31 Mayıs 2020 Pazar

Cehâlet ve Şirk


“Câhiliyenin hükmünü mü istiyorlar. Yakînen bilen bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Mâide 50).

 

“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).

 

Cehâlet ve şirk birbirlerinin neden-sonucudur. Şirke kapı açan şey, Kur’ân’ın “câhiliye” dediği cehâlettir. Cehâlet arttıkça şirk de artar. Şirk arttıkça da cehâlet çoğalır ve hattâ bir cehâlet sevgisi oluşur. Bu süreç mutlakâ zulüm ile sonuçlanır. Çok ilginçtir ki, cehâlet-şirk-zulüm süreci câhil insanlar tarafından çok güçlü bir şekilde savunulur ve üzerine toz bile kondurulmaz. Artık cehâlet ile övünülür ve bu durum nesiller yoluyla sürdürülür durur. Şirki ve sonra da zulmü başlatan şey cehâlet olduğu gibi, sürdüren ve arttıran şey de cehâlettir. Şirkten ve dolayısı ile zulümden kurtulmanın başlangıcı ve devâmı, cehâletten kurtulmakla olacaktır.  

 

İslâm’a göre sürekli olarak iki toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye toplumu. Fakat modern dünyâda; İslâm toplumu “câhiliye toplumu”, câhiliye toplumu ise “İslâm toplumu” olarak gösteriliyor ve müslümanlar da bunun aynen gösterildiği gibi olduğunu zannediyor. Sonuçta ise insanlar ve hattâ hayvan ve bitkiler bile zarar görmeye başlıyor. Çünkü cehâlet-şirk-zulüm iş-başına geçince mutlaka ekini ve nesli ifsâd ediyor: (Bakara 205). Fakat bu düzenden en çok da, sisteme muhâlif olan müslümanlar ve mazlumlar zarar görüyor. İşte bunu tersine çevirmenin yolu, hak ve bâtıl toplumun yâni İslâm ve câhiliye toplumunun birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrılış, ilk başta vahiy/sünnet-merkezli bir zihnî-kâlbî ayrılışla başlayacak, daha sonra da eylemde-amelde görülecek bir ayrılışla devâm edecektir. En sonunda da Dünyâ-çapında hak ve bâtıl apaçık olarak açığa çıkmalıdır. Böylece hak ne imiş, bâtıl-câhiliye ne imiş herkes görecektir. 

 

Kur’ân’ın “câhiliye” dediği şey, okuma-yazma bilmemek, Dünyâ’ya bigâne kalmak demek değildir. Cehâlet ve hemen arkasından gelen şirke ve sonra da zulme neden olan cehâlet ve câhiliye, göklerdeki muazzam düzenin aynen yeryüzünde de, tam da Allah’ın istediği gibi gerçekleştirmeyi idrâk edememek ve istememek demektir. Bir “kendini bilmeme hâli”dir cehâlet. Kendini bilmemek, Yaratıcı’yı bilmemekten ve O’nun düzenini istememekten kaynaklanır. Yaratıcıyı ve O’nun göklerdeki düzenini görüp bilenler, aynı düzenin yeryüzünde de olmasını istemiyorlarsa, ilk önce câhil, sonra da mecbûren şirke düşerek müşrik olurlar. Sonunda da bu, zulüm ile sonuçlanacağından dolayı zâlim olmak da kaçınılmaz olur.  

 

Cehâletin görünümü, Allah’tan başka kânun-kural koyucuların ve vahye aykırı düzenleme yapanların onaylanması ve onları “rab edinmek”tir ki şirk işte budur. Şirk: “Allah’tan başkasını rab edinmek” demektir. Görüldüğü gibi cehâlet mutlakâ şirke çıkıyor. Çünkü cehâlet, sâdece zihinlerde kalmıyor ve hayatta yansıması oluyor. Bu yansıma en çok da sosyâl ve siyasâl alanda gözüküp cehâlet devâm edince, “Allah’a göre” değil de “beşere göre” bir düşünce ve amel-eylem benimsenip kabûl ediliyor. Bunu kabûl etmek mutlakâ şirki ortaya çıkarıyor ve şirk de mutlaka zulmü meydana getiriyor. Sonuçta şirk içinde yaşayanlar içinde “mutlu azınlık” dışındaki büyük çoğunluk, mutsuz ve zor bir dünyâ’ya katlanmak zorunda kalıyor. Üstelik bu durum cehâleti daha da arttırıyor. Zîrâ zorluk içindeyken düşünce serbest kalamıyor ve cehâleti fark edip de ondan uzaklaşılamıyor.

 

İslâm câhili sistemi düzeltip güncelleştirmeye, dolayısı ile şirki onaylamaya gelmemiştir. Tam-aksine, bir zulüm sistemi olan bu câhili sistemi yıkıp, yerine ilâhi sistemi yerleştirmek için ve Dünyâ’da hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ortamını kurmak için gelmiştir. Bahsedilen eşitlik, “üslûp ve muâmelatta herkes için olan bir eşitliktir” elbette. Yoksa mutlak eşitlik Allah’ın murâdına aykırıdır. Kimi durumlarda da zulüm olur.

 

  Modern dönemde, modern cehâlet ve şirk sistemleri olan demokrasi-kapitâlizm-komünizm-liberâlizm ile ve diğer “izm”ler ile cehâlet ve koşulan şirkler ayyuka çıkmıştır. Demokrasi, Allah’ın dîninden çıkıp kulların dînine bir geçiştir. Artık kânunlar, kurallar Allah tarafından değil, çoğu câhil ve zâlim olan beşer tarafından belirlenecektir. İşte şirk budur: “Allah’a kul olmayı bırakıp, kula kul olmak. Kulun hevâ ve hevesine göre hükmettiği bir Dünyâ’ya râzı olmak”.

 

Cehâletten ve şirkten, sâdece Allah’ın kânunlarını kabûl etmekle kurtulunamaz; câhili-tâğûtî sistemlere düşmanlık derecesinde karşı olmakla şirkten kurtuluş tamamlanır. Şirkten sâdece ulûhiyeti Allah’a vermekle değil, rubûbiyeti de Allah’a vermekle kurtulunur:

 

“Size kitabı açıklanmış olarak indirdiği hâlde, Allah’tan başka hükmedici mi arayacakmışım?” (En-âm 114).

 

Câhiliye, doğru olanı değil, “kabûl ettiğini” üstün tutar. Zîrâ bunun bir bedeli yoktur. Zâten zanna göre kabûl edilen şey üstün tutulmaktadır ve cehâlet ve şirk sürdürülmektedir. Oysa cehâletten arınma ve dolayısı ile şirkten ve zulümden kurtulma bir bedel ister. Okumak, düşünmek, idrâk etmek, sonra da amel ve eylem şeklinde yaşamak bir bedel ister. Bu, kafa ve beden konforunun bozulmasını gerektirir. Hattâ bâzen canlarla ve mallarla cihad etmeyi de gerektirebilir. Cehâleti ve şirki kabûl etme, “nefis-merkezli bir kabûl etme”dir. Câhil, kabûl ettiğini “doğru” olarak görürken, kabûl etmediğini de “yanlış” olarak görür. İsterse Allah, onların doğru olarak kabûl ettiklerine yanlış, yanlış olarak kabûl ettiklerine doğru desin, yine de fark etmez. Seyyid Kutub câhiliye hakkında şunları söyler:

 

“Bilmenin zıddı olan ‘ce-hi-le’ fiilinden türetilmiş bir kelime olarak câhiliye, ‘insanın Allah’a gereği gibi kulluktan uzaklaşması, O’nun vahiy yoluyla gönderdiği hükümlerine değil de kendi arzularına tâbi olması veyâ vahye rağmen ortaya konmuş olan beşerî emir ve yasaklara, siyâsî sistem ve düşüncelere inanmasıdır’.

 

Câhiliyenin zıddı olan hilm; zayıflık demek değil, rûhun aktif ve olumlu bir gücüdür ve insanı şaşkına çevirecek olan ihtiras ve öfkesine yenik düşmemesi şeklindeki üstün bir akıl gücüdür. Câhiliye dönemi Arapları Allah’ı hakıyla bilmedikleri, O’na şüpheden uzak ve şirksiz îman etmedikleri, bireysel ve toplumsal hayat îtibâriyle bilgiden, nizamdan, sulh ve sükûndan uzak oldukları, güçlü ve asil sayılanları dâimâ haklı kabûl ettikleri ve adâletten yoksun bir hayat yaşadıkları için bu döneme câhiliye denilmiştir.

 

Habeşistan’a göç eden sahabilerin sözcüsü Ca’fer b. Ebû Tâlib’in Necâşî’ye hitâbı, o dönemde câhiliye kavramının nasıl anlaşıldığının ipuçlarını vermektedir: ‘Ey hükümdar!; bizler câhiliye zihniyetine sâhip bir kavim idik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabâlık bağlarına riâyet etmez, komşularımıza kötülük ederdik, güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi’ (İbnu’l-Esîr, II: 81).

 

Câhiliye ‘Allah’ı inkâr etmeksizin göklerin egemenliğini O’na bırakıp, yeryüzü egemenliğini tâğutlara terk eden, insanlara havralarda, kiliselerde ve mescidlerde Allah’a ibâdet etmeyi mubah görürken günlük hayatlarında Allah’ın şeriatı ile hükmetmelerini yasaklayan bir toplum’ şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu toplum, böylece Allah’ın yeryüzündeki ulûhiyetini ya inkâr etmekte yada askıya almaktadır. Bu toplum Allah’ın varlığını kabûl etmekle, insanların özgürce ibâdet etmelerine imkân sağlasa da câhiliye toplumu olmaktan kurtulamaz”.

 

Cehâlet, (câhiliye) “körü-körüne olan bağlılık” demektir. Körü-körüne olan bağlılıklar cehâleti daha fazla çoğalttığı gibi, arkasından mutlakâ şirki ve şirk de yanında mutlaka zulmü getirip açığa çıkarır. Sonuçta da bir-çok kişiyi, “sanki göğe çıkıyormuş gibi” zor bir hayat bekler: (En-âm 125). Netîcede de hiç-bir zaman; emniyet, güvenlik, huzûr, mutluluk ve adâlet gerçekleştirilemez.

 

Peygamberimiz, Ebu Cehil’in sorduğu, “bizden istediğin nedir?” sorusuna verdiği cevap net ve kararlıdır: “Sâdece putlardan vazgeçip Allah’a ibâdet etmenizdir” der. Bu, “cehâletten, şirkten ve zulümden vazgeçmek” demektir. Çünkü şirk, “mutlak olanı (tevhid) yok saymasa da izâfileştirmek, hakîkati göreceli kılmak” demektir. Hakîkat göreceli hâle geldiğinde mutlakâ zulme kapı aralanmış olur.

 

Cehâletin ortaya çıkardığı şirk, “biraz ordan biraz da burdan” olandır. “Bir sene sen bizim ilahlarımıza tap, bir sene de biz senin ilahına tapalım” demenin diğer adı. Biraz ilâhi olandan, biraz da beşerî olandan. Biraz vahiyden biraz da nefisten.

 

Şirk en çok siyâsi alanda gösterir kendini ki bunun zirve söylemi de: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını Tanrıya vermek” sözüdür. Bu nedenle şirk büyük bir zulümdür:

 

“Hani Lokman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; ‘Ey oğlum, Allah’a şirk koşma!. Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür” (Lokman 13).

 

Bir de şu var ki; peygamberler toplumlara, onları uyarmak ve tebliğ-dâvet yapmak için gönderilmiştir. Peygamberlerin muhâtabı olan toplumlar şirk ve küfür içinde olan toplumlardır. Fakat bu toplumları ilk önce direkt olarak küfürle ve şirk ile değil, “cehâlet” ve “câhiliye” (dalâlet) olarak isimlendirmek daha doğru olur. Zîrâ bu kişilere ve topluma henüz “apaçık bir tebliğ ve dâvet” yapılmamıştır. O hâlde bir kişiye yada topluluğa “apaçık” ve o kişinin çok net olarak anlayacağı bir tebliğ, açıklama ve dâvet yeterli oranda yapılmadıkça, hattâ kişiye mâkûl bir süre verilmedikçe, o kişiyi yada toplumu “kâfir” ve “müşrik” îlan etmek doğru olmaz. İlk önce tevhidin ve şirkin ne olduğu apaçık ve net bir şekilde anlatılmalı ve kişinin anlaması sağlanmalıdır. Kişi söyleneni anladığı hâlde; inat, çıkar-nefs yada alışkanlık nedeniyle üzerinde olduğu şirk ve küfürden vazgeçmezse, işte ancak o zaman küfür ve şirk ile suçlanmalıdır. Kur’ân’ın üslûbu da bu yöndedir.

 

Şirk koşmamak için mutlakâ cehâletten arınmak gerekir ki bunun tek ve en sağlam yolu, “Kur’ân-merkezli bilgi-bilinç” ve “Sünnet-merkezli amel-eylem”dir.

 

Cehâlet ve şirkin panzehiri, Kur’ân ve Sünnet’tir. Zulüm ancak bu şekilde yok edilir ve Dünyâ cennetin bir şûbesi (kendisi değil) kılınarak cennete bir köprü kurulabilir.

 

Evet; Ya İslâm yada câhiliye… Ya îman yada küfür… Ya Allah’ın hükmü yada câhiliyenin hükmü… Ya tevhid yada şirk. Ya kâlp yada nefs. Ya adâlet yada zulüm.

 

İslâm, bir anti-cehâlet, anti-şirk ve anti-zulüm sistemidir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2018

 

Devamını Oku »

28 Mayıs 2020 Perşembe

Modern Müslümanlık Yada Geleneğe Çatmak





“And olsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek (Sünnet) vardır” (Ahzâb 21).

Hemen baştan söyleyeyim ki geleneğin çatılacak çok şeyi vardır. Zâten modern müslümanlar çokça konuşulup-yazılan ve sosyâl medyada tartışılan yazılarla-sözlerle geleneğin çatılması (ve çatılmaması) gereken yönlerine bolca çatıyorlar. Filozoflar ve bilginler de halkı ve geleneği kötülemeden bir fikir ortaya koyamıyorlar. Gerçi haksızlık yaptıkları yer de çok. Biz bu yazıda geleneğin çatılması gerek yerlerinden söz edecek değiliz. Zâten bunu yapmak bu yazının çapına sığacak bir konu olur. Bizim bahsedeceğimiz şey, “geleneğin çatılmaması gereken yerleri”yle, “geleneğe aşırı çatmanın, çatılması gereken diğer şeyleri blôke edip engellediği” konusudur.

Türk Dil Kurumu, geleneği şöyle tanımlar: “Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan-kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, anane, tradisyon”.

İngilizce “tradition” kelimesi, Latince “tradere” fiilinden türemiştir. Tradere, Trans (bir taftan diğerine, öteye) + dare (vermek): öteye vermek, aktarmak, nakletmek, teslim etmek.

Uydurmalara ve zırvalıklara “gelenek” denilemez zâten. İslâm’ın geleneği, İslâm târihinde ortaya çıkan “gelenekçilik” değildir. Gelenek “vahiyle örtüşen” şeydir. Vahiyle örtüşmeyen şey “gelenek” değil, “gelenekçilik” olur. Örflerin birleştirilmesinden “gelenekçilik” ortaya çıkar. İslâm medeniyeti, “İslâm geleneği” ile şekillenmiştir. İslâm geleneği ise, vahyin emirleriyle ve yönlendirmesiyle oluşmuş olan Peygamberimiz’in ortaya koyduğu “güzel örneklik” yâni adına “Sünnet” denen en insanca, en ideâl yaşam-şekli ve pratiğidir. Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de, “İslâm geleneğini oluşturmak” yada bu geleneği başlatmaktır. İslâm medeniyeti Kur’ân ve Sünnet medeniyetidir. İslâm medeniyetinin bil-kuvve yönü Kur’ân, bil-fiil yönü ise Sünnet’tir. Bil-kuvve ve bil-fiil en güzel şekilde birleştirildiğinde, ortaya “İslâm geleneği” yâni “İslâmî yaşam tarzı” ortaya çıkar. Vahiy ve Sünnet bu gelenek içinde sonraki nesillere aktarılır. Zâten insanlar çoğunlukla, Kitap’tan değil, Vahiy ve Sünnet ile oluşturulmuş gelenekle öğrenirler. Bu gelenek Vahiy ve Sünnet-merkezli oldukça İslâm hakkıyla aktarılmış ve yaşanmış olur. Fakat Vahiy ve Sünnet’ten kopulunca yada ikisi arasındaki bütünlük kopunca, İslâm geleneği de bozulur ve onun yerini aynen günümüzdeki gibi “bâtıl gelenekler”, uydurmalar ve zırvalıklar alır.    

Modern zamanlarda insanlar geçmişe ve geleneğe karşı aşırı bir alerji duymaya başlamışlar ve gelenek ile ilgili kavramlar sövgünün konusu olmaya başlamıştır. Gelenekten bahseden herkese gerici-yobaz-câhil gibi suçlamalarda bulunulmuş ve modern olmamak neredeyse bir suç gibi, bir günah gibi telâkki edilmeye başlamıştır. Modern zamanların hazzını yaşayan ve bundan son derece memnun olanlar için bu durum normâl olarak gözükebilir. Zîrâ onlar mevcut dünyânın modern hazlarını yaşamanın verdiği orgazm hâli ile günlerini gün etmektedirler ve Dünyâ’nın aç-susuz, sefil-perişân hâldeki insanları umurlarında bile değildir. Fakat bu duruma müslümanların büyük bir kısmı da katılmaya ve geleneğe karşı bir tiksinti duymaya başlamışlardır. Modernizm ile o kadar büyülenmiş durumdadırlar ki, mevcut kötü durumlarını modernizm ile kıyaslıyorlar ve geleneğe olan bağlılığı hem kötü hem de yanlış buluyorlar. Artık geleneğe kıyasla değil, modernizme kıyasla ve modernizm-merkezli okumalar, düşünmeler ve yorumlamalarda bulunuyorlar. Fakat ortaya net çözümler koyamıyorlar. Geçmişten ve İslâm geleneğinden alınan ilhamla İslâm ve müslümanların huzûra eremeyecekleri, bu nedenle de modern okuma, yorum ve eylemlerle durumlarını düzeltecekleri zehabına kapılmaktadırlar.

İslâm geleneği, Allah’ın “güzel örneklik” olarak sunduğu, literatürde “Sünnet” denilen ve Kur’ân’da Ahzâb Sûresi 21. âyette konulan şeydir. Sünnet, “İslâm’ın geleneği”dir. Hattâ bu gelenek “en güzel gelenek”tir. Zîrâ Peygamberimiz’in geleneğidir yâni yaşam tarzıdır. Fakat bu geleneğe Peygamberimiz’den sonra uzun zamanlar boyunca uydurma sözler, rivâyetler ve hattâ zırvalıklar eklenmiş, öyle ki bunlar, Peygamberimiz bunları 23 yıl boyunca yemeden, içmeden ve uyumadan söylese ve yapsa bile zamânın yetmeyeceği kadar çoktur. Tabi bu kadar çoğalması hem bunların sahih olanlarının ayıklanamayacağı anlamına gelmez, hem de bu kadar çoğalmış ve karışmış diye “en iyisi toptan inkâr etmek” demek için gerekçe olmaz. Netîcede elimizde hem hakkı ve bâtılı ayırabilen “Furkân” olan Kur’ân var, hem de yanlışları kolayca ayırabilecek ilk târihlerde yazılmış siyer, megâzi ve târih kitapları var.

Geçmişi ve geleneği tümden inkar etmek, Kur’ân’ı da inkâr etmek anlamına gelir. Çünkü Kur’ân’ın yarısı hattâ bâzılarına göre daha fazlası peygamberlerin hayatlarını ve kıssalarını içeriyor ve bilindiği gibi kıssalar %100 geçmişle ilgilidir. Kıssalar peygamberlerin geleneğinden yâni vahiy-merkezli ortaya koydukları yaşam-şekillerinden bahsediyor. O hâlde gelenekle bağı koparmak yada gevşetmek, kıssalarla dolayısıyla Kur’ân’ın büyük kısmı ile bağı koparmak yada gevşetmek anlamına geliyor. Kur’ân okumak, bir nevî “gelenek okumak” anlamına da gelir çünkü. Biz kıssalarda, eski kavimlerin bâtıl geleneklerini ve peygamberlerin ortaya koyduğu hak geleneği yâni vahiy-merkezli yaşam-şekillerini okuyoruz.      

Geçmişle ve gelenekle bağı koparınca, Kur’ân’ın nerdeyse yarısını oluşturan kıssalar bu durumda ne olacak?. Bir değeri yok mudur o anlatılanların. Çünkü geleneği anlatıyor. Müşriklerin-kâfirlerin bâtıl geleneği ile peygamberlin hak geleneğini anlatıyor. Yâni “çatılacak” geleneği ve çatılmaması hattâ tâkip edilmesi gereken geleneği belirliyor. Kur’ân’da meselâ; “İdris’i de an” denir. İdris’i anmak, geçmişi ve o’nun geleneğini anmak değil midir?. İdris’i anmak, geçmişe dönmek demektir. Kur’ân kişiyi binlerce yıl önceye dâvet edip götürüyor ve bâtıl ve hak geleneği gösteriyor. Oradan bir ders alınmasını istiyor Kur’ân.

Hem biz neden gelenekle bağımızı tümden koparalım yada gevşetelim ki?. Onun yerine bâtıl geleneği inkâr ve iptâl etmemiz gerekir. Hem bizim geçmişimiz “batı” gibi karanlık değildir ki!. Bir medeniyet vardır bizim geleneğimizde, bir kültür, vicdan, merhâmet, sanat, dil, ses, söz, devlet ve millet üretilmiştir. Bu medeniyet bir nûr olmuş ve Dünyâ’yı aydınlatmıştır. Bizim geçmişimiz ve geleneğimiz batı’nın geçmişi ve geleneği gibi değildir. Onların geleneği bir dogmadır ve onlar o dogmaya sövmüş ve yıkmışlardır onu ama maalesef yerine modern şeklinden başkasını da getirememişlerdir. Klâsik geleneği ortadan kaldırmışlar ve yerine modern geleneği koymuşlardır. Modern gelenekte olan bir-çok şey klâsik gelenekten de kötüdür. Vahiy-merkezli değildir çünkü. Batı’nın geçmişi de moderni de şimdisi de vahiy-merkezli değil de insan-merkezli olduğundan, her iki dönemde de zulm üretmiştir, üretmektedir. Abdrurrahman Arslan bu konuda şöyle der:

“Bizim bugünümüzü kuran kimdir?. Biz bugünümüzü şu-anki düşüncelerimizle mi kuruyoruz?. İstesek de istemesek de geçmişten gelen üzerine bir şeyler konuşabiliyoruz. Bu elde değil, bu bizim kaderimizdir. Her peygamber öncekilerinin izleri üzerine gönderilmiştir. Hâşâ bu, boşa söylenmiş bir söz olabilir mi?. O izlerin sürekliliği insanoğlunun târihindeki önemli bir noktadır. Esas düşünülmesi gereken şu: Ya o izler kaybolduğu zaman ne yapacağız?. Acaba târihte o izler kaybolmak üzereyken mi peygamberler geliyor?. Biz bunların üzerine düşünmedik. O izler her zaman olumsuz mudur?. Bizim için bir ışık veremez mi?”.

Evet; bir peygamberden sonra başka bir peygamberin gönderilmesi, önceki peygamberin “hak geleneği”nin yozlaştırılmış olması ve bâtıl hâle getirilmesinden dolayıdır. Yeni peygamber o bozulmuş geleneği vahiy-merkezli olarak yeniden hak geleneğe dönüştürmüştür.

Gelenek ve görenekler, aslında halkın eski dinlerinin uygulamalarıdırlar. Eğer bir gelenek hak dinden neş’et etmişse o geleneği sürdürmekte sorun olmaz. Modernite ise, hak dinlerin inkâr edilmesiyle ortaya konmuş olan modern bir gelenektir. Bu-gün bir-çok müslümanın “modern uygarlık” olarak algıladığı/bildiği şey, İslâmî gelenekte “câhiliye” diye bilinen değerlerin uyanışıdır.

Modernite, “klâsik gelenek” düşmanıdır. Hayâtiyetini buradan alır. Bu düşmanlık tüm Dünyâ’ya ve de müslümanlara dayatılarak benimsetilmiştir. Modernizmin ağır kuşatması altında seküler sistemlere îtirâza cesâret edemeyen müslümanlar, “gelenek eleştirisi”yle idâre etmektedirler. Çünkü modernizmin ağır kuşatması altındayken, 1.400 yıllık İslâm Târihi’ni doğru okuyup değerlendirebilmek imkânsızdır.

Müslümanlar da, hak ve bâtıl olduğuna bakmadan, geleneğe çata-çata moderniteyi din yaptılar. Gelenek eleştirisi de olmasa müslümanlar işsiz kalacaklar ve konuşacak bir şeyleri olmayacak.

Geleneğe çatanlar, “moderniteye çatamayanlar”dır. Geleneğe çata-çata modernist olmuşlar, modernizme kapıla-kapıla da gelenek düşmanı olmuş çıkmışlardır. Çünkü modernite onlara ancak “geleneğe çatma” izni vermektedir. 

Bâtıl geleneği din yapan gelenekçiler, geleneğin yozlaşmış tarafına “mest” olurlarken; gelenek düşmanları da, geleneğin yozlaşmış tarafıyla birlikte tümüne “düşman” oluyorlar. Bu-arada “hak gelenek” güme gidiyor.

“Kur’ân yanlışsızdır ama hadiste-Sünnet’te uydurmalar vardır, hattâ o kadar çok karışma vardır ki bunu temizlemek mümkün değildir” diyerek sahih hadisi ve Sünnet’i tümden reddetmek mantıksızdır.

Geleneğe çatmanın “Kur’ân’a çatmak” demeye geldiğini de unutmamak gerekir. Biz Kur’ân’ı niçin kabûl ediyoruz ve onun Allah’tan geldiğine inanıyoruz?. Tabî ki Peygamber’e güvendiğimiz için. Peygamber’e güvenmeden Kur’ân nasıl kabûl edilecek ki?. Onun Allah’tan olduğunu ve kendisine Cebrâil’in getirdiğini bize ilk önce Peygamberimiz söyledi. Yâni sahabe Peygamber’e güvendiği için Kur’ân’ı “hak” olarak kabûl etti. Çünkü daha ilk üç-beş âyetten Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu anlaşılamazdı. O hâlde sahihine-uydurmasına bakmadan hadis ve Sünnet’i tümden iptâl etmekle açığa çıkan Peygamber inkârı, Kur’ân’ı da inkâr etmek anlamına gelir.

Geleneğe çatmak sonunda Kur’ân’a da çatmakla sonuçlanır ve sonuçlanmıştır. Çünkü sahih Sünnet’i ve hadisi ayırmadan Sünnet ve hadisleri “uydurma” diyerek tümden reddetmek, Peygamber’i de reddetmeyi yanında getirir ve getirmiştir. Çünkü bakıldığında Sünnet’i ve hadisi tümden reddedenler Peygamber’i pek de takmazlar. Onu bir postacı, oradan geçen bir haberci gibi görürler. Çünkü gerçekten Peygamber’e âit olan Sünnet’i ve hadisi inkâr etmişlerdir. Birinin sözünü ve eylemini inkâr etmişseniz, “o kişiyi inkar etmişsiniz” demektir. Zîrâ insan, söyledikleri ve yaptıklarıdır. Fakat böyle olunca ne oluyor ve ne olmuştur?. Târih boyunca böyle yapanlar, -tüm peygamberlerde olduğu gibi- Peygamberimiz’i tasavvurlarda zayıflattıktan sonra o’nun örnekliğini inkâr etmişlerdir. Örneklik Kur’ân’dan olduğu için (Ahzâb 21) dolayısıyla Kur’ân’ı inkâr etmeye başlamışlardır. Zâten 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr etmeleri de bu yüzdendir. Uydurma söz ve rivâyetlerden başka, “sâdece Kur’ân” diyerek bizzat Peygamber’e âit olan sözleri de inkâr edince, -belki de bir cezâ olarak- Peygamber’i de inkar etmeye başlamışlar, Peygamber’i inkâr edince o’nun “güzel örnekliği”ni de inkâr etmişlerdir. Peygamber’in güzel örnekliği olan Sünnet’i inkâr edilince Ahzâb 21’i inkâr etmiş olmuşlardır. Sonra da Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr edebilmişlerdir. Çünkü bu son iki âyet Peygamber’in özelliklerinden bahsediyor. Belki ilerleyen zamanlarda işlerine gelmeyen ve hesaplarına aykırı düşen başka âyetleri de inkâr etmeye başlayacaklardır. Târihselciler bir-çok âyeti ve hattâ Medenî âyetleri târihe hapsederek tümden inkâr etmişlerdir, etmektedirler. Çünkü geleneği târihe hapsetmişler ve böylece inkâr etmişlerdir. Âyetleri târihe hapsetmek, inkâr etmenin bir türüdür. Bu inkâr hepsinde modernite-merkezli yapıldığından dolayı, modernite din hâline gelmiş ve İslâm ise modernitenin nesnesi gibi olmuştur. Eski gelenekten kurtulma isteği, “yeni geleneğe kolayca bağlanma durumu”ndan kaynaklanır.

Geçmişe dönmekten bahsetmiyoruz, “hak geleneğin rûhuna dönmek”ten bahsediyoruz. Bu çağa taşıyacağımız, geçmişin fizîkî ve mekânî tarafı değildir. Belki bâzı gelenekler de taşınacak ve diriltilecek ama asıl taşınacak olan geçmişin rûhudur. Dünyâ’yı aydınlatan o rûh. O zamânın müslümanlarının vahiy-merkezli olarak oluşturulmuş ve ortaya konmuş hak gelenek yâni Sünnet ile Dünyâ’yı aydınlattığı rûh, şimdiki zamânı da aydınlatabilir. Biz geçmişin hiç-bir şeyini almasak ve her-şeyine sövsek de, rûhunu kötüleme ve rûhuna sövme hakkımız yoktur. Zîrâ o rûh, vahyin, Sünnet’in rûhudur. O rûhla zamânı yeniden inşâ edebiliriz. O rûhu günümüze taşımak, “modernizme sövmek” anlamına geliyor. Zâten modernizme sövülmediğinde, İslâmî geçmişe ve o İslâmî rûha sövülüyor ve geçmiş ve gelenek “günah keçisi” îlan ediliyor. Böylece rûhunu İslâm yerine şeytandan alan modernizm üzerinden yeni bir modern zulüm başlatılıyor.

Geleneği bâtılına-zırvasına bakmadan ve sahihi-bâtılı ayırmadan tümden kabûl etmekten bahsetmiyoruz. Hak gelenek yâni vahiy-merkezli olan Sünnet’i -ki Sünnet vahyin geleneğidir- diriltmekten bahsediyoruz. Atasoy Müftüoğlu: “Geçmişe kapanıp kalmak ne kadar yanlış ise, geçmişe kapalı kalmak, geçmişi unutmak da bir o kadar yanlıştır” der.

Bizim geleneğimiz, Allah’ın “güzel örneklik” dediği Sünnet’tir. Kıssalar da önceki peygamberlerin sünnetleri yâni gelenekleri ve yaşam-pratikleridir. Sünnet denilince hemen uydurma hadis, söz ve rivâyetler akla gelmesin. Sünnet, “Peygamberimiz’in Kur’ân’ın emirleri doğrultusunda 23 yıl boyunca yaptıkları”dır. Bizim geleneğimizi işte bu yapılanlar belirler. Sünnet’e çatınca yâni sahih geleneğe çatılınca mevcut zamâna uyulmaya yâni modernite gelenek olmaya başlar. Kim hangi zamandaki moderniteye uyuyorsa o, ondan önceki zamâna ve geleneğe çatar.

Küresel şeytânî, tâğûti devletlere mandalık yapan ülkelerin vatandaşları, geleneğe çatıyorlar ama İslâm’ın ve Türk’lerin büyük imparatorluklarını, inkâr ettikleri o gelenekler zamânında kurduklarını ve Dünyâ’ya o gelenekle hükmettiklerini unutuyorlar. O hâlde geleneğe çatmaktan çok uydurmalara ve moderniteye çatmak gerekir.

“Hak gelenek” ile “bâtıl gelenek” farklıdır ve bunları ayırmak gerekir. Bâtıl gelenek, “küfrün, şirkin ve absürdlüğün göstergesi”yken, hak gelenek ise, “güzel örneklik” denilen, vahiy-merkezli yaşam-şeklinin göstergesidir ve ona Sünnet denir.

Bâtıl geleneği baş-tâcı eden moderniteye çatmayanlar ve tam-aksine ona râm olanların yapacakları şey, “hak geleneğe” çatmaktan başkası değildir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2019
























Devamını Oku »

İslâm ve Sanat


“Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?” (Şuârâ 128).

 

Sanat kelimesi Arapça kökenlidir ve “sana” kökünden gelir. Kelime anlamı ise “îmâlât, işçilik, ustalık” anlamına gelir. Antik Yunan’daki karşılığı “Techne” ve bu kelime o dönemde, bugün “zanaat” dediğimiz şeyleri de içine alıyor. Techne kelimesi marangozluk, şiir, tıp, heykelcilik, at terbiyeciliği gibi birbirinden çok farklı alanları kapsayan, insanlardaki îmâl ve icrâ kâbiliyetine işâret eden bir kelime olarak karşımıza çıkıyor.

 

Sanat “bir şeyi estetik hâle getirmek demektir. Meselâ bir odun ancak yakmaya yarar, fakat o odunu yontup estetik hâle getirdiğinizde ve sanatsal” yaptığınızda o artık sanat olur. Böylece sanat hâline getirilen odun yanmaktan kurtulur.

 

Sanat, insanların inanç, düşünce ve duygularını söz, ses, renk, çizgi, biçim gibi araçlarla güzel bir biçimde ve kişisel bir ifâde ile anlatma çabasından doğan rûhî bir faâliyettir. Sanat Arapça’dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Sözlük anlamı; işlemek, yapmak anlamına gelen sun’ (s-n-a) kökünden türemiştir. Sanat; ustalık, hüner, mârifet anlamlarında kullanılır. Batı dillerinde “art” kelimesiyle karşılanır. Sanat kelimesi dilimizde zanaat anlamında da kullanılır (Aslı: Arapça sınâat). Yâni, insanlar için gerekli olan maddî şeylerden birinin yapımına dayanan ve el-yatkınlığı isteyen işe de sanat denir.

 

Michelangelo’ya göre heykeltıraşlık tüm sanatların başında gelir. Fakat aslında tüm sanatların başı mîmarlıktır.

 

Modernizm, klâsik/geleneksel sanatın değişmesiyle ve ifsâd edilmesiyle başlamıştır. Sanat, hem zamandan-mekândan etkilenir, hem de zamânı ve mekânı etkiler. Modern sanatlar, dînin ötelenmesiyle oluşan düşünceden etkilenerek başlamıştır.

 

İslâm’da sanat vardır ve bu sanat “soyut sanat” şeklindedir ki bunlar da; minyatür, hat, ebru, şiir, tezhib ve mîmâri gibi soyut sanatlardır yâni bir şeyin temsîli değillerdir. İslâm bir şeyin temsîlinin yâni “bir şeyin belirgin bir şekilde kâğıda, taşa-toprağa vs. yansıtılması”nı doğru bulmaz. Zîrâ Allah zâten en güzeli ve en iyisini yaratmıştır. Soyut sanat ise, “doğada örneği olmayan” şeyler üzerinden yada doğada karşılığı olsa da “onun birebir aynısını yapmadan yapma” şeklindedir. Somut sanat ise, “doğada bulunan şeylerin birebir taklidini” yapmak şeklindedir. Fakat sorun şuradadır ki, insan doğada bulunan hiç-bir şeyin resmini, onu ideâlleştirmeden yâni gerçeğinden daha üstün hâle getirmeden yapamaz. Resmettiği yada heykelleştirdiği şeyi, gerçeğinden ayrıştırılarak, onu ideâlleştirerek ve olağan-üstü hâle getirerek yapar. İnsanın tanrı şeklinde gösterildiği resimler ve heykeller, aslında resmi yada heykeli yapılan kişilerin olağan-üstüleştirilmiş hâlleridir. Gerçekte resimde ve heykelde göründükleri gibi kusursuz değildirler ve olamazlar da.

 

Vahiy ile terbiye ol(a)mamış insanlar tüm zamanlar boyunca tanrılaşma arzusunda olmuşlar ve bunun olamayacağını çok iyi bildikleri için de “tanrı olma arzularını” resimle ve heykelle göstermek istemişlerdir. Onların resmini yapan ve heykellerini dikenler de onların isteği doğrultusunda onları tanrılaşmış yâni olağan-üstü bir şekilde çizmişler ve bu daha sonra sanat(!) hâline gelmiştir. Her-şeyde olduğu gibi, Allah’tan bağımsız sanat anlayışı da mutlakâ sapmaya başlar ve sapar. “Nü” resimler bu sapmanın göstergesidir. Birebir temsil içeren resimler İslâm’da çok uygun görülmemiş ve bu nedenle de hem Peygamberimiz’in hem de halifelerin resmi yapılmamıştır. Temsil yapmış olduğunuzda put yapmış olursunuz. İslâm’da tasvir içeren sanat yoktur ve uygun değildir. Hz. Âişe’den nakledilen bir rivâyete göre Peygamberimiz, insan şekli içeren tabloları yasak etmiştir. Buna dayanarak -gizlice yapılanlar ve sultanların yaptırdıkları istisnâ edilirse- resim ve heykel genel anlamda İslâm’da hoş görülmemiş ve yapılmamıştır. Bâzı ilâhiyatçılar, zamanla yasağı biraz hafifletmiş ve cansız şeylerin resminin yapılmasına izin vermişlerdir. Resim hakkında yasak, zenginler, vezirler ve sultanlar tarafından delinmiştir ama yasağa genel anlamda riâyet edilmiştir. Birilerinin yasağı delmiş olması, İslâm’da resmin yasak olduğu gerçeğini değiştirmemiş ve hele insan portresi yapmak zinhar yasak sayılmıştır. Resim yapmak ve fotoğraf çekmek, Allah’a; “sen yapıyorsan, bak biz de yapabiliyoruz” der gibidir, dolayısı ile resim ve fotoğraf şirktir. Bernard Lewis bu konuda şunları söyler:

 

“İslâm geleneğinde şiir ve müziğe izin verilmez, heykel ve resim de ‘puta tapma’ olarak kabûl edildiği için yasaktır. Müslüman sanatında soyut ve geometrik şekiller tercih edilir, süslemelerde coğunlukla sistematik yazılar kullanılır. Câmi süslemelerinde yaygın olarak kullanılan Kur’ân âyetleri, evler ve kamu binâlarının duvar ve tavan süslemelerinde de kullanılır. Batı kültürüne âit yontemlerin ilk etkileri sanat alanında olmuştur. Batı’dan uzak ve batı etkisine kapalı Îran’da bile XVI. yy’dan sonra resimdeki gölge ve perspektif kullanımı, insan figürü çizimi batı etkisinde kalmıştır. İslâmiyet’in insan resmini yasaklamasına karşın, uzunca bir süredir Osmanlı ve Îran sanatında vâr olan insan figürü özelleşip, kişiselleşmiş, klişe olmaktan çıkmıştı. Hükümdar portrelerinin para, pul ve duvarların üzerine konması hemen kabûl görmemiş ve tutucu ülkelerde puta tapmaya girdiği  düşünüldüğünden dolayı dîne küfür sayılır”.

 

Sanat, modernizmin, dokunulamaz ve eleştirilemez kutsallarından biri hâline getirilmiştir. Sanat, dokunulmaz ve eleştirisi bile yapılamaz dogmalar hâline gelirken-getirilirken, sanatkârlar ve sanatkâr zannedilenler de dokunulamaz ve eleştirilemez kişiler hâline geldi-getirildi. Öyle ki, aleyhlerinde tek kelam ederseniz sizi hemen aforoz ediyorlar. Oysa sanat da sanatkâr da eleştirilebilir. Çünkü sanatkârlar “yanılmaz kişiler olmadıkları” gibi, ortaya koydukları şeyler de “kusursuz ve yanlışsız” değillerdir. Oysa her sanat zannedilen sanat olmadığı gibi, her sanatçı zannedilenler de sanatçı değildir. Bu nedenle de sanat ve sanat zannedilenler ve de sanatkârlar ve sanatkâr zannedilenler -bâzen ağır bir şekilde- elbette eleştirilebilir. 

 

Batı uygarlığı yâni Avro-Amerika uygarlığı, Greko-Romen uygarlıktır ki aslında Antik Yunan’a dayanır. Resim, heykel, tiyatro, bale, opera ve müzik Antik Yunan’a ve dolayısı ile paganizme ve putperestliğe dayanır.

 

Resimde/heykelde ilk başta sâdece tanrılar betimlenmeye lâyık görülürdü. Tanrılar insan-biçiminde betimlenir ve insandan daha iri ve daha güzel yapılırlardı. Yunanlılar için bedensel güzellik ahlâksal güzellikle özdeştir. M.Ö. 5. yüzyılda “en iyi” olanlar, “kagathos” yâni “en güzel olanlar”dır.

 

Kökeni “müz” olan müziğin Küçük Asya’dan geldiği söylenir. Bu sözcük Eski Yunanca “Moúsa”, “ilham perisi” sözcüğünden “ikos” son-ekiyle türetilmiştir. Müz, “Mousai” sözcüğünden gelir. Bu sözcük etimolojik olarak; “akıl, düşünce, yaratıcılık yeteneği” gibi anlamlara gelen “men” kökünden gelmektedir. Müzler Yunan mitolojisinde, “ilham tanrıçaları, ilham perileri”dir. Şarkı söyleyen ve dans eden perilerdir. Hesiodos’un Theogony’sine göre müzler tanrıların kralı Zeus ile “bellek tanrıçası” mnemosyne’in kızlarıdır.

 

Modern insanın ve yeni neslin anladığı sanat, batı’nın modern sanat anlayışıdır. Bu sanat “somut sanat”tır. Somut; “doğada belirli olarak vâr olan, varlığı duyularla algılanabilen, elle tutulup gözle görülebilen, içinde düşün yeri bulunmayan, gerçekliği, nesnelliği olan” demektir ki klâsik ve modern anlamdaki profan sanat, işte bunlar üzerinden sanat(!) yapar. Somut şeylerin birebir resmini ve heykelini yapmak, insanı saptıran ve hattâ putperestliği ortaya çıkaran şeydir. Zâten modern sanat dendiğinde; resim, heykel, müzik, dans, opera, bale, sinema ve tiyatro gibi “göze aşırı” hitâp eden ve çoğu “sâdece göze” hitâp eden şeylerdir. Sâdece göze hitâp eden şeylerde bir rûh bulmak çok zordur. Zâten modernite müziği de kulağa hitâp eden bir şey olmaktan çıkarmış ve daha çok göze hitâp eden bir şey hâline getirmiştir. Müzik “dinlenen” bir şey olmaktan çıkmış “izlenen” bir şey hâline gelmiştir. Bu durum müziği “müzikomani” (müziğe hastalık derecesinde tutkun olma durumu, müzik tutkunluğu, müzikomanyak olmak) hâline getirmiştir. İslâm’da ise müzik, uçuk-kaçık olmaz, ağır-başlıdır. Zâten kulağa hitâp ederek dinlendirir, sâkinleştirir ve hüzünlendirir. Dede efendi; “sizin müziğinizde hiç neşe yok” diyen birine şöyle cevap vermiştir: “Biz hüznü seçtik”. Zâten rûha gıdâ olan müzik ancak budur. “Müzik rûhun gıdâsıdır” diyerek absürd sesleri sürekli dinleyenlerin rûhları bir türlü huzûra kavuşamamaktadır. Sanat rûha hitap ettiği, gönlü coşturabildiği oranda sanat olur. Nefse hitap ettiği müddetçe de şeytanî vesvese ve oltanın ucundaki yem olur.

 

Dans da sanat falan değildir. Dans, çok-tanrılı dinlerde bir tapınma biçimidir. Dans mahremi bozar ve cinselliği çağırır. Mahremin bozulduğu yerde sanat olmaz. Mahremin bozulması sanatı da bozar ve onu erotik bir etkinliğe çevirir. Modern sanat kadın-merkezlidir ve kadını metalaştırmak üzerine kuruludur.

 

Modern sanat, sanatı zayıflatmıştır. Zîrâ onu müstehcenleştirmiştir. Siyon Protokôlleri’nin 13.sünde: “Sanatı zayıflatarak edebiyatı müstehcen ve şehevi bir hale sokmalı. Pek yakında her çeşit sanat ve spor müsâbakaları yapılmasını basın vâsıtası ile teklif edeceğiz. Bu alâkalar nihâyet onların zihinlerini bizim onlarla mücâdeleye mecbur kalacağımız meselelerden başka tarafa çekecektir” denir.

 

Ne yâni; erotik-porno filmleri yapan sinemacılar da mı sanatkâr?. Eğer film sanat ise, erotik-porno film de sanat olur. Fakat erotik-porno filmler bir ahlâksızlık olduğu gibi, aslında filmlerin çoğunda mahremiyet delinir. Sanat, aslâ günaha yönlendirmemelidir ve sanat günaha-harama yönlendirmeyen ve alan açmayan şeydir ve öyle olmalıdır. Günaha yönlendiren şey sanat değil, terbiyesizliktir. Modernizm ile birlikte iş o noktaya geldi ki, bugün opera, bale, modelistlik, mankenlik, bus dansı, su balesi hattâ direk dansı “güzel sanat” olarak kabûl edilmeye başlandı. Modern sanat denilen dans, bale, sinema gibi etkinlikler, insanı günaha düşürmek ve harama bulaştırmak için tezgâhlanmıştır. Seyyid Kutub, dans konusunda bâriz bir tiksintiyle şunları söyler:

 

“Dans, gramofondan dökülen notalarla ateşlenir ve dans salonu bellerin ve kalçaların kıvrıldığı, ellerin bellere dolandığı, dudakların ve göğüslerin birleştiği bir yer hâline gelir ve havaya şehvet hâkim olur”.

 

Yunan heykelleri ve modern resimler erotizm merkezlidir, erotiktir ve hattâ pornografiktir. Modern sanat, izleyeni tüketici ve röntgencidir. Celaleddin Vatandaş bu konuda şunları söyler:

 

“Yunan zihniyeti medenileşmenin ölçütü olarak giyinmeyi değil, çıplaklığı ölçü kabûl ediyordu. Çıplaklık, medeni gündelik hayatın sıradan bir özelliğiydi ve başka bir öneme sâhip değildi. Cinselliğin önem ifâde etmesi, erotizm ile sağlanıyordu; heykeltıraşlar erotik heykeller yontuyor, sanatçılar erotik unsurlar içeren tiyatrolar yazıyor, filozoflar cinselliğe erotik bir boyut inşâ ediyorlardı. Erotizmin oluşumunda Yunanlının tanrı tasavvurunun etkisi vardır. Yunan toplumunun fertleri, hayâllerinde bir tanrılar topluluğu tasarlarken, kendi reel yaşantılarından soyutladıkları ve uçlara kayan bâzı özellikleri hayâllerinde vâr ettikleri tanrılara atfetmişler; yapamadıklarını onlara yaptırmışlar; yaşayamadıklarını onlara yaşatmışlardır. Cinsellik de tüm bunların içerisinde önemli bir yere sâhip olmuştur. Tanrılar topluluğunun baş tanrısı olan Zeus, tüm şehveti ve arzularıyla tanrılar dünyâsının başkahramanıydı. O cinsel kimliğinin gereği olarak erkek olan bir tanrı değil, cinselliği Yunanlının fantezilerinin uç sınırlarında yaşayan erotik bir tanrıydı. Zeus erotiklikte tek başına değildir; Afrodit'te cinselliğin kadın boyutunda Yunanlının fantezilerini temsil etmiştir.

 

Fotoğrafın keşfi ve yaygınlaşması, pornografik kültürün oluşmasında önemli dönüm noktalarından birisi olmuştur. Fotoğraf makinesinin keşfiyle pornografi hızla yaygınlaşmıştır. Önceleri ressamların tuvâllerinde vücut bulan pornografi, bu sefer fotoğraflarda boy göstermiştir. Üstelik fotoğraf çekmekle yağlıboya bir tablo yada heykel yapmak arasında büyük bir fark vardı. Octavio Paz: ‘İnsan imgesi, bütün dinlerde ve uygarlıklarda kutsal sayıldı, onun için de resmedilmesi çoğu zaman yasaklanmıştı. Pornografinin en çekici yanlarından biri, bu yasağın çiğnenmesindeydi. Pornografide meydana gelen nitel değişiklik buradadır. Modernite, bedeni kutsal olmaktan çıkardı, reklamcılık da onu bir meta olarak kullandı’ der”.

 

Müslümanlıkla televizyon, sinema, tiyatro, fotoğrafçılık, resim, müzik ve hattâ romanın bir-arada olması çok da mümkün değildir. Bunlarla birlikte müslümanlık %90 mümkün değildir. O yüzden müslümanların -modernitenin penceresinden bakıldığında- biraz “yobaz, gerici ve bağnaz” olması gerekir. Peki bu niçin böyledir?. Soyut-klâsik sanatların dışındaki modern ve seküler sanat, yanında mutlakâ ahlâksızlığı da taşır, zîrâ modern sanatın özünde vardır bu. Eğer televizyon, sinema, tiyatro, fotoğrafçılık, roman ve resimde her-şeyi konu edinecekseniz, “mahremi de konu edineceksiniz” demektir ki aslında modern sanat, olduğu gibi “mahrem” ile ilgilidir ve mahremi konu edinir. Çıplaklık ve müstehcenliğin bu kadar açığa çıkarılması, modern sanat(!) denilen sapıklığın bir sonucudur. Modernitenin “sanat” diye yaptığı resim, mitolojinin güncellenmesinden başkası değildir. Bu güncelleme kâğıt, taş ve tahta üzerinden yapılmıştır. Resim, “mitolojinin kağıda aktarılması” ile başlamıştır. Kiliseye ve onun katı ressamlık anlayışına tepki olarak, Rönesans sanatçıları öylesine serbest ve denetimsiz hareket ettiler ki, eserlerinde çıplaklığı popüler hâle getirdiler.

 

Aslında fotoğraf sınırlayıcıdır. Çünkü görünenin “sâdece bir kısmını” gösterir. Bu nedenle Dünyâ hakkında gerçek ve net bir fikir vermez bize. Zâten soyut olanı göremez ve gösteremez. Genel olarak “insan”ı değil “tek bir insan”ı, “ağaç”ı değil, sâdece tek bir ağacı gösterebilir. Zâten doğada ağaç ve insan değil, “ağaçlar ve insanlar” vardır. Çünkü kâinatta basitlik yoktur ve komplekslik vardır. Fotoğraf bu kompleksliği indirger ve sâdece cüz-i ve basit yönünü gösterebilir. Yine; “deniz”in resmini çekemez ve ancak “denizden bir parça” çekebilir. Yâni denizi sınırlar, hakîkati göster(e)mez. 

 

Fotoğraf, Dünyâ’yı nesne olarak gösterir. Her-şeyi nesneleştirir. Bir iddiâsı yoktur ve öznel bir şey gösteremez. Fotoğrafın bir dâvâsı ve bir önermesi yoktur. Tartışılacak bir iddiâ ortaya koyamaz. Fotoğrafta sâdece “şimdiki zaman” vardır.

 

İnsanlar bilmedikleri bir şeyin “o olmayan” fotoğrafı kendilerine gösterilse, bahsedilen şeyin o olduğuna hemen inanırlar. İnsanlar gözleriyle gördüklerine daha çabuk inanırlar çünkü. Fotoğraf ve görüntü ile birlikte insanlar okuduklarına inanmamaya ama gördüklerine kesinlikle inanmaya başladılar. Görsel kültürün bu kadar popüler ve yoğun olarak kabûl görüp benimsenmesi ve yayılmasının nedeni budur.

 

Modern sanat (ki buna “sanat” demek yanlıştır) sapkındır ve bâtıldır. Dinde (Kur’ân ve Sünnet’te) yeri olmadığı gibi aslında kültürümüzde yâni doğu kültüründe de yeri yoktur. Doğu’nun sanatı soyut sanattır. Batı bu sanatı pek başaramaz, modern dünyâda soyut sanatların olmayışı, azlığı yada etkisizliğinin nedeni budur. Bu yüzden neredeyse tüm Dünyâ artık batı’nın sanat anlayışıyla sanat ve mîmâri yaptığı için, El Hamra, Tac Mahâl, Sultan Ahmed Câmi ve Topkapı Sarayı gibi “içe dokunacak” eserler yoktur ve yapıl(a)mıyor. Bunların sâdece “kötü taklitleri” yapılmaya çalışılıyor. Çünkü bahsettiğimiz eşsiz eserler, sâdece göze değil, rûha da hitâp eder. Batı’nın somut sanatı ise “göz-merkezli”dir ve “görsel sanat”tır. Sâdece göze ve nefse hitâp eder. 

 

Doğal olmayan materyâllerle yapılan sanatlar ruhsuz olur. Çünkü doğal olmayan materyâller yâni fabrikasyon, makineden çıkmış ve plastik-merkezli materyâller, elle işlenmediği için sanata yansımaz ve o sanat ruhsuz olur. Ruhsuz makine ürünü olan araçlarla ancak ruhsuz ürünler çıkar ortaya. Hele el değmeden hazırlanan ürünlere sanat denemez. Teknoloji-tasarım zâten sanat değildir, olamaz. El değemeden hazırlanmış olan şeyler sanat değildir ve olamaz. Meselâ CNC makinelerle (siensi tezgâhları) yapılan bir ürün çok ruhsuzdur ve “sâdece göze” hitâp eder. Zâten amaçları da daha çok kazanç içindir.    

 

Özellikle son asırda tatbiki güzel sanatlarda ve dekoratif sanatlarda batı makineyi ele tercih etmeye başlamıştır. Makineleşen insan, sanatı da makineye ezdirmeye başlamıştır. Müslüman sanatçı ise göz nurunu el emeğiyle birleştirmeyi tercih eder. Ucuzluğa ve tekdüzeliğe prim vermez. Makineye teslim olmaz, sanatını da teslim etmek istemez.

 

Batı sanatı, figüratif ve natürâlist bir sanattır. O tabiatın küçük ve basit tarzda benzerini çizmeye ve yontmaya çalışan bir taklitçi ve musavvirdir. Müslüman sanatçı, müşahhastan (somuttan) kaçınır, yüksek seviyede soyutlamaya yönelir. Bunun için hat sanatı (kaligrafi) çok önemli bir yere sâhiptir.

 

İslâm’da sanat “metaforik sanat”tır, “geleneksel sanat”tır. Aslında soyut sanat, insanı inceltip düşüncesini ve tavrını olumlu anlamda değiştirdiği için faydası vardır, yoksa “sâdece sanat yapma”nın âhirette bir karşılığı yoktur.

 

Bir şeye “sanat” diyebilmek için o şeyin içeriğinin ve şeklinin sonsuza kadar türetilebilmesi gerekir. Bu da ancak çok soyut sanatta olur. 

 

İnsan, hayvan ve doğa resmi, onu gerçekliğinden koparmadan yapılamaz. İnsan bir şeyin resmini göründüğünden daha kötü yap(a)maz ve mutlakâ çok daha kusursuz şekilde yapmak ister. İslâm’ın bunu hoş görmemesinin nedeni, ortaya konulan şeyin doğallıktan koparılarak Allah’ın yarattığından farklılaştırılması ve güyâ daha iyi, güzel ve üstün olarak gösterilmesidir. Fakat dediğimiz gibi, bu doğal değildir. Yâni ortaya konulan şeyin birebir karşılığı doğada yoktur. Zîrâ hiç-bir şeyin birebir benzeri yapılamaz. Demek ki resim, heykel, roman vs. sözde sanatlar, doğada bulunmayan-olmayan ve olağan-üstü şekilde yapılmak zorundadır. Çünkü Dünyâ’da hattâ kâinatta bulunan hiç-bir şey, “olduğu gibi” birebir resmedilemez ve heykeli yapılamaz. Çünkü bir şeyin benzeri yapılamaz. Zîrâ hiç-bir şeyden iki tâne yoktur, olamaz. Allah’ın yaratması benzersiz bir yaratmadır. O hâlde bir şeyin birebir benzeri yapılamayacaktır. Hattâ bir şeyin, olduğundan daha kötüsü da yapılamaz. Çünkü o zaman da o şey “o” olmaktan çıkar. Bu nedenle, yapılan şeyler olduğundan daha olağan-üstü yapılmak zorunda kalır ama onlar da “olağan” ve “doğal” olmaz. Sonuçta ortaya hiç olmayan bir şey çıkmış olur. Bu şey herhangi bir eşyâ olunca sorun olmaz ama, canlı şeyler söz-konusu olunca fark eder. Belki sür-realist resimler “soyut” olarak kabûl edilebilir ama sür-realist resimler aslında anlamsızdır ve modern insanın anlamsızca kendine göre hattâ o-anda aklına geldiği gibi yorumladığı şekildedir. Sür-realist denen resimler “resim” değildir. Saçma-sapan karalamalardır ve onlar aslında hiç-bir şeyi anlatmaz. Bir de “hiper-gerçeklik”, “üst-gerçeklik” gibi laflar ediliyor. Aslında Allah’ın yarattığından başka ve daha gerçek bir şey yoktur. “Mutlak gerçek” olan ise sâdece Allah’tır. 

 

Bir insanın heykelinin yapılmasını istemesi ne kadar yanlışsa, -çünkü o bir putlaştırmadır- resminin yapılmasını istemesi de yanlıştır. Çünkü yapılacak şey kendisi gibi değil, olduğundan daha olağan-üstü bir resim olacaktır. Şimdilerde insanların dijital fotoğrafları istediği gibi oynanıp da, kendisinden çok farklı bir tip otaya çıkarttığı ve bunu yayınladığı gibi.

 

Somut sanat abartıldıkça saçmalaşır, soyut sanat ise abartıldıkça güzelleşir.

 

İkonalar da aslâ “sanat” değildir. Onların putlaşmaması imkânsızdı ve putlaştı da. 

 

Bilindiği gibi Ayasofya yeniden câmiye döndü. Ancak câminin tavanında bulunan ikonalar-resimler yerinden kazınmak yerine, üzeri karartılarak yada bir şeylerle kapatılarak örtüldü. İyi de siz bu mekânı geçici olarak mı câmiye çevirdiniz?. Elbette hayır!. O zaman niçin o resimleri kazıyıp da Ayasofya’yı tam olarak câmiye uygun hâle getirmiyorsunuz?. Çünkü câmilerle resim bulunması doğru değildir. Zâten câmilerin-mescidlerin anası ve merkezi olan Kâbe’de de resim, heykel vs. bulunmaz. Çünkü Peygamberimiz Mekke’nin ve Kâbe’nin fethi günü bunları kırıp kaldırmıştı. Çünkü değişmez kâidedir, heykeller yıkılmak için dikilir. Müşrikler diker, mü’minler yıkar.

 

Resim ve heykel yapmak saçmadır da. Çünkü bir şeyin orijinâli dururken resmini yapmaya ne gerek vardır?. Zâten ne iyisi yâni orijinâli ortadaysa, o şeyin sûnîsini yapmaya gerek olmaz.

 

Allah’ın resmettiği şeyin resmini yapmak, o resmin her zamana ikincil duruma düşmesiyle sonuçlanır. O-hâlde yapılması gereken şey, Allah’ın yaptığı resmin resmini yapmak değil, Allah’ın yaptığı resmi izlemek ve üzerinde düşünerek ibret almak ve şükretmektir. Önenli ve değerli olan budur. Meselâ Mona Lisa tablosunu ele alalım.. Bu resimdeki kadın, Francesco del Giocondo’nun karısı Lisa del Giocondo’dur. (Lisa Gherardini). Allah bu kadını zâten üstün ve ulaşılamaz bir sanatla yaratmıştır. O-hâlde bu kadının resmini yapmak çok gereksizdir yada ille de yapılıyorsa buna “sanat” denemez. O sâdece bir yetenektir. Allah’ın yarattığı bir sanatın resmini yapmak, resmi yapılan şeyin yaratıcısı olan Allah’ı unutturur ve resmi yapan ressamı öne çıkartır. Tüm temel düşüncesi “Allah’ı unutturmak ve insanı öne çıkarmak ve ilahlaştırmak” Rönesans’ın, Aydınlanma’nın ve Modernizmin hedefi de budur zâten. 

 

Üç boyutlu, aslında zamânı da katarsak 4 boyutlu olan hattâ denilene göre 11-12 boyutlu olan varlığı yâni Allah’ın yarattığı şeyleri hayretle ve ilgiyle izlemek ve hayrân olmak yerine, iki boyuta indirgenmiş bir resme hayretle, aşkla ve hayranlıkla bakmak, Allah, âhiret, din ve vahiy ile bir sorununuzun olduğunu gösterir. Allah’ın yarattığı muhteşem doğayı değersiz görürlerken, dandik bir resme milyon dolarlar vermektedirler.

 

“Üçüncü boyutun yâni derinliğin sanata sokulması, modern sanatın en büyük adımlarından biridir” denir. Fakat bu üçüncü boyut gerçek bir boyut değildir ve üçüncü boyutu iki boyut içine, sanki üçüncü bir boyut varmış gibi yansıtmaktır sâdece. Kağıt yada düz bir şeye yapılan tüm resimler iki boyutludur ve öyle olmak zorundadırlar. Üçüncü boyut bir yanılsamadır.

 

Sanat din-merkezlidir, madde-merkezli değil. Dinden neş’et eder ve zâten bu nedenle soyut olmalıdır. Madde ile irtibatlandırıldığında ve somutlaştırıldığında yâni somut olana da “sanat” dendiğinde ise ancak taklit eder. Bu nedenle sanat soyuttur ve soyut olmak zorundadır. Tabiatta saf-bilim yoktur ama tabiatın tamâmı saf bir sanattır; Allah’ın sanatı.

 

Tabiatın kendisi zâten bir sanat eseridir. Tabiatın resmini çizmek bu nedenle absürd olur. Yapmaya çalıştığınız tabiatın resmi, tabiatın bizzat kendisinden daha güzel ve üstün olamayacağından dolayı tabiatın resmini yapmak çok gereksiz bir uğraş olur. Somut modern sanatların (daha doğrusu sanat denilen şeylerin ) bir faydası da yoktur. Zâten faydalı bir yerde kullanılmaya uygun değildir.

 

Sanki Allah “yeryüzünü dolaşın da onun resimlerini çizin, fotolarını çekin ve heykellerini dikin” demiş gibi davranılamaz. Allah’ın bu emri vermesi, yaratılmış olanlar üzerinde düşünülmesi ve ibret alınarak dersler çıkarılması, böylece îmânın artması içindir.

 

Buda heykelleri sanat değildir ve onlar birer puttur. Fakat meselâ Mostar Köprüsü sanattır. Mostar Köprüsü’nün yıkılması ayıp ve iğrenç bir şeydir. Çünkü en azından bir sanat değeri vardır Buda heykelleri ise birer putturlar. Put yıkmak ise, Allah’ın emridir ve başta Hz. İbrâhim ve Peygamberimiz olmak üzere tüm peygamberler ve sâlihler bu emirleri yerine getirmişlerdir. Tüm peygamberlerin ortak sünneti, “heykel, resim vs.’den oluşan putları yıkmak”tır.

 

Peygamberlerin hiç-birinin yapılmış heykeli yoktur. Çünkü İslâm’da heykel yapmak doğru değildir ve şirke girer. Bu nedenle meselâ Nemrud’un heykeli (yâni putu) olmasına rağmen, Hz. İbrâhim’in heykeli yoktur. İslâm’da sûret yapmak yasaktır. Çünkü yapılan sûretler, “sûretlerin kopyası olan bir sûret” olacaktır. Böyle bir sûret yapıldığında, Allah’a; “benim yaptığım daha güzel” mesajı vermek anlamına gelecektir. Böyle bir şey elbette söz-konusu değildir. En güzel ve ideâl şekilde yapılmış olan varken ona benzer bir şeyi yapmak “sanat” değildir. Eskiden insanlar çocuklarına bezden ve tahtadan bebekler yaparlardı fakat bu bebeklere “yüz” yapmazlardı. Çünkü sûret yapmakta bir sıkıntı vardır.    

 

Peygamberimiz resminin yapılmasına izin vermemiştir ve bunu hoş görmemiştir. Zîrâ resmi yapılsaydı o resim bir “insan” gibi değil, bir “ilah” gibi çizilecekti. O zaman da putlaştırılacaktı ve tapılmaya başlanacaktı. Modern batı’nın o ünlü ressamlarının yaptığı resimlerde ve heykellerde insanlar ilah gibi yapılmıştır. Zâten putlar da, bir zaman-önce yaşayan kahramanların ve başarılı insanların heykelleştirilmiş temsilleriydi. Bu nedenle Peygamberimiz’in, putperestliği hatırlattığı için resim ve heykeli yasak ettiği söylenir. Bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Îsevî dînine, Eflâtun felsefesi ve Roma’lıların putperestliği karışarak, resimlerde, heykellerde, ilahlık sıfatları (ebedî vâr olmak, her istediğini yapabilmek, öldürmek, diriltmek, şifâ vermek, gâibleri bilmek vasfı) bulunduğuna inandılar. Böyle olduklarına inanılan resimlere, heykellere ‘put’ denir. Bunlar Allah’a ortak yapılmış olur. Bunlara hürmet etmeye “tapınmak” denir. Tapınma işine de “şirk” denir. Tabiat manzarası olan şahâne tablolar bile, insanlığın doğrudan-doğruya ihtiyaç duyduğu şeylerden sayılmaz. Ama bu gibi güzel tablolara, bâzı servet-sâhipleri milyonlar vermekten çekinmez. Hâlbuki bu parayla bir-çok fakir sevindirilebilir”.

 

“On Emir”in 2.sinde de sûret yapımı yasaklanmıştır:

 

“Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yâhut aşağıda yerde olanın, yâhut yerin altında sularda olanın hiç sûretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibâdet etmeyeceksin” (Çıkış 20:4-5).

 

Pensilvanya Amişleri de oyma putlar yapmayı, film izlemeyi ve fotoğraf çekmeyi yasaklarlar. Sinagoglarda da resim ve heykel bulunmaz. Çünkü bunların bulunduğu yerde ibâdet yasaktır. Sihizm, (Sih Dîni) resimlere, heykellere yada sûretlere tâzim etmenin küfür olduğuna inanılır.

 

Kitab-ı Mukaddes’te de heykel ve resim yapılması yasaktır:

 

“Ve kendin için Allah’ın Rabbin nefret ettiği dikili taş dikmeyeceksin” (Tesniye Bab 16; 22).

 

“Bir sanatkârın el işi, Rabbe mekruh oyma yâhut dökme put yapan ve onu gizlice diken adam lânetli olsun. Ve bütün kavm cevap verip: Âmin, diyecekler” (Tesniye 27:15).

 

“Kendinize putlar yapmayacaksınız, ve kendiniz için oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz, ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş kurmayacaksınız; çünkü ben Allah’ınız Rab’im” (Levililer [Vayikra] Bab 26; I).

 

Türkler, öldürdükleri kişilerin temsilleri olan “balbal”lar (heykel) yaparlardı, fakat İslâm’a girdikten sonra basit ve sâde mezar-taşları kullandılar. Bu mezar-taşlarında, mezarın kadın yada erkeğe âit olduğunu gösteren sarık ve baş-örtüsü motifi bulunurdu sâdece. Türklerin İslâm’a girmesi ile birlikte insan figürleri yerini bitki motiflerine ve geometrik desenlere bırakmıştır.

 

Ne kadar şâşâalı yapılmış olursa-olsun, heykel-putlar “sanat” değildir.

 

Ortaçağ sanatının düz ve tek boyutlu resimleri, Rönesans ile birlikte değişmiş ve Greko-Romen uygarlık taklit edilerek perspektif resim yapılmaya başlanmıştır. “Perspektif, nesnelerin görünümünü üç boyutlu olarak düz bir yüzeyde, yâni 2 boyuta indirgeyerek göstermeye yarayan bir iz düşüm tekniği”dir. Rönesans ile birlikte ilah gibi sûretler yapılamaya başlanmıştır. Zîrâ sûretler ilahlaştırılmadan yapılamaz. İnsanın ilahlaşması, onu ilk önce “ilah gibi resmederek ve heykelleştirerek” başlamıştır. Heykelleştirilmeyen ve göze hitâp etmeyen şey ilahlaştırılamaz. 

 

Sanat zanaatın bir sonucudur ve öyle olmalıdır, bu nedenle zanat, sanat-eseri gibi yapılır. Yoksa sanatın tek-başına sâdece sanat olarak ortaya konması anlamsızdır. Sanatın tek-başına ortaya çıkması teknoloji ile birlikte “el”in ve zanaatın yok edilmesi ve onun yerine boşluğu salt sanat ile doldurma çabalarıdır. Fakat sant tek-başına boşluğu dolduramadığı gibi nice sapıklıklar üretilmiştir-üretilmektedir sanat uğruna.

 

Zanaatın çarpıcı şekilde yapılması onu “sanatsal” yapar. Fakat Rönesans ile birlikte sanatçı artık basit bir el-işçisi yâni zanaatkâr olarak değerlendirilmemekte, “yaratıcı” kimliğinin öne çıkarıldığı saygın bir statüye kavuşmaktadır. Bu durum, sanatsal üretime karşı takınılan toplumsal tutum ve davranışlarda da bir dönüşüm yaratır. Sanat artık yalnızca toplumsal-dinsel eğitimin bir aracı-taşıyıcısı olarak görülmemekte; estetik kıstaslar  çerçevesinde değerlendirilmesi-eleştirilmesi gereken, kişisel bir ifâde biçimi olarak da algılanmaktadır.

 

Sanatın “sanat” olması içi el ile yapılması gerekir. El dokundukça sanat ortaya çıkar ve hattâ el bir şeye ne kadar dokunmuşsa, o şey o kadar kıymetli bir sanat-eseri olur. Sanat “el”den, dinden ve dolayısı ile Allah’tan koparıldığında sanat olmaktan çıkar ve absürd bir şey olur ki eski Yunan-Roma ve Rönesans ile birlikte olan şey budur. Modernizm ile birlikte modern -sözde- sanatların ayırıcı özelliği, yapılan şeylerde Dünyâ’nın ve insan vücûdunun ideâlleştirilerek yansıtılmasıdır. Dönemin sanatçıları, insanı doğal-reel hâliyle değil, ona transandantal-aşkın bir görünüm vererek resmetmişlerdir. Çünkü sanat Allah’tan koparıldığında, özellikle insan resimleri-heykelleri ilah gibi yapılmaya başlar. Sanat Allah-merkezli olmaktan çıkıp da insan-merkezli olunca olacak olan şey tabî ki bu olacaktır.

 

Rönesans bilginleri ve sanatçıları, ortaçağ döneminin bir-çok yönünü reddederek bunun yerine eski Grek ve Roma uygarlıklarının yeniden doğuşunu benimsediler; dayandıkları nokta eski Greklerin edebiyat ve felsefe gibi alanlarda oldukça ileri gittiklerini düşünmeleriydi. Grek ve Roma çağından kalma el yazmalarını araştırma arzusu Rönesans bilginleri Avrupa’daki manastır kütüphânelerini taramaya itti. Bu Rönesans hümanistlerinin en temel görüşlerinden biri, ruhsal gerçeklere daha çok bilgiyle ulaşılabileceği fikriydi.

 

İnsanı ideâlleştirerek insan-üstü şekilde resmetmek ve şeklini yapmak, hem şirk içeren klâsik zamanlarda ve toplumlarda hem de modern zamanlarda Hümanizm yâni insana tapma zihniyetiyle başlamıştır. Hümanizm, insanı olduğundan daha olağan-üstü gören ve gösteren bir düşüncedir. Bu nedenle de insanı övdükçe över ve yücelttikçe yüceltir. Hem de hiç olmayacağı ve hak etmediği bir şekilde. Resim ve heykel, insana tapınma felsefesi olan Hümanizm ile iç-içedir. İnsanı Tanrı gibi çizmek ve şekillendirmek fikri ve uygulaması klâsik ve modern Hümanizm’den gelir.

 

“Sanatın kavrama gücü, akla dayanmaz; duyguya, coşkuya ve sezgiye dayanır. Fakat bu duyguyu, sezgiyi ve coşkuyu neyin belirlediği önemlidir. Sanat, dînî-mânevî duyguyla, sezgiyle ve coşkuyla olduğunda ancak gerçek anlamda “sanat” olabilir. Modern-somut sanatlar ise modern-seküler ve Allahsız fikirlere dayandığı için, ortaya çıkan duygu ve coşku, Allahsızlığı çağrıştırır. Zîrâ modern sanatın duygusu ve coşkusu ruhtan, kâlpten vicdandan yâni Allah’tan değil, nefisten kaynaklanır. Aslında baskın olan şey duygu ve coşku değil, nefsi kışkırtan seküler bilgidir ve ilgidir.

 

Sanatta elbette duygu ve coşku ön-plâna çıkar ama duyguyu ve coşkuyu şekillendiren kabûl edilmiş bir ön-bilgi vardır. Bu bilginin neyi merkeze aldığı duyguyu ve coşkuyu şekillendirir ve duygu ve coşku ona benzer. Mevcut hayat modern-seküler yâni Allahsız olduğu için duygular ve coşkular da seküler ve Allahsızdır.

 

“Sanat özneldir ve onun ölçüsü, doğru ve yanlış ile belirlenmez. Sanat-eserinin değeri, “güzel ve çirkin” ile belirlenir” denir. Fakat sanat insanlarda negatif ve yanlış düşünceler açığa çıkartıyorsa, onun güzel ve çirkin olup-olmamasından başka iyi ve kötü olma durumu da açığa çıkar ki modern-sanat denilen somut sanatlarda pek hayır yoktur. Zâten sanatın modernleşmesiyle yâni Rönesans ile birlikte kırmızı çizgileri kalkmış  ve ahlâktan, doğaldan, normâlden ve fıtrattan kopmuştur, zîrâ din’den kopmuştur. 

 

Bilimsel bilgi için de “nesneldir, bu nedenle de tarafsızdır, olayları olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi bildiren bir bilgi çeşididir” derler. Oysa bilimsel bilgi de modernleşmiştir ve dolayısıyla seküler ve Allahsızdır. Zîrâ Allah’ı, Dîni, Kitab’ı ve mâneviyatı işin içine hiç karıştırmaz. Böyle olması onun nesnel olmadığının ve belli telakkilere göre yapılan bilimsel etkinliğini gösterir. Modern-bilim nasıl ki maddeyi merkeze almışsa, modern sanat da maddeyi merkeze almıştır. Zîrâ modernizm pozitivisttir ve maddeyi merkeze alır. Hattâ madde-dışını ve madde-ötesini kabûl etmez ve inkâr eder. İnsanın zihniyeti, bilimsel ve sanatsal düşüncesini ve duygusunu da şekillendirir. Modern sanatlar Allahsız zihniyetin bir görünümüdür. Rönesans sanatı, dünyevî hazların ifâde edilmesidir. Zîrâ ilahlaşmış olan insan ancak bu hazlarla tatmin olabilmektedir.

 

Bilginler, filozoflar ve sanatçılar arttıkça; tarım, hayvancılık ve zanaatkârlık azalır. Aslında modern-somut sanatlar, topluma bir yarar sağlamaz. Peki modern sanat insanlara bir ahlâk kazandırmış mıdır?. Soyut sanatta tabî ki de bir ahlâk vardır. “Bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlâkın düzelmesine yardım etmiş midir?” diye soran Jean-Jacques Rousseau bu soruya “hayır” derken şunları söyler:

 

“Bozulma gerçekten vardır; bilimlerimiz ve sanatlarımız geliştikçe ruhlarımız bozulmuştur. Bilim, edebiyat ve sanatlar insanları bağlayan zincirleri çiçeklerle örter; özgür yaşamak için doğmuş görünen insanların damarlarında taşıdıkları özgürlük duygusunu söndürür. Onlara kölelik hayâtını sevdirir; onları uygar milletler dediğimiz topluluklar durumuna sokar. Kral tahtlarını bilim ve sanatlar güçlendirmiştir. Sanatın davranış ve eylemlerimizi henüz kalıplara sokmamış ve duygularımıza yapma bir anlatım vermemiş olduğu zamanlar, âdetlerimiz kaba ama doğaldı. 

 

Atina, zarifliğin ve zevkin merkezi, hatipler ve filozofların ülkesi oldu. Orada yapıların inceliği dilin inceliğine uyuyor, her yanda en usta sanatçıların elleri mermere ve beze can veriyordu. Ahlâkın bozulduğu bütün çağlarda taklit edilecek olan o olağan-üstü eserler hep Atina’dan çıkmıştır. Fakat her zaman bilgili, hep zevkine düşkün ve hep esir olan Yunanistan, devrimlerinde efendi değiştirmekten başka bir şey yapamadı. Demosthenes’in bütün söz-ustalığı lüksün ve sanatların uyuşturmuş olduğu vücûdu diriltemedi. Romalılar, tabloları, gravürleri, süslü vazoları anlatmakta, güzel sanatları yaymakta ileri gittikçe askerlik değerlerinin söndüğünü gizlememişlerdir.

 

Bahçelerimiz heykellerle, galerilerimiz tablolarla doludur. Halka beğendirilmek istenen bu sanat şâheserlerinde neler tasvir ediliyor dersiniz?. Vatanı koruyanlar mı?. Yâhut vatanı değerleriyle zenginleştirmiş insanlar mı?. Hayır; bu eserlerde, insanın aklının ve duygularının düştüğü bütün sapkınlıklar tasvir edilmiştir. Yunan mitolojisinden özene bezene çıkarılmış olan bu tasvirler çocuklarımıza genç yaşlarında merakla seyrettirilir. Bundan maksat, okumayı bile öğrenmezden önce gözlerinin önüne ahlâksızlık örnekleri koymak olsa gerektir”.

 

Rousseau’ya göre, toplumsallaşmayla birlikte gelişim gösteren bilim ve sanatlar özellikle Aydınlanma’nın mîmarisi, heykelcilik ve resim üzerine yoğun çalışmaların yapılması toplum düzeni ve yapısını bozmuştur. Çünkü bu durum insanları özellikle yoksulları çok gereksiz olabilecek nitelikteki üretime ve lüks tüketime götürmektedir.

 

Bilim ve sanatlar insanların hiç-bir erdeme sâhip olmadan erdemli gibi yaşamalarına yol açmaktadır. Uygarlık içerisinde şâirlerin bilge insanlar olarak kabûl edilmeleri söz-konusudur. Aslında onlar bilge kimseler değildirler. Sanatçılara bakacak olursak, onlar da aynen şâirler gibi bir durum içindedirler. Çünkü sanatçılar arasında bir-kaçı çok iyi işler yapmış olarak tanındığında, onlar kendilerini çok akıllı görmekteydiler ve bu durumdan gurur duymaktaydılar. Hâlbuki Rousseau için bu hiç de değer verilesi bir şey değildir.   Rousseau’ya göre sanatçılar ve şâirler, ürettikleri şeyler karşısında alkışlanmak  isterler. Kendilerini beğendirmek isterler. Bu yüzden de eserler yapıp durmaktadırlar. Bu durum lüks sebepli bozulan ahlâkın göstergesidir. Böylece bilim ve sanat ahlâkı kötü etkilemektedir.

 

Hayatta rahatlıklar arttıkça, sanatlar ilerledikçe, lüks her tarafa yayıldıkça, mertlik bozuluyor; askerlik değerleri kayboluyor. Romalılar; tabloları, gravürleri, süslü vazoları anlatmakta, güzel sanatları yaymakta ileri gittikçe askerlik değerlerinin söndüğünü gizlememişlerdir. Görülüyor ki, sanatın ilerlemesiyle insan değişmiştir. Sanat eserleri insanın sapkınlığını yansıtacak çizimler içermektedir. Özellikle Yunan mitolojisinden esinlenilerek yapılan heykelcilik, resim ve diğer alanların ortaya koyduğu eserlerin kısmen müstehcen içerikler barındırmasıdır. Hâlbuki bu durum daha eğitim bile görmemiş çocukların önlerine ahlâksızlıkların sunulması gibidir. Ne zaman ki bilim ve sanatlar parladı, o zaman erdemlerimize karanlıklar çökmüştür. Ruhlarımız bilim ve sanatların ilerlemeleriyle orantılı olarak çürümüştür. Bilim ve sanatın ışıkları toplum çevresi üzerinde yükselmesiyle birlikte erdem kaçıp gider. Bu durum tüm zaman ve yerlerde gözlemlenmiştir.

 

Resim ve heykel yapmanın yada fotoğraf çekmenin haramlığı ve günahı farklı bir tartışmadır fakat benim tartıştığım konu, bunların “yetenek” olmasına rağmen “sanat” olmadığıdır. Elbette çok üstün yetenekle yapılmış olan resim ve heykeller yada ustalıkla çekilmiş olan fotoğraflar vardır. Fakat bunlar “sanat” değil, “yetenek” olabilir. Zâten resim, heykel ve fotoğraf, günah ve haram olan çıplaklık içerir. Heykel denince “çıplaklık” akla gelir ilk başta. Çünkü heykellerin bir-çoğu çıplaktır. Yunan, Girit, Miken uygarlıklarının heykelleri çıplak kadın-erkek figürleridir. Çıplaklık üzerinden “sanat” olmaz. Çıplaklık üzerinden ancak “başka şeyler” olabilir.

 

Câhiliyyeye göre sanat, yaratmak demektir. Yaratmak, yani ilâhlık taslamak. İddiâsı budur sanatçının. Sanatçı üstün yaratılışta bir insandır; daha doğrusu yarı-tanrı yarı-insandır. O, başkalarının göremediğini gören, duyamadığını duyandır.

 

Modern sanat, insanı ilahlaştırır ve ilahlaştırmak zorundadır. Zîrâ hayâtiyetini bundan alır. Hümanizm, “insanı her anlamda ilahlaştırmak” demektir. Bu yüzden hümanist ressamlar ve heykeltıraşlar, insanı ideâlleştirmeden çizemezler, tasvir edemezler. İnsanı çıplak olarak çizmenin ve tasvir etmenin arkasında da bu sebep yatar. Böylece, “insan, üzerinde hiç-bir şey olmasa da Tanrıdır” mesajı vermek isterler. Hümanizmin dinleştirildiği yâni insanın ilahlaştırıldığı Yunan’da tüm heykeller çıplaktır.

 

“Hani (İbrâhim) babasına ve kavmine demişti ki: ‘Sizin, önlerinde bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir?’. ‘Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk’ dediler. Dedi ki: Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” (Enbiyâ 52-54).

 

Bir yerde resim ve heykel varsa, ona mutlakâ saygı duyulmaya yâni tapılmaya başlanır. Zîrâ bir heykele saygı duymak “ona tapmak” demektir. Resim ve heykelin özünde tapınma duygusu vardır ki zâten bu yüzden yasaktır.

 

Yapılan resimler ve heykellerde yada çekilen fotoğraflarda absürd ve anlamsız olanlar da çoktur. Fakat bunlar “sanat” olarak değerlendirildiğinde, aslında hiç-bir mânâ içermemelerine rağmen bu şeylerde zorla da olsa bir anlam aramaya kalkışılır ki bu çok abes bir şeydir. Yâni, En Büyük Sanatkâr’ın yarattığı kâinatta mânâ ve anlam kalmadı mı da “sürrealist” denen absürdlüklerde anlam ve mânâ arayalım. Üstelik yapılan resim ve heykellerin yada çekilen fotoğrafların doğada gerçeği de var öyle değil mi?. Bir şey gerçeğinden daha mükemmel olamayacağına göre, gerçeği varken niçin kopyasını değerlendirmeye alalım ve taklidinden etkilenelim ki!. Mü’minler gerçekten yetenekli olan resim ve heykelleri yada çekilen fotoğrafları beğenebilirler ve bunların gerçekten ustalıkla yapılmış olduğunu söyleyebilirler. Fakat bunlardan etkilen(e)mezler. Hele bunlardan “kendilerinden geçercesine” etkilenmek mü’minlere aslâ yakışmaz. Çünkü bunlardan “kendinden geçercesine” etkilenmek şirktir. Zîrâ insanı etkileyip hayrân bırakacak olan sanat, “En Büyük Sanatkâr”ın sanatı yâni yaratmasıdır.

 

“En Büyük Sanatkâr” tarafından yapılmış olan sanatın kopya edilmesi “sanat” değildir. Bu sâdece, doğada vâr olan bir şeyi, kâğıt yada başka bir nesne üzerine kopya ve taklit etmektir. Bu yetenekli bir şekilde yapılmış olabilir ama buna “sanat” değil, yetenek” denebilir.

 

Sanat; insana gelen ilhamla, bir zevk ve duyguyla, doğada “somut bir örneği” olmayan şeyi (çünkü somut olanı “benzersiz” ve “örneksiz” olarak ancak Allah yapar-yaratır) “soyut” bir şekil ile ortaya çıkarmaktır. Sanat budur. Yoksa Allah her-şeyi zâten en güzel şekilde yaratmıştır. En güzel şekilde yaratılan bir şeyin taklidi ve kopyası niye yapılsın ki?. Yapılırsa da buna neden “sanat” densin ki?.

 

Platon sanata karşı çıkar, çünkü “sanatın konusu dünyevîdir, hakîkat ise Dünyâ’yı aşkın bir şeydir. Sanat, gerçeklerle ilgili olmadığı için insanları bilgiye götüremez” der. Fakat “somut sanat” dediğimiz sözde sanatlar, “gerçekliğin kopyasının yapılması”dır. Bu yüzden ona sanat denemez. Fakat soyut içerikli ve zanaat içeren eserler elbette sanattır.

 

Hipokrat zamânında “zanaat-güzel sanat” ayrımı yoktu. Genel olarak tüm meslekler sanat sayılmaktaydı. Sanat, bir mesleğin uygulanmasında iyi sonuç elde etmek amacıyla gösterilen ustalık ve beceriye işâret ederdi.

 

Resmin sakıncası, tablolara verilen aşırı fiyatlarla da ortaya çıkan bir başka örnektir. Resimlere ve heykellere verilen fâhiş fiyatlar isrâftır. İhtiyaç-sâhibi yerine resimlere-heykellere verilen para, fâhiş fiyatlarla o tabloları alan kişilerde “garibanın hakkını vermedikleri için biriken para”dır. Zâten modern sanatlar garibanlar için değildir. Elit sınıfa özgü bir sunum vardır. Bir tablonun bir resmin trilyonlarca liraya satılması da ayrıca bir sapıklıktan başkası değildir. Zîrâ bu “modern sanatı ilahlaştırmak anlamına gelir. “Modern sanat” denilen yetenekli işler aslında “gerçek birer sanat” olmadıklarından ve bu nedenle çok da bir değeri olmadığından dolayı, bu değer eksikliğini maddî değer ile tamamlamak çabasıdır bu.  

 

Polislerin yaptıkları “robot resimler”de sorun olmaz. Fakat resim yerine parmak-izi tespiti daha kesin sonuç verir. Kimlikler üzerinde resim olmasına gerek yoktur. Parmak-izi, avuç-içi ve göz irisi insanların “o kişi” olduğunu kesin olarak ortaya koyabilir. 

 

“Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesâfe) olan rüzgâra (boyun eğdirdik); erimiş bakır-mâdenini ona sel gibi akıttık. Eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azâbından tattırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. Ey Dâvûd âilesi!; şükrederek çalışın. Kullarımdan şükredenler azdır” (Sebe’ 12-13).

 

Bu âyeti kullanarak heykel işini meşrû göstermek için Hz. Süleyman’ın da heykel yaptırdığını söylerler. “Temâsil” kelimesini “heykel” olarak çeviriyorlar ve güyâ heykeli meşrûlaştırıyorlar. Fakat temâsil kelimesinden gerçekte kast edilen nedir?. Bâzıları, “Hz. Süleyman, canlıların değil, cansızların heykelini yaptırıyordu” diyor. Fakat cansızların heykellerini yap(tır)mak da meşrû olmaz. Zîrâ insanların târih boyunca cansız varlıklara da taptığı olmuştur.  

 

Yine; “o zamanlar heykel yasağı olmamış olabilir” sözü boştur. Çünkü Hz. Süleymân, Hz. Mûsâ’nın şerîatine tâbî idi ve Hz. Mûsâ’nın şerîatinde açıkça temsil yasaklanmıştır: “Kendinize putlar yapmayacaksınız, ve kendiniz için oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz, ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş kurmayacaksınız; çünkü ben Allah’ınız Rab’im” (Levililer [Vayikra] Bab 26; I). Hz. Süleyman’ın bu yasağı bilmeyeceği düşünülemeyeceğine göre, kanımca “temâsil” kelimesiyle ifâde edilen şeylerden kasıt, tezhip-süsleme sanatıdır. Yapılan işlemeli yüksek sütunlar yada kemerler “temâsil” kelimesiyle ifâde edilmiştir.

 

Zemâhşeri, o heykellerin “insan heykeli” olmayabileceğinde bahseder: “Heykeller diye tercüme edilen temâsil kelimesi ile ilgili olarak tefsirlerde genellikle, bunların bakır, cam, mermer gibi maddelerden yapılmış melek, peygamber ve sâlih kişilerin heykelleri olduğu, insanların bu sembôlleri görüp onlar gibi kulluk etmelerinin sağlanmasının amaçlandığı belirtilmekte; heykel yapmanın -zulüm ve yalan söyleme gibi- özündeki kötülük sebebiyle yasak bir fiil olmadığı hatırlatılıp bu konuda şeriatlar arasında farklılıkların bulunabileceği, Hz. Süleyman zamanında dinen yasak sayılmayan bu fiilin belirli şartlar altında ve belirli gerekçelerle İslâm’da yasaklandığı üzerinde durulmaktadır; bazı müfessirler ise o dönemdeki heykellerin de insan heykeli olmayabileceğinden söz ederler”. Peki temâsil ne demek?. Âyette inşaat işlerinden ve bahsedilirken araya “heykel” kelimesi niçin sokulmuştur?. Temâsilden kasıt belki de yapı işlerinin bir krokisi ve projesidir. Üstelik yapılan şeyleri (heykelleri) yapanlar “cinler” olduğu için, bunların ne türden şeyler olduğunu anlamamız ve açıklamamız mümkün değildir. Çünkü cinlerin yaptığı temâsiller nasıl olur ki?. İnsanların yaptıkları değil, cinlerin yaptıkları şeyler söz-konusudur. Bu, yapılan şeylerin insanlar tarafından da yapılabileceği anlamına gelmez. Belki de bu şeylerin “cin ve şeytanca işlerden” olduğu ve insanların böyle şeyler yapmaktan uzak durması söylenmek isteniyor olabilir. Çünkü insanlar cinleri örnek alamazlar ve onlar gibi yapamazlar. Hz. Süleyman’dan sonra ülkede şirk başlamıştı. Belki de şirk koşulan şeyler o heykeller ve timsâllerdir. Resim ve heykel, şirke ve küfre yöneltme ihtimâli yüksek olan şeyler olduğu için yasaklanmıştır. Belki bir şeyi açığa çıkarmak ve anlamak için çok zorunlu hâllerde geçici olarak yapılabilir. 

 

Hz. Süleymanın “temsil” denen heykelleri, soyut şekiller de olabilir. Bir şeyi soyut ifâdelerle anlatmak yada göstermek isteyen süslenmiş sütunlar da olabilir. Meydanları süsleyen soyut izler taşıyan sütunlar “sanat” denilmeyi hak edebilir. İzmir Konak’taki saat kulesi gibi yapılar meselâ böyledir.

 

Peygamberimiz de resim ve heykel işine sıcak bakmamış ve şöyle demiştir: İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Mekke’ye) geldiği vakit içerisinde put olduğu için, Beytullah’a girmekten imtinâ etti (kaçındı). Onların çıkarılmalarını emretti. Hepsi de çıkarıldı. Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil (aleyhisselam)’in ellerinde fal okları bulunan heykelleri de çıkarıldı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bunu görünce): “Allah canlarını alsın!. Allah’a kasem olsun, onlar da bilirler ki, Hz. İbrâhim ve Hz. İsmail (aleyhisselam) bu oklarla kısmet aramadılar”. (Buhârî, Hacc 54 Enbiya 8, Megâzî 48;Ebu Dâvud, Hacc, 93, (2027).

 

Resim ve heykelle yâni dinsiz sanatta Allah'ın yaratma sıfatı birebir taklit edilmek istenir. Hattâ yaptıkları resme ve heykele rûh kattıklarını söyleyenler bile vardır. Rûh da katılınca o resim ve heykel artık bir put olmuş olur. 

 

Birinin heykelini dikmek onu putlaştırmaktır. Karşısına geçilip secde edilmese de o heykeli yapılan kişi heykel ve resim üzerinden topluma olağan-üstü gibi gösterilir. Allah yarattığı şeyi “olağan” şekilde yaratmasına rağmen bunlar ise “olağan-üstü” olduğu söylenir. Çünkü heykeli yapılan kişiye sağlığında direkt olarak tapılırken, öldükten sonra ise resim ve heykel üzerinden tapılır. Tüm putlar da zâten bu şekilde ortaya çıkmıştır. Ülkemizde resim ve heykel üzerinden yapılan putlaştırma sınırı aşmış ve “alenî putperestliğe” dönmüştür. Putçuluğun adını sanat koymuşlar. Ahlâksızlığa sanat diyorlar. İsmet Emre bu konuda şunları söyler:

 

“Put, ilkel insanın, ilkel zihninin ilkel tapınma aracıdır. Bir dondurma eylemidir. Vâroluşu dondurma, zihniyeti dondurma, hayâtı dondurma. Put karşısında bilinç akmaz, akletmez, işlemez, vâroluş alanı bulamaz. Öylesine donuk bakar, öylesine donuk yaşar, öylesine donuk ölür puta tapan insan. Putçuluk çünkü bir dondurma eylemidir ve donukluk ölümün gölgesidir. Antik Yunan’ın nesneyi ve insanı dondurmak sûretiyle bulduğu “heykel sanatı” tam da bundan dolayı vardır. Ölüme karşı yenilgi hissi, ölüm karşısındaki acziyet ve ölümün yaşam üzerindeki mutlak hâkimiyeti insan irâdesine ona karşı meydan okumanın bir yolu olarak vârolanı, elinde olanı ve ölüme her-an yenik düşme ihtimâli bulunanı dondurarak geleceğe taşımayı öğretmiştir. Bu, sâdece ölecek olan insanın değil, ölme potansiyeli bulunan bir davranışın, bir düşüncenin, bir öğretinin de ‘geleceğe taşınmak amacıyla’ sarılıp sarmalanması, mumyalanması, iç organlarının çıkarılarak yüzey yapısının sözüm-ona yaşamla buluşturulmasıdır ama put puttur işte, yüzey ne kadar parlak, jestler mimikler ne kadar canlı görünürse-görünsün, dondurulmuş olan, ölü olandır. Heykel, ontolojik anlamda, bu yönüyle bir putperestlik fetişizmidir ve sanata dönüşmesi ancak sanatın alanına girenin yaşıyor gibi görünmesine dâirdir. En hafifiyle ölüm karşısındaki acziyetin derinlerde yarattığı hüznün taşa dönüşmesi, en ağırıyla ölüm sonrasını örtmenin incelikli duvarıdır heykel sanatı. Ve elbette ölüm sonrasını silikleştiren, görünmezleştiren, reddeden bütün öteki uğraşlar gibi sonuna kadar maddeci, sonuna kadar putçu, sonuna kadar Tanrı tanımazdır heykel”.

 

Türk edebiyatında roman 19. yüzyılda ortaya çıkan bir yazım türüdür. Roman, Tanzimat’la başlayan batı’lılaşma sürecinin bir parçası olarak, kültürel birikimin doğal bir sonucu değil, bir çeşit sanat ithâli şeklinde Türk yazınına girmiştir. Latince romanice; “Roma işi, Roma dili” sözcüğünden evrilmiştir. İlk Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı 1872 yılındaki eseridir. (Vikipedi).

 

Türklerde, müslümanlarda ve doğu toplumlarında düz-yazı geleneği yoktur. Çünkü doğu düz anlatımı sevmez, sözel anlatım vardır ve bu anlatım geniş bir estetiğe sâhiptir. Batı taklidi düz-yazı şeklindeki romanlar ise mecbûren hayâli aşk-meşk işlerinden bahsetmek zorundadırlar ve böyle olmak zorunda kalmışlardır. Aşk-meşk işine girdiğinizde sınırı aşmamak imkânsızdır. Bu bağlamda Halit Ziyâ Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnû” romanı buna örnek gösterilebilir. Bu roman bir edepsizlik timsâldir.

 

Ortaçağ edebiyatında olduğu gibi İslâm edebiyatında da roman yoktu. Yâni Hristiyanlık’ta da önceleri roman yoktu. Aydınlanma, Rönesans, Reform, Sanâyileşme, Fransız Devrimi ve modernite sürecinde başlamıştı. Dinlemek için bir-çok hikâye, destan ve masal vardı ama okumak için yoktu. Uzun ve karışık bir hikâyeyi tâkip etmek için kendini ona vermek gerekir, bu bakımdan romanla ilgilenilmezdi. Zâten artık roman ölmüştür. Onun yerine yeni bir anlatı tarzı bulmak gerekir. İslâm’da da masal ve hikâye okunmaktan ziyâde dinleti şeklindedir.

 

Teoman Duralı sanat hakkında şunları şöyle der:

 

“Yunan sanatı öteki bütün dünyâdaki sanatlardan farklı olarak düz bir sanattır, doğrudandır. İnsanın şeklini olduğu gibi yansıtır. Çinlilerde, Hintlilerde, vs. öbürlerinde hepsinde bir üslupçuluk, stilizasyon vardır. Yunan heykeli, olduğu gibi, insanı en ince ayrıntısına değin tasvir eder. Damarları, kasları, vs. sanki canlıymış gibi karşınızda, o derece gerçeği taklit ederler. Resim de böyledir. Nasılsa kişi, manzara yâhut resmin nesnesi, öyle konulur. Eskiden saçma-sapan bir münâzara konusu vardı: ‘Sanat sanat içindir, sanat toplum içindir’. Böyle bir şey, Yunanlıda ‘sanat insan için’dir. İnsanın tasvirine odaklanır sanat, bu simetri ve âhenk her sanat dalında görülür. Başta mîmârî ve heykel sanatında görülebilir”.

 

İslâm’da resim, “stilize” şeklindedir. Stilize; “karakteri kaybolmadan, basitleştirilmiş tezyini ve şematik hâle sokulmuş biçim yada motif” demektir. Batı-tipi bir sanat İslâm’a uygun değildir. Modern sanatlar ise “sanat” değildir.

 

Soyut sanatlar olan minyatür, ebru, şiir, tezhib (süsleme) ve hat ise aslında “sadece sanat” değildir. Onlar “sanatsal belgeler”dir. Bir şeyi anlatmak ve dile getirmek için yapılmışlardır. İslâm’da sanat “sanat için” değildir ve bir amaç içindir. Modern sanatlar ise “sanat, sanat için”dir ve böyle olduğu için de anlamsızdır, ruhsuzdur. 1828 yılında V. Cousin’in ilk defâ kullandığı “sanat, sanat içindir” ifâdesi, çoğu sanatla uğraşanlarca bir nass gibi benimsenmiştir. Romantizme tepki olarak doğan bu anlayışa göre “ahlâk ve yararlılıkla uğraşmayan ve saf güzelliğin peşinde koşan sanatın, kendine has bir amacı olmalıdır. Sanat ve estetik kuralların dışında başka bir şey sanata gâye olamaz. Sanatın kurallarını ve amacını yine sanat belirler”. Görüldüğü gibi bu anlayış, sanatı putlaştırmaktan başka bir şey değildir. “Sanat, sanat içindir” sözünün nedeni, modern zamanlara kadar sanatın “dinle ilişkili olmasından ve hattâ dînin güdümünde olmasından dolayıdır. Sanat bir anlam ifâde etmesi için, söylemsel dille açıklanamayan duygular içermesi gerekir. Bu duygular yepyeni duygular olmalıdır. Bu duyguları sağlayacak olan şey elbette soyut sanat eserleridir.

 

Sanat dediğimi şey, doğada olmayan ve yapıldığında tekrarı yapılamayacak olan şeydir . Bu en çok da ebru sanatında görülür.

 

Sanat devrimlere ve inkılaplara göğüs gerer ve onlardan çok da etkilenmez. Enes Günaslan: “Türkiye’de, harf inkılâbına rağmen, hat sanatının hâlâ yaşamakta oluşu ve her geçen gün biraz daha ilgi çekmesi, şüphesiz bu sanatın İslâmî rûhu en iyi ifâde eden sanatlardan biri oluşundan ileri gelmektedir. Türkiye 1928 yılında harf devrimi yapılmış olmasına rağmen, hat sanatında hâlâ yegâne söz-sahibi ülkedir. Yâni gelenek de bâzı alanlarda inanılmaz bir yaşama irâdesi gösteriyor” der.

 

Atatürk zamânına gelinceye kadar 1453’ten bêri İstanbul’a heykel yapılıp konulmamıştı. Osmanlı’nın son döneminde aksesuar için bir-kaç kişinin bahçesinde hayvan heykeli vardı sâdece. Osmanlı’da heykel yoktu. Resim de hoş görülmezdi. Bu nedenle bir-kaç pâdişahın dışında resim yaptıran olmazdı. Opera, bale, resim, heykel gibi şirk etkinliklerinin Türkiye’de ilk başlaması, bir yazıda şöyle anlatılır:

 

“Türkiye’de opera, bale ve batı çok-sesli müziğinin öğretildiği ilk konservatuar Ankara’da açıldı. Batı-tarzı resim, aynı-zamanda, modern Türk ressamlık ürünlerinin sunulduğu bir-kaç süreli yayına hükûmet tarafından destek verildi. 1926 yılında bir Mustafa Kemal heykeli, İstanbul’da törenle açıldı. 1927’de Sarayburnu’nda dikilen ilk Atatürk anıtından sonra adına binlerce anıtlar, heykeller, büstler, resimler yapılarak yurdun her köşesine yerleştirildi. Açıkça ‘ilah’ olarak tanımlanır oldu. Nitekim, henüz M. Kemâl hayatta iken, 5 Ağustos 1935 târihli Cumhuriyet Gazetesi’nde ‘Atatürk yarım bir ilahtır; Türkler’in babasıdır’ yazılabildi. Kaldı ki insan cisminin yapılmasının “put” olarak algılandığı bir toplumda heykelin yapılması toplumun inançlarıyla çatışmanın ve onları değişime zorlamanın sınırlarını göstermesi açısından mânidardır”.

 

Heykel yaparsanız bir zaman sonra ona tapınmaya da başlarsınız. Heykel yapmak düşüncesi nefsten ve tapınma duygusundan geliyor olabilir. Bu duygu tâ çocukluktan îtibâren de başlıyor olabilir. Bu bağlamda “kardan adam” yapmak bile heykelciliğin başlangıcı sayılabilir. Kardan adam, “kardan heykeller”dir. Böylece Allah’ın nîmeti olan kar, O’na şirk koşma aracına çevrilmektedir.

 

Bilim ilerledikçe sanat geriler ve gerileşmiştir. Zîrâ bilim, rûhun bir yansıması olan sanatı yâni soyut sanatı inkâr eder. Çünkü rûhu inkâr eder. Bu nedenle bilim, salt göze hitâp eden somut sanatı (aslında absürd etkinlikler) ortaya çıkarmıştır. Bunu, her-şeyde olduğu gibi, Yunan sanatını yeniden dirilterek yapmıştır. Aliya İzzetbegoviç sanat ve bilim hakkında şunları söyler:

 

“Bilim nerede olursa-olsun hep aynı, mutâbık, hareketsiz ve sâbit olan şeyleri keşfeder; sanat ise ‘durmadan yeniden vücûda gelmek’ demektir. Sanâyiye mahsus olan serîdir; hâlbuki sanata mahsus olan orijinâldir. Bilim keşfeder, sanat ortaya koyar. Bilimin keşfettiği uzak bir yıldızın ışığı bundan evvel de vardı. Sanatın bizi âniden aydınlatan ışığı ise, sanatın kendisi tarafından o-anda yaratılmış olur. Sanat olmadan o ışık aslâ meydana gelmez. Bilim mevcut olanla uğraşır; sanat ise vücûda gelmenin kendisidir. Bilim kânunları keşfedip onlardan yararlanmak ister, sanat eseri ise -tam tersine- kâinattaki düzeni araştırmadan yansıtır”.

 

Batı’da sanat, din ve bilim temsil üzerine kuruludur. Hakîkati temsil ettiklerini iddiâ ederler. Oysa hakîkati temsil eden şey Allah’ın yarattığıdır. Allah’ın yarattığından başka hiç-bir şey hakîkati temsil edemez. Hakîkati etmeyen şey ise bâtılı temsil eder. Bâtıl olan ise İslâm’dan değildir.

 

Modern sanat yâni sanatın sapıtması Rönesans ile birlikte başlamıştır ki Rönesans, “klâsik Yunan ve Roma dönemine yâni paganizme geri dönüş”tür. Zâten Rönesans’ın sonucu olan modernizm de “paganizme geri dönüş”tür, modernizm, paganizmdir. Bir yazıda Rönesans ve sanat hakkında şunlar söylenir:

 

“Rönesans kavramı yaygın biçimde özellikle sanatta yenilikle bağlantılı olarak düşünülür. Ortaçağ Avrupa’sı 12. yüzyıldan îtibâren zâten yeni bir atılım ve yaratıcılık içindeydi. Müzikte, tiyatroda ve şiirde bugün bizi hâlâ etkileyebilen yeni biçimler ve tarzlar ortaya çıktı. Bu sanatlar 15. yüzyılda artık açık biçimde Tanrı’nın hizmetinde bulunmakla sınırlı kalmıyordu. Sanat bağımsız hâle geliyordu. Türleri giderek daha kapsamlı, daha dünyevî oluyordu. Rönesans sanatı 15. yüzyılın ikinci yarısıyla 16. yüzyılın ilk yarısında doruğuna ulaştı. Bu dönem Rafaello (ressamlığın yanında mîmardı), Michelangelo (heykeltıraş, ressam, mîmar ve şâir), Leonardo da Vinci (ressam, mühendis, mîmar, bilim-adamı ve heykel-tıraş) ve pek-çoklarının yaşadığı dönemdi. Rönesans’ta bu tür çok-yönlü kişiler büyük rağbet görüyordu. Bu sanatçılar insan mükemmelliği konusundaki görüşleri geliştirdiler. Rönesans’ın yarattığı üslup yenilikleri devrimci olsa da bunları hayli aşan esas başarısı; Hristiyan sentezi ve kilisenin kültür üzerindeki tekelinin sonunda kırıldığını gösteren bir işâret olmasıydı. Klâsik çağ ve hristiyan mitolojisi arasında yavaş-yavaş beliren farklılık bunun bir göstergesiydi”.

 

Tepki almaması yada daha az alması için yenilikler “perdelenmiş ve kısıtlanmış sanat” ile gösterilir ilk başta. Paganizme dönüş olan modern sanat da insanların direk olarak çıplaklaşmasıyla değil, çıplak resim ve heykeller yapılmasıyla başlamıştır. Böyle alıştırılmıştır insanlar çıplaklığa. Tabi buna tiyatro da eşlik eder. Mahrem sözler ve giyinişler ilk önce buralarda ve bu şekilde başlar. Günümüzde de bir sapıklık ilk önce sinema ve televizyonlardan sergilenmeye başlar. Göz alıştığında beyin de kabûllenir. Böylece insanlar televizyon ve sinemalarda gördüklerini kendileri de yapmaya başlar. Zamanla herkes televizyon ve sinemadaki gibi konuşur, giyinir ve hareket eder. Sonunda hayat modern sapık sözde sanatlara ve göze hitâp eden iletişim ve görselliğe göre düzenlenir. 

 

Michelangelo’nun “Âdem’in Yaratılışı” adlı tablosunda; insan ırkının babası, güç ve dramatik etki bakımından, parmağıyla ona hayat veren yaratıcısını bile gölgede bırakan dev ve kahraman bir kişilik olarak betimlenmişti. Çünkü resimde, resmi yapılan kişi olağan-üstüleştirilip ilahlaştırılır. Hristiyan azizlerinin resimlerinin ikonalara dönüşmesi gibi -ki bunlardan medet umuyorlardı-, birilerinin resimleri-fotoğrafları da ikona hâline gelmiştir-getirilmiştir. İnsanlar ünlü şarkıcı, futbolcu, oyuncu vs. kişilerin resimlerini ikona gibi duvarlara asıp onlara hayrân-hayrân bakmaktadırlar. Bu, onları “fotoğraflar üzerinden ilahlaştırmak” anlamına gelir. Fotoğraf ve resmin özünde, fotoğrafı çekilen ve resmi yapılan şeyin-kişinin ilahlaştırılması vardır.

 

Peki batı’lılar bunu niçin böyle yapmışlardır ve yapmaktadırlar?. Bunun arkasında aslında yahudi-hristiyan inanışı vardır ve bu şu âyetlerde ifâdesini bulur:

 

“Tanrı, ‘kendi sûretimizde, kendimize benzer insan yaratalım’ dedi. ‘Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun’. Tanrı insanı kendi sûretinde yarattı, onu Tanrı’nın sûretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, ‘verimli olun, çoğalın’ dedi, Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun” (Yaratılış 1: 26-27).

 

Meselâ çok güzel yüzlü mâsum bir çocuk var diyelim. O çocuğun yüzü resmedileceğine, onun yüzüne bakmak, ona bir şeyler söylemek, başını okşamak, yiyecek-içecek bir şeyler vermek daha doğru değil midir. Çocuğun yüzünün çizildiği resim, Allah’ın yarattığı-çizdiği çocuğun hakîki yüzünden daha mı üstündür ki çocuğun yüzüne bakılmazken resme hayran olunuyor!. Şeytan insanı işte böyle kandırır. Tabi bu, sâdece çocuk yüzü için değil, yaratılmış olan her-şey için geçerlidir.

 

Fotoğraf için en çok kullanılan sözlerden biri şudur: “Ânı ölümsüzleştirmek”. Bakın fotoğraf nasıl da ölümsüzlükten bahsediyor. Allah’tan başka hiç-bir şey ölümsüz olmamasına rağmen ölümsüzlükten bahsediyor. Kameraya, fotoğraf makinesine ve mikrofona bir tapınma var. Modern insan bunların karşısında bir heyecâna kapılıyor ve esas duruşa geçiyor.

 

Fotoğraf ve de video, ölüme meydan okur gibidir. 100 yıllık fotolardaki insanlar ölmüştür, mekân da değişmiştir ama fotoğraf aynıdır, değişmemiştir. Tabi fotoğrafı üzerinde taşıyan kağıdın da bir ömrü vardır. 

 

İslâm sanatında perspektif yoktur. (Perspektif: Eşyânın ve nesnelerin uzaktan görünüşü. Benzer olan. Nesneleri göründükleri biçim ve durumlarıyla bir yüzey üzerine çizme tekniği). İslâm sanatında perspektifin olmamasına dayalı olarak minyatürün dışında insan başka türlü çizilemez. Belki karikatür istisnâ olabilir. Tabi karikatürü fitne çıkarmak için kullanmak sanat değildir. Fitne çıkaran ve ifsâd eden hiç-bir şey sanat olamaz. Batı çiziminde insan görüntüsü ve gerçekliği birbirinden ayrışmıştır. Gerçek ile yapılan resim-heykel aynı değildir. Modern sanatta ortaya koyulanlar, o şeyin gerçek hâli değildir. Hiç-bir roman, bahsettiği şeyi olduğu gibi ve mükemmelleştirmeden anlatamaz ve anlatmaz da. Çünkü ancak o zaman bir fark oluşturabilir ve insanların dikkatini çekebilir. Ama aslında romanda bahsedilen şekliyle bir varlık ve yaşanmışlık yoktur ve olamaz da. Zîrâ anlatılan şey doğal ve normâl değildir.

 

Empresyonizm yada İzlenimcilik akımı nedir?. Şöyle târif edilir: “İzlenimcilik doğadaki unsurların kişinin kendisinde oluşturduğu izlenimleri, duygusal izleri yansıtmayı hedefler. Bu akım içerisinde yer alan sanatçılar doğayı ‘objektif bir gerçek olarak değil’, kendilerinde yarattığı izlenimi resme (veyâ edebi esere) aktarırlar”. Yâni modern sanatlar, gerçeğin değil, o şeyin kişide oluşturduğu hayâllerdir. Zîrâ modernizm, bir mükemmelleştirme uygarlığıdır ve her-şeyi mükemmelleştirmek ister.

 

Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir; fakat yasaları ve sanatı ile her yerde hazır ve nâzırdır. Modern sanat -hâşâ- Allah’la kakışmakta ve ona diklenmektedir. Çünkü yaptığını O’ndan daha mükemmel yaptığını, ortaya koyduklarıyla sessizce ve zımnen söylemiş olur. “Bak, Sen’den daha iyisini, güzelini ve kusursuzunu yaptım” demeye getirir. Bu yüzden haddini bilen müslümanlar resme ve heykele sıcak bakmamışlar ve resmi soyutlayarak minyatüre, romanı da anlatıya indirgemişlerdir.

 

Aslında fotoğraf da bi-ince sorunludur ama birebirlik fotoğrafta çok belli olduğu için pek de sorun teşkil etmez. Tabi fotoğrafçılıkta da görüntülenen şey en ideâl şekilde görüntülenmek istendiği için ortaya çıkan fotoğraf, “olduğundan fazlası”dır. Fotoğrafı öyle bir açıdan çekerler ki, baktığınızda her zaman gördüğünüz yerin orası olduğundan emin olmazsınız. Bir keresinde İstanbul’daki Yeni Câmi’nin bir fotoğrafını görmüştüm. Fakat çok değişik geldi. Çünkü ben o Câmi’yi önünde oturup seyretmiştim. Fakat fotoğrafçı ışığı ve açıyı öyle bir ayarlamış ki, Câmi’nin resmi çok farklılaşmıştı. 

 

İlginçtir ki, Allah’a rağmen ilah gibi sanat yapmaya kalkan ve böylelikle Allah’a hakaret eden insanlar da aslında Allah’ın bir sanatıdır. İnsanın kendisi bir sanattır. Allah’ın sanatı, O’na sanat ile karşı çıkmaktadır.

 

Modern sanatlar ise zâten dediğimiz gibi “sanat” falan değildir. Fuhşun, çarpık ilişkilerin, aşırılığın ve putperestliğin adını aşk ve sanat koymuşlar. Rûh yok, mânâ yok ama küfür, şirk, haram ve ahlâksızlık var. Materyâlist-pozitivist bilim, madde ile mânâyı, arasına derin uçurumlar koyarak ayırdı. Artık modern insana göre madde başka bir şey, mânâ başka bir şey oldu. Hâlbuki bir ağaca baktığınızda eğer “odun” görüyorsanız maddeyi, ağaca baktığınızda “hârika bir sanat” görüyorsanız mânâyı görmüş olursunuz. İşte modern insan bu bakış-açısını kaybetti.

 

Sanatta, ilimde olduğu gibi “bilgi ve tecrübe birikmesi” yoktur. Sanat, ilham ile açığa çıkar.

 

Resim hakîkatin tüm boyutlarını yansıtamaz. O sâdece varlığın maddî boyutunu yansıtabilir. Bu nedenle resim Allah’sızdır. Varlığı tüm boyutlarıyla ve rengi, kokusu ve sesiyle yansıtan hârika bir doğa varken resim yapmanın bir gereği ve anlamı yoktur. Modern somut sanat, dînî-doğal soyut sanata karşı çıkarılmıştır. Soyut sanat yapıyorum diye absürd şeyler yapmak doğru değildir ve absürd olan ‘sanat’ değildir. O yüzden sürrealist resimlerin sanat değeri yoktur ve onlar saçmalık yada absürdlüktür. 

 

Fotoğraf ve resim, söylendiği gibi, bir şeyi-kişiyi ölümsüzleştirmez. O şeyin yada kişinin, resminin yapıldığı yada fotoğrafının çekildiği o zamanki durumun geçip gittiğini yâni öldüğünü gösterir.

 

Sanat soyut olmak zorunda ve dünyâya benzetilmemelidir. Çünkü hakîki sanat, âhirete öykünmek ile ortaya çıkar. Dünyâ’da olmayan şeyi ortaya çıkarmak şeklinde. Sanat âhiretten mülhemle yapılması gerektiği için, sanat dinden neş’et etmelidir. Dinden kopuk sanatlara şeytan mutlakâ müdâhale eder ve böylece absürd yada ahlâksız sanat şekilleri çıkar ortaya. Modern sanat işte böyle ortaya çıkmıştır. Dinden vazgeçildiğinde modern sanat ortaya çıkmıştır. Modern sanat, dînî-doğal sanatın inkârının bir sonucudur. Bu yüzden sanat “Dünyâ’da olmayan ve bulunmayan”dan olur. Buna göre resim, fotoğraf vs. sanat değildir. Resim ancak minyatür şeklinde olursa sanat olur. Çünkü minyatürde doğayı ve insanı taklit yoktur. Zîrâ minyatürlerde olduğu gibi bir doğa ve insan yoktur. Olan bir şeyi tekrâr etmek, ilahlığı tekrâr etmek anlamına gelir ki, modern sanatta ve sanatçıda bu çok bârizdir. Yalnız tek bir âlem olsa sanat imkânsız olurdu. Fakat karikatürler minyatür gibi değildir. Karikatürler dalga geçme ve küçük düşürme araçlarıdır.

 

Aslında resim ve fotoğraf, Dünyâ’da olanlarla ilgili olmak zorunda olacağı için, “orijinâl olan üzerinde yeniden çalışmak” demek olacaktır. Yapılan resim ve çekilen fotoğraf yalın hâlinde orijinal olanda daha çirkin olacaktır. Zâten resmi ve fotoğrafı düzenlemek bu nedenle yapılır. Bu aslında somut olan tüm sanatlarda böyledir. Oysa soyut sanat kıyas yapılabilecek bir şey olmadığı için her zaman orijinâldir ve bu yüzden etkili olur, niteliğinden bir şey kaybetmez.

 

Modernite eklemeye ve çoğaltmaya dayandığı için modern somut sanat da ekleme ve çoğaltma yapar ama hiç-biri özgün olamaz. Oysa soyut sanat özgündür, orijinâldir, Dünyâ’da karşılığı yoktur. Dünyâ’da yada kâinatta karşılığı olan şeyler sanat değildir. Onlar kötü kopyalardır ki hiç gereği ve lüzûmu yoktur. Sanat ilhâmını Dünyâ’dan değil, mânevi hayattan, meta-fizik hayattan alır. O yüzden hakîki sanat, “gözlemin bir sonucu” olarak değil, “ilhâmın bir sonucu” olarak açığa çıkar. Sanat, olmayan bir şeyi açığa çıkarma ustalığıdır ve öyle olmalıdır. Sanat aslen bu Dünyâ’ya âit olmayan bir şeydir ve gözlemden ziyâde ilhâma dayanır.

 

Müslümanlar Endülüs’te muhteşem bir sanat eseri olan El Hamra sarayını yapmışlar, birileri de gidip onun resmini yapıyor tada fotoğrafını çekiyor ve sanat icrâ ettiğini zannediyor. Şimdi El Hamra Sarayı “sanat” ise, onun resmi ve fotoğrafı nedir?. O da mı sanattır?. Tabî ki de değildir. Çünkü sanatın kopyası “sanat” olmaz. İslâm sanatın, hiç-bir fenomeni ortaya koymayan ifâde biçimlerinden ibârettir. Sanat zâten odur.

 

Aslında her insan kendi çapında bir sanatkârdır, çünkü zanaatkârlık özelliği vardır. Allah her insanı ona özel bir zanaatla yaratmıştır. Bu nedenle insan, eğer bir müdâhale yapılmazsa Allah’ın kendisine bahşettiği zanaatı ve sanatı ortaya çıkarır. Fakat modernite zanaatı bitirdiği ve teknolojiye indirgediği için, zanaatkârlık ve dolayısı ile hakîki sanatkârlık da bitmiş yada bitme noktasına gelmiştir. Artık geriye modern anlamda absürd ve gayr-ı ahlâkî bir “sözde sanat” kalmıştır.

 

Modernlerin ilkel dedikleri eski zamanlarda yaşayan insanlar, henüz demir çağına bile girmemişken hârika sanat eserleri ortaya çıkarıyorlardı ki modern insanlar bunlardan hâlâ etkileniyor. Demek ki sanat gelişen ve ilerleyen bir şey değildir. Bu nedenle “modern sanat” diye bir şey olmaz. Bir şey sanatsa sanattır, değilse de değildir. Eskisi-yenisi olmaz. Modern sanat diye bir şeyin kabûl edilmesi, sanatın gerilemesidir. Zîrâ sanattan rûhu ayırdığınızda orada sanat falan kalmaz.

 

İlerlememek sanatın tabiatında vardır. Sanat ilerlemez. Sanat hep yeni baştan başlar. O hâlde “modern sanat” diye bir sanat olamaz. Sanat, modern araçlar geliştikçe gerilemiştir. Çünkü teknoloji ile birlikte zanaat bitmiştir. Modernite, “insanların başlarını kaşıyacak vakitlerinin olmadığı” bir sistemdir, bu nedenle o hârika sanat eserlerinin ortaya çıkması mümkün olmuyor. Oysa eskiden insanların zamanı çoktu ve ince-ince işlenmiş sanat eserleri hâlen buram-buram rûh taşımaktadır. Eskiden zamânı bol olan insanlar, evlerinin kapılarını bile birer sanat eserlerine çevirmiştir. Sanat ile zanaatın buluşmasıyla kapısına yaptığı hârika şekiller, buram-buram rûh tütmektedir. 

 

Târihi sırasına göre; resim, roman, fotoğraf, sinema, televizyon, bilgisayar ve sosyâl medya etkinlikleri, son 500 yıldır dinden boşalan yerin ve insanda oluşan mânevî boşluğun, hayâli şeylerle doldurulma çabasıdır. Zîrâ insan sâdece maddeden müteşekkil bir varlık değildir ve sâdece yeme-giyme-gezme ve üreme gibi şeylerle tatmin olamaz. İşte 1.500’lü yıllarda başlayan süreçte Rönesans, Aydınlanma, Fransız Devrimi, Sanâyileşme ve Modernleşme gibi beşerî-şeytânî sistemler, felsefeler, düşünceler ve ideolojilerin  bir yansıması olan ve adına “sanat” denilen şeyler, dinden boşalan yeri doldurmak için ortaya çıkarılmış etkinliklerden başkası değildir. Fakat bunlar insanın boşluğunu  doldurabilecek şeyler değildir, zîrâ geçicidir, taklîdîdir, hayâlîdir. İnsanın tatmin olması için hem bedenen-zihnen hem de kâlben tatmin olması şarttır ki bunu sağlayabilecek olan tek şey “Allah’ın zikri olan vahiy yâni Kur’ân’dır. Çünkü kâlpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olabilir.

 

Batı’nın sanat yeteneği olmadığı için -ki zâten modern-bilimi ve teknolojiyi bu nedenle geliştirmiştir- yapmaktan çok yıkma ile ilgilenirler. Doğu, sanat ile yeryüzünü îmâr ederken, batı, modern-bilim ve teknoloji ile ürettiği bombalarla yeryüzünü ifsâd etmektedir. Rûhlarını tatmin eden eşsiz sanat eserleri yapamayanlar, tesirli bombalar yapmaya ve nefislerini tatmin edip kışkırtmaya başlarlar. Aliya İzzetbegoviç, sanat hakkında şunları söyler:

 

“Taştan yapılan ilk heykel, bir puttu. Heykelcilik sanatı tümü ile ve kökeni îtibârıyla putperestliğe âittir. İslâm’ın ve bâzı daha az personâlist dinlerin bu sanata karşı müsâmahasızlığına bu açıdan bakmaktayız.

 

Sanat için ‘şeyler’ umûmî olarak değil, müşahhas olarak mevcuttur. Şâirin bahsettiği ıhlamur ağacı, aslâ botanikçinin tanıdığı umûmî ıhlamur ağacı değildir; fakat evinin bahçesinde bulunan mis kokulu ve gölgesinde çocukluk rüyâlarını gördüğü muayyen bir ağaçtır. Sanat daha hakîkî bir tarzda tasvir ediyor; çünkü mevcut olan her-şey ferdîdir.

 

Bir resmin orijinâli ile kopyası arasındaki fark nicelikle nasıl îzah edilebilir?. Orijinâl, güzellik vasfına sâhiptir; buna karşı ‘her kopya çirkindir’. İlim, astronominin çocuğu (Bergson) olduğu gibi, sanat da dînin çocuğudur. Eğer yaşamak istiyorsa, sanat, tekrar-tekrar bu kaynağına dönmeye mecburdur.

 

Stalin ve Zhdanov zamânında Sovyet bilimi, atom enerjisi ve uzay sahalarında büyük hamleler yapmıştı. Bütün baskı Sovyet sanatı üzerinde idi, çünkü sanat bambaşka bir dünyâya, bambaşka bir düzene âittir.

 

Mîmârî, istisnâsız her kültürde en yüksek dereceye mâbetlerde ulaşmıştır. Bu, Hindistan ve Kamboçya’daki iki bin senelik tapınaklar, İslâm dünyâsı câmileri, Kolomb öncesi Amerika’nın mâbetleri için olduğu kadar 20. asırda Avrupa ve Amerika’da inşâ edilen kiliseler için de câridir. Çağımızda büyük mîmarlardan hiç-birisi bu çağrıya mukâvemet edememiştir.

 

Kenneth Clark katolik memleketlerde bir bakıma demode oluşundan sonra kiliselerin yerine operaların geçtiğini kaydediyor. Ve yalnız bu değil: Opera binâsı, şimdi, -bir zamanların katedrâli gibi- şehrin en güzel ve en anıtsal binâsıdır

 

Absürd…Pollck, tuvâl üzerinde yürümekle veyâ tuvâl üzerine boya tüpleri sallamakla resim yapardı. Rauschenberg, bir sergisini muhtelif büyüklükte bir sürü bomboş ve bembeyaz tuvâlle açmıştı. Yves Klein, 1954’te Madrid’de, tek renkte on yapraktan meydana gelen bir albüm yayınlamıştı. Amerikalı piyanist John Cage ‘Dört dakika ve 33 sâniye’ adlı bir kompozisyonda, oldukça uzun bir müddet, çalmadan, piyano başında oturmuştu.

 

Sanat eserinin eşsizlik vasfını hâiz olması esas şarttır. Sanat eseri çoğaltılınca yok olur. Sanat, ‘îcâd etme’dir. Sanat, iç-dünyâmızın hakîkatlerine âittir, gerçeklerin dış dünyâsına değil. Onun için samîmî ve gayr-ı samîmî sanat arasında, ilhama  dayanan bir şiirle ısmarlama bir şiir arasında tefrik yapabiliyoruz.

 

Tespit edelim ki tamâmen anlaşılan eserler aslâ yoktur. Zîrâ sanat eseri her-şeyden önce bir iç mesele, bir sır, bir inanç meselesidir”.

 

Din-dışı olarak ilk ortaya çıkan müzik ve gösteri türü operadır.

 

İnsan bir sanattır; En Mükemmel Sanatçı tarafından yaratılan. “Sanat”ın, kendisi gibi bir sanat yapması olmaz. Zâten yapamaz da.

 

İçine rûh katılmamış hiç-bir şey sanat değildir. Bu nedenle teknolojinin ürünleri sanat değildir. Teknoloji geliştikçe, sanat ve estetik zayıflar. Zîrâ teknoloji ruhsuzdur.

 

İnsanı estetik hâle getirecek ve inceltecek olan şey olan şey kültür ve sanattır. Kültür ve sanatı olmayanlar kaba insanlar olurlar. Tabi sanat, kişiyi çok da yumuşatıp eritmemelidir. Çünkü Dünyâ “cennet” değildir. O hâlde dengeli bir sanat anlayışı ve uygulayışı olmalıdır. Fakat bir “amaçsızlık uygarlığı” olan modernite, siyâseti, ekonomiyi, âile yaşamını, dîni ve sanatı farklılaştırır ve onu mânevî ve mata-fizik olandan kopartarak akılcı ve pozitivist hâle getirir.

 

Modern sanat Dünyâ’dan umûdunu kesince, hayâli dünyâlar ortaya koymak üzerine kurulmuştur. Gerçeğin yerine “gerçekmiş” gibi konan her-şey putlaşır. Somut sanat eserleri, yansıttıkları nesneyi yada varlığı sanki sonsuzmuş gibi gösterirler. Modernler sanatı bir “yaratma” olarak görürüler. Aynayı doğaya tuttuklarını söylerler. Fakat sanatın amacı, nesnelerin dış görünüşünü değil, iç-anlamını göstermelidir. Çünkü, nesnelerin gerçeği budur, aşırı gitme ve ayrıntı değildir. Bu zihin zevki, bir insanın yükselebileceği en yüksek zevk biçimidir. Bir şeyin aynısı zâten doğada var ise, bunu taklit etmenin ne gereği ve anlamı vardır?. O şey doğada zâten en iyi şekilde bulunuyor. İnsana bunu yaptıran şey, şeytan ve kibridir. Kendini tanrı gibi gören kibri. Bunu yapanlar Allah’a öykünmekte ve onu taklit etmek istemektedirler. Fakat bunu “birebir” olarak yapmak istemeleri doğru değildir.

 

Taklit her zaman “kötü taklit”tir. Taklidin kaderinde bu vardır çünkü. Zîrâ hiç kimse Allah’ın yarattığı gibi yapamaz.

 

Gayri müslim sanatçı Allah’ı, tabiatı, yaratıkları taklit etmeye, -hâşâ- Allah gibi yaratmaya kalkışma cür’etini gösterir, bunun için benzetme metoduyla eserini ortaya koyarken; müslüman sanatçı taklitçi değildir. Allah’ın yarattığına benzetmeye kalkmaz eserini. O, eşyâ ve hâdiseleri yansıtma metoduyla idrâk eder. Onun için batıdaki heykel ve figüratif resme karşılık, müslüman sanatçı minyatüre sığınır. O taklitçi olmadığından dolayı yaptığının aynısını tekrar etmez. Birbirinin aynı olan iki çiçeği bile resmetmez. Aynı iki kompozisyon ortaya koymaktan sanat adına hayâ eder.

 

Bizi Allah’ın zâtı değil, sanatı bağlar. Sanat, devrin siyâsi görüşüyle örtüşür. Zâlim siyâsetler, biçimsiz mîmâriler üretir.

 

Modern sanat ahlâklı değildir, sanatın bir ahlâkîliği vardır ki bu sanat “soyut sanatta veyâ zanaat ile görülür. İslâm’da sanat ve zanaat aynı şeydir, sanatkârla zanaatkâr arasında fark yoktur. Zanaatkâr, işini bir sanat şeklinde yapar. Modernite sanat ile zanaatı ayırmıştır. Meselâ müslümanlar bir usturlap yaparlardı ama usturlap aynı-zamanda soyut motifler içeren bir sanat ürünü olurdu. Tabi bu, orijinâl şeyler için geçerlidir. Yoksa bir kaşık ustasının yaptığı şey zanaattır ama sanat değildir. Ne var ki sanat içeren kaşıklar da yapılabilir. Demek ki her sanat bir zanaat içerir ve içermelidir, fakat her zanaat sanat değildir. Larry Shiner bu konuda şunları söyler: “Eski dünyâda tıp ve askerî stratejiden tutun da çömlekçilik ve şiire kadar uzanan çeşitli sanatları icrâ eden insanlar, modern anlamda ne ‘sanatçı’ ne de ‘zanaatçı’ değil ‘zanaatçı-sanatçı’ydı; yâni becerikli ve incelikli icrâcılardı”. Sanat ile zanaat arasındaki ayrım Rönensans ile başladı.

 

Hem zanaat hem de sanata örnek olan sanatlar içinde; bakırcılık, telkari, varak zanaat ve sanatları vardır. Demek istediğimiz, sanat aynı-zamanda zanaat da olmalıdır. Modern sanatlar ise zanaat içermeyen aktivitelerdir.

 

Klâsik-soyut sanatta herkes zanaatkâr ve dolayısı ile işini el-emeği ve göz-nûru ile yaptığı için aynı-zamanda sanatçıydı. O muhteşem halılar-kilimler, baş-örtüleri, kanaviçeler vs. birer sanat ürünüydü. Modern hayatta moda-mod yaşayan modern kadında bir estetik zevki pek yok. Sanat bir zevktir. Hayâli ve zevki olmayanın, içinde burâm-burâm rûh tüten olan bir sanat ortay koyması düşünülemez. Buz gibi bir şey çıkar ortaya.

 

Destanlar daha çok kamu alanına hitâp edip toplumun genel anlayışını verirken, romanlarda daha çok birey anlatılmakta, olaylar bir kişinin etrâfında dönmektedir. Yâni roman  bireycidir. Roman  bireycilik-merkezlidir ve birey romanda “süper-insan” olmuş ve ilahlaştırılmıştır.

 

Göze hitâp eden fotoğraf, sinema, televizyon ve tiyatro, bir “imaj kültürüdür” ve imajı ilahlaştırır. Sinemada, fotoğrafta ve televizyonda izlediğiniz kişileri gerçek hayatta zor tanırsınız. Zâten somut-modern sanatlar hep yahudilere ve küresel sermâyedarlara hizmet eder. Hollywood konusunda araştırma yapıp kitap yazan Alice Bach şöyle der; “bir şey gerçektir ki o da Amerikan film endüstrisinin Doğu Avrupa kökenli yahudiler tarafından başlatıldığıdır”. Özellikle sinema ve televizyon. Hiç-bir ahlâk-kuralı tanımadan, yalnız para kazanmaya odaklanan iş-adamlarının ürettiği şiddet içeren ürünlerin “görsel sanat” adı altında pazarlanması sanat açısından bir aldatmacadır. Zâten sinemanın ulaştığı yer, erotizm ve porno olmuştur.

 

Kulağa hitâp eden, yıllarca hattâ asırlarca severek dinlenen şarkılar, ilâhiler vardır. Meselâ Dede Efendi’nin “Yine Bir Gül Nihâl” şarkısı gibi şarkılar ve Peygamberimiz için söylenen “Talâ âl Bedru Aleyna” ilâhisi hâlâ aynı heyecanla söylenip dinlenirken, göze hitâp eden popüler şarkılar ise kısa zamanda kulakları tırmalar hâle gelir.

 

Popüler somut sanat, mahremiyeti delen bir şeydir. O yüzden mutlakâ sapıklığa yönelir. Zîrâ modern somut seküler sanatlar “teşhircilik”tir.

 

Sanatta gelişme olmaz. Rûha hitâp eden şeylerde bir “gelişme” olmaz çünkü. Sanat, “ölmez eserler”dir. Ancak “ölmez eserler” sanattır. Bin yılları aşan eserler sanattır. Bin yıl sonra bile insanın rûhuna hitâp edebilen şeyler sanattır. Sanat bilim ile karıştığında sanat olmaktan çıkar ve ona sanat demek imkânsız olur. O yalnızca “bilimsel bir etkinlik”tir.

 

İslâm’da sanat eserleri hâlâ muhteşemliğini korumaktadır ve burâm-burâm rûh içermektedir. İspanya’daki Elhamrâ’dan, Hindistan’daki Tac Mahâl'e kadar sanat eserleri İslâm’ı haykırmaktadır.

 

Müslümanlar en yüksek bir süsleme unsuru olarak yazıyı kullandı. Genellikle Kûfî hurûfâtını kullandı; harfleri yükseltti, yaydı, genişletti; yahut nokta ve çizgilerle süsleyerek alfabeyi bir sanat malzemesi gibi kullandı.

 

İslâm, müziği yasak etmemişse de, sınırlamıştır. Kur’ân’da müzik için yasak yoktur. Fakat müzik göze değil kulağa hitâp edecek şekilde olmalıdır. Çünkü müzik kulakla alâkalıdır. Modern zamanlardaki müzikler kulaktan çok göze hitâp ediyor ve bu nedenle de çığırından çıkmış durumdadır. “Sâdece göze” hitâp eden şeyler yoldan çıkmaya ve çıkarmaya çok uygundur. Klip gibi bir saçmalık çıkmıştır ortaya. Müzik ile klibin ne alâkası vardır?. Güzel müzikler yapılamadığı için bu açık göze hitâp eden klip ile kapatılmaya çalışılmaktadır. Oysa müzik gözle değil kulakla ilgilidir. İslâm târihinde daha çok enstrümantâl müzik kullanılmıştır. Bu sâyede bâzı hastalıkların tedavisi bile yapılmıştır. Hz. Dâvûd’un da türkü söylediğinden bahsedilir ki “dâvûdî ses” ona isnât edilir.

 

Şiir ise baştan-başa bir sanattır. Söz sanatı. Târih boyunca doğu ve İslâm şâirleri hârika eserler ortaya çıkarmışlar ve hâlâ dillerde pelesenk olan sözler etmişlerdi. Doğrusu insan o sözlerin nasıl edildiğine şaşırıyor. Fakat, Kur’ân karşısında diller tutulur ve şâirlerin sözleri de yavan kalır. Çünkü Allah’ın sözünün üstünde bir söz söylenemez.  

 

Sanat netîcede, coşan rûhun dışarıya bir yansımasıdır. Fakat sanat bir ibâdet neşvesiyle yapılamaz, çünkü ibâdet ayrı, sanat ayrı bir şeydir. Üstelik sanat, ibâdetin o mânâsına ve derinliğine hiç-bir zaman ulaşamaz. Lâik-seküler sözde sanatta, dans edenler, şarkı söyleyenler, enstrüman çalanlar vs. kendinden geçercesine bir coşkuya kapılıyorlar. Yaptıklarını ibâdet neşvesiyle yapıyorlar ki, buna sanat değil, bir sarhoşluk hâli denebilir belki. 

 

Sanat doğuştan gelir. Sanata doğuştan gelen bir iştiyak yoksa eğer, eğitimle ancak belli bir sınıra kadar gelinebilir. İştiyak ne kadar çoksa ve gayret ne kadar fazlaysa sanat yolunda o kadar ilerlenir. Zorla sanatkâr olunamaz.

 

Şu da var ki, (genellemeden söylüyorum) sanatçılar genelde muhâfazakârdırlar ve etliye-sütlüye pek karışmazlar. Cennetteymiş gibi yaşarlar. Sanatçılık biraz da bunu gerektirir belki de. Lâkin sanatkârların mücâdele ruhları yoktur, bir zulme karşı çok duyarlı olmadıkları gibi, duyarlı olanlara bile engel olurlar. Çünkü sanatçılar her zaman sultânın yanında yada ona yakındırlar. Aksi-hâlde onları destekleyecek kimse olmaz.

 

“Sinemanın, resmin, fotoğrafçılığın, tiyatronun, balenin, oyunculuk içeren operanın ve televizyonun yâni modern somut sanatların çok büyük bir etkisi var, o yüzden bunlar çok önemlidir” diyorlar. Oysa bunlardan etkilenmek, insanların ne kadar seviyesizleştiğinin bir göstergesinden başkası değildir. İnsanların çoğunun bunlardan etkilenmeleri karşısında söylenecek söz: “Bırakın, daldıkları bataklıkta oyalanıp dursunlar” sözünden başkası değildir.

 

Sanat zâten estetik ve hârika bir görünümü olan bir şeyi kopyalamak değil, meselâ hiç-bir özelliği olmayan bir tahtayı yada taşı oyup, onun mîmârî bir eser hâline getirmektir. Ona soyut bir şekil vermektir.

 

1980’den sonra Dünyâ’da “târihin sonu”na gelindiğini söylemişlerdi. Târihin sonuna kıyâmete kadar gelinemez ama modernizm ile birlikte “sanat târihinin sonu”na gelinmiştir.

 

Kâinatta ve doğal dünyâda “sanat” olmayan hiç-bir şey yoktur.

 

Sanat herkesin etkilendiği, asırları aşarak iz bırakan eserlerdir.

 

Allah’ı hesâba katmayan sözde sanatta “kibirli bir debdebe” vardır ki bu debdebe, isyân içerir.

 

İslâm’da ise sanat Allah-merkezlidir. Tüm ilhâm Allah’ın yarattıklarından ve gönderdiği vahiyden alınır. Çünkü İslâm’da sanat da “Allah için”dir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2019

 

Devamını Oku »