeni
de budur. Fakat aslında bu sapkın durum, Allah’ın emrine gereğince, iç-âlemden
sonra dış-âlemi de İslâmlaştırmamanın bir cezâsı olarak böyledir.
Peygamberimiz
“ilim Çin’de bile olsa gidin” der. Oysa “her-şeyi kendinde ara” diyenlere göre
bu söz “ilmi içinde ara” şeklinde olması gerekirdi. Fakat Peygamberimiz böyle
dememiştir. Eğer her-şey gibi ilim de kişinin içinde aranıp bulunacak bir şey
olsaydı, Peygamberimiz de ilmi Çin’de değil, içinde ara derdi.
Hacı Bektaş
Veli, Hümanizm bağlamında şöyle der: “Harâret nardadır, sacda değil; kerâmet
baştadır, tacda değil. Her ne ararsan kendinde ara, Kudüs’de
Mekke’de Hac’da değil”. Fakat aranması gereken şey “kaybedilen” şeydir. Bir
şeyi arıyorsak kaybettiğimiz içindir. Kaybedileni ise kaybedilen yerde aramak
gerekir. Biz Kudüs’ümüzü ve Mekke’mizi kaybettik, bunları kaybedince iç-âlemimiz
de dâhil her-şeyimizi kaybettik. Bunları elbette yine kaybettiğimiz yerde
arayacağız. Tabî ki bu aramayı yapmak için ilk önce iç-âlemlerimizi düzenlemek
şarttır.
“Ne ararsan kendinde ara”
sözü hümanist bir sözdür. Hümanizm ise Allah-merkezlilik yerine insanı merkeze
almak demektir. Hümanizm, “insana tapma dîni”dir. Bedelini ödemeyi göze
almadıkları için dışarıda vahyi, peygamberi, dîni, âhireti, cenneti, gaybı ve Allah’ı
bulamayanlar, bunları kendi içlerinde aramaya kalkmışlar ve bulduklarında aradıkları
her-şeyin kendileri olduğunu zannetmişlerdir ve zannetmektedirler. Oysa bunlar
gaybî konulardır ve gayb, aramanın ve bulmanın değil, îman etmenin ve bu îmâna
göre sâlih amel ve eylemde bulunmanın konusudur. İşte o îmandır kişiyi iç-âleminden
sonra dış-âleme de yönelten..
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder