13 Mart 2023 Pazartesi

Her-Şeyi Kendinde Aramak Safsatası

 

“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 2-4).

 

Safsata; “boş, asılsız ve temelsiz söz” demektir.

 

Âyette, insanın Dünyâ’ya ve tüm kâinâta bakmasını ve bir uygunsuzluk olup-olmadığını bulmaya çalışması isteniyor ve hiç-bir uygunsuzluğun bulunamayacağını söylüyor. Çünkü -insanın birbirleri arasındaki işler hâriç- kâinâtın hiç-bir yerinde hiç-bir uygunsuzluk yoktur. O-hâlde “ne ararsan kendinde ara”, “her-şey sende mevcuttur” ve “insan küçük bir kâinattır” sözüne gerek yoktur. Çünkü insan da kâinattan ayrı bir varlık değildir. Zâten bu nedenle Kur’ân, “gözünü kendi içine çevir” demiyor da “gözünü yedi göğe çevir ve bir bak” yâni “gözünü dış-âleme de çevir” diyor.

 

İslâm ilk önce iç-âlemlerin bilinçlendirilip nurlandırılmasını yâni ilk önce iç-âlemin inşâ edilmesini, ondan sonra dı-âleme yâni Dünyâ’ya yönelinmesini istiyor. Zîrâ iç-âlemini düzenleyip de inşâ etmemiş-edememiş olanların dış-âlemi inşâ edip de düzenleyebilmeleri mümkün değildir. İslâm, Dünyâ’yı İslâm yâni vahiy-merkezli olarak inşâ etmek ve ona her alanda hâkim olmak isteyen bir din’dir. Bu nedenle Allah, insanlara ilk önce iç-âlemlerini düzeltmek için emirler ve tavsiyeler verir. Fakat iş bununla bitmez ve Kur’ân, insanları,  iç-âlemlerin inşâsı belli bir aşamaya gelince dış-âleme yâni Dünyâ’ya yönlendirir ve dış-âlemi de Allah-merkezli düzenleme ve hâkim kılma emrini verir. Çünkü iç-âlemin inşâsı zâten hep sürecektir. Fakat amaç, sâdece iç-âlemin inşâ edilmesi ve müslümanlaştırılmasıyla bitmemekte ve dış-âlemin yâni Dünyâ’nın da -tüm kâinat gibi- İslâm-merkezli olarak inşâ edilip müslümanlaştırılmasıdır ki bu, “göklerin ve yerin mutlak anlamda Allah’ın hâkimiyetinde olması (tevhid)” demektir. Bu ise “her-şeyi kendi içinde aramak”la olacak iş değildir.

 

Bulunacak olan her-şey insanın içinde bulunamaz. İç-âlem ile dış-âlemin senkronize edilebilmesi için iç-âlemden sonra dış-âlemde de bulunacak olan şeylerin bulunması ve hakkının verilmesi gerekir. Eğer her-şey insanın kendi içinde arayarak bulunacak olsaydı, Perygamberimiz’in Hira’dan çıkmasına gerek kalmazdı ve ne arayacak ve bulacaksa kendi içinde bulurdu. “Ne ararsan kendinde ara, çünkü insan küçük bir kâinattır” diyen bâtınî, mistik, gnostik, Yeni Plâtoncu, tasavvufçu ve alevi kesim, yâni merkeze Allah’ı değil de insanı alanların, dış-âlem yâni Dünyâ ile ilgilenmeyip de sürekli iç-dünyâlarına dönmelerinin nedeni budur. Fakat bu arayış sürecinde ortaya sapkınlıktan başka bir şey çıkmadığı gibi, bu söylemin sâhipleri bir yaraya merhem olabilmiş de değillerdir. Demek ki “her ne arasan kendinde ara” sözü, dış-âlemle bağı kesmekte, bir yaraya da merhem olmayı ve bir dâvâyı sâhiplenmeyi hiç hesâba katmamakta ve istememektedir. Zîrâ onlar kendi iç-âlemlerinde kendilerinden geçmiş durumdadırlar. Üstelik bunu “en doğru ve ideâl İslam-din” düşüncesiyle yapmaktadırlar.

 

Her-şeyi insanın içinde araması düşüncesinin fizîkî olarak da bir karşılığı yoktur ve bu nedenle de sonuçsuz kalır. Çünkü insanın her-şeyi içinde bulması mümkün değildir. Meselâ bu imkânsızlık vitamin-minerâl konusunda böyledir. Meselâ D vitaminini içinizde bulamazsınız, çünkü vücut onu sentezlemez ve mutlakâ dışarıdan (Güneş, vitaminler, yiyecekler) alınması gerekir. O-hâlde “ne ararsan kendinde ara” yada “insan küçük bir kâinattır” sözü çöpe gider. Zîrâ kendi içimizde D vitaminini aradığımızda bulamayız. Buna; A, B12, C, E gibi vitaminler de dâhildir. Vücut bunları ya hiç sentezleyemez yada yeterli oranda sentezleyemez.

 

Hiç-bir şey bir şeyin içinde değildir. Bu din’de bile böyledir. Her-şeyi Kur’ân’da bile bulamazsınız. “Devemin ipi kaybolsa Kur’ân’da ararım” sözü boş laftır. Her-şeyi “ana kitap” olan Levh-i Mahfûz”da bulabilirsiniz ama Kur’ân, insanın iç-âlemini en ideâl hâle getirecek kodlardan başka, Dünyâ’yı İslâm-merkezli olarak inşâ edip, düzenleyip Allah’ın sözünü hâkim kılmak için ihtiyaç duyacağı temel ilkeleri içerir. Tabi Kur’ân, Allah’ın insana göndermiş olduğu en son ve insanın hem iç hem de dış-âlemde en ideâl şekilde yaşayabileceği tüm kodları barındıran tek Kitap’tır. Fakat bu, iğneden-ipliğe kadar her-şeyin Kur’ân’da bulunabileceği anlamına gelmez ki zâten böyle bir şey aramak abestir. Her-şeyin iğneden-ipliğe bulunabileceği tek kitap Levh-i Mahfûz olabilir. O-hâlde her-şeyi insanın kendi içinde araması da boş ve abes bir iştir.

 

Her-şey tümüyle hiç-bir yerde yoktur. Cennet bile kusursuz bir yer olmasına rağmen cennette bile her-şeyi bulamazsınız. Meselâ orada kötülük yoktur, sıcak-soğuk yoktur, açlık-susuzluk vs. olumsuz hiç-bir şey yoktur. Bu bağlamda Allah’ta kötülük bulamazsınız. Zîrâ O salt iyiliktir. O’nun Cebbar, Muntakîm, Kahhâr gibi isimleri de vardır ama bunlar insanların yaptıkları kötülüklerin sonunda devreye girer. Yoksa Allah’ın zulmetmesi ihtimâl dâhilinde bile değildir.

 

“Her-şeyi kendinde ara” sözü, “dışarıda bir şey arama” demektir. Bu ise bâtınî, mistik, gnostik, tasavvûfî bir söylemdir. Bu söz, dışarıda; Allah, âhiret, gayb, melek, şeytan, peygamber, vahiy, din vs. gibi şeylerin de aranmamasını gerektirir. Çünkü ne de olsa her-şeyi kendi içinde aramak durumu vardır. “Her-şeyi kendi içinde ara” sözü, dışarıdan bir şeye ihtiyâcın yok demektir ki buna Allah, âhiret, gayb, melek, şeytan, peygamber, vahiy, din de dâhildir. Bu yüzden bu sözü baş-tâcı edenlerin büyük çoğunluğu, bu gaybî konuları kabûl etmezler de onu -güyâ- kendi içlerinde bulurlar. Zâten vahdet-i vücut sapkın inancına göre kâinâtın kendisi -hâşâ- bizzat Allah’tır ve insan da -sözde- küçük bir kâinat olduğu için, Allah da insanın kendisidir. Zâten bu nedenle Allah’ı içinde arar ve bulur!).

 

Hâlbuki insanlara maddî anlamda her-şey dışarıdan gelir. Hava, su, yiyecek, içecek, giyecek, ısı, ışık vs. hep dışarıdandır. Aslında mânevî şeyler de dışarıdan gelir. Meselâ vahiy dışarıdan bir yerlerden gelir. “Vahiy insanın kendi içinden kendine gelir” lafı boş zırvalıktır. Bunların içimizde aramak ve bulmak ancak aşırı ve alâkasız yorumlarla mümkün olabilir. Yâni içimizde, ancak dışarıdakini yorumlamakla bulabiliriz. Zâten dışı da içe göre yorumlayanlar, ancak bundan sonra, “dışarıdakinin içimizde de olduğunu” söylerler. Yâni ilk önce dış-dünyâ gözlemlenip yorumlanmadan, gözlemlenenlerin insanın içinde olduğu söylenemez.

 

İnsanın içinde potansiyel olarak İslâm’a meyil vardır ve insan bu nedenle her-şeyi İslâm ile meczetmelidir. Çünkü insan İslâm fıtratı ile yaratılmıştır. O-hâlde insan her-şeyi İslâm’a uygun olarak idrâk edebilir ve bu idrâk ile İslâm’ı iç-âlemden sonra dış-âleme de hâkim kılmalıdır.

 

Her-şeyi kendi içinizde aradığınızda, dışarıdan hiç-bir şeye ihtiyacınız kalmaz ve böyle olunca da dışarıyı yâni varlığı inkâr etmeye başlarsınız. Tasavvufta İbn-i Arâbi, felsefede ise Berkeley bunu söyler. “Bir dış-gerçeklik yoktur” derler. Bir dış-gerçeklik yâni yaratılmış bir varlık olmayınca ise, aranacak olanlar da mecbûren iç-âlemde yâni kendi içinde aranacaktır. Bir şey kendi içinde arandığında ise -aşırı ve zorlama yorumlarla- her-şeyi bulmak mümkün olacaktır. En azından her-şeyi kendi içinde arayanlar istedikleri her-şeyi bulduklarını zannedeceklerdir. Bu zannın en kötüsü ise, âhireti, gaybı, melekleri, cenneti, vahyi, peygamberi ve en nihâyet Allah’ı da kendi içlerinde bulacaklar ve sonuçta da kendi içleri bizzat “kendileri” olduğu için, kendilerine yine kendilerinden olmak üzere “tecelli” adı altında vahiy geldiğinden, peygamber ve hattâ Allah olduklarından bahsetmeye başlayacaklardır. Bu ise, iç-âlemden sonra dış-âleme de yönelmeye engel olacaktır. Tasavvufta ve bâtınîlikte Dünyâ ile ilgilenmemenin bir nedeni de budur. Fakat aslında bu sapkın durum, Allah’ın emrine gereğince, iç-âlemden sonra dış-âlemi de İslâmlaştırmamanın bir cezâsı olarak böyledir.

 

Peygamberimiz “ilim Çin’de bile olsa gidin” der. Oysa “her-şeyi kendinde ara” diyenlere göre bu söz “ilmi içinde ara” şeklinde olması gerekirdi. Fakat Peygamberimiz böyle dememiştir. Eğer her-şey gibi ilim de kişinin içinde aranıp bulunacak bir şey olsaydı, Peygamberimiz de ilmi Çin’de değil, içinde ara derdi.

 

Hacı Bektaş Veli, Hümanizm bağlamında şöyle der: “Harâret nardadır, sacda değil; kerâmet baştadır, tacda değil. Her ne ararsan kendinde ara, Kudüs’de Mekke’de Hac’da değil”. Fakat aranması gereken şey “kaybedilen” şeydir. Bir şeyi arıyorsak kaybettiğimiz içindir. Kaybedileni ise kaybedilen yerde aramak gerekir. Biz Kudüs’ümüzü ve Mekke’mizi kaybettik, bunları kaybedince iç-âlemimiz de dâhil her-şeyimizi kaybettik. Bunları elbette yine kaybettiğimiz yerde arayacağız. Tabî ki bu aramayı yapmak için ilk önce iç-âlemlerimizi düzenlemek şarttır.   

 

“Ne ararsan kendinde ara” sözü hümanist bir sözdür. Hümanizm ise Allah-merkezlilik yerine insanı merkeze almak demektir. Hümanizm, “insana tapma dîni”dir. Bedelini ödemeyi göze almadıkları için dışarıda vahyi, peygamberi, dîni, âhireti, cenneti, gaybı ve Allah’ı bulamayanlar, bunları kendi içlerinde aramaya kalkmışlar ve bulduklarında aradıkları her-şeyin kendileri olduğunu zannetmişlerdir ve zannetmektedirler. Oysa bunlar gaybî konulardır ve gayb, aramanın ve bulmanın değil, îman etmenin ve bu îmâna göre sâlih amel ve eylemde bulunmanın konusudur. İşte o îmandır kişiyi iç-âleminden sonra dış-âleme de yönelten..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2022

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder