“Allah’a ve Resûlü’ne
itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz
gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
“Ey îman edenler!. Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa
öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.
Hepiniz topluca sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın
size olan nîmetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah
gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nîmeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Siz
bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte
Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor” (Âl-i İmran 102-103).
“(O müşrikler ki,) Kendi dinlerini fırkalara ayırmış
ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp
sevinç duymaktadır” (Rûm 32).
Bahsettiğimiz bozulma İslâm’ın
değil (çünkü onu Allah koruyor) müslümanların bozulmasının sürecidir. Zîrâ
“İslâm’ın bozulması” diye bir şey olmaz. O aynen ilk günkü gibi canlıdır ve
kıyâmete kadar da ilk günkü gibi tâze kalacaktır. Müslümanların bozulması ise,
İslâm’ı hakîkatinden saptırmalarının ve nefis ve şeytan-merkezli farklı yollara
girmelerinin bir sonucudur. Bu yazıda hangi yollarla bozulmaların yaşandığını kısaca
göstermeye çalışacağız.
Peygamberden sonra ilk
bozulma süreci, Hz Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısında, artan fetihlerin de
etkisiyle ortaya çıkan zenginleşmeler ve nefsin azmasıyla gayri İslâmî düşünüş
ve yollar sapılmış olmasıdır. Bu savrulmalara karşı uyarıcıların uyarıları
yetmeyince İslâmî bütünlük kaybolmaya başlamış siyâset İslâm-dışı bir yola
girmiştir. Bu durum Hz. Ali’nin hilafetinin sonuna kadar kontrôl altında
tutulmaya çalışıldıysa da, o’nun vefâtından sonra hizipleşmeler baş-göstermiş,
İslâmî yönetim hânedanlığa dönüşmüş ve halk da bu yönetimlerin sürüklemesiyle
yarı-İslâmî yarı-şeytânî düşünce ve eylem sürecine girmiştir. Şu da var ki tüm
İslâm târihi boyunca hakkı ve hakîkati bilen ve savunana mü’minler hep
olagelmiştir.
Bozulma süreci, servete sâhip
ve de âit olma ve nefse göre hareket etme, sonra da İslâm’ın benimsemediği siyâset
ve inanç şekli, bâtınîlik, Yunan felsefesi, fethedilen yerlerde câri olan gayri
İslâmî düşünceler ve uygulamalarla yerleşmiştir.
İslâm’a ihtidâ edenlerin mahâlli düşünüş ve âdetleri
karşısında tâviz verme temâyülü, İslâm’ı çeşitli dînî ve ictimâi kültürlere bölerek
İslâm’ın karşısına dikildi. İslâm’a sâdık kalındığı müddetçe sorunlar belirgin
ve yaygın olmamış, fakat bu sadâkat koptuğu oranda fitne ve ifsâd da başlamış
ve yayılmıştır. Tabi burada önemli bir nokta, tün bu yanlışlıklar karşısında
ulemânın yeterli bir dik duruşu göster(e)memesiydi. Ebu Hanife gibi örnek
davranışlarda bulunanlar da vardı tabî ki. Fakat genel meyil siyâsilerin
yörüngesine girmek ve onları desteklemek noktasında oldu. Siyâsiler de kendi
işlerine yarayacak ve kendi politikalarını benimseyip destekleyecek olan fakat
İslâm’a pek de uygun olmayan dînî yapılanmaları destekleyince, İslâm’ın doğru
yolunda epey bir sapılmaya başlandı. Demek ki bozulma süreci, servet elde
edilmesi ve bu servetin adâletsiz paylaşımı ve de dînî düşüncenin bozulmaya
başlamasıyla oluyor. Dînî düşünce, servetin ve zenginliğin artmasıyla birlikte
yeterli İslâmî duruşu gösteremeyen kalabalıkların, dinden tâviz vermesi ve yeni
din ve düşüncelere İslâmî bir karşı koyuş sergileyememelerinden dolayıdır. Bu
durum çeşitli dinlerin düşünce ve uygulamalarının İslâm’la karışmasına neden
oldu. Fazlurrahman bu süreci şu şekilde açıklar:
“Müslümanların Münbit Hilâl'i ve Îran’ı
almalarından hemen sonra, fethedilen toprakların ihtidâ eden insanları İslâm’a akın
etmeye başladılar. Bir tâviz olarak, İslâm’ı kabûl eden bu kişilerin eski şark
ve gnostik inançlarına, hattâ uygulamalarına dokunulmadı. Onlar, İslâmî kisveye
bürünerek amelî sahada bile faaliyetlerine devâm ettiler. Bu demektir ki, dış
kabuğun altında çeşitli inançlar yaşamaya devâm etti ve bunların yeni dinle
karşılaşmaları, büyük bir rûhi çalkantıya ve fikir hareketliliğine sebep oldu.
O sırada mevcut fikirler arasında Hristiyanlık, Maniheizm ve Budizm gibi
dinlerden gelen fikirler de vardı. Bu durum, bir-takım gizli fırkaların
kurulmasına yol açtı. Şiilik, siyâsî bakımdan toplum içinde kendilerine bir yer
bulamayanların amaçlarına hizmet etmekteydi. Dolayısıyla mânen kendilerini
yersiz ve yurtsuz hissedenler, bu fırkanın gölgesine sığınarak eski fikirlerini
İslâm’a sokmaya başladılar, İslam içinde bu fikirlere güvenilir bir yer bulabilmek
amacıyla da kaynağını gnostik doktrinler stokundan alan bâtınîlik ilkesini
benimsediler. Bu ilkeye göre, Kur’ân metinleri ikili, hattâ çok-yönlü bir yoruma
tâbi tutulabilirdi. Kur’ân’ın zâhirî anlamının yanı-sıra, farklı derecelerde
oluşan bâtınî anlamları da vardır”.
İslâm’a, hem gönüllere hitap ettiğinden ama biraz da
askerî gücü etkisiyle katılan halklar, İslâm-öncesi küfür ve şirk içeren inançlarıyla
berâber geldiler. Bu inançları aşırı yoruma tâbi tutarak İslâm ile meczedip
yorumladırlar ve güyâ İslâmlaştırdılar. Müslümanlara daha da sonra katılanlar
ise artık İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet’ten değil, eski dinlerle meczedilmiş “saf
İslâm” zannedilen din ve düşüncelerden öğrendiler. Meselâ Türkler eski “gök-tengri”
şaman inançlarını, direkt olarak Kitap-Sünnet ve ulemâdan değil, bizzat duyup-öğrendikleri
İslâm’dan değil, İslâm-öncesi büyük uygarlıkların müslümanlığı kabûl etmiş ama
eski dinlerinden bir türlü kopamamış olan kişileri tarafından yorumlanmış ve
İslâmlaştırılmış öğretilerinden öğrendiler. Yâni “suyunun suyu” bir durum
ortaya çıktı. Türkler, İslâm ile eski gök-tengri ve şaman inançları arasında
benzerlikler bulunca adapte olmakta çok da fazla zorlanmamışlardır. Böylece
adına “Anadolu Müslümanlığı” diyebileceğimiz ve tasavvuf-alevilik-bâtınîlik
merkezli bir din ortaya çıkmıştır. Tabi bu din anlayışı, şehirlerde oturan ve
medreselerde eğitim gören sünnî müslümanlardan ayrı olarak, şehir dışında olan ve
köylerde yaşayanlar için geçerlidir. Zîrâ şehirleştikçe sünnîlik ve
Kitap-Sünnet-merkezli bir eğitimin sonucunda İslâm öğrenilmiş fakat yine de bu,
salt Kitap-Sünnet merkezli olmamıştır.
İslâm’a yeni ihtidâ eden insanlar, İslâmiyet’i kabûl
etmekle berâber İslâm-öncesi hayat görüşlerini de büyük ölçüde korumuşlardır. Çok
kere “ismen müslüman” olmakla yetinilmiş ve bu bölgede İslâmlaşma süreci son
derece yavaş ilerlemiştir. Çünkü kâlplerden önce topraklar fethedilmiş. Yada en
azından topraklar fethedilirken yüreklerin fethine yeterli önem verilmemiştir.
Bu da İslâm’a çeşitli dinlerin düşünce ve uygulamalarının karışmasına sebep
olunca ve siyâsiler buna ses çıkarmayınca ve de ulemâ da siyâsilere bir şey
diyemeyince, müslümanlarda yanlış düşünceler ve uygulamalar yer etmiştir. Bu da
müslümanların o ilk zamanlardaki diriliğini ve duruşunu gevşetmiştir.
Genel halkın din anlayışının rivâyetlere ve
efsânelere dayanması bu şekilde olur. Halk arasında yayılan sufilik kanalıyla
Berberi ve Afrika kültürüne âit animist inanç ve törenler İslam’a karıştı. Bu
nedenle tasavvuf dünyâsının efsânevî hikâyelerinin çok uygun bir zemin bulması
şaşılacak bir şey değildir.
Müslümaların bozulma süreci, siyasî ve toplumsal
alanda dînin hesâba katılmaması ve nefs ve çıkar-merkezli bir siyâsetin
izlenmesiyle; dînî alanda ise, Halife Me’mûn ile başlayan Helenistik Yunan felsefenin
etkisiyle değişen düşünüş biçimleriyle başlamıştır. Tabi bu çalışma tümden
zararlı olan bir çalışma değildir. Sorun, müslümanların bu felsefeyle
ilişkilerini Kitap ve Sünnet-merkezli yapmamalarıydı. Tabi müslümanların
siyâsal-toplumsal olarak güçlü oldukları bir dönem olduğu için felsefenin etkisi
çok da yıkıcı olmamıştır. Söz-konusu bu dönemde müslümanlar, psikolojik
bakımdan yenilmez, siyâsî bakımdan duruma hâkimdirler; dînin muhtevâsı yönünden
de geleneklerin şiddetli ağırlığı altında ezilmiyorlardı. Bu nedenle müslümanlar
bu dalgayı hafif hasarla atlattılar.
Dînî düşünce; İsmâili,
felsefî, bâtınî, tasavvufî etkilerle ifsâda uğramıştır. Daha sonra bunlara
çeşitli halk inançları (alevilik, bektâşilik), ictihad kapısının kapanması ve
böylece târikatların ortaya çıkışı ve günümüzde ise cemaatler (Nurculuk, Süleymancılık
vs.) ve de nihâyet “modern müslümanlık” dediğimiz etkilerle bozulmasını
sürdürmektedir.
Şunu açıkça söyleyebiliriz
ki, îtikâdî konuda yaşanan sapma yâni Kitap ve Sünnet-merkezlilikten uzaklaşma
derece-derece olmuştur ve nihâyet en bozuk hâline gelmeye başlamıştır. Tabi bu durumu
düzeltmek için çalışanlar da her zaman bulunmuştur.
Hak dîne bağlı müslümanların
bozulma süreci, insanlık târihinin tüm zamanlarında benzer şekilde olmuştur.
Bozulmaların nedeni, hak dînin yetersizliği ve eksikliği falan değil, hak dîne
İslâm’dan olmayan çeşitli düşünce ve inançların karışması ve siyâsî nedenlerdir.
Siyâset bozulduğunda ekonomik ve sosyâl koşullar bozulmuş, adâletsizlikler
ortaya çıkmış, ahlâkî sorunlar baş göstermiştir. İşte insanlar böyle zamanlarda
hep farklı düşüncelere ve yollara girerler ve ortaya konan düşüncelere çabuk
kanarlar. Çünkü bir zorluk durumu vardır ve insanlar yeni bir fikri ve hareketi
hemen benimseyebilirler ki İslâm târihine baktığımızda görülen şey budur. Meselâ
Hz. Osman’ın, Emeviler’in, Abbâsiler’in yanlış ve kötü yönetimleri, Haçlı ve Moğollar’ın
sefer ve işgâllerinin sonucunda ortaya çıkan zorluklar, hep yeni düşüncelere ve
fraksiyonlara kapı aralamıştır. Çünkü bir çâresizlik varsa, âcil bir durum
varsa, halk aceleci davranır ve ortaya çıkan düşüncelere ve hareketlere çabuk
eklenir. Çünkü insan başına gelen bir sorunu hemen çözmek ister yada o sorundan
bir-an önce kaçıp kurtulamaya bakar. İşte bu nedenle bu sorunlara çare olduğunu
söyleyen yapılara hemen bağlanabilir ve o anda hem bir kriz durumu olduğu için
hem de Kitap ve Sünnet-merkezli bir din anlayışı olmadığı için bu hareketlere
hemen bağlanılabilir ve benimsenebilir. İşte “dîne karşı din” olan tasavvuf,
sonra târikat ve halk inançları, daha sonra cemaatler ve nihâyet seküler moderniteye
böyle süreçlerden sonra eklemlenilmiştir. Tabi bu eklemlenmeye siyâset de
yardımcı olmuş ve destek vermiştir. Zîrâ Kitap ve Sünnet-merkezli olmayan tüm
yapılar İslâm’a aykırı olan siyâsetlere laf edemezler. Zâten Kitap ve
Sünnet-merkezli olmayan tüm yapılar yanlış bir din ve kader inancına ve cehâlete
sâhip oldukları için pasiftirler. Böylece siyâset onları istediği gibi
yönlendirir ve hattâ onlardan bir-kaçını öne çıkararak devlet görüşünü onlar
üzerinden îlân eder. Böylece o yapılar büyür ve güçlenir. Süreç içinde bu durum
bir-çok kez görülmüştür. Sultan otoritesi, kânunsuzluğa ve karışıklığa nisbetle
ehven-i şer olduğu düşünülerek genel ulemâ tarafından da kabûl edilmiştir. Oysa
İslâm-merkezli olarak yetişmiş olan ulemâ, siyâsete ve sultâna karşı eleştirel
olmalıdır. Ona eklemlendiğinde ise artık o da dînin dolayısı ile adâletin bozulmasına
katkı sağlayacaktır. Böylece müslüman toplum bozulmuş ve bozulması artmış
olacaktır.
Aslında müslümanların bozulma
süreci, bir “tâviz süreci”dir. Her zorlukta yada nefsin kışkırtmasıyla
müslümanlar tâviz verdikçe Kitap ve Sünnet-merkezli dinden kopmuş, küfür, şirk (dolayısı
ile zulüm) ortaya çıkmış ve çeşitli yanlış-sapık yollara girmişlerdir. İslâm bu
yüzden en ufak bir tâviz bile vermeyen bir dindir ve Peygamber de en ufak bir
tâviz vermemiştir. Nübüvvet süreci de bir tâvizsizlik sürecidir.
“De ki, davranış
(ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?.
Onların, Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte
güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf
103-104).
İlk müslümanlar bozulmaya
yüz tutan yapıyı Kur’ân ve Sünnet’e göre düzeltip İslâmî yapıyı da Kur’ân ve
Sünnet’e göre kuruyorlardı. Zâten bozulma, bu iki ilkeden ayrılmakla ve başka
şeyleri ölçü edinmekle başladı ve büyüdü gitti. Modern telâkkilerle İslâmî
yapıyı yoluna sokmak mümkün değildir. Modernite ile birlikte bilginin artması,
birilerinin zannettiği gibi, bozulan yapıyı onarmaya yetmez. Modernite hayâtiyetini
zâten İslâm’ın sosyâl hayâtına aykırı davranarak sağlıyor. O hâlde yine Kur’ân
ve Sünnet’e dönmek şarttır. Çünkü müslümanların Peygamber ve sahabe zamânındaki
o sağlam yapısı, Kur’ân ve Sünnet’e göre kurulmuştu. Kur’â bu bozulmanın
düzeltilmesi için formülünü şu şekilde sunar:
“Ey îman
edenler!, sizi acı bir azapdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a
ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad
edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin
günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn
cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve
kurtuluş’ budur. Ve seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan
‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele” (Saff 10-13).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder