19 Şubat 2016 Cuma
Sistem-İçi Söyleme Mahkûm Olmak
Muhâfazakâr İslâm’cılık Siyâsal İslâm’cılık
İslâm’ın-müslümanların
cihangir devleti olan Osmanlı’nın yıkılmaya yüz tutmasıyla birlikte, kötü durumu
tersine çevirerek yeniden İslâm’ın hâkim olması için başlatılan “İslâm’cılık”
düşüncesi, 20. yy. boyunca çeşitli yorumlara ve eylemlere konu oldu. Bu süreç
boyunca İslâm’cılık fikirsel ve eylemsel olarak önemli kazanımlar elde etti
fakat hem batı’nın yeni düşünceleri-ideolojileri ve teknolojileri, hem de
farklı görüşleri nedeniyle destekten mahrum kalmaları netîcesinde İslâm’i
hareketler -Îran İslâm Devrimi örneği hâriç- siyâsi anlamda hâkim duruma
gelemediler. Îran İslâm Devrimi’ni ise zamanla oluşan mezhep taassubu nedeniyle
konuşamadık ve örnek gösteremedik. Dış güçlerin, afallamalarına neden olan bu
devrimi çeşitli şekillerde blôke etme siyâsetleri, devrimin diğer müslüman
ülkelere de sirâyet edip “yeni devrimler” olmasını önledi. Sovyet bloğunun
zayıflayıp yıkılmasıyla birlikte bâzı İslâm’cılar, “vahiy-merkezli siyâsi hâkimiyet”
fikrinden koparak muhâfazakârlaştı ve bir-süredir batı paradigması hayrânı olan
İslâm’cılar, dış güçlerin Yeni Dünyâ Düzeni çerçevesinde desteklendi ve muhâfazakâr
İslâm’cılık yükselişe(!) geçti.
Evet; iki çeşit İslâm’cılık
vardır: Siyâsal İslâm’cılık ve Muhâfazakâr İslâm’cılık. Siyâsal İslâm’cılık,
vahiy-merkezli bir devlet kurarak, Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak için,
“yeniden hak düzeni meydana çıkarmak” ve “herkes için” olan gerçek adâletin
meydana çıkmasına yönelik olan İslâm’cılıktır. Muhâfazakâr İslâm’cılık ise,
bâtıl batı paradigmasının etkisinde kalan ve bu paradigma (sistem) içinde kalarak
İslâm’ı yaşamak isteyen muhâfazakâr İslâm’cılıktır ki böyle bir şey istemek
samîmi bir müslümanlık değildir ve batı paradigması düşüncesi merkezli bir
İslâm’cılık, mecbûren “sınırlı bir İslâm” olacağından, Kur’ân bu tarz
düşünceleri “azap nedeni” olarak görür:
“Sonra
(yine) siz, bir-birinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor
ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak
geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram
kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı
ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık
olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına
uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara
85).
Evet; muhâfazakâr
İslâm’cılıkta, yâni batılı zihniyetten en azından teknoloji-ideoloji anlamında
ayrılmadan oluşturulacağı sanılan İslâm’cılıkta, Kur’ân’ın tamâmı hayatta hâkim
kılınamaz, hattâ görünür bile kılınamaz. Hattâ ve hattâ laik-seküler batılı
ideolojilerle barışık muhâfazakâr İslâm’cılık anlayışı ile oluşturulacak bir
siyâsette müslümanlar, Kur’ân’ın fıkhı ile amel edilmesini teklif bile edemezler.
Zâten Türkiye anayasasının 24. maddesinde: “Kimse, Devletin sosyâl,
ekonomik, siyâsi veya hukûki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına
dayandırma veya siyâsi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her
ne sûretle olursa-olsun, dîni veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan
şeyleri istismâr edemez ve kötüye kullanamaz” denir. Laik ve seküler düşünceye
göre din=istismâr düşüncesi hâkim olduğundan dolayı, maddeciler din deyince
“istismâr” anlıyor. Bu anlayış, “dînin devlete karışmaması” düşüncesini
öngörüyor. İşte siyâsal İslâm diye adlandırdığımız İslâm’cılık bunu zinhar
kabûl etmeyen bir İslâm’cılık iken; muhâfazakâr olan “layt-ılımlı İslâm’cılık”
ise, İslâm’la, Kur’ân’la bire-bir zıt olan bu düşünceyi baş-tâcı yapıp akide unsuru
hâline bile getirebilen bir “sözde İslâm’cılık” şeklidir.
Gerçi artık, bir zamanlar
siyâseti ele geçirme hayâlini kuran muhâfazakâr İslâm’cılar, siyâseti güyâ ele
geçirmelerinden sonra “İslâm kişiseldir, devlet laiktir” düşüncesini, inanarak
ve savunarak İslâm’i anlamda anlaşılamayacak bir düşünce ve inanç içerisine
girmişlerdir. Böylelikle İslâm hayattan da uzaklaştırılmış ve sâdece
şekle-görünüme indirgenmiştir. Muhâfazakâr İslâm’cılar devlete-siyâsete aslında
İslâm’i anlamda sâhip olmamışlardır. Sâdece “seküler anlamda” sâhip olmuşlardır
ya da muhâfazakârlara bu doğrultuda görev verilmiştir. Çünkü “değiştirilemez
maddeler” aynı şekilde orada duruyor ve Kemalist devrimin maddeleri aynen
geçerlidir. Yâni İslâm’i anlamda değişen bir şey olmamıştır. İslâm-dışı=bâtıl
bir ideolojiyi müslüman olan ya da namaz kılanların yönetmesiyle, gayr-i müslim
ya da ateist olanların yönetmesi arasında fark yoktur. Yine
seküler-laik-kapitâlist-liberâl düzen devâm etmektedir zîrâ. Zâten küresel
emperyâlizm ve tağutizm onlara ancak bu koşullarda bir siyâsi iş-başılık görevi
vermiştir. Küresellik kapsamında böyle bir yapılanma işlerine geliyor zîrâ.
Yeni Dünyâ Düzeni’nde böyle bir yapıya ihtiyaç vardı ve oluşturuldu. İşte bir “izin”
kapsamında iş-başına geçirilen muhâfazakâr sözde İslâm’cılar, bu nedenlerle
İslâm’i anlamda bir “değişiklik” yapamazlar ve zâten artık böyle bir düşünceleri
kalmamıştır ve hattâ bu tür düşüncelere düşmanlık derecesinde karşı olmuş durumdadırlar.
Bu muhâfazakârların “İslâm’ı yeniden diriltip hayâta hâkim kılma” düşünceleri
yoktur. Ali Bal:
“Müslüman toplum, 90’lı yıllara gelinceye kadar İslâm
karşıtı güçlerin, İslâm’ı câmiye, dört duvar arasına hapseden, onu siyâsal ve
kamusal alandan süren, dîni mistik-ruhsal bir tatmine indirgeyen ideolojik operasyonuna
ilâveten, dindar kesimin kendi içinden çıkan ve İslâm’ın siyâsal içeriğini
boşaltarak devletsiz bir İslâm algısını ön-plâna çıkaran yeni bir zihinsel ve
siyâsal ifsad-dalgası ile karşı-karşıya kalmıştır. Bu-gün iktidar koltuğunda
oturan İslâm’cılık işte böyle bir İslâm’cılıktır. Bu bakımdan bizim sözünü
ettiğimiz İslâm Devleti tezini, içi boşaltılmış, “İslâm’sız İslâm’cılık”la
karıştırmamak gerekir. Hâl-i hazırdaki -hâkim- İslâm’cılık anlayışı, fıskın ve
fesadın önünü kesmek, servetin ezilen sınıf aleyhine zengin sınıfın elinde
yığılmasını önlemek, herhangi bir tağûtî gücün tahakkümüne rızâ göstermemek,
küresel hegemonyanın siyâsî, iktisâdî ve askerî paktlarına dâhil olmamak gibi
İslâm’î erdemlerden ferâgat ederek -küresel güçlerin göz yumması sonucu-
iktidar olmuş bir İslâm’cılıktır. Her-şeyden önce bu “İslâm’sız İslâm’cılık”la,
İslâm’ın mazlumdan, ezilenden yana olma ve küresel hegemonyayla uzlaşmama
esasına dayalı İslâm’cılığı kesin olarak bir-birinden ayırmak gerekir” der.
İslâm özünde radikâldir. Bir
kesinlik ifâde eder. Muhâfazakâr İslâm’cılık ise radikâl İslâm’cılık değildir,
“göreceli bir İslâm’cılık”tır ki böyle bir İslâm’cılıktan bahsedilemez aslında.
İslâm’cılık radikâl olmalıdır. Atasoy Müftüoğlu:
“İslâm’cılık hakkında, kolonyalist akla/mantığa dayalı
yorumlar yapanlarla, İslâm’i bir vâroluş tasavvur edilemez. Çıkarcılığa
dönüştürülmüş ve kurumsallaştırılmış dindarlık biçimlerinin İslâm’cılığı
yargılamaya hakları yoktur. Bütün boyutlarıyla bilincinde olmadığımız, ahlâkî
sorumluluğunu üstlenemediğimiz tartışmalara katılmamalıyız. İslâm’i vâroluş bu-günün
dünyâsında ancak radikâl olmakla mümkündür. Zâten İslâm’cılık demek, İslâm’ın
bir “özne” olmasını sağlama mücâdelesi demektir. İslâm’ı sâdece politik bağlama
hapsetmekle alâkası yoktur. O bir bütünlüğün ifâdesidir ve bu bütünlüğü yeniden
hayâta kazandırma mücâdelesinin adıdır. Radikâl olmak büyük bir mazhâriyettir. Ilımlı olmak
ise tanımı olmayan bir çürümeye mahkûm olmak demektir” der.
Muhâfazakâr İslâm’cılıkta
Kur’ân yerine İslâm ve Kur’ân dışı felsefe-din olan tasavvuf ve tasavvuf
büyükleri el üstünde tutulur, târikatlar ve târikat büyükleri örnek alınır. Bu
kurumların ve kişilerin Kur’ân’a bire-bir aykırı düşünce ve sözleri es geçilir
ki muhâfazakâr İslâm’cılık, bu nedenle İslâm’ın özüne de vâkıf değildir ve “indirilmiş
din” yerine “uydurulmuş din”in tarafında yer alır ve ona göre söylemde bulunurlar.
Böyle olması işlerine-çıkarlarına öyle geldiği içindir, zâten küresel tağutlar
onların bu yönde bir seyir izlemelerini emretmektedir ve zâten buna meyyâl
olmaları nedeniyle “yol” verilmiştir onlara.
Muhâfazakâr İslâm’cılar,
siyâsi İslâm’cıları sürekli kötülerler ve sürekli olarak hakaret ederler.
Aslında onlarla söz düellosuna girebilecek çapları yoktur. Çünkü siyâsal
İslâm’cılar Kur’ân-merkezli bir düşünüşe sâhiptirler ki karşı tarafın buna
üstün çıkması söz-konusu olamaz. Muhâfazakâr İslâm’cılar, makam-mevki sâhibi
oldukları için kendilerini üstün gibi gösterirler sâdece. Türkiye’de muhâfazakâr
milliyetçi İslâm’cılığın temsilcilerinden biri olan Necip Fâzıl’ın; siyâsi İslâm’cılığın
temsilcilerinden olan Mevdudi’ye “merdûdi” diyerek onun hakkında şunları
söyler:
“Mevdûdî “İslâm’da İhyâ
Hareketleri” adlı eserinde dar ve kuru aklı biricik metot olarak kullanıyor, bu
metodun baş temsilcisi İbn-i Teymiyye’yi göklere çıkarıyor, İmâm-ı Rabbânî
Hazretleri gibi beyninin her zerresi güneş bir iç ve dış kahramanını yalnız dış
cephesiyle ele alıp içini görmemezlikten geliyor. Böylece tasavvufu, yâni kâinâtın
Efendisi’nin “bâtın nûru”nu inkâr etmiş oluyor. Bende el-yazısı mevcut bir
şehâdete göre de, bizzat bu şâhidin “mezhebiniz nedir?” sualine “mezhebim yok”
cevâbını veren sapık..”.
Şehit Seyyid Kutup için de:
“Seyyid Kutup ise,
Mısır’da önce sosyâlist fikirlerini yaydı, sonra din-adamı şekline girerek eski
Kâhire müftüsü ve mason locası başkanı olan Abduh’un “dinde reformist” yolunu
tuttu. Bütün kitaplarında olduğu gibi, tefsirinin birinci cildinde cihâdın bir
kısmını kabûl, esas kısmını ise reddeder. Fikirleri sağlam değildir. Kendisinden
af dilemesini isteyen yakışıklı orangotan maymunu Nâsır’a “Bir mü’min bir
münâfıktan af dilemez” cevâbını veren ve kahramanca ölmeyi bilen bu zatı “sahte
kahramanlar konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan
gördüm ki Seyyid Kutup bir İbn-i Teymiyye meddahıdır. Ve kellesini kaptırdığı
sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman’a adâletsizlik isnât eden ve dil
uzatan bir bedbahttır. Îdam edilmeden önce bu sapıklıklardan istiğfar ettiğini
söyleyenler oldu. Eğer öyle ise tam kahraman ve şehit… Değilse mücâdelesi
kâfire karşı bir sanığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı”.
Seyyid Kutub ve Mevdûdi ile
kıyaslamayı bile ayıp saydığımız bu muhâfazakâr İslâm’cı şâir, muhâfazakâr
İslâm’cıların pirlerinden biridir.
Yine, şâirliğine laf edemeyeceğimiz
Mehmet Akif Ersoy da, “Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” söylemiyle, tam da
muhâfazakâr İslâm’cıların istediği şekilde, asrın seküler idrâkini
özneleştirirken, Kur’ân’ı o idrâke bağlayarak nesneleştiren bir söz
söylemiştir. Böylece asrın idrâki merkezli bir anlayışa katkı yapmıştır. (Belki
sonradan pişman olmuştur). Genelde şâirlerin siyâsi düşünceleri nedense
konjonktürel oluyor.
Kelim Sıddîki şunları
söyler:
“İslâm, Dünyâ’daki bütün büyük dinler arasında en “siyâsi”
olanıdır. İslâm ilk yıllarında öyle bir siyâsi platform oluşturmuştu ki,
buradan müslümanlar; büyük devletler, imparatorluklar ve bir dünyâ-medeniyeti
ve kültürünün kurucusu olarak kendilerine evrensel bir rôl biçmişlerdi.
Acaba nasıl olmuştur da Muhammed’i mürşid edinenler pratikte sekülarizmi
ideâl edinmiş, hristiyanlık sonrası modernizme boyun eğmiş, onu
benimsemişlerdir?. Bunun muhtemel (akla çok yakın
gelen) bir cevâbı batı’da kilise sonrası üretilen bilginin İslâm’la çelişir gibi
durmayışıdır. Belki de dünyâ-coğrafyasının dört yanında birden ortaya çıkan
modernist müslüman topluluğunun başlıca hikmet-i vücûdu budur!...
Mısır’da Seyyid Kutub ve arkadaşlarının îdâmı ve İhvan’ın uluslararası İslâm
kanadının yok edilmesi, Suudi Arabistan etkisinin evrensel İslâm’ı hükmü altına
almasıyla sonuçlandı. Önce Nasır’dan kaçanları himâye ettiler. Onlar artık İslâm
âlimi (İslâm’cı) idiler, maaşlı idiler ve emniyetteydiler. Altmışlı yılların
sonlarından îtibâren bunlar Cemaati İslâmi’den iltihâklarla da güçlenerek
dışarı çıktılar ve bütün dünyâ-ülkelerinde İslâm’ı pro-Saudi (Suud Yanlısı) bir
mecrâya oturtmaya, İslâm’ı o yönde ve özellikle Avrupa ve ABD’de örgütlemeye
başladılar. Ve Seyyid Kutub’un “Amerikan İslâm’ı” dediği İslâm doğdu”.
Muhâfazakâr İslam’cıların milliyetçilik
ve mezhepçilik merkezinde düşünüşleri vardır. Onlar için İslâm’dan-Kur’ân’dan
önce milliyetçilik ve örf gelir. Zâten bu kesim Osmanlı’nın bir bakiyesidir ve
son zamanlarda “Osmanlı’yı diriltmek”ten bahsediliyor. Osmanlı bilindiği gibi,
“İslâm-merkezli”likten ziyâde “örf-merkezli”ydi ve Osmanlı, İslâm’dan önce “örfe
göre şekil alan” bir devletti. Gerçi Osmanlı gayr-i İslâm’i devletin
paradigmalarına îtibar etmezdi 19. yüzyıla kadar. İşte muhâfazakâr İslâm’cılık
da İslâm’a aykırı olmasına rağmen, İslâm’dan-Kur’ân’dan önce, “milli,
reel-politik ve milliyetçilik” merkezinde, mezhep-tasavvuf-târikat düşüncesiyle
ve ilişkileriyle biçimlemiş bir düşüncesi vardır. Muhâfazakâr İslâm’cılar “sağcı
lîderci”dirler ve buna aşırı bağlıdırlar. Bu nedenle de adâleti tam olarak yerine
getirmeleri söz-konusu olmaz. Yine muhâfazakâr İslâm’cılar haksız da olsa “güçten”
yanadırlar ve “sözün gücünü” değil, “gücün sözünü” dinlerler. Hattâ o merkezde
bir düşünce/anlayışları vardır ve siyâsetleri de o minvâlde seyreder. Meselâ
günümüzdeki iktidar olan muhâfazakâr İslâm’cılar dış güçlere bağlıdır ve ABD-Avrupa-İsrâil
güdümündedirler. Oysa Allah Kur’ân’da: “Ey
îman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi
aleyhinizde Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nîsa
144) demesine rağmen oralı olmayarak yine de onlarla iş tutarlar ve her zaman
da onlardan ihânet görürler. Fakat onların desteği ile iş-başına geldiklerinden
dolayı yine de onlardan vazgeçemezler, vazgeçmeyecekler.
Muhâfazakâr İslâm’cılar, kendilerinde
sanki çok geniş ve değerli bilgilerin olduğunu söyleyerek halkın; “adamların
vardır bir bildiği”, ve “devlet aklı” düşüncesini oluştururlar. Kendilerini
“üst akıl” olarak gösterirler. Halk da zanneder ki; “bu adamlar bir-şeyler
yapacaklar ama şimdi şartlar uygun değil, ileride yapacaklar” düşüncesi
oluştururlar ve bu düşünüş ve inanış onlara desteğin sürmesini sağlar. Bu bir
çeşit siyâsi takıyyedir. Aslâ İslâm’i takıyye değildir. Bildikleri değerli bir
bilgileri yoktur. Araştırıldığında herkesin öğrenebileceği şeylerdir ve sâdece
niceliksel bilgilerdir bunlar, niteliksel değildirler. Zâten öyle değerli
bilgileri olsaydı ülkeye faydası olurdu bu bilgilerin. Memleket böyle perişân
olmazdı. Halka, “ulaşılmaz bilgilerinin” olduğunu zannettiriyorlar ve “dur bakalım”
bekleyişini sürdürüyorlar. Demokrasiye de usûlden değil, esastan bağlıdırlar.
Hâlbuki bir-zamanlar demokrasiyi; “amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak kullanacaklarını”
söylüyorlardı. Rûşen Çakır:
“Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanıyken, 14 Temmuz 1996 günü Milliyet Gazetesi’nde çıkan Nilgün Cerrahoğlu
imzâlı söyleşide ‘Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada
ineriz’ ve ‘Demokrasi amaç değil araçtır’ demişti. ‘Yâni demokrasiyi
içselleştirdiniz mi?’ sorusuna da çok kısa ama net bir cevap verecekti: ‘Kesinlikle
içselleştirdim, hâlâ birileri çıkıp şeriat devletinden bahsederse, onu ciddiye
almam’ diye cevap vermişti” der.
Celaleddin Vatandaş
muhâfazakârlık için şunları söyler:
“Muhâfazakârlık,
İslam ve Müslümanlık kavramları ile uzlaşamaz anlamlara sâhiptir.
Muhâfazakârlık batı’da kilise karşıtlığı yaparak ortaya çıkan liberâlizme
alternatif olarak üretilmiş bir ideolojidir. Dinden ve geleneklerden
kopulmaması gerektiğinin savunulması modernleşmeye karşı olunduğu anlamına
gelmez. Modernleşmenin, gelenekleri kapsayacak şekilde radikâl olmayan bir
şekilde gerçekleşmesi ana fikirdir. Muhâfazakârlık, sekülerlikle dînî olanı
bir-arada tutma çabasıdır. Müslümanlar için, içinde bulunulan zaman ‘muhâfaza’ edilmesi
gereken bir zaman değildir. O zamânı ne yeniliklere ne de eskiye karşı korumak
müslümanların amaçları arasında yer almaz. Müslüman’ın amacı, en önemli devri
olan Asr-ı Saadet’i inşâ etme çabasıdır. Bunun mümkün olması da statükoyu
muhâfaza etmek ile elde edilemez”.
Muhâfazakâr İslâm’cılık diye
isimlendirdiğimiz kişiler aslında İslâm’cı değildirler. O nedenle onlara İslâm’cı
yerine “muhâfazakâr milliyetçi” demek daha uygun olur. “Siyâsal İslâm’cılık”
dediğimiz de aslında bir isimlendirmedir. İslâm’ın önüne-arkasına bir ek
yapmayı sevmiyoruz aslında. Bu eki sâdece muhâfazakâr İslâm’cılıktan ayırmak
için kullandık. Siyâsal İslâm’cılıktan kastımız;
mü’minlik-müslümanlık-İslâm’lıktır. İslâm’dır yâni. Gerçek İslâm’cılar, İslâm’ı-Kur’ân’ı
hayâta hâkim kılmak, Allah’ın sözünü hayâta hâkim kılarak Asr-ı Saadeti
yeniden diriltmeyi amaçlayan ve hak ve adâleti yeniden ortaya koymak için çalışan
kişilerdir. Bu, Allah’ın bir emridir zîrâ:
“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah'ın oluncaya
kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını
görendir” (Enfâl 39).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2016
13 Şubat 2016 Cumartesi
Orta-sınıf Tüketim Ekonomisi
Konjonktürel Bilim Anlayışı
Modern-bilimin oryaya attığı
hipotezler ve teoriler modernizm ile bire-bir uygundur. Çünkü bu hipotez ve
teoriler modern zamanlarda ortaya atılmış ve tağutların desteği ile yapılan
çalışmaların bir sonucudur. Bu nedenle ortaya atılan teorilerin hemen tamâmı
modernizme aykırı değildir, olamaz. Çünkü mevcut Dünyâ’da kapitâlist-liberâl
bir sistem ve ideoloji vardır ve bilimin destekleyicileri bu ideolojilerin
kurucuları ya da önde gelenleridir. Bu ideolojilerden beslenenlerdir. Bilim-adamları
büyük oranda bu desteklerden bağımsız çalışmalar yapamadıkları için bu ideolojilere
uygun olmayan düşünceler üretemezler. Zâten onların bir-çoğu bu ideolojilerin
çocuğudurlar. İlginç olan ise, müslüman bilim-adamları ve yazar-çizerleri de,
vahye/Kur’ân’a aykırı olan bu ideolojiler merkezinde hazırlanmış olan teorilere
(ilginçtir ki neredeyse hiç eleştirmeden) sâhip çıkmaları ve üzerlerine tüy
dikmeleridir. Hem de bunu, Kur’ân’ı aşırı zorlayarak, yorarak ve onu tabir-i câizse
“şamar oğlanı”na çevirerek yapmalarıdır.
Oysa bilimsel teoriler ve
hipotezler bir ön-kabûlün, bir konjonktürün sonuçlarıdır ve modernizmin siyâsi ve
sosyâl sonuçları ortada duruyorken ve hattâ gözümüze batıyorken, modernizmin
ürünü olan bu teorileri hiç mi hiç eleştirmemeleri ve daha farklı düşünerek
yeni teoriler üretememeleri hem anlaşılır gibi değildir, hem de utanç
vericidir. Bir ideoloji ve dünyâ-görüşünün sosyâl ve siyâsal sonuçlarıyla
bilimsel sonuçları arasında fark olmaz. Bir ideolojinin bilimsel
çıkış-noktası ile siyâsal-sosyâl çıkış-noktası aynıdır, yâni aynı insan-tipidir
ve bilindiği gibi modernizm en çok müslümanlar olmak üzere mazlumlara kan
ağlatmaktadır. Bu nedenle modernizmin beşiği olan “batının ahlâkını, siyâsetini
ve sosyo-kültürel yapısını almayalım ama bilimini alalım” demek hem beyinsizlik
hem de bir düşüklük göstergesidir. “Teknolojisini alalım fakat ahlâkını
almayalım” dediler ama tersi oldu. Teknolojisini aldığınızda otomatikman
ahlâkını da almış oluyorsunuz zâten. O teknolojiler, mevcut ahlâk(sızlık)larının
bir ürünüdür. O ahlâksızlık, kitleleri yok edecek silahlar üretir meselâ.
Müslümanlar, batı’nın teknolojilerini bir-türlü alamazlarken ya da aldıkları
teknolojilerin sâdece “kabuğunu” alıp içeriğini alamamışlarken; ne kadar
ahlâksızlıkları varsa aldılar ve alıyorlar. İşte cezâ budur!.
Müslüman bilim-adamlarını
büyük hatâsı şudur: Evrenin yaratılış sürecini pozitivistler gibi kabûl
ediyorlar; insanın yaratılışını pozitivistler gibi evrimsel süreçlerle îzah
ediyorlar, sonra da diyorlar ki: “Tüm bu yaratılışlar, Allah’ın kontrôlünde
tasarımla olmuştur”. Lafla olmuyor. Aynı bilimsel açıklamaları inançsızlar da
yapıyor zâten. O zaman onlar da her ne kadar “tesadüfle olmuştur” deseler bile,
yaratılış açıklamalarını tıpa-tıp inançlılar gibi yaptıkları için “tasarım”ı
kabûl etmiş olmuyorlar mı?.
Ey müslüman bilim-adamı!;
eğer modern-bilime hiç-bir eleştirin yoksa, anlattığın şeyler sâdece
modern-bilimin hikâyesi ise ve kendi kişisel bir düşüncen-teorin-hipotezin
yoksa, sen aslında modern-bilimin büyüsü altında onun taşeronluğunu yapıyorsun
demektir. Yine; yaratılışın aşamalarını-sürecini inançsızlar gibi yapıyorsan,
yâni ilmini onlardan alıyorsan, inancını da paylaşıyorsun demektir. Yâni ilmini
aldığının ahlâkını da almışsın demektir. Bu nedenle Pozitivist Dünyâ’nın
bilimini aldığınızda, “pozitivist ahlâkını” (daha doğrusu etiğini) da almış
olursunuz. Ahmet Kalkan:
“Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler:
“Batılıların sâdece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır”.
Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünyâ-görüşü ve yaşama biçimiyle
birlikte gelir. Zâten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka-plândan
koparılamaz. Söz-gelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden,
artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle
fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıdâ depola(ya)mazlardı. Buzdolabı,
“verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sâdece kendini düşündüren
yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır-makinesi alınca ister-istemez deterjan,
yumuşatıcı, kireç-sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için
fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma
gibi düşünceler, makine alır-almaz, artık
aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo,
kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve
ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir” der.
Çoğu
insan bilim-adamlarından duyduğu her-şeyi mutlak birer doğru zanneder.
Bilim-adamlarının bir-takım felsefi ya da ideolojik ön-yargılara kapılmış
olabileceklerini aklına getirmez. Çünkü halk, bilim-adamlarını
“lâ yüsel” ve “lâ yuhti”: “hesap sorulmaz ve hatâ etmez” zannediyor. Tabi
birileri de onları o şekilde gösteriyor. Oysa bu bir aldanmadır, çünkü bilim-adamlarının
bir bölümü, sâhip oldukları bâzı ön-yargıları ya da bağlı oldukları felsefî
görüşleri bilimsel bir görünüm altında topluma empoze ederler. Örneğin,
tesadüflerin karmaşa ve düzensizlikten başka bir şey oluşturamadığını gözleriyle
gördükleri hâlde, evrendeki ve canlılardaki tasarımın ve düzenin tesadüfen
ortaya çıktığını savunurlar. Evet; bilim-adamlarının çoğunun temel
ön-kabûlleri vardır ve teorilerini bu ön-kabûllere göre şekillendirirler. Çünkü
mevcut hayattan bağımsız düşünce üretilemez. Bu
yüzden belki de bilim-adamlarının ne dediğini dinlemenden önce, onların
oto-biyografilerine bakmak gerekir. En azından müslüman âlimler bu kişilerin
“cerh ve tâdilini” yapmalıdırlar. Kâinât tümüyle modern-bilim ön-kabulüyle
yorumlanmaktadır. Peşînen doğru kabûl edilen hipotez ve teoriler ile yapılan
gözlemler, mutlak-doğru kabûl edilen bu hipotez ve teorilere uygun bir şekilde
yorumlanacakları için, yanlış çıkarımlara sebep olacaktır. Bu yüzden meselâ
Big-Bang Teorisi aslında bilimin değil, bilim-adamlarının kendi felsefi
ön-kabûllerinin bir sonucudur. Bu kabûl ediş, “fikrî bir kabûl ediş” değil;
arzuların kışkırttığı bir kabûl ediştir. Duygusal bir kabûl ediş. Karârı veren,
arzu ve hevâ-i hevestir. Halk da zâten duygusal bir kabûl edişle anlamadan
kabûl ediyor Big-Bang’i ve diğer teorileri.
Hangi teorinin/düşüncenin
kabûl edileceği, medeniyetin hangi medeniyet olduğuyla alâkalıdır. Batı
medeniyeti başka, İslâm ise başka sonuçlar üretir. Çok az ve sınırlı alanlarda
benzer sonuçlara varabilirler. Her paradigma kendine-özgü bir
toplumsal/bilimsel/siyâsal yapı üretir çünkü. Kişi içinde bulunduğu
sosyo-kültürel ortamdan bağımsız düşünemez.
Abdurrahman Arslan:
“Unutmamak lâzım ki, zihin bir boşlukta değil; içinde
faâliyet gösterdiği sosyo-kültürel ortamda şekillenir. Bu tabî ki büyük
nispette zihni kendi-başına bırakırsan böyle olur. Bu-gün olduğu gibi o ortama
uyum göstermek için çaba sarf ediyorsanız, o ortamda şekillenir ve ondan gelen
kirlilikleri pek fark etmezsiniz. Akıl bize hükümler çıkarmada yardımcı olur;
ama bunları, şekillendiği sosyo-kültürel ortamdan hareketle oluşturur.
Dolayısıyla akıl boşlukta oluşmaz; dış-dünyâyı yorumlamamızda bize öncülük eden
zihniyet kendiliğinden meydana gelmez; bizim doğarken berâberimizde
getirdiğimiz bir şey değildir. Yaşadığı ortamda hem algılar hem de tepki verir;
yâni bir-yandan yargılara varır, bir-yandan da kendini inşâ eder. Dolayısıyla
kirlenmiş malzeme, aklı inşâ ettiğinden dolayı, size doğruyu söylemede yanlış
hareket eder. Hiç-bir bilgi tarafsız değildir ve kendine göre bir sosyâl-dünyâ
kurmak ister” der.
Erol Anar:
“İnsanların çoğu aslında toplumsal-yaşam içerisinde
gerçeği aramazlar, daha doğrusu gerçek diye bir sorunları yoktur. Çünkü
çoğu-zaman gerçeğe ulaşma çabası riskli ve tehlikelidir. Bu yüzden “sistem”
tarafından kendilerine sunulan sanal-gerçekliği yaşamayı tercih ederler. Çoğu
insanın sorunu, içinde bulunduğu konumu korumak ve geliştirmektir. Bunun için,
gerçek olmadıklarını bilseler de inanırlar ya da inanmış görünürler. Öyleyse
toplumun bütünü için gerçek ya da gerçeklik diye bir kavram söz-konusu
değildir.
Gerçeği ve hakîkati arayanların
başına ise târihsel olarak hep kötü şeyler gelmiştir. Gerçek, sistemin
düşmanıdır, onu en ince yerinden kırar, dağıtır.
Matrix filminin ünlü bir sahnesinde,
filmin bir kahramânı kaşığı bakışıyla büken diğerine şöyle der: “Aslında kaşık
yoktur.”
Gerçekte böyle midir?
Aslında kaşık vardır, ama kaşığın bükülmesi eylemi
yoktur. Bu bir illüzyondur, yalnızca beyinde öyleymiş gibi algılanmaktadır. Ama
öyleymiş gibi algılandığı için, onu
algılayanın gözünde “gerçek” olarak nitelenebilir. İşte manipülasyon da böyle
bir-şeydir, tıpkı kaşık gibi gerçeğin bükülmüş ve başka bir-şeye dönüşmüş
şekliyle gösterilmesidir.
Simulasyon kuramını geliştirmiş olan Jean Baudrillard’a
göre ise simulakrum, orijinali, gerçeği, ilk-örneği olmayan; kendisi zâten
kopya olan bir şeyin kopyasını anlatan bir terimdir. Baudrillard, gerçeğin
çöktüğünü ve onun yerini “hiper-gerçeklik”in aldığını ve bir simulasyon çağına
girildiğini savunur. Bu hiper-gerçeklik, hem sistem hem de gönderen olarak
ortadan kaldırıp model düzeyine yükselttiği gerçeği yok etmektedir.
Resmî ideolojinin egemen olduğu rejimlerde ise, yine
sistem kendi ideolojik aygıtları eliyle “sanal bir gerçeklik” yaratır ve toplum
algılayışında bunun gerçeğin yerini almasına çalışır. Gerçeği savunarak “sanal
gerçekliğe ve yalanlara” karşı çıkan kişiler ise cezalandırılırlar. Çünkü
sisteme göre “gerçeklik” yoktur, yalnızca kendi “sanal gerçekliği” gerçektir.
Neyin gerçek, neyin sanal olduğu bir-birine karışmıştır. “Gerçek”, Büyük
Birader’in sözleri ve ideolojisidir; bunlar da konjonktüre göre değişebilir”
der.
Mahcub Taha:
“Hiç-bir araştırmacı, çalışmasına kişisel duyguları ve
psikolojik yapısından tamâmen bağımsız olarak yaklaşamaz. Aksine araştırmacı
belli bir felsefeye dayalı referans çerçevesi ile ilişkisi içinde oluşan
tutkularını, görüşlerini ve beklentilerini araştırmasına yansıtmaktadır” der.
Yusuf Kaplan:
“Kişinin durduğu ve baktığı yer,
gördüğünü etkiler, belirler” der.
Caner Taslaman:
“Dikkat edilmesi gerekli önemli bir husus,
fizikçilerin her ifâdelerinin fizikle ilgili olmadığıdır; fizikçiler kimi-zaman
evren veya madde üzerine konuşurken felsefe veya teoloji gibi alanlara
geçmekte, fakat kişileri söylediklerinden ziyâde akademik kimlikleriyle
değerlendirenler, bir-çok zaman bu geçişi anlayamamakta ve bu söylenenleri
bilimin deneysel ve gözlemsel verileriyle karıştırabilmektedirler.
Hayâtımızda bâzı görüşleri belli bir şekilde
edindikten sonra artık bunlar ön-kabûl olarak zihnimize eşlik eder ve bir-çok
olguyu bu ön-kabûllerle değerlendiririz. Her gördüğümüz olguda, bu olguyu
anlamamızı mümkün kılan ön-kabûlleri en baştan gözden geçirmeye hiç-birimizin
gücü yetmez; bu yüzden daha önce edindiğimiz belli kanaatler, sonraki olguları
değerlendirmemiz için “ön-kabûl” görevi görürler” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Tefekküre yabancılaştırıldığımız, kaba bir
pozitivizme saplanıp kaldığımız için bilimlerin sınırlılığını fark etmiyoruz,
bilim için hâlâ pek çok şeyin büyük bir meçhûlden ibâret olduğunu
hatırlamıyoruz” der.
Dedesi Erasmus Darwin’in
kitaplarını okuduğu bilinen Charles Darwin, gözlemlerine başlamadan önce de
zihninin bir köşesinde bu teoriyi biliyordu. Yâni “tabula rasa” (boş) bir
zihinle gözlemlerini yapıp da sonradan teorisini oluşturmuş değildir. Evrim
Teorisi de belli bir ön-yargıyla ortaya atılmış bir teoridir.
İnsanlar sapık fikirler de
üretebilmişlerdir ve bu fikirleri “güzel” ve felsefî kelimelerle bezeyerek onu
hakîkatmiş gibi gösterebilmektedirler. Meselâ Hristiyanların
Baba-Oğul-Kutsal-Ruh miti, Panteizm-Vahdet-i Vücut felsefesi gibi. Bu
felsefelere bakarsanız, her-şeyin bu felsefelere tam anlamıyla uygun olduğunu,
tam da söylendiği gibi olduğunu, her şeyin tam açıklamasını yaptığını ve bu
felsefelerde hiç-bir çelişkinin olmadığı yalanı söylenir durur. Fakat vahyin
penceresinden bakıldığında bu fikirlerin ne kadar sapık ve yanlış fikirler
olduğu “âlim”lere açıktır. Bir fikrin var olmuş olması onu ille de
meşrûlaştırmaz.
Bilimin içinde insan
unsuru bulunmaktadır ve insanların
toplumsal şartlanmalar, ön-yargılar, apriori kabûller, kavramsal ve kapasite
yetersizlikleri gibi sınırlılıkları vardır.
Kâinâtı anlamak için
gözlemcinin özne, gözlemlenenin ise nesne olması gerekir. Modern-bilim bunun
tam tersini yaparak çeşitli modern dayatmalarla gözlemciyi nesne konumuna
sokarak, gözlemlenenin sorgulanmasına ve eleştirilmesine izin vermiyor.
Rousseau:
“Özne ile nesne arasında kesin bir
mesâfe vardır ve özne nesnesine her türlü göreneksel, dinsel, ahlâksal, siyâsal,
ideolojik kabûllerden arınmış olarak çıkmalıdır” der.
Bilim, toplumsal bir
değer/yapı ön-görmez, ön-göremez de.. Bu sebeple toplumu/insanı ikinci plâna
atar ve ürettiklerini tüketen bir nesneye dönüştürür.
Bilim felsefecisi Caner
Taslaman da:
“Bilim-insanlarının her görüşünün bilimsel olmak
zorunda olmadığına, bilim-insanlarının da felsefi, teolojik, ideolojik,
kültürel ve alışkanlıklarından kaynaklanan kanaatleri olduğuna ve asıl
önemlisi, bilimsel olguları yorumlarken bunların etkisinde olabildiklerine
dikkat edilmelidir. Kısacası bilim-insanlarının, bilimsel konularda
yaptıkları her açıklama “saf bilimsel” değildir. Çözümsüzlükle oluşan
boşluklar, bir-çok zaman apriori inançlarla, felsefî veya teolojik görüşlerle
doldurulmaya çalışılır” der.
Kuhn, gerek teorik, gerek
deneysel çalışmalarda, bilim-insanlarının genelde objektif olamadığını söyler. Bilim-insanlarının
çalışmalarına başladıkları zamanki ön-görülerini haklı çıkarmak için gerek
aletleriyle, gerekse teorilerindeki denklemlerle oynamaktan kaçınmadıklarını
belirtir. Thomas Kuhn’un, bilim-insanlarının sâhip oldukları paradigmanın
ön-kabulleriyle olguları değerlendirdiklerini ve bu ön-kabullerden dolayı
objektif olamadıklarını söyler.
Thomas Kuhn: “Bir
bilim-adamının, bağlılığını bir paradigmadan başka bir paradigmaya kaydırması
durumunda, onun bütün Dünyâ’ya bakış-tarzı değişir ve bir bakıma onun için
Dünyâ çok farklı hâle gelir” der.
İnsanlar tüketişine göre
düşünürler. Buna bilim-adamları da dâhildir. Modern tüketiş-biçimleri, modern
düşünüş-biçimleri doğurur. Bu da bu biçimlere uygun bilimler üretir ki modern-bilim
budur.
Kuram/teori
seçiminde baz alınan şey nedir?. Ortada somut bir gösterge olmadığına göre
mutlaka bir fikirsel/düşünsel/inançsal baz gerekir. Peki bu baz ne/neye göre
olmalıdır? Konjonktür mü?; din mi? Sorun, temel-ilkenin ne olacağı sorunudur.
Bizce bilim, bir kriterden yoksundur. Ya da bilimin bir-çok kriteri vardır ve
bu kriterlerin bir sonu da olmaz. Kriterlerini konjonktür belirler. Bilimin gerçek bir kriteri yoktur.
Bilimsel
teoriler, genel olarak Dünyâ’nın “genel ideolojisi”ne uygun olurlar. Dünyâ’da
hangi ideoloji hüküm sürüyorsa ona uygun olan teoriler üretilir ve kabûl
edilirler. Devrimler, bilimsel-devrimleri de yanında getirir. Artık
bilim-anlayışı da “devrim”e uydurulur. Kuhn; bilimsel değişimin temelde
birikimsel değil de bağlantısız ve devrimsel olduğunu öne sürer.
Celâleddin Vatandaş:
“Şurası açıktır ki, ideolojinin toplumsal fonksiyonu,
toplumsal yapı hakkında bireylere doğru bilgi vermek değil, bu yapıyı destekleyecek
eylemlere yöneltmektir. İdeoloji, taraftarlarına neyin değerli, neyin
değersiz olduğunu; neyin korunup devâm ettirilmesi veya neyin değiştirilmesi
gerektiğini gösterir ve bu yoldan taraftarların davranışlarını şekillendirir.
Bilmek ve anlamak ile ilgilenen felsefenin ve teorinin aksine, ideolojiler
toplumsal ve politik tavır ve davranışlarla ilgilidir. İdeolojiler, fertleri
politik davranışa ve bu davranışın genel çerçevesini belirlemeye sevk eder.
Şu-hâlde ideoloji, kaçınılmaz biçimde sahte bilgidir. Bu demek değildir ki,
ideolojilerde doğru bilgi öğeleri yoktur. Elbette ki vardır. Ama önemli olan,
ideolojik bilginin, gerçek karşısında yetersiz bilgi olmasıdır: Çelişkileri
saklayarak, bireylerin deneyimleriyle sınırlı bir ilişkiler ağını genelleştirip
temsil ettiği için sahtedir, hayâl ürünüdür, ideoloji, toplumsal kuruluşu
oluşturan ilişkilerin tümel birliği yerine, doğru olarak, bu kısmî ve sübjektif
ilişkileri ve onlara ilişkin bilgiyi sunar. Bu işleviyle, bir birleşme,
dayanışma aracı, ortamıdır; ama, îmal edilmiş bir Dünyâ’da ideoloji,
ne-denli bilimsel görünme çabasının ürünü olursa-olsun, pek-çoğu açık ve
ispatlanabilir olmaktan uzak düşünceleri birbirine bağlayan önermeler
demetidir. Doğru olduğu ileri sürülen şey, denetimden geçirilmez. İdeologlar,
olgular dizisinden kendi iddialarını, sübjektif ispatla destekler görünenleri
seçer ve öne sürerler. Bu bağlamda ideologların amacı, var-olduklarına
inandıkları ve başkalarını inandırmak istedikleri şeylerin gerçek ve doğru
olduğunu saygın (bilimsel) yöntemlerle kanıtlamak değil, bunu başkalarına
benimsetmektir. İdeologlar, haklılıklarını ispatlamak isterler. Delillerin
kendi ileri sürdükleri gerçeklikte olduğunu savunurlar. Onları yalanlayabilecek
her-şeyi, her yolu inkâr ederler. Bu açıkladıklarımızın bir başka açıdan,
Bell tarafından ifâde edilen biçimiyle; ideoloji, bir siyâsal topluluğun soyut
değerlerini kapsayan, somutlaştıran, yorumlayan bir söylem/belirtim sistemidir.
Aşkın bir ahlâk anlayışına (örneğin târihe) dayanarak, içerdiği değerlere ve
inançlara haklılık kazandırmak ister. Ayrıca, haklılık kazandırmaya çalıştığı
inançları gerçekleştirmek için, insanları eyleme katılmaya çağırır” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Her bilim-disiplini mutlaka bir
Dünyâ-görüşü ile ilintili bulunmaktadır. Modern-bilim okulları da doğal
olarak modern Dünyâ-görüşünün bir yansımasıdır” der.
Althusser’e göre insanın
bilincini, Dünyâ’ya bakış çerçevesini, sosyâl hayâtı kurgulayışını sağlayan
referans ideolojidir. Bilinç
Dünyâ’sı, insanın içinde yer aldığı maddî koşullar tarafından belirlendiği
için, ideoloji insanla onun maddî ortamı arasına giren bir bağ olarak çevresini
yorumlamasını sağlamaktadır. Bu anlamda ideoloji “yanlış bilinç” (false
consciousness) işlevi görmektedir.
J. J. Rousseau:
“Modern-bilim ve kapitâlizm, modernizmin aslî bileşenleri olarak, paylaştıkları evren tasarımıyla modern Dünyâ’nın
biçimlenmesinde önemli etkiye sâhiptir. Modern-bilim ve kapitâlizmin
eş-zamanlı olarak ortaya çıkmıştır/çıkarılmıştır. Modern-bilimin temelleri,
batı uygarlığının kabuk değiştirdiği bir dönemde atılmıştır. Avrupa’da
özellikle 16.yy.dan îtibâren başlayan iki önemli gelişme vardır: Modern-bilim
hareketi ve yükselen kapitâlizm. Bir-yanda Newton, Descartes, Galileo gibi bilim
hareketinin öncüleri; diğer yanda da feodâl engellerden ve kilisenin
baskılarından kurtuldukça gelişen ekonomik girişimciler. Bu iki önemli
gelişmenin birlikte yol alabilmesinin târihsel ve sınıfsal temelleri
bulunmaktadır. Her ikisi de feodâl-aristokratik kurumlardan ve kiliseden
özerkleştikçe, orta-çağın kurumlarını toplumdan ve evrenden izole ettikçe
genişlemektedir. Bu engeller aşıldıkça yeni bir evren de kendini
göstermektedir: Modernite.
Modern-bilim ve kapitâlizm, târihsel uzlaşmalarının
yanında, aynı evren modelinin üretilmesine katkıda bulunmak ve yeni evrenin
havasını solumak anlamında da bir mutâbakata varmaktadır. Bu ikilinin
modernitenin sac-ayakları olarak anılmalarını mümkün kılan ortak bir evren-anlayışları
bulunmaktadır. Bu evrenin hangi uzlaşımlar aracılığıyla belirlendiğinin ortaya
konulması, modernite evrenini ve onun rasyonelliğini anlayabilmek açısından
stratejiktir. Bilim-hareketinin öncüleri (örneğin Descartes) ile yeni Dünyâ’nın
diğer öncüleri olan ekonomik girişimcilerin (örneğin Fuggerler) ortak bir
düzlemde nasıl buluşabildiğinin anlaşılması, aynı-zamanda modern Dünyâ’nın
temellerinden birine de ışık tutacaktır”. der.
Birileri meselâ insanların
evrimleşmesi, maymun, mağara vs. gibi saçma târihler-düşünceler hayâl ederek
onun üzerinde çalıştı ve onlara göre argümanlar topladı ve onları savunmada o
argümanları kullandı/kullanıyor. Oysa siyâset farklı olsaydı farklı argümanlar
toplanıp o argümanlara göre yorumlar yapılırdı. Meselâ Dünyâ’da siyâseten İslâm
hâkim olsaydı onun yönlendirdiği argümanlar toplanıp yorumlanır, ona göre kolaylıkla
argümanlar bulunabilirdi ve farklı sonuçlar ortaya çıkardı. Bu iş hangi siyâsi
konjonktürün iş-başında olduğu ile alâkalıdır. “Hangi siyâsete, düşünceye,
ideolojiye göre argüman toplanacak?” sorun budur.
Şahabeddin
Yalçın’ın “Kuhn ve Bilimsel Relativizm” adlı makâlesinde bu konu irdelenir ve
şunlar söylenir:
“Bilimsel bilgi, birikimsel bir
şekilde yâni yeni bilimsel kuramların önceki kuramlar tarafından keşfedilen
olgulara yeni olgu ekleme biçiminde ilerler. Bilimsel Relativizm: “Hakîkat,
bilimsel kuramlardan bağımsızdır” der.
Kuhn’a göre bilimsel kuramların
temel amacı hakîkate ulaşmak olmadığı gibi, hakîkat da bilimsel kuramlardan
bağımsız değildir. Kuhn’a göre bilimsel bilgi tıpkı dil gibi esas îtibâriyle
bir topluluğun ortak-malı olduğundan onu anlamak için onu yaratan ve kullanan
grupların genel niteliklerini bilmek gerekir. Kuhn, bilimsel değişimin
devrimsel usunun temelinde, bilim-adamları topluluğunun bilimsel
araştırmalarını farklı inanç, teknik ve ‘olgular’ içeren bir ‘paradigma’
içerisinde yapmaları olduğunu iddia eder. Bu ise bilimsel kuramlar arasında vârolduğu
düşünülen devamlılığın olmadığı anlamına gelir. Kunh’a göre ‘paradigma’,
bilim-adamları topluluğunun bilimsel ilgilerini, fenomenlerin nasıl görülmesi
gerektiğini, neyin olgu olarak kabûl edilip neyin reddedilmesi gerektiğini ve
bilimsel yöntemin karakterini belirler.
Kuhn’un devrim yaratan
bilim-felsefesine göre, bilimsel bir disiplinde paradigma değişmesi,
bir-takım rasyonel ilkelere değil, bunun yerine o disiplinde araştırma yapan
bilim-adamlarının sosyolojik ve psikolojik tercihlerine yahut kararlarına
dayanır. Öyle ki, Kuhn, paradigma seçimini bir siyâsi kurumlar kümesi
seçimine benzetir: “Siyâsi devrimlerde olduğu gibi, paradigma seçiminde de
ilgili bilim-topluluğunun tercihinin üstünde her-hangi bir ilkeler manzûmesi
yoktur”. Bilim-adamları topluluğunun seçimi de her zaman rasyonel ya da
bilimsel değildir. Başka bir deyişle, Kuhn’a göre bilim-adamlarının
kararlarında bilimsel normlara dayanmayan târihsel ve toplumsal etkenler önemli
rôl oynar. Kuhn’un bilim-felsefesine göre bilimsel kuramlar rasyonel
gerekçelerle değil, sosyolojik sebeplerle kabûl ya da red edilir”.
Meselâ Higgs bozonu için bir yazıda şu söylenmiştir:
“Cenevre yakınlarındaki
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda (BHÇ) yürütülen iki deneyden ATLAS'ın sorumlusu
Fabiola Gianotti, düzenlenen basın toplantısında 126 giga elektron volt
(GeV) aralığında sinyal aldıklarını söyledi”.
Görülen bir şey yok, alınan bir sinyâl var ve alınan
bu sinyâli aranılan şey olarak kabûl edip-etmeme durumu var. Kabûl edilecekse
gerekli işlemlerin/prosedürlerin tamamlanmasından ve açıklamanın yapılacağı
sahnenin hazırlanmasından sonra parçacığın bulunduğu açıklanacak.
Batı paradigması; laik, seküler, kapitâlist,
liberâlist, neo-liberâlist, hazcı, konformist, modernist, bireyci, hümanist,
emperyalist, şerefsiz, tağutist bir paradigmadır. Bu paradigma, şeytanın telkin
ettiği ve dayattığı, uşaklarının da ne pahasına olursa-olsun uygulamaya
soktuğu/sokmaya çalıştığı bir paradigmadır.
Tağutun uşakları, sınırsız
şehvetlerinin bir sonucu olarak hayâl ettikler piyasayı oluşturmak ve oturtmak
için kâinât örneğinden yola çıkmanın kolaylığını ve etkisini fark ettikten
sonra, istedikleri piyasa düzenine uygun bir evren tasarımı ortaya attılar
ve bunu çeşitli yollarla tüm Dünyâ’ya yansıttılar. Evrenin mekanik ve serbest
bir hareketi olduğunu ve bunun doğal bir şey olduğu için piyasanın da “serbest”
bir durumda olmasının doğal olduğunu ve ahlâk ile de örtüştüğünü göstermeye
çalıştılar ve büyük ölçüde de bunu başardılar. Artık herkes “serbest”liğe
meftûn bir şekilde hareket etmeye başladı. Bu durumun en büyük destekçisi olan
şehvet de bunu körükleyince haz-perestlik öne çıktı ve haz da en çok “tüketerek”
sağlanabiliyordu. Artık “ne kadar tüketirsen o kadar mutlusun ve başarılısın”
düşüncesi Dünyâ’ya hakim oldu. Bunu modern-bilim ve neo-liberâlizm, çok büyük
engel olan kilise/din bakış-açısını sınırlayarak yaptı.
Bunlarınki sapıklıktan başka
bir şey değil. Zâten yaptıklarının kötü sonuçları ortada. Yaptıkları doğru ve
iyi bir şey olsaydı, sosyâl/kamusal alanda çirkin bir şekilde mâkes bulmazdı.
Ali Bulaç:
“Sosyâl blôklar, gruplar, cemaât ve topluluklar
dağıtıldıkça, birey atomize olmakta, bu da devletin ceberrutlaşma imkân ve
isteklerini daha çok arttırmaktadır. En demokratik Batılı ülkelerde en ceberrut
devletler vardır ve fakat târihte görülen kaba ceberrutluktan farklı olarak
modern devlet, bilim, teknoloji ve kurumlar aracılığıyla bu ceberrutluğunu rafine
etmekte, hattâ gizleyebilmektedir” der.
İnsan, bir şeyi
sorgusuz-suâlsiz kabûl etmeye programlandığında, gerçeklerin gösterilmesi bile
onu yolundan çevirmeyecek ve inandığı şeyin doğru olduğunda, ısrarcılığını ölümüne
koruyacaktır.
Bilimin devlet politikasına
bağlı olarak çalışmalarını gerçekleştirdiğini vurgulayan Paul Feyerabend,
“Bilim pek-çok ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl
ayrıysa, bilim de devletten öyle ayrılmalıdır” der.
Her bilgi-sisteminin mutlakâ
bir sosyâl boyutu olduğunu savunan J. Habermas; amaçların, çıkarların v.s.
bilimsel araştırmalarda ve bilimsel bilginin ortaya konmasında önemli olduğunu
söylüyor.
Hiç-bir bilimsel gelişme ve
felsefî tartışma, târihsel arka-plânından yalıtılarak anlaşılamaz.
Darwin’in, Malthus’un
“Nüfusun Prensipleri Üzerine” adlı kitabından etkilenerek Evrim Teorisini
ortaya attığı söylenir. Yâni sosyâl bir olgudan hareketle bu teori
üretilmiştir. Demek ki tüm teoriler
sosyâl-ekonomik-felsefî olgulardan etkilenerek oluşturulmuşturlar. Orijinâl
teoriler değildirler. Ön-bilginin yorumlanmasının sonucudurlar. Young gibi bâzı
bilim-insanları Darwinizm’i Malthusçuluk ile eşitlemişlerdir. Târihçi John
Greene, “doğal seleksiyon” fikrini ilk-olarak bir-birlerinden bağımsız şekilde
dile getiren bilim-insanlarının (Spencer, Darwin ve Wallace), hep İngiltere’den
aynı dönemde çıkmış olmasına dikkat çekmekte ve kendi sosyolojik ortamları ile
kültürlerini, bu bilim-insanlarının, canlılar-dünyâsına yansıttığına bu olguyu
delil göstermektedir. Dönemin etkili düşünürleri Malthus’a ve de hem onun
üzerinden hem de doğrudan Darwin’e ve Wallace’a etki ettiler. Pozitivizme,
kültürel evrime, iktisâda dâir fikirler; canlılar-dünyâsında, Evrim Teorisi’nde
yansımalarını buldu. Tüm bu fikirler Evrim Teorisi’nin oluşumu kadar kabûlünde
de etkili oldu.
Demek ki Dünyâ’nın
ideolojisi değiştiğinde hayâta bakışı da değişiyor. Dolayısıyla görüşleri
değişiyor. En uygun bakış ise Allah’ın sisteminde olur. Çünkü bu sistemde bir
nevi “O’nun gözüyle bakma” vardır.
Karl Popper:
“Teorilerimiz, deneylerimizi öncelemekte ve bizim
nereye nasıl baktığımızı belirlemektedir. Fakat bir-çok kişi bilimsel
metodolojinin objektif olduğunu ve bilim-insanlarının olgulara “tabula rasa”
bir zihinle (boş bir zihinle) yaklaştıklarını sanmaktadır. Üstelik
bilim-insanlarının zihinlerinin endişelerle ve ön-yargılarla en çok dolu olduğu
ve objektifliklerini muhafaza etmelerinin en zor olduğu alanlardan biri zihin
felsefesidir” der.
Popper, teorinin gözlemi
öncelediğine vurgu yapar. Neyin gözleneceği bile gözlemcinin belirlemesine
bağlıdır. Bu da bizi, boş bir zihinle (tabula rasa) gözlemin yapılmadığı
sonucuna götürür.
Bilim anlayışına göre önce
hipotez ileri sürülür, sonra bu hipotezin doğru olup-olmadığını test etmek için
gözlem ve deney yapılır. Aslında bu, felsefî bir önermenin test edilmesi ve
paradigmaya/konjonktüre uygunsa çeşitli kanallarla telkinin yapılmasıdır. Bilim-adamlarının
yaptığı şey, bir ön-inanışa delil yada “kılıf” bulmaktır. İlk-önce masa-başında
bâzı işlemler ve düşünceler üretmek, sonra da bu düşüncelere uygun gözlem
yapmaktır yaptıkları. Bu tür bir gözlem, ön-yargıyla yapılan bir gözlemdir.
Ön-yargılarına uydurulacak bir gözlem.
Tayfun
Er:
“Tezinizi gündelik
hayattan ispatlayamazsanız o tez skolastik bir iddia olur” der.
Dindar bilim-adamlarına
göre; “Tanrı kontrôlünde bir süreç” olunca hem Evrim Teorisi hem de Big-Bang
Teorisi doğruluk kazanıyor. Gerek Evrim gerekse Big-Bang sürecinin Allah’ın
kontrôlünde olması o şeyleri meşrû hâle mi getirir. Her türlü saçmalık “Allah’ın
kontrôlünde” olsa meşrû hâle mi gelecek?.
Jeremy Rifkin, Evrim
Teorisi’nin bilimsel metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifâde
etmektedir:
“Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak,
şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama
bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor,
ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayâtın başlangıcı ve gelişimi konusunda onun
yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar. O hâlde,
bilimsel gözleme dayanmayan bu evrim-görüşü kişisel bir inanç meselesi
olmalıdır”.
Margaret
Macmillan:
“Her neslin kendi
ön-yargıları ve ilgileri vardır” der.
Atasoy Müftüoğlu:
“Her-hangi bir şey hakkında ön-yargılı olanlar,
hiç-bir zaman gerçeğe, doğruya, hakîkate ve iyiye ulaşamazlar. İdeolojik
propaganda ve güdümleme yoluyla bilgi ya da inançlar, gerçek bilgi ve inanç
değil, basma-kalıp alışkanlıklardır” der.
Hz. İbrâhim’in toplumu,
ilm-i nücûmda (yıldız ilmi) ileri bir seviyedeydi ama bu, yıldızların ilâhlaşması
sonucunu getirmişti. Hz. İbrâhim yıldızların zannettikleri gibi olmadığını
söylediğinde ateşe atılmaya kadar vardırmışlardı işi. Allah’sız gözlemledikleri
yıldızlar ilâhlaşmayla sona ermişti. Zâten Allah’sız incelenen her-şey sonunda
put hâline gelir.
Ivan Illich:
“Gerçekliğin kendisi insanın karar
vermesine bağlı hâle gelmiştir” der.
İnsanın kabûl ettiği şey doğru olarak tescil
ediliyor. Meselâ Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfettiği bilgisi doğru olan bir
bilgi değil, “kabûl edilmiş” olan bir bilgidir, fakat aslında “on numara” bir
yalandır. Çünkü daha önceden Amerika’da başkaları (Maya, İnka, Aztek
uygarlıkları) vardı ve huzur içinde yaşıyorlardı. Fakat yalan daha câzip geldi.
O yalan işlerine yarıyordu ve yarayacaktı. O şekilde kabûl etmek işlerine
gelmiştir/geliyor.
İşte modern-bilim de finansörlerin
dayattığı ve bilim-adamlarının da “kabûl ederek” resmîleştirdiği ideolojilerdir.
Finansörler “karar” verdiler, bilim-adamları da “kabûl” ettiler ve “anlaşma”
tamamlandı. Modern değer-yargıları bilim-adamlarına nasıl düşüneceğini öğretmiş
ve kabûl ettirmiştir. Artık ne söylerlerse ve nasıl düşünürlerse-düşünsünler,
o, modernizme tam-uygun olacaktır.
Kuantum felsefesine göre
ölçülmek istenen şey, gözlemcinin görmek istediği şeye göre değişir. Kuantum teorisine göre, “atom-altı”nın parçacık mı
dalgacık mı olduğuna karar veremiyorlar. Dalgacık (soyut) mu, parçacık (somut)
mu olduğu, bilim-adamının (gözlemci) keyfine göre değişir. Onu nasıl tanımlamak
isterse öyle olur. Tabi bu keyfî bir yargıdır.
Bilindiği gibi; Firavun’un
sarayında kendisine çeşitli şekillerde yardımcı olan sihirbazlar vardı. Bu
kişiler-sihirbazlar o devrin kimyâger/bilim-adamlarıydı. Firavun onların
yeteneklerini/âsâlarını iyi kullanmaları karşısında onlara ayrıcalık tanıyordu.
Bu ayrıcalıkların hatırına onlar da Firavun’un istediklerini (kulluk)
yapıyorlardı. Aslında yaptıkları, halkı kandırmak için ortaya serdikleri bir
çeşit düzenbazlıktı. Onlara tasmayı takmış olan Firavun istediğini yaptırıyordu
sihirbazlara. İşte; “modern Firavun”ların modern kulları da benzer bir durum
sergiliyorlar. Efendilerinin istekleri doğrultusunda “bilimsel sihirbazlıklar”
(Big-Bang, Evrim Teorisi) yaparak halkın aldatılmasına neden oluyorlar.
Evrim Teorisi 1859 yılında
değil de Meselâ 11. yada 12. yüzyıllarda ortaya atılsaydı hiç-bir etki
göstermezdi ve yayılamazdı. Zâten müslümanlar içinden bunu söyleyenler olmuştu
fakat o zamânın konjonktürü bu düşünceye uygun olmadığından o târihte fitne
olamadı. Aynı şekilde Big-Bang Teorisi de aynı yıllarda etki gösteremezdi. Bu
teoriler en nihâyetinde felsefî teorilerdir. Bilim-târihi aslında felsefî
tartışmalar târihidir. O yüzden felsefî olarak her çağda ortaya atılabilirdi.
Bu teoriler, ortaya atıldıkları çağdaki bilim-adamlarına “lâzım” olan
teorilerdir. Çıkmazlarını ve farklı inançlarını bu şekilde bastırabildiler. Bu
teorileri tampon olarak kullandılar. Eldeki malzemeye göre ev yaptılar.
Hangi bilim-anlayışında
olduğunuz, yapılan bilimsel! açıklamaların hangisini seçtiğinizle alâkalıdır.
Bu seçimi hangi ön-bilgiyle yaptığınız belirleyici etkendir. Meselâ apriori/ön-kabûl
olarak Big-Bang Teorisi’ni doğru kabûl ettiğinizde, artık olguları da buna göre
değerlendirmeye/yorumlamaya başlarsınız.
Bilindiği gibi Kur’ân’daki
âyetleri bir-kaç farklı şekilde yorumlayabiliyoruz ve yorumlar tutarlı da
olabiliyor yarı-tutarlı da. Bu yorumlamadaki fark, kelimeleri hangi anlamda
alacağımızla ilgilidir. Kavli âyetleri yorumlama serbestimiz olduğu gibi kevnî
(varlığa âit) âyetleri de yorumlama serbestimiz vardır. Kevni âyetler toplamı
olan kâinâtı da farklı şekillerde yorumlayabiliriz. Kâinâtın bize verdiği
farklı seçeneklerden birini seçebiliriz. Yâni “seçmemize” göre farklı yorumlar
yapılabilir. “Tek yorum” zorunluluğundan böylece kurtulabiliriz. Tabî ki
yapılan yorumların içlerinden sâdece biri en doğru yorum olacaktır.
İnsan önce inanır, sonra
argümanlar toplar ve üretir. İnanmadığı şeyi ne yapıp edin, ne kadar delil
getirirseniz getirin kabûl etmeyecektir. İnanmayacak olana delil yetmez. Bir-çok
teori daha ortaya atılabilir ve bu “bilimsel!
olarak desteklenebilir. Bu insanların isteklerine ve hayâl-güçlerine
kalmış bir şeydir. Karl Popper’ın da dikkat çektiği gibi; teorilerimiz,
deneylerimizi öncelemekte ve bizim nereye nasıl baktığımızı belirlemektedir.
Dîni arkaya atan
bilim-adamları, kâinâtı yaratılmış olarak değil de yaratıcı olarak gördükleri
için doğru bir sonuca ulaşamıyorlar. Eğer kâinâtı yaratıcı olarak değil de,
yaratılmış olarak görselerdi, evreni bütün yaratılmış olan varlıklar için
geçerli olan kurallara (sünnetullah) göre yorumlayacakları için doğru sonuca
ulaşmaları zor olmayacaktı.
Kuramlar, deneyler,
düşünceler vs. belli bir amaç doğrultusunda ortaya atılır ve geliştirilirler.
Yâni ön-kabûlden sonra eyleme geçilir. İşte sorun, bu ön-kabûlün neye göre olduğudur.
Bu ön-kabûlün oluşmasında çeşitli unsurlar/etkiler vardır. Hattâ tüketim-biçimi
bile bunu belirler. Yâni temelde bilim değil, bir inanış, düşünüş vardır.
Önemli olan bu inanış/düşünüşün kâinâtın kendisiyle uyumlu olup-olmamasıdır.
Ben diyorum ki, modern-bilim mü’min kâinat ile uyumlu değildir. Çünkü, evrenle
mutlak-uyumlu olan vahiyle/Kur’ân’la uyumlu değildir. Vahiyle kâinât bire-bir
uyumlu olduğu için, ön-görülen düşüncenin de vahiyle uyumlu olması gerekir.
Câbiri; Bilimsellik
iddiasıyla çok sayıda teorinin ortaya çıktığını, aslında bunların, bilimi kendi
ideolojik gerçeklerine maske olarak kullanıp, bilimsel nesnelliğin arkasına
sığındığına dikkat çeker.
Alain Touraine de,
modernizmin en önemli özelliklerinden birinin, toplumda, Tanrı’nın yerine
bilimi yerleştirmeye çalışması olduğunu söylemiştir.
Yûsuf Özkan Özburun:
“Her çağın bir bilim telâkkisi var. Hattâ o çağın
içinde de değişebiliyor bu. Siz hangi telâkkiyi, hangi kalıpları kabûl
ederseniz, hangi temel esaslardan hareketle yürürseniz ona göre bir
deney/gözlem/bilim anlayışına varırsınız” der.
Bilim, zamânın telâkkisine
göre şekillenir. Zamânın en ünlü ama yanlış teorileri olan Big-Bang ve Evrim
Teorileri “zamânın telâkkisi”dir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Şubat 2016