“Gökte olanın sizi yere geçirmeyeceğinden emin
misiniz?. Bir bakmışsınız ki, o (yeryüzü) sallanıp-çalkalanmaktadır” (Mülk 16).
Deizm, lâiklik ve demokrasi, Allah’ı -güyâ- “göklere
hapsetmek”tir. İnsanlık târihi; kâfir ve müşriklerin, Allah’ı göklere hapsetmek
istemesi, mü’minlerin ise “O’nu göklerin ve yerin Rabbi kılmak” çabasının
târihi ve mücâdelesidir. Kâbil deistti, ondan sonra günümüze kadar gelen
müşrikler deistti. Tüm peygamberlerin gönderildiği toplumlar deistti, yâni Allah’ı
göklere hapsediyorlar ve O’na sâdece göklerin işlerini veriyorlar, yeryüzünde
ise işleri dîne göre değil, nefislerine göre düzenliyor ve yönetiyorlardı. Böylece
yeryüzü ilahlığını uhdelerine alıyorlardı. Bu durum hâlen aynı şekilde devâm
etmektedir. Tabi bunu, şeytanın fısıldaması ve nefislerinin arzuları
doğrultusunda yapıyorlardı. Çünkü “Allah’a göre” olmadığında mutlakâ şeytana ve
nefse göre olur.
Baştaki âyet, “gökte olan” Allah’ın yeryüzündeki insana
seslenişinden bahsediyor ve zımnen; “siz Ben’i göklere hapsetmek istiyorsunuz
ama sizi yerin dibine geçirmeyeceğimden emin olamazsınız” diyor. Böylece Allah’ın
“sâdece göklerin ilahı” olmadığı, sâdece göklerle ilgilenmediği, bilakis,
yerlerin, göklerin tüm âlemlerin rabbi olduğu söyleniyor. Allah’ın ilahlığı
belki gök-merkezliymiş gibi gözüküyor olabilir, fakat bu, Allah’ın her-şeyi
yarattıktan sonra “yönetim tahtı” olan arşa kurularak tüm âlemi ve insanı
oradan yönetmesi anlamındadır.
Tevhid; Allah’ın göklerde
İlah olduğu gibi, yeryüzünde de İlah olarak kabûl edilmesi ve göklerde olduğu
gibi yeryüzünde de sâdece O’nun yasalarıyla hükmedilmesidir. Kânun ve kurallar,
emirler ve nehiyler sâdece O’nun indirdiği vahye ve vahye göre ortaya konulan
Peygamber örnekliğine yâni Sünnet’e göre olmalıdır. Çünkü Dünyâ’da düzen ancak
bu şekilde sağlanabilir ve göklerdeki nizâmın aynısı ve benzeri ancak bu
şekilde kurulabilir. Tevhid; “göklerdeki düzenin aynısını yeryüzünde de kurmak
için ‘sâdece Allah’ın kânunlarına sarılmak” demektir. Tevhid; “Allah’ın
kânunlarının gökte mutlak hâkim olduğu gibi, yeryüzünde de mutlak hâkim olması”
demektir. Çünkü gökte “şirk” olmaz. Zîrâ orada “sâdece Allah’ın dediği” olur. Şirk
ise, Allah’a; “sâdece göklerin yönetiminde ortak koşmak” demek değildir,
“yeryüzünün yönetiminde de ortak koşmak” demektir. Şirk, göğün ekmeğini yiyip
de yeryüzünde ilahlık taslamaktır. Şirk, Allah’ı göklere hapsetmek çabasının
adıdır.
İnsanların Allah’ı göklere
hapsetmek istemesinin ve göklerin yönetimini (mecbûren) Allah’a vermesinin nedeni,
hem gökleri düzenlemeye-yönetmeye güçlerini yetmeyeceği ve “gökleri biz yönetiyoruz”
diyecek bir durumun olmaması, hem de Dünyâ’da yönetim alanının kendilerine kalması
ve böylece nefislerine-çıkarlarına tam uygun olarak istedikleri gibi kânunlar-kurallar
ve de yaşam-biçimleri ortaya çıkarmak, böylece arzularını yerine getirerek
tatmin olmak istemeleri nedeniyledir. Lâkin Allah ilahlığını hiç kimseye geçici
bir süreliğine olsa bile vermez ve buna yeltenenleri Dünyâ’da rezil ettiği
gibi, âhirette de ağır cehennem azâbı ile cezâlandırır. Çünkü Allah’ın kudreti
sonsuzdur ve gücü sâdece gökleri yönetmekle sınırlı değildir. Sonsuz kudret
sâhibi olan Allah elbette hiç-bir istisnâ kalmamak üzere tüm âlemlerin Rabbidir
ve bu hakîkati -imtihanın bir gereği olarak- insanın eliyle göstermek ve ortaya
koymak istemektedir. Bir yazıda konuyla ilgili olarak şunlar söylenir:
“Allah’ın gücü ve kudreti yalnızca
meta-fizik âlemle sınırlı değildir yada Allah yalnızca evreni ve insanı yaratan
ve düzenleyen ve sonra aşkınlığından dolayı kendi köşesine çekilen bir üstün
varlık değildir. Aynı-zamanda O her-şeye hâkim olan, koruyan, gözeten, doğru ve
yanlış konusunda insanları uyaran ve herkesi yaptıklarından hesâba çekecek
olandır. O, kulların üstünde yegâne Hâkim’dir. İslâm’ın tevhit akîdesine göre
Allah, mutlak aşkınlığı ve üstünlüğü ile birlikte varlık âleminden elini-eteğini
çekmiş bir üstün varlık değildir. O, yarattığı şeye düzen veren ve koruyandır;
gönderdiği elçiler, ilâhî mesajlar ve sık-sık insanlığa yönelik uyarılarıyla târihe
müdâhale eden bir güçtür. Dolayısıyla o, deistlerin evreni yaratıp düzene soktuktan
sonra köşesine çekilmiş olan tanrılarından farklıdır. Nitekim Kur’ân, Allah’ın,
yarattığı ve aracılarla doğruyu öğrettiği insanı yapıp-ettiklerinden hesâba
çekecek olan olduğuna dikkat çeker. Dolayısıyla insan yeryüzünde bir başına,
sorumsuz değildir. Allah, gnostiklerin yalnızca gizemli/ne olduğu -âdetâ-
belirsiz bir hikmet bilgisiyle bilebildikleri tanrısından, agnostiklerin
bilinemeyen tanrılarından da farklıdır. Bütün bunlar bir tarafa O, kendisinden
başka hiç-bir üstün güç olmayan, eşsiz ve benzersiz ilahtır. Buna göre Allah
yalnızca yaratma, öldürme, yargılama ve bağışlama gibi konularda değil, rızk verme
ve hükümran olma gibi konularda da mutlak üstün güçtür. Allah’ın tek ilah
olarak kabûl edilmesi, hemen her konuda Allah’ın kişinin yaşamına egemen olması
yada kişinin yaşamını yönlendiren tek merkezin veyâ gücün Allah olmasıdır”.
Matta İncili 6:9-13’te “Rab duâsı”nda şöyle denir: “Göklerde
olan Babamız, adın yüceltilsin. Hükümranlığın gelsin. Göklerde olduğu gibi
yeryüzünde de senin isteğin olsun. Günlük ekmeğimizi bugün de bize ver. Bize
kötülük edenleri bağışladığımız gibi, Sen de bizim suçlarımızı bağışla. Bizi
günah işlemekten koru ve kötülüklerden kurtar/uzak tut (Amin)”. Tahrifin
sonucunda ortaya çıkan -sözde- İncil metinlerinde, “Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya,
Sezar’ın hakkını Sezar’a” veren Hristiyanlık, böylece lâikliğe uygun bir söz
ortaya koyarak Tanrı’yı “göklerin tanrısı” yapmış gibi görünür. Fakat Tanrı’nın
hükümranlığı sözünden “sâdece göklerin hükümranlığı”nı anlayanlar ve anlamak
isteyenler olduğu gibi, “göklerin ve yerin birlikte hükümranlığı” şeklinde
anlayanlar da vardır ki doğrusu da budur. Hz. Îsâ’nın bahsettiği ve kastettiği
hükümranlık budur. Zâten tüm peygamberler bunu söylemişler ve bunun
mücâdelesini vermişlerdir. Çünkü İslâm, “kâlp” ile iç-âlemleri, “devlet” ile de
dış-âlemi inşâ edip yönetmek ve böylece tevhidi hâkim kılmak hedefi olan dindir
ki bu din “tek hak din” olan İslâm’dır. Bu nedenle İslâm’da, kâlplerini vahiy
ile inşâ eden ve liyâkatlerini gösterenlerin bir İslâm toplumu ve devleti
kurmaları emredilir:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa,
onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler
ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr
55).
Zâten tüm peygamberlerin hedefi ve amacı budur ve
bunun için çalışmışlardır. Kimisi bunu başarabilmiş, kimisi ise bu uğurda tüm
gayretiyle cihad ederek bu yolda olmuş ve bu yolda ölmüştür:
“Allah, dinden
Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı)
ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz
kıldığımız) ‘Allah’ın dînini hayâta
egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin’ direktifini sizin için bir ‘hayat düsturu’
olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak
koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine
yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).
Hz. Mûsâ’nın peygamberliği döneminde de; îtikât,
ibâdet, ahlâk ve hukukla ilgili kurallar belirlendi. Ayrıca, İsrâiloğulları
kutsal topraklara yerleştikleri zaman kurulacak devletin yapısı da tâyin
edildi. Bu böyledir, böyle olmak zorundadır. Zîrâ bir devlet olmadığında
İslâm’ın hükümlerinin yarısı uygulanacak bir alan bulamaz.
Peygamberimiz’in güzel örnekliğine
baktığımızda da, o’nun, Kur’ân ile sâdece iç-âlemleri inşâ edip nurlandırmakla
ve göğe yönelip duâ ederek şükretmekle değil, iç-âlemleri inşâ ettikten sonra
yeryüzünü de Allah’ın emrettiği şekilde Kur’ân-merkezli olarak inşâ edip tam da
Allah’ın göklerde kurduğu düzen gibi bir düzeni yeryüzünde kurmak için
görevlendirilmiş olduğunu görürüz. İslâm budur, tevhid budur ki, tevhid; “yeryüzünde
de aynen göklerde olduğu gibi Allah-merkezli bir düzenin kurulması”dır. Böylece
tevhid gerçekleşmiş ve Allah “âlemlerin Rabbi” olmuş olur. O hâlde İslâm’ı,
sâdece mâneviyata indirgemek ve “gök-dîni” olarak görmek yanlıştır. İslâm, iç
ve dış-âlemleri birlikte düzene sokmak için gönderilmiş bir din olduğu gibi, Peygamberimiz
de bunu pratik olarak gerçekleştirmek için gönderilmiştir. Hz. Muhammed hem
peygamber hem de devlet başkanıdır. Hem iç-âlemleri, hem de dış-âlemi nizâma
sokmak için Allah’ın kendisine indirdiği vahiyleri tebliğ eder ve vahiylere
göre bir örneklik ortaya koyar.
Türklerin lâikliğe ve demokrasiye
olan bağlılığının arka-plânında “Gök Tanrı” inancı vardır. Gök Tanrı, “sâdece
göklerin Tanrısı”dır. Lâiklik ve demokrasiyi bu nedenle çok çabuk benimsiyorlar.
Lâiklik, “Allah’ı göklere hapsetmek” demektir. Gerçi Allah’a göklerde bile
katlanamazlar ve zihinlerden de silmek isterler. Allah’ı “gök-tengri” olarak göklere
hapsedince, yeryüzünü ise, sonu “han”, “kan”, “ğan” gibi ekler alan “yer
tanrıları” yönlendirip yönetir ve gökleri “gök-tengri” yönetirken, yeryüzünde
ise onların sözü geçer. Böylece yönetim, Tanrı ile hükümdarlar arasında
bölüşülmüş olur ve çok kesin ve net bir şirk-küfür ortaya çıkmış olur. Türkler
bu düzeni İslâm-öncesi dönemden bêri benimsemiştir. Hükümdarlarına, lîderlerine
ve “ata”larına bağlılıkları bu nedenledir. Bu nedenle göğe yönelerek duâ
ederler ama yeryüzünde “ata”larının ve lîderlerinin dediklerine göre hareket
ederler. Lâiklik budur, Deizm budur ve “Allah’ı göklere hapsetmek” işte budur.
Dünyâ’nın konumunun mükemmelliği,
tüm kâinâtın konumunun mükemmelliğinden iki kat daha fazladır. Çünkü Allah
gökleri iki günde düzenlerken, yeri ise dört günde düzenlemiştir. Yâni yere
ayrıca bir önem vermiştir. Çünkü insanın serüveni yeryüzünde geçmektedir. İnsan
tüm kâinâtı yeryüzünden bakarak anlamlandırmakla, kâinâtın düzenini Dünyâ’dan
bakarak görmekle ve kendisine emredildiği gibi Dünyâ’yı da göklerdeki bu düzene
bakarak düzenlemekle görevlidir.
Allah aslâ kâinâtı, Dünyâ’yı
ve insanı yaratıp da bırakıp gitmemiştir. Tüm kâinâtı “ol” demsiyle bir-anda
yaratmış ve sonra da yönetim makâmı olan arşa kurulmuştur. İğneden-ipliğe her-şeyi
buradan kontrôl etmekte, düzenlemekte ve yönetmektedir. İmtihandan ve insana
verdiği irâdeden dolayı yeryüzünün düzenlemesini, indirdiği vahiyler ve gönderdiği
peygamberlerin örnekliğine göre yapılması işini insana bırakmıştır. Zâten “imtihan”
budur ve insanın bunu yapıp-yapmayacağı yada bu uğurda çalışıp-çalışmayacağı
onun inancını ve samîmiyeti gösterecek ve notu buna göre verilecektir.
Ne
ilginçtir ki insan göklere bakarak hem göklerde hem de yeryüzünde yâni her
yerde olan Allah’ı bulur. Zîrâ aslında gökler ve yer ayrımı bir noktadan sonra
kaybolur. Yeryüzü de bir noktadan sonra “gök”tür. Ay’dan bakıldığında Dünyâ “gök”tür.
Bu yüzden Allah’ın göklerde olması, aynı-zamanda Dünyâ’da da olması demektir.
Tabi “Allah’ın her yerde olması” demek, O’nun zâtıyla değil, “yaratma
sanatıyla, yasalarıyla ve yönetmesiyle her yerde olması” demektir. Zîrâ tüm
kâinât fânîdir ve Bâkî olan Allah’ın zâtıyla yâni mutlak varlığı ile fânî olan
bir yerde bulunması absürd olur. Çünkü fânî olan âlem yıkılıp gittiğinde,
mutlak varlığı ile fânî âlemin içinde olan Allah’ın da -hâşâ- yıkılıp gitmesi
söz-konusu olur. Böyle bir şey elbette mümkün değildir.
Evet,
işte bu nedenle kudreti sonsuz, âlemlerin tek Rabbi olan Allah’ın göklere
hapsedilmesi falan söz-konusu değildir. Yazı boyunca biz hapsetmeyi mecâzi
anlamda kullandık. “Allah’ın kânunlarının ve yönetmesinin Dünyâ’da yürürlükte
olmasına izin vermeme” anlamında kullandık. Yoksa Allah’ı göklere yada başka
bir yere hapsetmeye hiç kimsenin; hattâ somut ve soyut tüm varlık bir-araya
gelse bile yine de gücü yetmez. Böyle bir kıyaslama yapmak bile uygun değildir.
Allah hiç-bir yere hapsedilemeyeceği gibi, tam-tersine; Allah bizi hapseder.
Allah lâyık bulduklarını Dünyâ’da güzelliklerle, âhirette ise cennetle ödüllendirip
sevindirirken, Kendisini göklere hapsetmek isteyenleri ise Dünyâ’da kendi zindanlarına,
âhirette ise sonsuza kadar cehenneme hapseder. Bu ne kötü bir “son durak”tır.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2020