13 Mart 2023 Pazartesi

İslâm Târihinde Müslümanların Bozulma Süreci

 


“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

 

“Ey îman edenler!. Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin. Hepiniz topluca sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın size olan nîmetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nîmeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor” (Âl-i İmran 102-103).

 

“(O müşrikler ki,) Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

 

Bahsettiğimiz bozulma İslâm’ın değil (çünkü onu Allah koruyor) müslümanların bozulmasının sürecidir. Zîrâ “İslâm’ın bozulması” diye bir şey olmaz. O aynen ilk günkü gibi canlıdır ve kıyâmete kadar da ilk günkü gibi tâze kalacaktır. Müslümanların bozulması ise, İslâm’ı hakîkatinden saptırmalarının ve nefis ve şeytan-merkezli farklı yollara girmelerinin bir sonucudur. Bu yazıda hangi yollarla bozulmaların yaşandığını kısaca göstermeye çalışacağız.  

 

Peygamberden sonra ilk bozulma süreci, Hz Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısında, artan fetihlerin de etkisiyle ortaya çıkan zenginleşmeler ve nefsin azmasıyla gayri İslâmî düşünüş ve yollar sapılmış olmasıdır. Bu savrulmalara karşı uyarıcıların uyarıları yetmeyince İslâmî bütünlük kaybolmaya başlamış siyâset İslâm-dışı bir yola girmiştir. Bu durum Hz. Ali’nin hilafetinin sonuna kadar kontrôl altında tutulmaya çalışıldıysa da, o’nun vefâtından sonra hizipleşmeler baş-göstermiş, İslâmî yönetim hânedanlığa dönüşmüş ve halk da bu yönetimlerin sürüklemesiyle yarı-İslâmî yarı-şeytânî düşünce ve eylem sürecine girmiştir. Şu da var ki tüm İslâm târihi boyunca hakkı ve hakîkati bilen ve savunana mü’minler hep olagelmiştir.   

 

Bozulma süreci, servete sâhip ve de âit olma ve nefse göre hareket etme, sonra da İslâm’ın benimsemediği siyâset ve inanç şekli, bâtınîlik, Yunan felsefesi, fethedilen yerlerde câri olan gayri İslâmî düşünceler ve uygulamalarla yerleşmiştir.  

 

İslâm’a ihtidâ edenlerin mahâlli düşünüş ve âdetleri karşısında tâviz verme temâyülü, İslâm’ı çeşitli dînî ve ictimâi kültürlere bölerek İslâm’ın karşısına dikildi. İslâm’a sâdık kalındığı müddetçe sorunlar belirgin ve yaygın olmamış, fakat bu sadâkat koptuğu oranda fitne ve ifsâd da başlamış ve yayılmıştır. Tabi burada önemli bir nokta, tün bu yanlışlıklar karşısında ulemânın yeterli bir dik duruşu göster(e)memesiydi. Ebu Hanife gibi örnek davranışlarda bulunanlar da vardı tabî ki. Fakat genel meyil siyâsilerin yörüngesine girmek ve onları desteklemek noktasında oldu. Siyâsiler de kendi işlerine yarayacak ve kendi politikalarını benimseyip destekleyecek olan fakat İslâm’a pek de uygun olmayan dînî yapılanmaları destekleyince, İslâm’ın doğru yolunda epey bir sapılmaya başlandı. Demek ki bozulma süreci, servet elde edilmesi ve bu servetin adâletsiz paylaşımı ve de dînî düşüncenin bozulmaya başlamasıyla oluyor. Dînî düşünce, servetin ve zenginliğin artmasıyla birlikte yeterli İslâmî duruşu gösteremeyen kalabalıkların, dinden tâviz vermesi ve yeni din ve düşüncelere İslâmî bir karşı koyuş sergileyememelerinden dolayıdır. Bu durum çeşitli dinlerin düşünce ve uygulamalarının İslâm’la karışmasına neden oldu. Fazlurrahman bu süreci şu şekilde açıklar:   

 

“Müslümanların Münbit Hilâl'i ve Îran’ı almalarından hemen sonra, fethedilen toprakların ihtidâ eden insanları İslâm’a akın etmeye başladılar. Bir tâviz olarak, İslâm’ı kabûl eden bu kişilerin eski şark ve gnostik inançlarına, hattâ uygulamalarına dokunulmadı. Onlar, İslâmî kisveye bürünerek amelî sahada bile faaliyetlerine devâm ettiler. Bu demektir ki, dış kabuğun altında çeşitli inançlar yaşamaya devâm etti ve bunların yeni dinle karşılaşmaları, büyük bir rûhi çalkantıya ve fikir hareketliliğine sebep oldu. O sırada mevcut fikirler arasında Hristiyanlık, Maniheizm ve Budizm gibi dinlerden gelen fikirler de vardı. Bu durum, bir-takım gizli fırkaların kurulmasına yol açtı. Şiilik, siyâsî bakımdan toplum içinde kendilerine bir yer bulamayanların amaçlarına hizmet etmekteydi. Dolayısıyla mânen kendilerini yersiz ve yurtsuz hissedenler, bu fırkanın gölgesine sığınarak eski fikirlerini İslâm’a sokmaya başladılar, İslam içinde bu fikirlere güvenilir bir yer bulabilmek amacıyla da kaynağını gnostik doktrinler stokundan alan bâtınîlik ilkesini benimsediler. Bu ilkeye göre, Kur’ân metinleri ikili, hattâ çok-yönlü bir yoruma tâbi tutulabilirdi. Kur’ân’ın zâhirî anlamının yanı-sıra, farklı derecelerde oluşan bâtınî anlamları da vardır”.

 

İslâm’a, hem gönüllere hitap ettiğinden ama biraz da askerî gücü etkisiyle katılan halklar, İslâm-öncesi küfür ve şirk içeren inançlarıyla berâber geldiler. Bu inançları aşırı yoruma tâbi tutarak İslâm ile meczedip yorumladırlar ve güyâ İslâmlaştırdılar. Müslümanlara daha da sonra katılanlar ise artık İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet’ten değil, eski dinlerle meczedilmiş “saf İslâm” zannedilen din ve düşüncelerden öğrendiler. Meselâ Türkler eski “gök-tengri” şaman inançlarını, direkt olarak Kitap-Sünnet ve ulemâdan değil, bizzat duyup-öğrendikleri İslâm’dan değil, İslâm-öncesi büyük uygarlıkların müslümanlığı kabûl etmiş ama eski dinlerinden bir türlü kopamamış olan kişileri tarafından yorumlanmış ve İslâmlaştırılmış öğretilerinden öğrendiler. Yâni “suyunun suyu” bir durum ortaya çıktı. Türkler, İslâm ile eski gök-tengri ve şaman inançları arasında benzerlikler bulunca adapte olmakta çok da fazla zorlanmamışlardır. Böylece adına “Anadolu Müslümanlığı” diyebileceğimiz ve tasavvuf-alevilik-bâtınîlik merkezli bir din ortaya çıkmıştır. Tabi bu din anlayışı, şehirlerde oturan ve medreselerde eğitim gören sünnî müslümanlardan ayrı olarak, şehir dışında olan ve köylerde yaşayanlar için geçerlidir. Zîrâ şehirleştikçe sünnîlik ve Kitap-Sünnet-merkezli bir eğitimin sonucunda İslâm öğrenilmiş fakat yine de bu, salt Kitap-Sünnet merkezli olmamıştır.

 

İslâm’a yeni ihtidâ eden insanlar, İslâmiyet’i kabûl etmekle berâber İslâm-öncesi hayat görüşlerini de büyük ölçüde korumuşlardır. Çok kere “ismen müslüman” olmakla yetinilmiş ve bu bölgede İslâmlaşma süreci son derece yavaş ilerlemiştir. Çünkü kâlplerden önce topraklar fethedilmiş. Yada en azından topraklar fethedilirken yüreklerin fethine yeterli önem verilmemiştir. Bu da İslâm’a çeşitli dinlerin düşünce ve uygulamalarının karışmasına sebep olunca ve siyâsiler buna ses çıkarmayınca ve de ulemâ da siyâsilere bir şey diyemeyince, müslümanlarda yanlış düşünceler ve uygulamalar yer etmiştir. Bu da müslümanların o ilk zamanlardaki diriliğini ve duruşunu gevşetmiştir.

 

Genel halkın din anlayışının rivâyetlere ve efsânelere dayanması bu şekilde olur. Halk arasında yayılan sufilik kanalıyla Berberi ve Afrika kültürüne âit animist inanç ve törenler İslam’a karıştı. Bu nedenle tasavvuf dünyâsının efsânevî hikâyelerinin çok uygun bir zemin bulması şaşılacak bir şey değildir.

 

Müslümaların bozulma süreci, siyasî ve toplumsal alanda dînin hesâba katılmaması ve nefs ve çıkar-merkezli bir siyâsetin izlenmesiyle; dînî alanda ise, Halife Me’mûn ile başlayan Helenistik Yunan felsefenin etkisiyle değişen düşünüş biçimleriyle başlamıştır. Tabi bu çalışma tümden zararlı olan bir çalışma değildir. Sorun, müslümanların bu felsefeyle ilişkilerini Kitap ve Sünnet-merkezli yapmamalarıydı. Tabi müslümanların siyâsal-toplumsal olarak güçlü oldukları bir dönem olduğu için felsefenin etkisi çok da yıkıcı olmamıştır. Söz-konusu bu dönemde müslümanlar, psikolojik bakımdan yenilmez, siyâsî bakımdan duruma hâkimdirler; dînin muhtevâsı yönünden de geleneklerin şiddetli ağırlığı altında ezilmiyorlardı. Bu nedenle müslümanlar bu dalgayı hafif hasarla atlattılar.

 

Dînî düşünce; İsmâili, felsefî, bâtınî, tasavvufî etkilerle ifsâda uğramıştır. Daha sonra bunlara çeşitli halk inançları (alevilik, bektâşilik), ictihad kapısının kapanması ve böylece târikatların ortaya çıkışı ve günümüzde ise cemaatler (Nurculuk, Süleymancılık vs.) ve de nihâyet “modern müslümanlık” dediğimiz etkilerle bozulmasını sürdürmektedir.      

 

Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, îtikâdî konuda yaşanan sapma yâni Kitap ve Sünnet-merkezlilikten uzaklaşma derece-derece olmuştur ve nihâyet en bozuk hâline gelmeye başlamıştır. Tabi bu durumu düzeltmek için çalışanlar da her zaman bulunmuştur.

 

Hak dîne bağlı müslümanların bozulma süreci, insanlık târihinin tüm zamanlarında benzer şekilde olmuştur. Bozulmaların nedeni, hak dînin yetersizliği ve eksikliği falan değil, hak dîne İslâm’dan olmayan çeşitli düşünce ve inançların karışması ve siyâsî nedenlerdir. Siyâset bozulduğunda ekonomik ve sosyâl koşullar bozulmuş, adâletsizlikler ortaya çıkmış, ahlâkî sorunlar baş göstermiştir. İşte insanlar böyle zamanlarda hep farklı düşüncelere ve yollara girerler ve ortaya konan düşüncelere çabuk kanarlar. Çünkü bir zorluk durumu vardır ve insanlar yeni bir fikri ve hareketi hemen benimseyebilirler ki İslâm târihine baktığımızda görülen şey budur. Meselâ Hz. Osman’ın, Emeviler’in, Abbâsiler’in yanlış ve kötü yönetimleri, Haçlı ve Moğollar’ın sefer ve işgâllerinin sonucunda ortaya çıkan zorluklar, hep yeni düşüncelere ve fraksiyonlara kapı aralamıştır. Çünkü bir çâresizlik varsa, âcil bir durum varsa, halk aceleci davranır ve ortaya çıkan düşüncelere ve hareketlere çabuk eklenir. Çünkü insan başına gelen bir sorunu hemen çözmek ister yada o sorundan bir-an önce kaçıp kurtulamaya bakar. İşte bu nedenle bu sorunlara çare olduğunu söyleyen yapılara hemen bağlanabilir ve o anda hem bir kriz durumu olduğu için hem de Kitap ve Sünnet-merkezli bir din anlayışı olmadığı için bu hareketlere hemen bağlanılabilir ve benimsenebilir. İşte “dîne karşı din” olan tasavvuf, sonra târikat ve halk inançları, daha sonra cemaatler ve nihâyet seküler moderniteye böyle süreçlerden sonra eklemlenilmiştir. Tabi bu eklemlenmeye siyâset de yardımcı olmuş ve destek vermiştir. Zîrâ Kitap ve Sünnet-merkezli olmayan tüm yapılar İslâm’a aykırı olan siyâsetlere laf edemezler. Zâten Kitap ve Sünnet-merkezli olmayan tüm yapılar yanlış bir din ve kader inancına ve cehâlete sâhip oldukları için pasiftirler. Böylece siyâset onları istediği gibi yönlendirir ve hattâ onlardan bir-kaçını öne çıkararak devlet görüşünü onlar üzerinden îlân eder. Böylece o yapılar büyür ve güçlenir. Süreç içinde bu durum bir-çok kez görülmüştür. Sultan otoritesi, kânunsuzluğa ve karışıklığa nisbetle ehven-i şer olduğu düşünülerek genel ulemâ tarafından da kabûl edilmiştir. Oysa İslâm-merkezli olarak yetişmiş olan ulemâ, siyâsete ve sultâna karşı eleştirel olmalıdır. Ona eklemlendiğinde ise artık o da dînin dolayısı ile adâletin bozulmasına katkı sağlayacaktır. Böylece müslüman toplum bozulmuş ve bozulması artmış olacaktır.  

 

Aslında müslümanların bozulma süreci, bir “tâviz süreci”dir. Her zorlukta yada nefsin kışkırtmasıyla müslümanlar tâviz verdikçe Kitap ve Sünnet-merkezli dinden kopmuş, küfür, şirk (dolayısı ile zulüm) ortaya çıkmış ve çeşitli yanlış-sapık yollara girmişlerdir. İslâm bu yüzden en ufak bir tâviz bile vermeyen bir dindir ve Peygamber de en ufak bir tâviz vermemiştir. Nübüvvet süreci de bir tâvizsizlik sürecidir.

 

“De ki, davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

 

İlk müslümanlar bozulmaya yüz tutan yapıyı Kur’ân ve Sünnet’e göre düzeltip İslâmî yapıyı da Kur’ân ve Sünnet’e göre kuruyorlardı. Zâten bozulma, bu iki ilkeden ayrılmakla ve başka şeyleri ölçü edinmekle başladı ve büyüdü gitti. Modern telâkkilerle İslâmî yapıyı yoluna sokmak mümkün değildir. Modernite ile birlikte bilginin artması, birilerinin zannettiği gibi, bozulan yapıyı onarmaya yetmez. Modernite hayâtiyetini zâten İslâm’ın sosyâl hayâtına aykırı davranarak sağlıyor. O hâlde yine Kur’ân ve Sünnet’e dönmek şarttır. Çünkü müslümanların Peygamber ve sahabe zamânındaki o sağlam yapısı, Kur’ân ve Sünnet’e göre kurulmuştu. Kur’â bu bozulmanın düzeltilmesi için formülünü şu şekilde sunar:

 

“Ey îman edenler!, sizi acı bir azapdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur. Ve seveceğiniz bir başka (nîmet) daha var: Allah’tan ‘yardım ve zafer (nusret)’ ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele” (Saff 10-13). 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder