“Siz, her
yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor
musunuz?” (Şuârâ
128).
Sanat kelimesi Arapça kökenlidir ve “sana” kökünden gelir. Kelime
anlamı ise “îmâlât, işçilik, ustalık” anlamına gelir. Antik Yunan’daki karşılığı “Techne”
ve bu kelime o dönemde, bugün “zanaat” dediğimiz şeyleri de içine alıyor.
Techne kelimesi marangozluk, şiir, tıp, heykelcilik, at terbiyeciliği gibi
birbirinden çok farklı alanları kapsayan, insanlardaki îmâl ve icrâ
kâbiliyetine işâret eden bir kelime olarak karşımıza çıkıyor.
Sanat
“bir
şeyi estetik hâle getirmek” demektir. Meselâ bir odun ancak yakmaya
yarar, fakat o odunu
yontup estetik hâle getirdiğinizde ve “sanatsal”
yaptığınızda o artık sanat
olur. Böylece sanat
hâline getirilen odun
yanmaktan kurtulur.
Sanat,
insanların inanç, düşünce ve duygularını söz, ses, renk, çizgi, biçim gibi
araçlarla güzel bir biçimde ve kişisel bir ifâde ile anlatma çabasından doğan
rûhî bir faâliyettir. Sanat Arapça’dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Sözlük
anlamı; işlemek, yapmak anlamına gelen sun’ (s-n-a) kökünden türemiştir. Sanat;
ustalık, hüner, mârifet anlamlarında kullanılır. Batı dillerinde “art”
kelimesiyle karşılanır. Sanat kelimesi dilimizde zanaat anlamında da kullanılır
(Aslı: Arapça sınâat). Yâni,
insanlar için gerekli olan maddî şeylerden birinin yapımına dayanan
ve el-yatkınlığı isteyen
işe de sanat denir.
Michelangelo’ya
göre heykeltıraşlık tüm sanatların başında gelir. Fakat aslında tüm sanatların
başı mîmarlıktır.
Modernizm, klâsik/geleneksel
sanatın değişmesiyle ve ifsâd edilmesiyle başlamıştır. Sanat, hem
zamandan-mekândan etkilenir, hem de zamânı ve mekânı etkiler. Modern sanatlar,
dînin ötelenmesiyle oluşan düşünceden etkilenerek başlamıştır.
İslâm’da
sanat vardır ve bu sanat “soyut sanat” şeklindedir ki bunlar da; minyatür, hat,
ebru, şiir, tezhib ve mîmâri gibi soyut sanatlardır yâni bir şeyin temsîli
değillerdir. İslâm bir şeyin temsîlinin yâni “bir şeyin belirgin bir şekilde
kâğıda, taşa-toprağa vs. yansıtılması”nı doğru bulmaz. Zîrâ Allah zâten en
güzeli ve en iyisini yaratmıştır. Soyut sanat ise, “doğada örneği olmayan”
şeyler üzerinden yada doğada karşılığı olsa da “onun birebir aynısını yapmadan
yapma” şeklindedir. Somut sanat ise, “doğada bulunan şeylerin birebir taklidini”
yapmak şeklindedir. Fakat sorun şuradadır ki, insan doğada bulunan hiç-bir
şeyin resmini, onu ideâlleştirmeden yâni gerçeğinden daha üstün hâle getirmeden
yapamaz. Resmettiği yada heykelleştirdiği şeyi, gerçeğinden ayrıştırılarak, onu
ideâlleştirerek ve olağan-üstü hâle getirerek yapar. İnsanın tanrı şeklinde
gösterildiği resimler ve heykeller, aslında resmi yada heykeli yapılan
kişilerin olağan-üstüleştirilmiş hâlleridir. Gerçekte resimde ve heykelde
göründükleri gibi kusursuz değildirler ve olamazlar da.
Vahiy ile terbiye ol(a)mamış insanlar
tüm zamanlar boyunca tanrılaşma arzusunda olmuşlar ve bunun olamayacağını çok
iyi bildikleri için de “tanrı olma arzularını” resimle ve heykelle göstermek
istemişlerdir. Onların resmini yapan ve heykellerini dikenler de onların isteği
doğrultusunda onları tanrılaşmış yâni olağan-üstü bir şekilde çizmişler ve bu
daha sonra sanat(!) hâline gelmiştir. Her-şeyde olduğu gibi, Allah’tan bağımsız
sanat anlayışı da mutlakâ sapmaya başlar ve sapar. “Nü” resimler bu sapmanın
göstergesidir. Birebir temsil içeren resimler İslâm’da çok uygun görülmemiş ve
bu nedenle de hem Peygamberimiz’in hem de halifelerin resmi yapılmamıştır.
Temsil yapmış olduğunuzda put yapmış olursunuz. İslâm’da tasvir içeren sanat
yoktur ve uygun değildir. Hz. Âişe’den nakledilen bir rivâyete göre
Peygamberimiz, insan şekli içeren tabloları yasak etmiştir. Buna dayanarak
-gizlice yapılanlar ve sultanların yaptırdıkları istisnâ edilirse- resim ve
heykel genel anlamda İslâm’da hoş görülmemiş ve yapılmamıştır. Bâzı
ilâhiyatçılar, zamanla yasağı biraz hafifletmiş ve cansız şeylerin resminin
yapılmasına izin vermişlerdir. Resim hakkında yasak, zenginler, vezirler ve
sultanlar tarafından delinmiştir ama yasağa genel anlamda riâyet edilmiştir.
Birilerinin yasağı delmiş olması, İslâm’da resmin yasak olduğu gerçeğini
değiştirmemiş ve hele insan portresi yapmak zinhar yasak sayılmıştır. Resim
yapmak ve fotoğraf çekmek, Allah’a; “sen yapıyorsan, bak biz de yapabiliyoruz”
der gibidir, dolayısı ile resim ve fotoğraf şirktir. Bernard Lewis bu konuda
şunları söyler:
“İslâm geleneğinde
şiir ve müziğe izin verilmez, heykel ve resim de ‘puta tapma’ olarak kabûl
edildiği için yasaktır. Müslüman sanatında soyut ve geometrik şekiller tercih
edilir, süslemelerde coğunlukla sistematik yazılar kullanılır. Câmi
süslemelerinde yaygın olarak kullanılan Kur’ân âyetleri, evler ve kamu
binâlarının duvar ve tavan süslemelerinde de kullanılır. Batı kültürüne âit
yontemlerin ilk etkileri sanat alanında olmuştur. Batı’dan uzak ve batı etkisine
kapalı Îran’da bile XVI. yy’dan sonra resimdeki gölge ve perspektif kullanımı,
insan figürü çizimi batı etkisinde kalmıştır. İslâmiyet’in insan resmini
yasaklamasına karşın, uzunca bir süredir Osmanlı ve Îran sanatında vâr olan
insan figürü özelleşip, kişiselleşmiş, klişe olmaktan çıkmıştı. Hükümdar
portrelerinin para, pul ve duvarların üzerine konması hemen kabûl görmemiş ve
tutucu ülkelerde puta tapmaya girdiği
düşünüldüğünden dolayı dîne küfür sayılır”.
Sanat,
modernizmin, dokunulamaz ve eleştirilemez kutsallarından biri hâline
getirilmiştir. Sanat, dokunulmaz ve eleştirisi bile yapılamaz dogmalar hâline
gelirken-getirilirken, sanatkârlar ve sanatkâr zannedilenler de dokunulamaz ve
eleştirilemez kişiler hâline geldi-getirildi. Öyle ki, aleyhlerinde tek kelam
ederseniz sizi hemen aforoz ediyorlar. Oysa sanat da sanatkâr da
eleştirilebilir. Çünkü sanatkârlar “yanılmaz kişiler olmadıkları” gibi, ortaya
koydukları şeyler de “kusursuz ve yanlışsız” değillerdir. Oysa her sanat
zannedilen sanat olmadığı gibi, her sanatçı zannedilenler de sanatçı değildir.
Bu nedenle de sanat ve sanat zannedilenler ve de sanatkârlar ve sanatkâr
zannedilenler -bâzen ağır bir şekilde- elbette eleştirilebilir.
Batı
uygarlığı yâni Avro-Amerika uygarlığı, Greko-Romen uygarlıktır ki aslında Antik
Yunan’a dayanır. Resim, heykel, tiyatro, bale, opera ve müzik Antik Yunan’a ve
dolayısı ile paganizme ve putperestliğe dayanır.
Resimde/heykelde
ilk başta sâdece tanrılar betimlenmeye lâyık görülürdü. Tanrılar
insan-biçiminde betimlenir ve insandan daha iri ve daha güzel yapılırlardı.
Yunanlılar için bedensel güzellik ahlâksal güzellikle özdeştir. M.Ö. 5.
yüzyılda “en iyi” olanlar, “kagathos” yâni “en güzel olanlar”dır.
Kökeni “müz”
olan müziğin Küçük Asya’dan geldiği söylenir. Bu sözcük Eski Yunanca “Moúsa”,
“ilham perisi” sözcüğünden “ikos” son-ekiyle türetilmiştir. Müz, “Mousai”
sözcüğünden gelir. Bu sözcük etimolojik olarak; “akıl, düşünce, yaratıcılık
yeteneği” gibi anlamlara gelen “men” kökünden gelmektedir. Müzler Yunan mitolojisinde,
“ilham tanrıçaları, ilham perileri”dir. Şarkı söyleyen ve dans eden perilerdir.
Hesiodos’un Theogony’sine göre müzler tanrıların kralı Zeus ile “bellek
tanrıçası” mnemosyne’in kızlarıdır.
Modern
insanın ve yeni neslin anladığı sanat, batı’nın modern sanat anlayışıdır. Bu
sanat “somut sanat”tır. Somut; “doğada belirli olarak vâr olan, varlığı
duyularla algılanabilen, elle tutulup gözle görülebilen, içinde düşün yeri
bulunmayan, gerçekliği, nesnelliği olan” demektir ki klâsik ve modern anlamdaki
profan sanat, işte bunlar üzerinden sanat(!) yapar. Somut şeylerin birebir
resmini ve heykelini yapmak, insanı saptıran ve hattâ putperestliği ortaya
çıkaran şeydir. Zâten modern sanat dendiğinde; resim, heykel, müzik, dans,
opera, bale, sinema ve tiyatro gibi “göze aşırı” hitâp eden ve çoğu “sâdece
göze” hitâp eden şeylerdir. Sâdece göze hitâp eden şeylerde bir rûh bulmak çok
zordur. Zâten modernite müziği de kulağa hitâp eden bir şey olmaktan çıkarmış
ve daha çok göze hitâp eden bir şey hâline getirmiştir. Müzik “dinlenen” bir
şey olmaktan çıkmış “izlenen” bir şey hâline gelmiştir. Bu durum müziği
“müzikomani” (müziğe hastalık derecesinde tutkun olma durumu, müzik tutkunluğu,
müzikomanyak olmak) hâline getirmiştir. İslâm’da ise müzik, uçuk-kaçık olmaz,
ağır-başlıdır. Zâten kulağa hitâp ederek dinlendirir, sâkinleştirir ve
hüzünlendirir. Dede efendi; “sizin müziğinizde hiç neşe yok” diyen birine şöyle
cevap vermiştir: “Biz hüznü seçtik”. Zâten rûha gıdâ olan müzik ancak budur.
“Müzik rûhun gıdâsıdır” diyerek absürd sesleri sürekli dinleyenlerin rûhları
bir türlü huzûra kavuşamamaktadır. Sanat rûha hitap ettiği, gönlü
coşturabildiği oranda sanat olur. Nefse hitap ettiği müddetçe de şeytanî
vesvese ve oltanın ucundaki yem olur.
Dans da sanat
falan değildir. Dans, çok-tanrılı dinlerde bir tapınma biçimidir. Dans mahremi
bozar ve cinselliği çağırır. Mahremin bozulduğu yerde sanat olmaz. Mahremin
bozulması sanatı da bozar ve onu erotik bir etkinliğe çevirir. Modern sanat
kadın-merkezlidir ve kadını metalaştırmak üzerine kuruludur.
Modern sanat,
sanatı zayıflatmıştır. Zîrâ onu müstehcenleştirmiştir. Siyon Protokôlleri’nin
13.sünde: “Sanatı zayıflatarak edebiyatı müstehcen ve şehevi bir hale sokmalı.
Pek yakında her çeşit sanat ve spor müsâbakaları yapılmasını basın vâsıtası ile
teklif edeceğiz. Bu alâkalar nihâyet onların zihinlerini bizim onlarla
mücâdeleye mecbur kalacağımız meselelerden başka tarafa çekecektir” denir.
Ne yâni;
erotik-porno filmleri yapan sinemacılar da mı sanatkâr?. Eğer film sanat ise,
erotik-porno film de sanat olur. Fakat erotik-porno filmler bir ahlâksızlık
olduğu gibi, aslında filmlerin çoğunda mahremiyet delinir. Sanat, aslâ günaha
yönlendirmemelidir ve sanat günaha-harama yönlendirmeyen ve alan açmayan şeydir
ve öyle olmalıdır. Günaha yönlendiren şey sanat değil, terbiyesizliktir. Modernizm
ile birlikte iş o noktaya geldi ki, bugün opera, bale, modelistlik, mankenlik,
bus dansı, su balesi hattâ direk dansı “güzel sanat” olarak kabûl edilmeye başlandı.
Modern sanat denilen dans, bale, sinema gibi etkinlikler, insanı günaha
düşürmek ve harama bulaştırmak için tezgâhlanmıştır. Seyyid Kutub, dans
konusunda bâriz bir tiksintiyle şunları söyler:
“Dans,
gramofondan dökülen notalarla ateşlenir ve dans salonu bellerin ve kalçaların
kıvrıldığı, ellerin bellere dolandığı, dudakların ve göğüslerin birleştiği bir
yer hâline gelir ve havaya şehvet hâkim olur”.
Yunan
heykelleri ve modern resimler erotizm merkezlidir, erotiktir ve hattâ
pornografiktir. Modern sanat, izleyeni tüketici ve röntgencidir. Celaleddin
Vatandaş bu konuda şunları söyler:
“Yunan
zihniyeti medenileşmenin ölçütü olarak giyinmeyi değil, çıplaklığı ölçü kabûl
ediyordu. Çıplaklık, medeni gündelik hayatın sıradan bir özelliğiydi ve başka
bir öneme sâhip değildi. Cinselliğin önem ifâde etmesi, erotizm ile
sağlanıyordu; heykeltıraşlar erotik heykeller yontuyor, sanatçılar erotik
unsurlar içeren tiyatrolar yazıyor, filozoflar cinselliğe erotik bir boyut inşâ
ediyorlardı. Erotizmin oluşumunda Yunanlının tanrı tasavvurunun etkisi vardır.
Yunan toplumunun fertleri, hayâllerinde bir tanrılar topluluğu tasarlarken,
kendi reel yaşantılarından soyutladıkları ve uçlara kayan bâzı özellikleri
hayâllerinde vâr ettikleri tanrılara atfetmişler; yapamadıklarını onlara
yaptırmışlar; yaşayamadıklarını onlara yaşatmışlardır. Cinsellik de tüm
bunların içerisinde önemli bir yere sâhip olmuştur. Tanrılar topluluğunun baş
tanrısı olan Zeus, tüm şehveti ve arzularıyla tanrılar dünyâsının
başkahramanıydı. O cinsel kimliğinin gereği olarak erkek olan bir tanrı değil, cinselliği
Yunanlının fantezilerinin uç sınırlarında yaşayan erotik bir tanrıydı. Zeus
erotiklikte tek başına değildir; Afrodit'te cinselliğin kadın boyutunda
Yunanlının fantezilerini temsil etmiştir.
Fotoğrafın
keşfi ve yaygınlaşması, pornografik kültürün oluşmasında önemli dönüm
noktalarından birisi olmuştur. Fotoğraf makinesinin keşfiyle pornografi hızla
yaygınlaşmıştır. Önceleri ressamların tuvâllerinde vücut bulan pornografi, bu
sefer fotoğraflarda boy göstermiştir. Üstelik fotoğraf çekmekle yağlıboya bir
tablo yada heykel yapmak arasında büyük bir fark vardı. Octavio Paz: ‘İnsan
imgesi, bütün dinlerde ve uygarlıklarda kutsal sayıldı, onun için de
resmedilmesi çoğu zaman yasaklanmıştı. Pornografinin en çekici yanlarından
biri, bu yasağın çiğnenmesindeydi. Pornografide meydana gelen nitel değişiklik
buradadır. Modernite, bedeni kutsal olmaktan çıkardı, reklamcılık da onu bir
meta olarak kullandı’ der”.
Müslümanlıkla
televizyon, sinema, tiyatro, fotoğrafçılık, resim, müzik ve hattâ romanın
bir-arada olması çok da mümkün değildir. Bunlarla birlikte müslümanlık %90
mümkün değildir. O yüzden müslümanların -modernitenin penceresinden
bakıldığında- biraz “yobaz, gerici ve bağnaz” olması gerekir. Peki bu niçin
böyledir?. Soyut-klâsik sanatların dışındaki modern ve seküler sanat, yanında
mutlakâ ahlâksızlığı da taşır, zîrâ modern sanatın özünde vardır bu. Eğer
televizyon, sinema, tiyatro, fotoğrafçılık, roman ve resimde her-şeyi konu
edinecekseniz, “mahremi de konu edineceksiniz” demektir ki aslında modern sanat,
olduğu gibi “mahrem” ile ilgilidir ve mahremi konu edinir. Çıplaklık ve
müstehcenliğin bu kadar açığa çıkarılması, modern sanat(!) denilen sapıklığın
bir sonucudur. Modernitenin “sanat” diye yaptığı resim, mitolojinin
güncellenmesinden başkası değildir. Bu güncelleme kâğıt, taş ve tahta üzerinden
yapılmıştır. Resim, “mitolojinin kağıda aktarılması” ile başlamıştır. Kiliseye
ve onun katı ressamlık anlayışına tepki olarak, Rönesans sanatçıları öylesine
serbest ve denetimsiz hareket ettiler ki, eserlerinde çıplaklığı popüler hâle
getirdiler.
Aslında
fotoğraf sınırlayıcıdır. Çünkü görünenin “sâdece bir kısmını” gösterir. Bu
nedenle Dünyâ hakkında gerçek ve net bir fikir vermez bize. Zâten soyut olanı
göremez ve gösteremez. Genel olarak “insan”ı değil “tek bir insan”ı, “ağaç”ı
değil, sâdece tek bir ağacı gösterebilir. Zâten doğada ağaç ve insan değil,
“ağaçlar ve insanlar” vardır. Çünkü kâinatta basitlik yoktur ve komplekslik
vardır. Fotoğraf bu kompleksliği indirger ve sâdece cüz-i ve basit yönünü
gösterebilir. Yine; “deniz”in resmini çekemez ve ancak “denizden bir parça”
çekebilir. Yâni denizi sınırlar, hakîkati göster(e)mez.
Fotoğraf,
Dünyâ’yı nesne olarak gösterir. Her-şeyi nesneleştirir. Bir iddiâsı yoktur ve
öznel bir şey gösteremez. Fotoğrafın bir dâvâsı ve bir önermesi yoktur.
Tartışılacak bir iddiâ ortaya koyamaz. Fotoğrafta sâdece “şimdiki zaman”
vardır.
İnsanlar
bilmedikleri bir şeyin “o olmayan” fotoğrafı kendilerine gösterilse, bahsedilen
şeyin o olduğuna hemen inanırlar. İnsanlar gözleriyle gördüklerine daha çabuk
inanırlar çünkü. Fotoğraf ve görüntü ile birlikte insanlar okuduklarına
inanmamaya ama gördüklerine kesinlikle inanmaya başladılar. Görsel kültürün bu
kadar popüler ve yoğun olarak kabûl görüp benimsenmesi ve yayılmasının nedeni
budur.
Modern sanat
(ki buna “sanat” demek yanlıştır) sapkındır ve bâtıldır. Dinde (Kur’ân ve
Sünnet’te) yeri olmadığı gibi aslında kültürümüzde yâni doğu kültüründe de yeri
yoktur. Doğu’nun sanatı soyut sanattır. Batı bu sanatı pek başaramaz, modern
dünyâda soyut sanatların olmayışı, azlığı yada etkisizliğinin nedeni budur. Bu
yüzden neredeyse tüm Dünyâ artık batı’nın sanat anlayışıyla sanat ve mîmâri
yaptığı için, El Hamra, Tac Mahâl, Sultan Ahmed Câmi ve Topkapı Sarayı gibi
“içe dokunacak” eserler yoktur ve yapıl(a)mıyor. Bunların sâdece “kötü
taklitleri” yapılmaya çalışılıyor. Çünkü bahsettiğimiz eşsiz eserler, sâdece
göze değil, rûha da hitâp eder. Batı’nın somut sanatı ise “göz-merkezli”dir ve
“görsel sanat”tır. Sâdece göze ve nefse hitâp eder.
Doğal olmayan
materyâllerle yapılan sanatlar ruhsuz olur. Çünkü doğal olmayan materyâller
yâni fabrikasyon, makineden çıkmış ve plastik-merkezli materyâller, elle
işlenmediği için sanata yansımaz ve o sanat ruhsuz olur. Ruhsuz makine ürünü
olan araçlarla ancak ruhsuz ürünler çıkar ortaya. Hele el değmeden hazırlanan
ürünlere sanat denemez. Teknoloji-tasarım zâten sanat değildir, olamaz. El
değemeden hazırlanmış olan şeyler sanat değildir ve olamaz. Meselâ CNC
makinelerle (siensi tezgâhları) yapılan bir ürün çok ruhsuzdur ve “sâdece göze”
hitâp eder. Zâten amaçları da daha çok kazanç içindir.
Özellikle son asırda tatbiki güzel sanatlarda ve dekoratif
sanatlarda batı makineyi ele tercih etmeye başlamıştır. Makineleşen insan,
sanatı da makineye ezdirmeye başlamıştır. Müslüman sanatçı ise göz nurunu el
emeğiyle birleştirmeyi tercih eder. Ucuzluğa ve tekdüzeliğe prim vermez.
Makineye teslim olmaz, sanatını da teslim etmek istemez.
Batı sanatı, figüratif ve natürâlist bir sanattır. O
tabiatın küçük ve basit tarzda benzerini çizmeye ve yontmaya çalışan bir
taklitçi ve musavvirdir. Müslüman sanatçı, müşahhastan (somuttan) kaçınır,
yüksek seviyede soyutlamaya yönelir. Bunun için hat sanatı (kaligrafi) çok
önemli bir yere sâhiptir.
İslâm’da
sanat “metaforik sanat”tır, “geleneksel sanat”tır. Aslında soyut sanat, insanı
inceltip düşüncesini ve tavrını olumlu anlamda değiştirdiği için faydası
vardır, yoksa “sâdece sanat yapma”nın âhirette bir karşılığı yoktur.
Bir şeye
“sanat” diyebilmek için o şeyin içeriğinin ve şeklinin sonsuza kadar
türetilebilmesi gerekir. Bu da ancak çok soyut sanatta olur.
İnsan, hayvan
ve doğa resmi, onu gerçekliğinden koparmadan yapılamaz. İnsan bir şeyin resmini
göründüğünden daha kötü yap(a)maz ve mutlakâ çok daha kusursuz şekilde yapmak
ister. İslâm’ın bunu hoş görmemesinin nedeni, ortaya konulan şeyin doğallıktan
koparılarak Allah’ın yarattığından farklılaştırılması ve güyâ daha iyi, güzel
ve üstün olarak gösterilmesidir. Fakat dediğimiz gibi, bu doğal değildir. Yâni
ortaya konulan şeyin birebir karşılığı doğada yoktur. Zîrâ hiç-bir şeyin
birebir benzeri yapılamaz. Demek ki resim, heykel, roman vs. sözde sanatlar,
doğada bulunmayan-olmayan ve olağan-üstü şekilde yapılmak zorundadır. Çünkü
Dünyâ’da hattâ kâinatta bulunan hiç-bir şey, “olduğu gibi” birebir resmedilemez
ve heykeli yapılamaz. Çünkü bir şeyin benzeri yapılamaz. Zîrâ hiç-bir şeyden
iki tâne yoktur, olamaz. Allah’ın yaratması benzersiz bir yaratmadır. O hâlde
bir şeyin birebir benzeri yapılamayacaktır. Hattâ bir şeyin, olduğundan daha
kötüsü da yapılamaz. Çünkü o zaman da o şey “o” olmaktan çıkar. Bu nedenle,
yapılan şeyler olduğundan daha olağan-üstü yapılmak zorunda kalır ama onlar da
“olağan” ve “doğal” olmaz. Sonuçta ortaya hiç olmayan bir şey çıkmış olur. Bu
şey herhangi bir eşyâ olunca sorun olmaz ama, canlı şeyler söz-konusu olunca
fark eder. Belki sür-realist resimler “soyut” olarak kabûl edilebilir ama
sür-realist resimler aslında anlamsızdır ve modern insanın anlamsızca kendine
göre hattâ o-anda aklına geldiği gibi yorumladığı şekildedir. Sür-realist denen
resimler “resim” değildir. Saçma-sapan karalamalardır ve onlar aslında hiç-bir
şeyi anlatmaz. Bir de “hiper-gerçeklik”, “üst-gerçeklik” gibi laflar ediliyor.
Aslında Allah’ın yarattığından başka ve daha gerçek bir şey yoktur. “Mutlak
gerçek” olan ise sâdece Allah’tır.
Bir insanın
heykelinin yapılmasını istemesi ne kadar yanlışsa, -çünkü o bir putlaştırmadır-
resminin yapılmasını istemesi de yanlıştır. Çünkü yapılacak şey kendisi gibi
değil, olduğundan daha olağan-üstü bir resim olacaktır. Şimdilerde insanların
dijital fotoğrafları istediği gibi oynanıp da, kendisinden çok farklı bir tip
otaya çıkarttığı ve bunu yayınladığı gibi.
Somut sanat
abartıldıkça saçmalaşır, soyut sanat ise abartıldıkça güzelleşir.
İkonalar da
aslâ “sanat” değildir. Onların putlaşmaması imkânsızdı ve putlaştı da.
Bilindiği
gibi Ayasofya yeniden câmiye döndü. Ancak câminin tavanında bulunan
ikonalar-resimler yerinden kazınmak yerine, üzeri karartılarak yada bir
şeylerle kapatılarak örtüldü. İyi de siz bu mekânı geçici olarak mı câmiye
çevirdiniz?. Elbette hayır!. O zaman niçin o resimleri kazıyıp da Ayasofya’yı
tam olarak câmiye uygun hâle getirmiyorsunuz?. Çünkü câmilerle resim bulunması
doğru değildir. Zâten câmilerin-mescidlerin anası ve merkezi olan Kâbe’de de
resim, heykel vs. bulunmaz. Çünkü Peygamberimiz Mekke’nin ve Kâbe’nin fethi
günü bunları kırıp kaldırmıştı. Çünkü değişmez kâidedir, heykeller yıkılmak
için dikilir. Müşrikler diker, mü’minler yıkar.
Resim ve
heykel yapmak saçmadır da. Çünkü bir şeyin orijinâli dururken resmini yapmaya
ne gerek vardır?. Zâten ne iyisi yâni orijinâli ortadaysa, o şeyin sûnîsini
yapmaya gerek olmaz.
Allah’ın
resmettiği şeyin resmini yapmak, o resmin her zamana ikincil duruma düşmesiyle
sonuçlanır. O-hâlde yapılması gereken şey, Allah’ın yaptığı resmin resmini
yapmak değil, Allah’ın yaptığı resmi izlemek ve üzerinde düşünerek ibret almak
ve şükretmektir. Önenli ve değerli olan budur. Meselâ Mona Lisa tablosunu ele
alalım.. Bu resimdeki kadın, Francesco del Giocondo’nun
karısı Lisa del Giocondo’dur. (Lisa Gherardini). Allah bu kadını zâten
üstün ve ulaşılamaz bir sanatla yaratmıştır. O-hâlde bu kadının resmini yapmak
çok gereksizdir yada ille de yapılıyorsa buna “sanat” denemez. O sâdece bir
yetenektir. Allah’ın yarattığı bir sanatın resmini yapmak, resmi yapılan şeyin
yaratıcısı olan Allah’ı unutturur ve resmi yapan ressamı öne çıkartır. Tüm
temel düşüncesi “Allah’ı unutturmak ve insanı öne çıkarmak ve ilahlaştırmak”
Rönesans’ın, Aydınlanma’nın ve Modernizmin hedefi de budur zâten.
Üç boyutlu, aslında zamânı da katarsak 4 boyutlu olan hattâ denilene
göre 11-12 boyutlu olan varlığı yâni Allah’ın yarattığı şeyleri hayretle ve
ilgiyle izlemek ve hayrân olmak yerine, iki boyuta indirgenmiş bir resme
hayretle, aşkla ve hayranlıkla bakmak, Allah, âhiret, din ve vahiy ile bir sorununuzun
olduğunu gösterir. Allah’ın yarattığı muhteşem doğayı değersiz görürlerken,
dandik bir resme milyon dolarlar vermektedirler.
“Üçüncü
boyutun yâni derinliğin sanata sokulması, modern sanatın en büyük adımlarından
biridir” denir. Fakat bu üçüncü boyut gerçek bir boyut değildir ve üçüncü
boyutu iki boyut içine, sanki üçüncü bir boyut varmış gibi yansıtmaktır sâdece.
Kağıt yada düz bir şeye yapılan tüm resimler iki boyutludur ve öyle olmak
zorundadırlar. Üçüncü boyut bir yanılsamadır.
Sanat din-merkezlidir,
madde-merkezli değil. Dinden neş’et eder ve zâten bu nedenle soyut olmalıdır. Madde
ile irtibatlandırıldığında ve somutlaştırıldığında yâni somut olana da “sanat”
dendiğinde ise ancak taklit eder. Bu nedenle sanat soyuttur ve soyut olmak
zorundadır. Tabiatta saf-bilim yoktur ama tabiatın tamâmı saf bir sanattır;
Allah’ın sanatı.
Tabiatın kendisi zâten bir sanat eseridir. Tabiatın resmini çizmek bu nedenle
absürd olur. Yapmaya çalıştığınız tabiatın resmi, tabiatın bizzat kendisinden
daha güzel ve üstün olamayacağından dolayı tabiatın resmini yapmak çok gereksiz
bir uğraş olur. Somut
modern sanatların (daha doğrusu sanat denilen şeylerin ) bir faydası da yoktur.
Zâten faydalı bir yerde kullanılmaya uygun değildir.
Sanki Allah
“yeryüzünü dolaşın da onun resimlerini çizin, fotolarını çekin ve heykellerini
dikin” demiş gibi davranılamaz. Allah’ın bu emri vermesi, yaratılmış olanlar
üzerinde düşünülmesi ve ibret alınarak dersler çıkarılması, böylece îmânın
artması içindir.
Buda
heykelleri sanat değildir ve onlar birer puttur. Fakat meselâ Mostar Köprüsü
sanattır. Mostar Köprüsü’nün yıkılması ayıp ve iğrenç bir şeydir. Çünkü en
azından bir sanat değeri vardır Buda heykelleri ise birer putturlar. Put yıkmak
ise, Allah’ın emridir ve başta Hz. İbrâhim ve Peygamberimiz olmak üzere tüm
peygamberler ve sâlihler bu emirleri yerine getirmişlerdir. Tüm peygamberlerin
ortak sünneti, “heykel, resim vs.’den oluşan putları yıkmak”tır.
Peygamberlerin
hiç-birinin yapılmış heykeli yoktur. Çünkü İslâm’da heykel yapmak doğru
değildir ve şirke girer. Bu nedenle meselâ Nemrud’un heykeli (yâni putu)
olmasına rağmen, Hz. İbrâhim’in heykeli yoktur. İslâm’da sûret yapmak yasaktır.
Çünkü yapılan sûretler, “sûretlerin kopyası olan bir sûret” olacaktır. Böyle
bir sûret yapıldığında, Allah’a; “benim yaptığım daha güzel” mesajı vermek
anlamına gelecektir. Böyle bir şey elbette söz-konusu değildir. En güzel ve
ideâl şekilde yapılmış olan varken ona benzer bir şeyi yapmak “sanat” değildir.
Eskiden insanlar çocuklarına bezden ve tahtadan bebekler yaparlardı fakat bu
bebeklere “yüz” yapmazlardı. Çünkü sûret yapmakta bir sıkıntı vardır.
Peygamberimiz
resminin yapılmasına izin vermemiştir ve bunu hoş görmemiştir. Zîrâ resmi
yapılsaydı o resim bir “insan” gibi değil, bir “ilah” gibi çizilecekti. O zaman
da putlaştırılacaktı ve tapılmaya başlanacaktı. Modern batı’nın o ünlü
ressamlarının yaptığı resimlerde ve heykellerde insanlar ilah gibi yapılmıştır.
Zâten putlar da, bir zaman-önce yaşayan kahramanların ve başarılı insanların
heykelleştirilmiş temsilleriydi. Bu nedenle Peygamberimiz’in, putperestliği
hatırlattığı için resim ve heykeli yasak ettiği söylenir. Bir yazıda şunlar
söylenir:
“Îsevî
dînine, Eflâtun felsefesi ve Roma’lıların putperestliği karışarak, resimlerde,
heykellerde, ilahlık sıfatları (ebedî vâr olmak, her istediğini yapabilmek,
öldürmek, diriltmek, şifâ vermek, gâibleri bilmek vasfı) bulunduğuna inandılar.
Böyle olduklarına inanılan resimlere, heykellere ‘put’ denir. Bunlar Allah’a
ortak yapılmış olur. Bunlara hürmet etmeye “tapınmak” denir. Tapınma işine de
“şirk” denir. Tabiat manzarası olan şahâne tablolar bile, insanlığın
doğrudan-doğruya ihtiyaç duyduğu şeylerden sayılmaz. Ama bu gibi güzel
tablolara, bâzı servet-sâhipleri milyonlar vermekten çekinmez. Hâlbuki bu
parayla bir-çok fakir sevindirilebilir”.
“On Emir”in
2.sinde de sûret yapımı yasaklanmıştır:
“Kendin için
oyma put, yukarda göklerde olanın, yâhut aşağıda yerde olanın, yâhut yerin
altında sularda olanın hiç sûretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve
onlara ibâdet etmeyeceksin” (Çıkış 20:4-5).
Pensilvanya
Amişleri de oyma putlar yapmayı, film izlemeyi ve fotoğraf çekmeyi yasaklarlar.
Sinagoglarda da resim ve heykel bulunmaz. Çünkü bunların bulunduğu yerde ibâdet
yasaktır. Sihizm, (Sih Dîni) resimlere, heykellere yada sûretlere tâzim etmenin
küfür olduğuna inanılır.
Kitab-ı
Mukaddes’te de heykel ve resim yapılması yasaktır:
“Ve kendin
için Allah’ın Rabbin nefret ettiği dikili taş dikmeyeceksin” (Tesniye Bab 16;
22).
“Bir
sanatkârın el işi, Rabbe mekruh oyma yâhut dökme put yapan ve onu gizlice diken
adam lânetli olsun. Ve bütün kavm cevap verip: Âmin, diyecekler” (Tesniye
27:15).
“Kendinize
putlar yapmayacaksınız, ve kendiniz için oyma put ve dikili taş
dikmeyeceksiniz, ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş
kurmayacaksınız; çünkü ben Allah’ınız Rab’im” (Levililer [Vayikra] Bab 26; I).
Türkler,
öldürdükleri kişilerin temsilleri olan “balbal”lar (heykel) yaparlardı, fakat
İslâm’a girdikten sonra basit ve sâde mezar-taşları kullandılar. Bu
mezar-taşlarında, mezarın kadın yada erkeğe âit olduğunu gösteren sarık ve
baş-örtüsü motifi bulunurdu sâdece. Türklerin İslâm’a girmesi ile birlikte
insan figürleri yerini bitki motiflerine ve geometrik desenlere bırakmıştır.
Ne kadar
şâşâalı yapılmış olursa-olsun, heykel-putlar “sanat” değildir.
Ortaçağ
sanatının düz ve tek boyutlu resimleri, Rönesans ile birlikte değişmiş ve
Greko-Romen uygarlık taklit edilerek perspektif resim yapılmaya başlanmıştır.
“Perspektif, nesnelerin görünümünü üç boyutlu olarak düz bir yüzeyde, yâni 2
boyuta indirgeyerek göstermeye yarayan bir iz düşüm tekniği”dir. Rönesans ile
birlikte ilah gibi sûretler yapılamaya başlanmıştır. Zîrâ sûretler ilahlaştırılmadan
yapılamaz. İnsanın ilahlaşması, onu ilk önce “ilah gibi resmederek ve
heykelleştirerek” başlamıştır. Heykelleştirilmeyen ve göze hitâp etmeyen şey
ilahlaştırılamaz.
Sanat zanaatın bir sonucudur
ve öyle olmalıdır, bu nedenle zanat, sanat-eseri gibi yapılır. Yoksa sanatın
tek-başına sâdece sanat olarak ortaya konması anlamsızdır. Sanatın tek-başına
ortaya çıkması teknoloji ile birlikte “el”in ve zanaatın yok edilmesi ve onun
yerine boşluğu salt sanat ile doldurma çabalarıdır. Fakat sant tek-başına boşluğu
dolduramadığı gibi nice sapıklıklar üretilmiştir-üretilmektedir sanat uğruna.
Zanaatın
çarpıcı şekilde yapılması onu “sanatsal” yapar. Fakat Rönesans ile birlikte
sanatçı artık basit bir el-işçisi yâni zanaatkâr olarak değerlendirilmemekte,
“yaratıcı” kimliğinin öne çıkarıldığı saygın bir statüye kavuşmaktadır. Bu
durum, sanatsal üretime karşı takınılan toplumsal tutum ve davranışlarda da bir
dönüşüm yaratır. Sanat artık yalnızca toplumsal-dinsel eğitimin bir
aracı-taşıyıcısı olarak görülmemekte; estetik kıstaslar çerçevesinde değerlendirilmesi-eleştirilmesi
gereken, kişisel bir ifâde biçimi olarak da algılanmaktadır.
Sanatın
“sanat” olması içi el ile yapılması gerekir. El dokundukça sanat ortaya çıkar
ve hattâ el bir şeye ne kadar dokunmuşsa, o şey o kadar kıymetli bir
sanat-eseri olur. Sanat “el”den, dinden ve dolayısı ile Allah’tan
koparıldığında sanat olmaktan çıkar ve absürd bir şey olur ki eski Yunan-Roma
ve Rönesans ile birlikte olan şey budur. Modernizm ile birlikte modern -sözde-
sanatların ayırıcı özelliği, yapılan şeylerde Dünyâ’nın ve insan vücûdunun
ideâlleştirilerek yansıtılmasıdır. Dönemin sanatçıları, insanı doğal-reel
hâliyle değil, ona transandantal-aşkın bir görünüm vererek resmetmişlerdir.
Çünkü sanat Allah’tan koparıldığında, özellikle insan resimleri-heykelleri ilah
gibi yapılmaya başlar. Sanat Allah-merkezli olmaktan çıkıp da insan-merkezli
olunca olacak olan şey tabî ki bu olacaktır.
Rönesans
bilginleri ve sanatçıları, ortaçağ döneminin bir-çok yönünü reddederek bunun
yerine eski Grek ve Roma uygarlıklarının yeniden doğuşunu benimsediler;
dayandıkları nokta eski Greklerin edebiyat ve felsefe gibi alanlarda oldukça
ileri gittiklerini düşünmeleriydi. Grek ve Roma çağından kalma el yazmalarını
araştırma arzusu Rönesans bilginleri Avrupa’daki manastır kütüphânelerini
taramaya itti. Bu Rönesans hümanistlerinin en temel görüşlerinden biri, ruhsal
gerçeklere daha çok bilgiyle ulaşılabileceği fikriydi.
İnsanı
ideâlleştirerek insan-üstü şekilde resmetmek ve şeklini yapmak, hem şirk içeren
klâsik zamanlarda ve toplumlarda hem de modern zamanlarda Hümanizm yâni insana
tapma zihniyetiyle başlamıştır. Hümanizm, insanı olduğundan daha olağan-üstü
gören ve gösteren bir düşüncedir. Bu nedenle de insanı övdükçe över ve
yücelttikçe yüceltir. Hem de hiç olmayacağı ve hak etmediği bir şekilde. Resim
ve heykel, insana tapınma felsefesi olan Hümanizm ile iç-içedir. İnsanı Tanrı
gibi çizmek ve şekillendirmek fikri ve uygulaması klâsik ve modern Hümanizm’den
gelir.
“Sanatın
kavrama gücü, akla dayanmaz; duyguya, coşkuya ve sezgiye dayanır. Fakat bu
duyguyu, sezgiyi ve coşkuyu neyin belirlediği önemlidir. Sanat, dînî-mânevî
duyguyla, sezgiyle ve coşkuyla olduğunda ancak gerçek anlamda “sanat” olabilir.
Modern-somut sanatlar ise modern-seküler ve Allahsız fikirlere dayandığı için,
ortaya çıkan duygu ve coşku, Allahsızlığı çağrıştırır. Zîrâ modern sanatın
duygusu ve coşkusu ruhtan, kâlpten vicdandan yâni Allah’tan değil, nefisten
kaynaklanır. Aslında baskın olan şey duygu ve coşku değil, nefsi kışkırtan seküler
bilgidir ve ilgidir.
Sanatta elbette
duygu ve coşku ön-plâna çıkar ama duyguyu ve coşkuyu şekillendiren kabûl edilmiş
bir ön-bilgi vardır. Bu bilginin neyi merkeze aldığı duyguyu ve coşkuyu şekillendirir
ve duygu ve coşku ona benzer. Mevcut hayat modern-seküler yâni Allahsız olduğu
için duygular ve coşkular da seküler ve Allahsızdır.
“Sanat
özneldir ve onun ölçüsü, doğru ve yanlış ile belirlenmez. Sanat-eserinin
değeri, “güzel ve çirkin” ile belirlenir” denir. Fakat sanat insanlarda negatif
ve yanlış düşünceler açığa çıkartıyorsa, onun güzel ve çirkin olup-olmamasından
başka iyi ve kötü olma durumu da açığa çıkar ki modern-sanat denilen somut sanatlarda
pek hayır yoktur. Zâten sanatın modernleşmesiyle yâni Rönesans ile birlikte kırmızı
çizgileri kalkmış ve ahlâktan, doğaldan,
normâlden ve fıtrattan kopmuştur, zîrâ din’den kopmuştur.
Bilimsel
bilgi için de “nesneldir, bu nedenle de tarafsızdır, olayları olması gerektiği
gibi değil, olduğu gibi bildiren bir bilgi çeşididir” derler. Oysa bilimsel bilgi
de modernleşmiştir ve dolayısıyla seküler ve Allahsızdır. Zîrâ Allah’ı, Dîni,
Kitab’ı ve mâneviyatı işin içine hiç karıştırmaz. Böyle olması onun nesnel
olmadığının ve belli telakkilere göre yapılan bilimsel etkinliğini gösterir.
Modern-bilim nasıl ki maddeyi merkeze almışsa, modern sanat da maddeyi merkeze
almıştır. Zîrâ modernizm pozitivisttir ve maddeyi merkeze alır. Hattâ
madde-dışını ve madde-ötesini kabûl etmez ve inkâr eder. İnsanın zihniyeti,
bilimsel ve sanatsal düşüncesini ve duygusunu da şekillendirir. Modern sanatlar
Allahsız zihniyetin bir görünümüdür. Rönesans sanatı, dünyevî hazların ifâde
edilmesidir. Zîrâ ilahlaşmış olan insan ancak bu hazlarla tatmin
olabilmektedir.
Bilginler,
filozoflar ve sanatçılar arttıkça; tarım, hayvancılık ve zanaatkârlık azalır.
Aslında modern-somut sanatlar, topluma bir yarar sağlamaz. Peki modern sanat
insanlara bir ahlâk kazandırmış mıdır?. Soyut sanatta tabî ki de bir ahlâk
vardır. “Bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlâkın düzelmesine yardım etmiş
midir?” diye soran Jean-Jacques Rousseau bu soruya “hayır” derken şunları
söyler:
“Bozulma
gerçekten vardır; bilimlerimiz ve sanatlarımız geliştikçe ruhlarımız
bozulmuştur. Bilim, edebiyat ve sanatlar insanları bağlayan zincirleri
çiçeklerle örter; özgür yaşamak için doğmuş görünen insanların damarlarında
taşıdıkları özgürlük duygusunu söndürür. Onlara kölelik hayâtını sevdirir;
onları uygar milletler dediğimiz topluluklar durumuna sokar. Kral tahtlarını
bilim ve sanatlar güçlendirmiştir. Sanatın davranış ve eylemlerimizi henüz
kalıplara sokmamış ve duygularımıza yapma bir anlatım vermemiş olduğu zamanlar,
âdetlerimiz kaba ama doğaldı.
Atina,
zarifliğin ve zevkin merkezi, hatipler ve filozofların ülkesi oldu. Orada
yapıların inceliği dilin inceliğine uyuyor, her yanda en usta sanatçıların
elleri mermere ve beze can veriyordu. Ahlâkın bozulduğu bütün çağlarda taklit
edilecek olan o olağan-üstü eserler hep Atina’dan çıkmıştır. Fakat her zaman
bilgili, hep zevkine düşkün ve hep esir olan Yunanistan, devrimlerinde efendi
değiştirmekten başka bir şey yapamadı. Demosthenes’in bütün söz-ustalığı lüksün
ve sanatların uyuşturmuş olduğu vücûdu diriltemedi. Romalılar, tabloları,
gravürleri, süslü vazoları anlatmakta, güzel sanatları yaymakta ileri gittikçe
askerlik değerlerinin söndüğünü gizlememişlerdir.
Bahçelerimiz
heykellerle, galerilerimiz tablolarla doludur. Halka beğendirilmek istenen bu
sanat şâheserlerinde neler tasvir ediliyor dersiniz?. Vatanı koruyanlar mı?.
Yâhut vatanı değerleriyle zenginleştirmiş insanlar mı?. Hayır; bu eserlerde,
insanın aklının ve duygularının düştüğü bütün sapkınlıklar tasvir edilmiştir.
Yunan mitolojisinden özene bezene çıkarılmış olan bu tasvirler çocuklarımıza
genç yaşlarında merakla seyrettirilir. Bundan maksat, okumayı bile öğrenmezden önce
gözlerinin önüne ahlâksızlık örnekleri koymak olsa gerektir”.
Rousseau’ya göre, toplumsallaşmayla
birlikte gelişim gösteren bilim ve sanatlar özellikle Aydınlanma’nın mîmarisi,
heykelcilik ve resim üzerine yoğun çalışmaların yapılması toplum düzeni ve
yapısını bozmuştur. Çünkü bu durum insanları özellikle yoksulları çok gereksiz
olabilecek nitelikteki üretime ve lüks tüketime götürmektedir.
Bilim ve sanatlar insanların hiç-bir
erdeme sâhip olmadan erdemli gibi yaşamalarına yol açmaktadır. Uygarlık içerisinde
şâirlerin bilge insanlar olarak kabûl edilmeleri söz-konusudur. Aslında onlar
bilge kimseler değildirler. Sanatçılara bakacak olursak, onlar da aynen şâirler
gibi bir durum içindedirler. Çünkü sanatçılar arasında bir-kaçı çok iyi işler
yapmış olarak tanındığında, onlar kendilerini çok akıllı görmekteydiler ve bu
durumdan gurur duymaktaydılar. Hâlbuki Rousseau için bu hiç de değer verilesi
bir şey değildir. Rousseau’ya göre
sanatçılar ve şâirler, ürettikleri şeyler karşısında alkışlanmak isterler. Kendilerini beğendirmek isterler.
Bu yüzden de eserler yapıp durmaktadırlar. Bu durum lüks sebepli bozulan ahlâkın
göstergesidir. Böylece bilim ve sanat ahlâkı kötü etkilemektedir.
Hayatta rahatlıklar arttıkça, sanatlar
ilerledikçe, lüks her tarafa yayıldıkça, mertlik bozuluyor; askerlik değerleri
kayboluyor. Romalılar; tabloları, gravürleri, süslü vazoları anlatmakta, güzel
sanatları yaymakta ileri gittikçe askerlik değerlerinin söndüğünü
gizlememişlerdir. Görülüyor ki, sanatın ilerlemesiyle insan değişmiştir. Sanat eserleri
insanın sapkınlığını yansıtacak çizimler içermektedir. Özellikle Yunan
mitolojisinden esinlenilerek yapılan heykelcilik, resim ve diğer alanların
ortaya koyduğu eserlerin kısmen müstehcen içerikler barındırmasıdır. Hâlbuki bu
durum daha eğitim bile görmemiş çocukların önlerine ahlâksızlıkların sunulması
gibidir. Ne zaman ki bilim ve sanatlar parladı, o zaman erdemlerimize
karanlıklar çökmüştür. Ruhlarımız bilim ve sanatların ilerlemeleriyle orantılı
olarak çürümüştür. Bilim ve sanatın ışıkları toplum çevresi üzerinde
yükselmesiyle birlikte erdem kaçıp gider. Bu durum tüm zaman ve yerlerde
gözlemlenmiştir.
Resim ve
heykel yapmanın yada fotoğraf çekmenin haramlığı ve günahı farklı bir
tartışmadır fakat benim tartıştığım konu, bunların “yetenek” olmasına rağmen
“sanat” olmadığıdır. Elbette çok üstün yetenekle yapılmış olan resim ve
heykeller yada ustalıkla çekilmiş olan fotoğraflar vardır. Fakat bunlar “sanat”
değil, “yetenek” olabilir. Zâten resim, heykel ve fotoğraf, günah ve haram olan
çıplaklık içerir. Heykel denince “çıplaklık” akla gelir ilk başta. Çünkü
heykellerin bir-çoğu çıplaktır. Yunan, Girit, Miken uygarlıklarının heykelleri
çıplak kadın-erkek figürleridir. Çıplaklık üzerinden “sanat” olmaz. Çıplaklık
üzerinden ancak “başka şeyler” olabilir.
Câhiliyyeye
göre sanat, “yaratmak” demektir. Yaratmak, yani ilâhlık
taslamak. İddiâsı budur sanatçının. Sanatçı üstün yaratılışta bir
insandır; daha doğrusu yarı-tanrı yarı-insandır.
O, başkalarının göremediğini gören, duyamadığını duyandır.
Modern sanat,
insanı ilahlaştırır ve ilahlaştırmak zorundadır. Zîrâ hayâtiyetini bundan alır.
Hümanizm, “insanı her anlamda ilahlaştırmak” demektir. Bu yüzden hümanist
ressamlar ve heykeltıraşlar, insanı ideâlleştirmeden çizemezler, tasvir
edemezler. İnsanı çıplak olarak çizmenin ve tasvir etmenin arkasında da bu
sebep yatar. Böylece, “insan, üzerinde hiç-bir şey olmasa da Tanrıdır” mesajı
vermek isterler. Hümanizmin dinleştirildiği yâni insanın ilahlaştırıldığı
Yunan’da tüm heykeller çıplaktır.
“Hani
(İbrâhim) babasına ve kavmine demişti ki: ‘Sizin, önlerinde bel büküp eğilmekte
olduğunuz bu temsili heykeller nedir?’. ‘Biz atalarımızı bunlara tapıyor
bulduk’ dediler. Dedi ki: Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık
içindesiniz” (Enbiyâ
52-54).
Bir yerde
resim ve heykel varsa, ona mutlakâ saygı duyulmaya yâni tapılmaya başlanır.
Zîrâ bir heykele saygı duymak “ona tapmak” demektir. Resim ve heykelin özünde
tapınma duygusu vardır ki zâten bu yüzden yasaktır.
Yapılan
resimler ve heykellerde yada çekilen fotoğraflarda absürd ve anlamsız olanlar
da çoktur. Fakat bunlar “sanat” olarak değerlendirildiğinde, aslında hiç-bir
mânâ içermemelerine rağmen bu şeylerde zorla da olsa bir anlam aramaya
kalkışılır ki bu çok abes bir şeydir. Yâni, En Büyük Sanatkâr’ın yarattığı
kâinatta mânâ ve anlam kalmadı mı da “sürrealist” denen absürdlüklerde anlam ve
mânâ arayalım. Üstelik yapılan resim ve heykellerin yada çekilen fotoğrafların
doğada gerçeği de var öyle değil mi?. Bir şey gerçeğinden daha mükemmel olamayacağına
göre, gerçeği varken niçin kopyasını değerlendirmeye alalım ve taklidinden
etkilenelim ki!. Mü’minler gerçekten yetenekli olan resim ve heykelleri yada
çekilen fotoğrafları beğenebilirler ve bunların gerçekten ustalıkla yapılmış
olduğunu söyleyebilirler. Fakat bunlardan etkilen(e)mezler. Hele bunlardan
“kendilerinden geçercesine” etkilenmek mü’minlere aslâ yakışmaz. Çünkü
bunlardan “kendinden geçercesine” etkilenmek şirktir. Zîrâ insanı etkileyip
hayrân bırakacak olan sanat, “En Büyük Sanatkâr”ın sanatı yâni yaratmasıdır.
“En Büyük
Sanatkâr” tarafından yapılmış olan sanatın kopya edilmesi “sanat” değildir. Bu
sâdece, doğada vâr olan bir şeyi, kâğıt yada başka bir nesne üzerine kopya ve
taklit etmektir. Bu yetenekli bir şekilde yapılmış olabilir ama buna “sanat”
değil, yetenek” denebilir.
Sanat; insana
gelen ilhamla, bir zevk ve duyguyla, doğada “somut bir örneği” olmayan şeyi
(çünkü somut olanı “benzersiz” ve “örneksiz” olarak ancak Allah yapar-yaratır)
“soyut” bir şekil ile ortaya çıkarmaktır. Sanat budur. Yoksa Allah her-şeyi
zâten en güzel şekilde yaratmıştır. En güzel şekilde yaratılan bir şeyin
taklidi ve kopyası niye yapılsın ki?. Yapılırsa da buna neden “sanat” densin
ki?.
Platon sanata
karşı çıkar, çünkü “sanatın konusu dünyevîdir, hakîkat ise Dünyâ’yı aşkın bir
şeydir. Sanat, gerçeklerle ilgili olmadığı için insanları bilgiye götüremez”
der. Fakat “somut sanat” dediğimiz sözde sanatlar, “gerçekliğin kopyasının
yapılması”dır. Bu yüzden ona sanat denemez. Fakat soyut içerikli ve zanaat içeren
eserler elbette sanattır.
Hipokrat zamânında
“zanaat-güzel sanat” ayrımı
yoktu. Genel olarak tüm
meslekler sanat sayılmaktaydı.
Sanat, bir mesleğin
uygulanmasında iyi sonuç
elde etmek amacıyla gösterilen
ustalık ve
beceriye işâret ederdi.
Resmin sakıncası, tablolara verilen
aşırı fiyatlarla da ortaya çıkan bir başka örnektir. Resimlere ve heykellere
verilen fâhiş fiyatlar isrâftır. İhtiyaç-sâhibi yerine resimlere-heykellere
verilen para, fâhiş fiyatlarla o tabloları alan kişilerde “garibanın hakkını vermedikleri
için biriken para”dır. Zâten modern sanatlar garibanlar için değildir. Elit
sınıfa özgü bir sunum vardır. Bir tablonun bir resmin trilyonlarca liraya
satılması da ayrıca bir sapıklıktan başkası değildir. Zîrâ bu “modern sanatı
ilahlaştırmak anlamına gelir. “Modern sanat” denilen yetenekli işler aslında
“gerçek birer sanat” olmadıklarından ve bu nedenle çok da bir değeri
olmadığından dolayı, bu değer eksikliğini maddî değer ile tamamlamak çabasıdır
bu.
Polislerin
yaptıkları “robot resimler”de sorun olmaz. Fakat resim yerine parmak-izi
tespiti daha kesin sonuç verir. Kimlikler üzerinde resim olmasına gerek yoktur.
Parmak-izi, avuç-içi ve göz irisi insanların “o kişi” olduğunu kesin olarak
ortaya koyabilir.
“Süleyman
için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesâfe) olan rüzgâra (boyun
eğdirdik); erimiş bakır-mâdenini ona sel gibi akıttık. Eli altında Rabbinin
izniyle iş gören bir kısım cinler vardı. Onlardan kim bizim emrimizden
çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azâbından tattırırdık. Ona dilediği
şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen
kazanlar yaparlardı. Ey Dâvûd âilesi!; şükrederek çalışın. Kullarımdan
şükredenler azdır”
(Sebe’ 12-13).
Bu âyeti
kullanarak heykel işini meşrû göstermek için Hz. Süleyman’ın da heykel
yaptırdığını söylerler. “Temâsil” kelimesini “heykel” olarak çeviriyorlar ve
güyâ heykeli meşrûlaştırıyorlar. Fakat temâsil kelimesinden gerçekte kast
edilen nedir?. Bâzıları, “Hz. Süleyman, canlıların değil, cansızların heykelini
yaptırıyordu” diyor. Fakat cansızların heykellerini yap(tır)mak da meşrû olmaz.
Zîrâ insanların târih boyunca cansız varlıklara da taptığı olmuştur.
Yine; “o
zamanlar heykel yasağı olmamış olabilir” sözü boştur. Çünkü Hz. Süleymân, Hz. Mûsâ’nın
şerîatine tâbî idi ve Hz. Mûsâ’nın şerîatinde açıkça temsil yasaklanmıştır:
“Kendinize putlar yapmayacaksınız, ve kendiniz için oyma put ve dikili taş
dikmeyeceksiniz, ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş
kurmayacaksınız; çünkü ben Allah’ınız Rab’im” (Levililer [Vayikra] Bab 26; I).
Hz. Süleyman’ın bu yasağı bilmeyeceği düşünülemeyeceğine göre, kanımca
“temâsil” kelimesiyle ifâde edilen şeylerden kasıt, tezhip-süsleme sanatıdır.
Yapılan işlemeli yüksek sütunlar yada kemerler “temâsil” kelimesiyle ifâde
edilmiştir.
Zemâhşeri, o
heykellerin “insan heykeli” olmayabileceğinde bahseder: “Heykeller diye tercüme
edilen temâsil kelimesi ile ilgili olarak tefsirlerde genellikle, bunların
bakır, cam, mermer gibi maddelerden yapılmış melek, peygamber ve sâlih
kişilerin heykelleri olduğu, insanların bu sembôlleri görüp onlar gibi kulluk
etmelerinin sağlanmasının amaçlandığı belirtilmekte; heykel yapmanın -zulüm ve
yalan söyleme gibi- özündeki kötülük sebebiyle yasak bir fiil olmadığı
hatırlatılıp bu konuda şeriatlar arasında farklılıkların bulunabileceği, Hz.
Süleyman zamanında dinen yasak sayılmayan bu fiilin belirli şartlar altında ve
belirli gerekçelerle İslâm’da yasaklandığı üzerinde durulmaktadır; bazı
müfessirler ise o dönemdeki heykellerin de insan heykeli olmayabileceğinden söz
ederler”. Peki temâsil ne demek?. Âyette inşaat işlerinden ve bahsedilirken
araya “heykel” kelimesi niçin sokulmuştur?. Temâsilden kasıt belki de yapı
işlerinin bir krokisi ve projesidir. Üstelik yapılan şeyleri (heykelleri)
yapanlar “cinler” olduğu için, bunların ne türden şeyler olduğunu anlamamız ve
açıklamamız mümkün değildir. Çünkü cinlerin yaptığı temâsiller nasıl olur ki?.
İnsanların yaptıkları değil, cinlerin yaptıkları şeyler söz-konusudur. Bu,
yapılan şeylerin insanlar tarafından da yapılabileceği anlamına gelmez. Belki
de bu şeylerin “cin ve şeytanca işlerden” olduğu ve insanların böyle şeyler
yapmaktan uzak durması söylenmek isteniyor olabilir. Çünkü insanlar cinleri
örnek alamazlar ve onlar gibi yapamazlar. Hz. Süleyman’dan sonra ülkede şirk
başlamıştı. Belki de şirk koşulan şeyler o heykeller ve timsâllerdir. Resim ve
heykel, şirke ve küfre yöneltme ihtimâli yüksek olan şeyler olduğu için
yasaklanmıştır. Belki bir şeyi açığa çıkarmak ve anlamak için çok zorunlu
hâllerde geçici olarak yapılabilir.
Hz.
Süleyman’ın “temsil” denen heykelleri, soyut şekiller de olabilir. Bir
şeyi soyut ifâdelerle anlatmak yada göstermek isteyen süslenmiş sütunlar da
olabilir. Meydanları süsleyen soyut izler taşıyan sütunlar “sanat” denilmeyi hak edebilir. İzmir Konak’taki “saat
kulesi” gibi
yapılar meselâ böyledir.
Peygamberimiz
de resim ve heykel işine sıcak bakmamış ve şöyle demiştir: İbnu Abbâs
(radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Mekke’ye)
geldiği vakit içerisinde put olduğu için, Beytullah’a girmekten imtinâ etti
(kaçındı). Onların çıkarılmalarını emretti. Hepsi de çıkarıldı. Hz. İbrâhim ve
Hz. İsmâil (aleyhisselam)’in ellerinde fal okları bulunan heykelleri de
çıkarıldı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bunu görünce): “Allah canlarını
alsın!. Allah’a kasem olsun, onlar da bilirler ki, Hz. İbrâhim ve Hz. İsmail
(aleyhisselam) bu oklarla kısmet aramadılar”. (Buhârî, Hacc 54 Enbiya 8, Megâzî
48;Ebu Dâvud, Hacc, 93, (2027).
Resim ve heykelle
yâni dinsiz sanatta Allah'ın yaratma sıfatı birebir taklit edilmek istenir.
Hattâ yaptıkları resme ve heykele rûh kattıklarını söyleyenler bile vardır. Rûh
da katılınca o resim ve heykel artık bir put olmuş olur.
Birinin
heykelini dikmek onu putlaştırmaktır. Karşısına geçilip secde edilmese de o
heykeli yapılan kişi heykel ve resim üzerinden topluma olağan-üstü gibi
gösterilir. Allah yarattığı şeyi “olağan” şekilde yaratmasına rağmen bunlar ise
“olağan-üstü” olduğu söylenir. Çünkü heykeli yapılan kişiye sağlığında direkt
olarak tapılırken, öldükten sonra ise resim ve heykel üzerinden tapılır. Tüm
putlar da zâten bu şekilde ortaya çıkmıştır. Ülkemizde resim ve heykel
üzerinden yapılan putlaştırma sınırı aşmış ve “alenî putperestliğe” dönmüştür.
Putçuluğun adını sanat koymuşlar. Ahlâksızlığa sanat diyorlar. İsmet Emre bu
konuda şunları söyler:
“Put,
ilkel insanın, ilkel zihninin ilkel tapınma aracıdır. Bir dondurma eylemidir.
Vâroluşu dondurma, zihniyeti dondurma, hayâtı dondurma. Put karşısında bilinç
akmaz, akletmez, işlemez, vâroluş alanı bulamaz. Öylesine donuk bakar, öylesine
donuk yaşar, öylesine donuk ölür puta tapan insan. Putçuluk çünkü bir dondurma
eylemidir ve donukluk ölümün gölgesidir. Antik Yunan’ın nesneyi ve insanı
dondurmak sûretiyle bulduğu “heykel sanatı” tam da bundan dolayı vardır. Ölüme
karşı yenilgi hissi, ölüm karşısındaki acziyet ve ölümün yaşam üzerindeki
mutlak hâkimiyeti insan irâdesine ona karşı meydan okumanın bir yolu olarak
vârolanı, elinde olanı ve ölüme her-an yenik düşme ihtimâli bulunanı dondurarak
geleceğe taşımayı öğretmiştir. Bu, sâdece ölecek olan insanın değil, ölme
potansiyeli bulunan bir davranışın, bir düşüncenin, bir öğretinin de ‘geleceğe
taşınmak amacıyla’ sarılıp sarmalanması, mumyalanması, iç organlarının çıkarılarak
yüzey yapısının sözüm-ona yaşamla buluşturulmasıdır ama put puttur işte, yüzey
ne kadar parlak, jestler mimikler ne kadar canlı görünürse-görünsün,
dondurulmuş olan, ölü olandır. Heykel, ontolojik anlamda, bu yönüyle bir
putperestlik fetişizmidir ve sanata dönüşmesi ancak sanatın alanına girenin
yaşıyor gibi görünmesine dâirdir. En hafifiyle ölüm karşısındaki acziyetin
derinlerde yarattığı hüznün taşa dönüşmesi, en ağırıyla ölüm sonrasını örtmenin
incelikli duvarıdır heykel sanatı. Ve elbette ölüm sonrasını silikleştiren,
görünmezleştiren, reddeden bütün öteki uğraşlar gibi sonuna kadar maddeci,
sonuna kadar putçu, sonuna kadar Tanrı tanımazdır heykel”.
Türk
edebiyatında roman 19. yüzyılda ortaya çıkan bir yazım türüdür. Roman,
Tanzimat’la başlayan batı’lılaşma sürecinin bir parçası olarak, kültürel
birikimin doğal bir sonucu değil, bir çeşit sanat ithâli şeklinde Türk yazınına
girmiştir. Latince romanice; “Roma işi, Roma dili” sözcüğünden evrilmiştir. İlk
Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı 1872 yılındaki
eseridir. (Vikipedi).
Türklerde,
müslümanlarda ve doğu toplumlarında düz-yazı geleneği yoktur. Çünkü doğu düz
anlatımı sevmez, sözel anlatım vardır ve bu anlatım geniş bir estetiğe
sâhiptir. Batı taklidi düz-yazı şeklindeki romanlar ise mecbûren hayâli
aşk-meşk işlerinden bahsetmek zorundadırlar ve böyle olmak zorunda
kalmışlardır. Aşk-meşk işine girdiğinizde sınırı aşmamak imkânsızdır. Bu
bağlamda Halit Ziyâ Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnû” romanı buna örnek
gösterilebilir. Bu roman bir edepsizlik timsâldir.
Ortaçağ
edebiyatında olduğu gibi İslâm edebiyatında da roman yoktu. Yâni
Hristiyanlık’ta da önceleri roman yoktu. Aydınlanma, Rönesans, Reform,
Sanâyileşme, Fransız Devrimi ve modernite sürecinde başlamıştı. Dinlemek için
bir-çok hikâye, destan ve masal vardı ama okumak için yoktu. Uzun ve karışık
bir hikâyeyi tâkip etmek için kendini ona vermek gerekir, bu bakımdan romanla
ilgilenilmezdi. Zâten artık roman ölmüştür. Onun yerine yeni bir anlatı tarzı
bulmak gerekir. İslâm’da da masal ve hikâye okunmaktan ziyâde dinleti
şeklindedir.
Teoman Duralı sanat hakkında şunları şöyle der:
“Yunan
sanatı öteki bütün dünyâdaki sanatlardan farklı olarak düz bir sanattır,
doğrudandır. İnsanın şeklini olduğu gibi yansıtır. Çinlilerde, Hintlilerde, vs.
öbürlerinde hepsinde bir üslupçuluk, stilizasyon vardır. Yunan heykeli, olduğu
gibi, insanı en ince ayrıntısına değin tasvir eder. Damarları, kasları, vs.
sanki canlıymış gibi karşınızda, o derece gerçeği taklit ederler. Resim de
böyledir. Nasılsa kişi, manzara yâhut resmin nesnesi, öyle konulur. Eskiden
saçma-sapan bir münâzara konusu vardı: ‘Sanat
sanat içindir, sanat toplum içindir’. Böyle bir şey, Yunanlıda ‘sanat
insan için’dir. İnsanın tasvirine odaklanır sanat, bu simetri ve âhenk her
sanat dalında görülür. Başta mîmârî ve heykel sanatında görülebilir”.
İslâm’da
resim, “stilize” şeklindedir. Stilize; “karakteri kaybolmadan, basitleştirilmiş
tezyini ve şematik hâle sokulmuş biçim yada motif” demektir. Batı-tipi bir
sanat İslâm’a uygun değildir. Modern sanatlar ise “sanat” değildir.
Soyut
sanatlar olan minyatür, ebru, şiir, tezhib (süsleme) ve hat ise aslında “sadece
sanat” değildir. Onlar “sanatsal belgeler”dir. Bir şeyi anlatmak ve dile
getirmek için yapılmışlardır. İslâm’da sanat “sanat için” değildir ve bir amaç
içindir. Modern sanatlar ise “sanat, sanat için”dir ve böyle olduğu için de
anlamsızdır, ruhsuzdur. 1828 yılında V. Cousin’in ilk defâ
kullandığı “sanat, sanat içindir”
ifâdesi, çoğu sanatla uğraşanlarca bir nass gibi benimsenmiştir. Romantizm’e tepki olarak doğan bu
anlayışa göre “ahlâk ve
yararlılıkla uğraşmayan ve saf güzelliğin peşinde koşan sanatın, kendine has
bir amacı olmalıdır. Sanat ve estetik kuralların dışında başka bir şey sanata
gâye olamaz. Sanatın kurallarını ve amacını yine sanat belirler”. Görüldüğü gibi bu anlayış, sanatı
putlaştırmaktan başka bir şey değildir. “Sanat, sanat içindir” sözünün nedeni,
modern zamanlara kadar sanatın “dinle ilişkili olmasından ve hattâ dînin
güdümünde olmasından dolayıdır. Sanat bir anlam ifâde etmesi için, söylemsel
dille açıklanamayan duygular içermesi gerekir. Bu duygular yepyeni duygular
olmalıdır. Bu duyguları sağlayacak olan şey elbette soyut sanat eserleridir.
Sanat
dediğimi şey, doğada olmayan ve yapıldığında tekrarı yapılamayacak olan şeydir
. Bu en çok da ebru sanatında görülür.
Sanat
devrimlere ve inkılaplara göğüs gerer ve onlardan çok da etkilenmez. Enes
Günaslan: “Türkiye’de, harf inkılâbına rağmen, hat sanatının hâlâ yaşamakta
oluşu ve her geçen gün biraz daha ilgi çekmesi, şüphesiz bu sanatın İslâmî rûhu
en iyi ifâde eden sanatlardan biri oluşundan ileri gelmektedir. Türkiye 1928
yılında harf devrimi yapılmış olmasına rağmen, hat sanatında hâlâ yegâne
söz-sahibi ülkedir. Yâni gelenek de bâzı alanlarda inanılmaz bir yaşama irâdesi
gösteriyor” der.
Atatürk
zamânına gelinceye kadar 1453’ten bêri İstanbul’a heykel yapılıp konulmamıştı.
Osmanlı’nın son döneminde aksesuar için bir-kaç kişinin bahçesinde hayvan
heykeli vardı sâdece. Osmanlı’da heykel yoktu. Resim de hoş görülmezdi. Bu
nedenle bir-kaç pâdişahın dışında resim yaptıran olmazdı. Opera, bale, resim,
heykel gibi şirk etkinliklerinin Türkiye’de ilk başlaması, bir yazıda şöyle
anlatılır:
“Türkiye’de
opera, bale ve batı çok-sesli müziğinin öğretildiği ilk konservatuar Ankara’da
açıldı. Batı-tarzı resim, aynı-zamanda, modern Türk ressamlık ürünlerinin
sunulduğu bir-kaç süreli yayına hükûmet tarafından destek verildi. 1926 yılında
bir Mustafa Kemal heykeli, İstanbul’da törenle açıldı. 1927’de Sarayburnu’nda
dikilen ilk Atatürk anıtından sonra adına binlerce anıtlar, heykeller, büstler,
resimler yapılarak yurdun her köşesine yerleştirildi. Açıkça ‘ilah’ olarak
tanımlanır oldu. Nitekim, henüz M. Kemâl hayatta iken, 5 Ağustos 1935 târihli
Cumhuriyet Gazetesi’nde ‘Atatürk yarım bir ilahtır; Türkler’in babasıdır’
yazılabildi. Kaldı ki insan cisminin yapılmasının “put” olarak algılandığı bir
toplumda heykelin yapılması toplumun inançlarıyla çatışmanın ve onları değişime
zorlamanın sınırlarını göstermesi açısından mânidardır”.
Heykel
yaparsanız bir zaman sonra ona tapınmaya da başlarsınız. Heykel yapmak
düşüncesi nefsten ve tapınma duygusundan geliyor olabilir. Bu duygu tâ
çocukluktan îtibâren de başlıyor olabilir. Bu bağlamda “kardan adam” yapmak
bile heykelciliğin başlangıcı sayılabilir. Kardan adam, “kardan heykeller”dir.
Böylece Allah’ın nîmeti olan kar, O’na şirk koşma aracına çevrilmektedir.
Bilim
ilerledikçe sanat geriler ve gerileşmiştir. Zîrâ bilim, rûhun bir yansıması
olan sanatı yâni soyut sanatı inkâr eder. Çünkü rûhu inkâr eder. Bu nedenle
bilim, salt göze hitâp eden somut sanatı (aslında absürd etkinlikler) ortaya
çıkarmıştır. Bunu, her-şeyde olduğu gibi, Yunan sanatını yeniden dirilterek
yapmıştır. Aliya İzzetbegoviç sanat ve bilim hakkında şunları söyler:
“Bilim
nerede olursa-olsun hep aynı, mutâbık, hareketsiz ve sâbit olan şeyleri
keşfeder; sanat ise ‘durmadan yeniden vücûda gelmek’ demektir. Sanâyiye mahsus
olan serîdir; hâlbuki sanata mahsus olan orijinâldir. Bilim keşfeder, sanat
ortaya koyar. Bilimin keşfettiği uzak bir yıldızın ışığı bundan evvel de vardı.
Sanatın bizi âniden aydınlatan ışığı ise, sanatın kendisi tarafından o-anda
yaratılmış olur. Sanat olmadan o ışık aslâ meydana gelmez. Bilim mevcut olanla
uğraşır; sanat ise vücûda gelmenin kendisidir. Bilim kânunları keşfedip
onlardan yararlanmak ister, sanat eseri ise -tam tersine- kâinattaki düzeni
araştırmadan yansıtır”.
Batı’da
sanat, din ve bilim temsil üzerine kuruludur. Hakîkati temsil ettiklerini iddiâ
ederler. Oysa hakîkati temsil eden şey Allah’ın yarattığıdır. Allah’ın
yarattığından başka hiç-bir şey hakîkati temsil edemez. Hakîkati etmeyen şey
ise bâtılı temsil eder. Bâtıl olan ise İslâm’dan değildir.
Modern sanat
yâni sanatın sapıtması Rönesans ile birlikte başlamıştır ki Rönesans, “klâsik
Yunan ve Roma dönemine yâni paganizme geri dönüş”tür. Zâten Rönesans’ın sonucu
olan modernizm de “paganizme geri dönüş”tür, modernizm, paganizmdir. Bir yazıda
Rönesans ve sanat hakkında şunlar söylenir:
“Rönesans
kavramı yaygın biçimde özellikle sanatta yenilikle bağlantılı olarak düşünülür.
Ortaçağ Avrupa’sı 12. yüzyıldan îtibâren zâten yeni bir atılım ve yaratıcılık
içindeydi. Müzikte, tiyatroda ve şiirde bugün bizi hâlâ etkileyebilen yeni
biçimler ve tarzlar ortaya çıktı. Bu sanatlar 15. yüzyılda artık açık biçimde
Tanrı’nın hizmetinde bulunmakla sınırlı kalmıyordu. Sanat bağımsız hâle
geliyordu. Türleri giderek daha kapsamlı, daha dünyevî oluyordu. Rönesans
sanatı 15. yüzyılın ikinci yarısıyla 16. yüzyılın ilk yarısında doruğuna
ulaştı. Bu dönem Rafaello (ressamlığın yanında mîmardı), Michelangelo
(heykeltıraş, ressam, mîmar ve şâir), Leonardo da Vinci (ressam, mühendis,
mîmar, bilim-adamı ve heykel-tıraş) ve pek-çoklarının yaşadığı dönemdi.
Rönesans’ta bu tür çok-yönlü kişiler büyük rağbet görüyordu. Bu sanatçılar
insan mükemmelliği konusundaki görüşleri geliştirdiler. Rönesans’ın yarattığı
üslup yenilikleri devrimci olsa da bunları hayli aşan esas başarısı; Hristiyan
sentezi ve kilisenin kültür üzerindeki tekelinin sonunda kırıldığını gösteren bir
işâret olmasıydı. Klâsik çağ ve hristiyan mitolojisi arasında yavaş-yavaş
beliren farklılık bunun bir göstergesiydi”.
Tepki
almaması yada daha az alması için yenilikler “perdelenmiş ve kısıtlanmış sanat”
ile gösterilir ilk başta. Paganizme dönüş olan modern sanat da insanların direk
olarak çıplaklaşmasıyla değil, çıplak resim ve heykeller yapılmasıyla
başlamıştır. Böyle alıştırılmıştır insanlar çıplaklığa. Tabi buna tiyatro da
eşlik eder. Mahrem sözler ve giyinişler ilk önce buralarda ve bu şekilde başlar.
Günümüzde de bir sapıklık ilk önce sinema ve televizyonlardan sergilenmeye
başlar. Göz alıştığında beyin de kabûllenir. Böylece insanlar televizyon ve
sinemalarda gördüklerini kendileri de yapmaya başlar. Zamanla herkes televizyon
ve sinemadaki gibi konuşur, giyinir ve hareket eder. Sonunda hayat modern sapık
sözde sanatlara ve göze hitâp eden iletişim ve görselliğe göre düzenlenir.
Michelangelo’nun
“Âdem’in Yaratılışı” adlı tablosunda; insan ırkının babası, güç ve dramatik
etki bakımından, parmağıyla ona hayat veren yaratıcısını bile gölgede bırakan
dev ve kahraman bir kişilik olarak betimlenmişti. Çünkü resimde, resmi yapılan
kişi olağan-üstüleştirilip ilahlaştırılır. Hristiyan azizlerinin resimlerinin
ikonalara dönüşmesi gibi -ki bunlardan medet umuyorlardı-, birilerinin
resimleri-fotoğrafları da ikona hâline gelmiştir-getirilmiştir. İnsanlar ünlü
şarkıcı, futbolcu, oyuncu vs. kişilerin resimlerini ikona gibi duvarlara asıp
onlara hayrân-hayrân bakmaktadırlar. Bu, onları “fotoğraflar üzerinden ilahlaştırmak”
anlamına gelir. Fotoğraf ve resmin özünde, fotoğrafı çekilen ve resmi yapılan
şeyin-kişinin ilahlaştırılması vardır.
Peki
batı’lılar bunu niçin böyle yapmışlardır ve yapmaktadırlar?. Bunun arkasında
aslında yahudi-hristiyan inanışı vardır ve bu şu âyetlerde ifâdesini bulur:
“Tanrı,
‘kendi sûretimizde, kendimize benzer insan yaratalım’ dedi. ‘Denizdeki
balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne
egemen olsun’. Tanrı insanı kendi sûretinde yarattı, onu Tanrı’nın sûretinde
yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, ‘verimli olun,
çoğalın’ dedi, Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara,
gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun” (Yaratılış 1:
26-27).
Meselâ çok
güzel yüzlü mâsum bir çocuk var diyelim. O çocuğun yüzü resmedileceğine, onun
yüzüne bakmak, ona bir şeyler söylemek, başını okşamak, yiyecek-içecek bir
şeyler vermek daha doğru değil midir. Çocuğun yüzünün çizildiği resim, Allah’ın
yarattığı-çizdiği çocuğun hakîki yüzünden daha mı üstündür ki çocuğun yüzüne
bakılmazken resme hayran olunuyor!. Şeytan insanı işte böyle kandırır. Tabi bu,
sâdece çocuk yüzü için değil, yaratılmış olan her-şey için geçerlidir.
Fotoğraf için
en çok kullanılan sözlerden biri şudur: “Ânı ölümsüzleştirmek”. Bakın fotoğraf
nasıl da ölümsüzlükten bahsediyor. Allah’tan başka hiç-bir şey ölümsüz
olmamasına rağmen ölümsüzlükten bahsediyor. Kameraya, fotoğraf makinesine ve
mikrofona bir tapınma var. Modern insan bunların karşısında bir heyecâna
kapılıyor ve esas duruşa geçiyor.
Fotoğraf ve
de video, ölüme meydan okur gibidir. 100 yıllık fotolardaki insanlar ölmüştür,
mekân da değişmiştir ama fotoğraf aynıdır, değişmemiştir. Tabi fotoğrafı
üzerinde taşıyan kağıdın da bir ömrü vardır.
İslâm
sanatında perspektif yoktur. (Perspektif: Eşyânın ve nesnelerin uzaktan
görünüşü. Benzer olan. Nesneleri göründükleri biçim ve durumlarıyla bir yüzey
üzerine çizme tekniği). İslâm sanatında perspektifin olmamasına dayalı olarak
minyatürün dışında insan başka türlü çizilemez. Belki karikatür istisnâ
olabilir. Tabi karikatürü fitne çıkarmak için kullanmak sanat değildir. Fitne
çıkaran ve ifsâd eden hiç-bir şey sanat olamaz. Batı çiziminde insan görüntüsü
ve gerçekliği birbirinden ayrışmıştır. Gerçek ile yapılan resim-heykel aynı
değildir. Modern sanatta ortaya koyulanlar, o şeyin gerçek hâli değildir.
Hiç-bir roman, bahsettiği şeyi olduğu gibi ve mükemmelleştirmeden anlatamaz ve
anlatmaz da. Çünkü ancak o zaman bir fark oluşturabilir ve insanların dikkatini
çekebilir. Ama aslında romanda bahsedilen şekliyle bir varlık ve yaşanmışlık
yoktur ve olamaz da. Zîrâ anlatılan şey doğal ve normâl değildir.
Empresyonizm
yada İzlenimcilik akımı nedir?. Şöyle târif edilir: “İzlenimcilik doğadaki
unsurların kişinin kendisinde oluşturduğu izlenimleri, duygusal izleri
yansıtmayı hedefler. Bu akım içerisinde yer alan sanatçılar doğayı ‘objektif
bir gerçek olarak değil’, kendilerinde yarattığı izlenimi resme (veyâ edebi
esere) aktarırlar”. Yâni modern sanatlar, gerçeğin değil, o şeyin kişide
oluşturduğu hayâllerdir. Zîrâ modernizm, bir mükemmelleştirme uygarlığıdır ve
her-şeyi mükemmelleştirmek ister.
Allah,
zamandan ve mekândan münezzehtir; fakat yasaları ve sanatı ile her yerde hazır
ve nâzırdır. Modern sanat -hâşâ- Allah’la kakışmakta ve ona diklenmektedir.
Çünkü yaptığını O’ndan daha mükemmel yaptığını, ortaya koyduklarıyla sessizce
ve zımnen söylemiş olur. “Bak, Sen’den daha iyisini, güzelini ve kusursuzunu
yaptım” demeye getirir. Bu yüzden haddini bilen müslümanlar resme ve heykele
sıcak bakmamışlar ve resmi soyutlayarak minyatüre, romanı da anlatıya
indirgemişlerdir.
Aslında
fotoğraf da bi-ince sorunludur ama birebirlik fotoğrafta çok belli olduğu için
pek de sorun teşkil etmez. Tabi fotoğrafçılıkta da görüntülenen şey en ideâl
şekilde görüntülenmek istendiği için ortaya çıkan fotoğraf, “olduğundan
fazlası”dır. Fotoğrafı öyle bir açıdan çekerler ki, baktığınızda her zaman
gördüğünüz yerin orası olduğundan emin olmazsınız. Bir keresinde İstanbul’daki
Yeni Câmi’nin bir fotoğrafını görmüştüm. Fakat çok değişik geldi. Çünkü ben o
Câmi’yi önünde oturup seyretmiştim. Fakat fotoğrafçı ışığı ve açıyı öyle bir
ayarlamış ki, Câmi’nin resmi çok farklılaşmıştı.
İlginçtir ki,
Allah’a rağmen ilah gibi sanat yapmaya kalkan ve böylelikle Allah’a hakaret
eden insanlar da aslında Allah’ın bir sanatıdır. İnsanın kendisi bir sanattır.
Allah’ın sanatı, O’na sanat ile karşı çıkmaktadır.
Modern
sanatlar ise zâten dediğimiz gibi “sanat” falan değildir. Fuhşun, çarpık
ilişkilerin, aşırılığın ve putperestliğin adını aşk ve sanat koymuşlar. Rûh
yok, mânâ yok ama küfür, şirk, haram ve ahlâksızlık var. Materyâlist-pozitivist
bilim, madde ile mânâyı, arasına derin uçurumlar koyarak ayırdı. Artık modern
insana göre madde başka bir şey, mânâ başka bir şey oldu. Hâlbuki bir ağaca
baktığınızda eğer “odun” görüyorsanız maddeyi, ağaca baktığınızda “hârika bir
sanat” görüyorsanız mânâyı görmüş olursunuz. İşte modern insan bu bakış-açısını
kaybetti.
Sanatta,
ilimde olduğu gibi “bilgi ve tecrübe birikmesi” yoktur. Sanat, ilham ile açığa
çıkar.
Resim
hakîkatin tüm boyutlarını yansıtamaz. O sâdece varlığın maddî boyutunu
yansıtabilir. Bu nedenle resim Allah’sızdır. Varlığı tüm boyutlarıyla ve rengi,
kokusu ve sesiyle yansıtan hârika bir doğa varken resim yapmanın bir gereği ve
anlamı yoktur. Modern somut sanat, dînî-doğal soyut sanata karşı çıkarılmıştır.
Soyut sanat yapıyorum diye absürd şeyler yapmak doğru değildir ve absürd olan
‘sanat’ değildir. O yüzden sürrealist resimlerin sanat değeri yoktur ve onlar
saçmalık yada absürdlüktür.
Fotoğraf ve
resim, söylendiği gibi, bir şeyi-kişiyi ölümsüzleştirmez. O şeyin yada kişinin,
resminin yapıldığı yada fotoğrafının çekildiği o zamanki durumun geçip
gittiğini yâni öldüğünü gösterir.
Sanat soyut olmak
zorunda ve dünyâya benzetilmemelidir. Çünkü hakîki sanat, âhirete öykünmek ile
ortaya çıkar. Dünyâ’da olmayan şeyi ortaya çıkarmak şeklinde. Sanat âhiretten
mülhemle yapılması gerektiği için, sanat dinden neş’et etmelidir. Dinden kopuk
sanatlara şeytan mutlakâ müdâhale eder ve böylece absürd yada ahlâksız sanat
şekilleri çıkar ortaya. Modern sanat işte böyle ortaya çıkmıştır. Dinden
vazgeçildiğinde modern sanat ortaya çıkmıştır. Modern sanat, dînî-doğal sanatın
inkârının bir sonucudur. Bu yüzden sanat “Dünyâ’da olmayan ve bulunmayan”dan
olur. Buna göre resim, fotoğraf vs. sanat değildir. Resim ancak minyatür
şeklinde olursa sanat olur. Çünkü minyatürde doğayı ve insanı taklit yoktur.
Zîrâ minyatürlerde olduğu gibi bir doğa ve insan yoktur. Olan bir şeyi tekrâr
etmek, ilahlığı tekrâr etmek anlamına gelir ki, modern sanatta ve sanatçıda bu
çok bârizdir. Yalnız tek bir âlem olsa sanat imkânsız olurdu. Fakat
karikatürler minyatür gibi değildir. Karikatürler dalga geçme ve küçük düşürme
araçlarıdır.
Aslında resim
ve fotoğraf, Dünyâ’da olanlarla ilgili olmak zorunda olacağı için, “orijinâl
olan üzerinde yeniden çalışmak” demek olacaktır. Yapılan resim ve çekilen
fotoğraf yalın hâlinde orijinal olanda daha çirkin olacaktır. Zâten resmi ve
fotoğrafı düzenlemek bu nedenle yapılır. Bu aslında somut olan tüm sanatlarda
böyledir. Oysa soyut sanat kıyas yapılabilecek bir şey olmadığı için her zaman
orijinâldir ve bu yüzden etkili olur, niteliğinden bir şey kaybetmez.
Modernite
eklemeye ve çoğaltmaya dayandığı için modern somut sanat da ekleme ve çoğaltma
yapar ama hiç-biri özgün olamaz. Oysa soyut sanat özgündür, orijinâldir,
Dünyâ’da karşılığı yoktur. Dünyâ’da yada kâinatta karşılığı olan şeyler sanat
değildir. Onlar kötü kopyalardır ki hiç gereği ve lüzûmu yoktur. Sanat ilhâmını
Dünyâ’dan değil, mânevi hayattan, meta-fizik hayattan alır. O yüzden hakîki
sanat, “gözlemin bir sonucu” olarak değil, “ilhâmın bir sonucu” olarak açığa
çıkar. Sanat, olmayan bir şeyi açığa çıkarma ustalığıdır ve öyle olmalıdır.
Sanat aslen bu Dünyâ’ya âit olmayan bir şeydir ve gözlemden ziyâde ilhâma
dayanır.
Müslümanlar
Endülüs’te muhteşem bir sanat eseri olan El Hamra sarayını yapmışlar, birileri
de gidip onun resmini yapıyor tada fotoğrafını çekiyor ve sanat icrâ ettiğini
zannediyor. Şimdi El Hamra Sarayı “sanat” ise, onun resmi ve fotoğrafı nedir?.
O da mı sanattır?. Tabî ki de değildir. Çünkü sanatın kopyası “sanat” olmaz.
İslâm sanatın, hiç-bir fenomeni ortaya koymayan ifâde biçimlerinden ibârettir.
Sanat zâten odur.
Aslında her
insan kendi çapında bir sanatkârdır, çünkü zanaatkârlık özelliği vardır. Allah
her insanı ona özel bir zanaatla yaratmıştır. Bu nedenle insan, eğer bir
müdâhale yapılmazsa Allah’ın kendisine bahşettiği zanaatı ve sanatı ortaya
çıkarır. Fakat modernite zanaatı bitirdiği ve teknolojiye indirgediği için,
zanaatkârlık ve dolayısı ile hakîki sanatkârlık da bitmiş yada bitme noktasına
gelmiştir. Artık geriye modern anlamda absürd ve gayr-ı ahlâkî bir “sözde
sanat” kalmıştır.
Modernlerin
ilkel dedikleri eski zamanlarda yaşayan insanlar, henüz demir çağına bile
girmemişken hârika sanat eserleri ortaya çıkarıyorlardı ki modern insanlar
bunlardan hâlâ etkileniyor. Demek ki sanat gelişen ve ilerleyen bir şey
değildir. Bu nedenle “modern sanat” diye bir şey olmaz. Bir şey sanatsa
sanattır, değilse de değildir. Eskisi-yenisi olmaz. Modern sanat diye bir şeyin
kabûl edilmesi, sanatın gerilemesidir. Zîrâ sanattan rûhu ayırdığınızda orada
sanat falan kalmaz.
İlerlememek
sanatın tabiatında vardır. Sanat ilerlemez. Sanat hep yeni baştan başlar. O
hâlde “modern sanat” diye bir sanat olamaz. Sanat, modern araçlar geliştikçe
gerilemiştir. Çünkü teknoloji ile birlikte zanaat bitmiştir. Modernite,
“insanların başlarını kaşıyacak vakitlerinin olmadığı” bir sistemdir, bu
nedenle o hârika sanat eserlerinin ortaya çıkması mümkün olmuyor. Oysa eskiden
insanların zamanı çoktu ve ince-ince işlenmiş sanat eserleri hâlen buram-buram
rûh taşımaktadır. Eskiden zamânı bol olan insanlar, evlerinin kapılarını bile
birer sanat eserlerine çevirmiştir. Sanat ile zanaatın buluşmasıyla kapısına
yaptığı hârika şekiller, buram-buram rûh tütmektedir.
Târihi
sırasına göre; resim, roman, fotoğraf, sinema, televizyon, bilgisayar ve sosyâl
medya etkinlikleri, son 500 yıldır dinden boşalan yerin ve insanda oluşan
mânevî boşluğun, hayâli şeylerle doldurulma çabasıdır. Zîrâ insan sâdece maddeden
müteşekkil bir varlık değildir ve sâdece yeme-giyme-gezme ve üreme gibi şeylerle
tatmin olamaz. İşte 1.500’lü yıllarda başlayan süreçte Rönesans, Aydınlanma,
Fransız Devrimi, Sanâyileşme ve Modernleşme gibi beşerî-şeytânî sistemler,
felsefeler, düşünceler ve ideolojilerin
bir yansıması olan ve adına “sanat” denilen şeyler, dinden boşalan yeri
doldurmak için ortaya çıkarılmış etkinliklerden başkası değildir. Fakat bunlar
insanın boşluğunu doldurabilecek şeyler
değildir, zîrâ geçicidir, taklîdîdir, hayâlîdir. İnsanın tatmin olması için hem
bedenen-zihnen hem de kâlben tatmin olması şarttır ki bunu sağlayabilecek olan tek
şey “Allah’ın zikri olan vahiy yâni Kur’ân’dır. Çünkü kâlpler ancak Allah’ın
zikri ile mutmain olabilir.
Batı’nın
sanat yeteneği olmadığı için -ki zâten modern-bilimi ve teknolojiyi bu nedenle
geliştirmiştir- yapmaktan çok yıkma ile ilgilenirler. Doğu, sanat ile yeryüzünü
îmâr ederken, batı, modern-bilim ve teknoloji ile ürettiği bombalarla yeryüzünü
ifsâd etmektedir. Rûhlarını tatmin eden eşsiz sanat eserleri yapamayanlar,
tesirli bombalar yapmaya ve nefislerini tatmin edip kışkırtmaya başlarlar.
Aliya İzzetbegoviç, sanat hakkında şunları söyler:
“Taştan
yapılan ilk heykel, bir puttu. Heykelcilik sanatı tümü ile ve kökeni îtibârıyla
putperestliğe âittir. İslâm’ın ve bâzı daha az personâlist dinlerin bu sanata
karşı müsâmahasızlığına bu açıdan bakmaktayız.
Sanat
için ‘şeyler’ umûmî olarak değil, müşahhas olarak mevcuttur. Şâirin bahsettiği
ıhlamur ağacı, aslâ botanikçinin tanıdığı umûmî ıhlamur ağacı değildir; fakat
evinin bahçesinde bulunan mis kokulu ve gölgesinde çocukluk rüyâlarını gördüğü
muayyen bir ağaçtır. Sanat daha hakîkî bir tarzda tasvir ediyor; çünkü mevcut
olan her-şey ferdîdir.
Bir
resmin orijinâli ile kopyası arasındaki fark nicelikle nasıl îzah edilebilir?.
Orijinâl, güzellik vasfına sâhiptir; buna karşı ‘her kopya çirkindir’. İlim,
astronominin çocuğu (Bergson) olduğu gibi, sanat da dînin çocuğudur. Eğer
yaşamak istiyorsa, sanat, tekrar-tekrar bu kaynağına dönmeye mecburdur.
Stalin
ve Zhdanov zamânında Sovyet bilimi, atom enerjisi ve uzay sahalarında büyük
hamleler yapmıştı. Bütün baskı Sovyet sanatı üzerinde idi, çünkü sanat bambaşka
bir dünyâya, bambaşka bir düzene âittir.
Mîmârî,
istisnâsız her kültürde en yüksek dereceye mâbetlerde ulaşmıştır. Bu, Hindistan
ve Kamboçya’daki iki bin senelik tapınaklar, İslâm dünyâsı câmileri, Kolomb
öncesi Amerika’nın mâbetleri için olduğu kadar 20. asırda Avrupa ve Amerika’da
inşâ edilen kiliseler için de câridir. Çağımızda büyük mîmarlardan hiç-birisi
bu çağrıya mukâvemet edememiştir.
Kenneth
Clark katolik memleketlerde bir bakıma demode oluşundan sonra kiliselerin
yerine operaların geçtiğini kaydediyor. Ve yalnız bu değil: Opera binâsı,
şimdi, -bir zamanların katedrâli gibi- şehrin en güzel ve en anıtsal binâsıdır
Absürd…Pollck,
tuvâl üzerinde yürümekle veyâ tuvâl üzerine boya tüpleri sallamakla resim
yapardı. Rauschenberg, bir sergisini muhtelif büyüklükte bir sürü bomboş ve
bembeyaz tuvâlle açmıştı. Yves Klein, 1954’te Madrid’de, tek renkte on
yapraktan meydana gelen bir albüm yayınlamıştı. Amerikalı piyanist John Cage
‘Dört dakika ve 33 sâniye’ adlı bir kompozisyonda, oldukça uzun bir müddet, çalmadan,
piyano başında oturmuştu.
Sanat
eserinin eşsizlik vasfını hâiz olması esas şarttır. Sanat eseri çoğaltılınca
yok olur. Sanat, ‘îcâd etme’dir. Sanat, iç-dünyâmızın hakîkatlerine âittir,
gerçeklerin dış dünyâsına değil. Onun için samîmî ve gayr-ı samîmî sanat
arasında, ilhama dayanan bir şiirle
ısmarlama bir şiir arasında tefrik yapabiliyoruz.
Tespit
edelim ki tamâmen anlaşılan eserler aslâ yoktur. Zîrâ sanat eseri her-şeyden
önce bir iç mesele, bir sır, bir inanç meselesidir”.
Din-dışı olarak ilk
ortaya çıkan müzik ve gösteri türü operadır.
İnsan bir
sanattır; En Mükemmel Sanatçı tarafından yaratılan. “Sanat”ın, kendisi gibi bir
sanat yapması olmaz. Zâten yapamaz da.
İçine rûh
katılmamış hiç-bir şey sanat değildir. Bu nedenle teknolojinin ürünleri sanat
değildir. Teknoloji geliştikçe, sanat ve estetik zayıflar. Zîrâ teknoloji
ruhsuzdur.
İnsanı
estetik hâle getirecek ve inceltecek olan şey olan şey kültür ve sanattır.
Kültür ve sanatı olmayanlar kaba insanlar olurlar. Tabi sanat, kişiyi çok da
yumuşatıp eritmemelidir. Çünkü Dünyâ “cennet” değildir. O hâlde dengeli bir
sanat anlayışı ve uygulayışı olmalıdır. Fakat bir “amaçsızlık uygarlığı” olan
modernite, siyâseti, ekonomiyi, âile yaşamını, dîni ve sanatı farklılaştırır ve
onu mânevî ve mata-fizik olandan kopartarak akılcı ve pozitivist hâle getirir.
Modern sanat
Dünyâ’dan umûdunu kesince, hayâli dünyâlar ortaya koymak üzerine kurulmuştur.
Gerçeğin yerine “gerçekmiş” gibi konan her-şey putlaşır. Somut sanat eserleri,
yansıttıkları nesneyi yada varlığı sanki sonsuzmuş gibi gösterirler. Modernler
sanatı bir “yaratma” olarak görürüler. Aynayı doğaya tuttuklarını söylerler.
Fakat sanatın amacı, nesnelerin dış görünüşünü değil, iç-anlamını
göstermelidir. Çünkü, nesnelerin gerçeği budur, aşırı gitme ve ayrıntı
değildir. Bu zihin zevki, bir insanın yükselebileceği en yüksek zevk biçimidir.
Bir şeyin aynısı zâten doğada var ise, bunu taklit etmenin ne gereği ve anlamı
vardır?. O şey doğada zâten en iyi şekilde bulunuyor. İnsana bunu yaptıran şey,
şeytan ve kibridir. Kendini tanrı gibi gören kibri. Bunu yapanlar Allah’a
öykünmekte ve onu taklit etmek istemektedirler. Fakat bunu “birebir” olarak
yapmak istemeleri doğru değildir.
Taklit her
zaman “kötü taklit”tir. Taklidin kaderinde bu vardır çünkü. Zîrâ hiç kimse
Allah’ın yarattığı gibi yapamaz.
Gayri müslim sanatçı Allah’ı, tabiatı, yaratıkları taklit etmeye, -hâşâ- Allah
gibi yaratmaya kalkışma cür’etini
gösterir, bunun için benzetme metoduyla eserini ortaya koyarken; müslüman sanatçı
taklitçi değildir. Allah’ın
yarattığına benzetmeye kalkmaz eserini. O, eşyâ ve hâdiseleri yansıtma metoduyla
idrâk eder. Onun için batı’daki
heykel ve figüratif resme karşılık, müslüman sanatçı minyatüre sığınır.
O taklitçi olmadığından dolayı yaptığının aynısını tekrar etmez. Birbirinin
aynı olan iki çiçeği bile resmetmez. Aynı iki kompozisyon ortaya koymaktan
sanat adına hayâ eder.
Bizi Allah’ın
zâtı değil, sanatı bağlar. Sanat, devrin siyâsi görüşüyle örtüşür. Zâlim
siyâsetler, biçimsiz mîmâriler üretir.
Modern sanat ahlâklı
değildir, sanatın bir ahlâkîliği vardır ki bu sanat “soyut sanatta veyâ zanaat
ile görülür. İslâm’da sanat ve zanaat aynı şeydir, sanatkârla zanaatkâr
arasında fark yoktur. Zanaatkâr, işini bir sanat şeklinde yapar. Modernite
sanat ile zanaatı ayırmıştır. Meselâ müslümanlar bir usturlap yaparlardı ama
usturlap aynı-zamanda soyut motifler içeren bir sanat ürünü olurdu. Tabi bu,
orijinâl şeyler için geçerlidir. Yoksa bir kaşık ustasının yaptığı şey
zanaattır ama sanat değildir. Ne var ki sanat içeren kaşıklar da yapılabilir.
Demek ki her sanat bir zanaat içerir ve içermelidir, fakat her zanaat sanat
değildir. Larry Shiner bu konuda şunları söyler: “Eski dünyâda tıp ve askerî
stratejiden tutun da çömlekçilik ve şiire kadar uzanan çeşitli sanatları icrâ eden
insanlar, modern anlamda ne ‘sanatçı’ ne de ‘zanaatçı’ değil ‘zanaatçı-sanatçı’ydı;
yâni becerikli ve incelikli icrâcılardı”. Sanat ile zanaat arasındaki ayrım
Rönensans ile başladı.
Hem zanaat
hem de sanata örnek olan sanatlar içinde; bakırcılık, telkari, varak zanaat ve
sanatları vardır. Demek istediğimiz, sanat aynı-zamanda zanaat da olmalıdır.
Modern sanatlar ise zanaat içermeyen aktivitelerdir.
Klâsik-soyut
sanatta herkes zanaatkâr ve dolayısı ile işini el-emeği ve göz-nûru ile yaptığı
için aynı-zamanda sanatçıydı. O muhteşem halılar-kilimler, baş-örtüleri,
kanaviçeler vs. birer sanat ürünüydü. Modern hayatta moda-mod yaşayan modern
kadında bir estetik zevki pek yok. Sanat bir zevktir. Hayâli ve zevki
olmayanın, içinde burâm-burâm rûh tüten olan bir sanat ortay koyması
düşünülemez. Buz gibi bir şey çıkar ortaya.
Destanlar
daha çok kamu alanına hitâp edip toplumun genel anlayışını verirken, romanlarda
daha çok birey anlatılmakta, olaylar bir kişinin etrâfında dönmektedir. Yâni
roman bireycidir. Roman bireycilik-merkezlidir ve birey romanda
“süper-insan” olmuş ve ilahlaştırılmıştır.
Göze hitâp
eden fotoğraf, sinema, televizyon ve tiyatro, bir “imaj kültürüdür” ve imajı
ilahlaştırır. Sinemada, fotoğrafta ve televizyonda izlediğiniz kişileri gerçek
hayatta zor tanırsınız. Zâten somut-modern sanatlar hep yahudilere ve küresel
sermâyedarlara hizmet eder. Hollywood konusunda araştırma yapıp kitap yazan
Alice Bach şöyle der; “bir şey gerçektir ki o da Amerikan film endüstrisinin
Doğu Avrupa kökenli yahudiler tarafından başlatıldığıdır”. Özellikle sinema ve
televizyon. Hiç-bir ahlâk-kuralı tanımadan, yalnız para kazanmaya odaklanan
iş-adamlarının ürettiği şiddet içeren ürünlerin “görsel sanat” adı altında
pazarlanması sanat açısından bir aldatmacadır. Zâten sinemanın ulaştığı yer,
erotizm ve porno olmuştur.
Kulağa hitâp
eden, yıllarca hattâ asırlarca severek dinlenen şarkılar, ilâhiler vardır.
Meselâ Dede Efendi’nin “Yine Bir Gül Nihâl” şarkısı gibi şarkılar ve
Peygamberimiz için söylenen “Talâ âl Bedru Aleyna” ilâhisi hâlâ aynı heyecanla
söylenip dinlenirken, göze hitâp eden popüler şarkılar ise kısa zamanda
kulakları tırmalar hâle gelir.
Popüler somut
sanat, mahremiyeti delen bir şeydir. O yüzden mutlakâ sapıklığa yönelir. Zîrâ
modern somut seküler sanatlar “teşhircilik”tir.
Sanatta
gelişme olmaz. Rûha hitâp eden şeylerde bir “gelişme” olmaz çünkü. Sanat,
“ölmez eserler”dir. Ancak “ölmez eserler” sanattır. Bin yılları aşan eserler
sanattır. Bin yıl sonra bile insanın rûhuna hitâp edebilen şeyler sanattır.
Sanat bilim ile karıştığında sanat olmaktan çıkar ve ona sanat demek imkânsız
olur. O yalnızca “bilimsel bir etkinlik”tir.
İslâm’da
sanat eserleri hâlâ muhteşemliğini korumaktadır ve burâm-burâm rûh
içermektedir. İspanya’daki Elhamrâ’dan, Hindistan’daki Tac Mahâl'e kadar sanat
eserleri İslâm’ı haykırmaktadır.
Müslümanlar
en yüksek bir süsleme unsuru olarak yazıyı kullandı. Genellikle Kûfî hurûfâtını
kullandı; harfleri yükseltti, yaydı, genişletti; yahut nokta ve çizgilerle
süsleyerek alfabeyi bir sanat malzemesi gibi kullandı.
İslâm, müziği
yasak etmemişse de, sınırlamıştır. Kur’ân’da müzik için yasak yoktur. Fakat
müzik göze değil kulağa hitâp edecek şekilde olmalıdır. Çünkü müzik kulakla
alâkalıdır. Modern zamanlardaki müzikler kulaktan çok göze hitâp ediyor ve bu
nedenle de çığırından çıkmış durumdadır. “Sâdece göze” hitâp eden şeyler yoldan
çıkmaya ve çıkarmaya çok uygundur. Klip gibi bir saçmalık çıkmıştır ortaya.
Müzik ile klibin ne alâkası vardır?. Güzel müzikler yapılamadığı için bu açık
göze hitâp eden klip ile kapatılmaya çalışılmaktadır. Oysa müzik gözle değil
kulakla ilgilidir. İslâm târihinde daha çok enstrümantâl müzik kullanılmıştır.
Bu sâyede bâzı hastalıkların tedavisi bile yapılmıştır. Hz. Dâvûd’un da türkü
söylediğinden bahsedilir ki “dâvûdî ses” ona isnât edilir.
Şiir ise
baştan-başa bir sanattır. Söz sanatı. Târih boyunca doğu ve İslâm şâirleri
hârika eserler ortaya çıkarmışlar ve hâlâ dillerde pelesenk olan sözler
etmişlerdi. Doğrusu insan o sözlerin nasıl edildiğine şaşırıyor. Fakat, Kur’ân
karşısında diller tutulur ve şâirlerin sözleri de yavan kalır. Çünkü Allah’ın
sözünün üstünde bir söz söylenemez.
Sanat
netîcede, coşan rûhun dışarıya bir yansımasıdır. Fakat sanat bir ibâdet
neşvesiyle yapılamaz, çünkü ibâdet ayrı, sanat ayrı bir şeydir. Üstelik sanat,
ibâdetin o mânâsına ve derinliğine hiç-bir zaman ulaşamaz. Lâik-seküler sözde
sanatta, dans edenler, şarkı söyleyenler, enstrüman çalanlar vs. kendinden
geçercesine bir coşkuya kapılıyorlar. Yaptıklarını ibâdet neşvesiyle yapıyorlar
ki, buna sanat değil, bir sarhoşluk hâli denebilir belki.
Sanat
doğuştan gelir. Sanata doğuştan gelen bir iştiyak yoksa eğer, eğitimle ancak
belli bir sınıra kadar gelinebilir. İştiyak ne kadar çoksa ve gayret ne kadar
fazlaysa sanat yolunda o kadar ilerlenir. Zorla sanatkâr olunamaz.
Şu da var ki,
(genellemeden söylüyorum) sanatçılar genelde muhâfazakârdırlar ve
etliye-sütlüye pek karışmazlar. Cennetteymiş gibi yaşarlar. Sanatçılık biraz da
bunu gerektirir belki de. Lâkin sanatkârların mücâdele ruhları yoktur, bir
zulme karşı çok duyarlı olmadıkları gibi, duyarlı olanlara bile engel olurlar.
Çünkü sanatçılar her zaman sultânın yanında yada ona yakındırlar. Aksi-hâlde
onları destekleyecek kimse olmaz.
“Sinemanın,
resmin, fotoğrafçılığın, tiyatronun, balenin, oyunculuk içeren operanın ve
televizyonun yâni modern somut sanatların çok büyük bir etkisi var, o yüzden
bunlar çok önemlidir” diyorlar. Oysa bunlardan etkilenmek, insanların ne kadar
seviyesizleştiğinin bir göstergesinden başkası değildir. İnsanların çoğunun
bunlardan etkilenmeleri karşısında söylenecek söz: “Bırakın, daldıkları
bataklıkta oyalanıp dursunlar” sözünden başkası değildir.
Sanat zâten
estetik ve hârika bir görünümü olan bir şeyi kopyalamak değil, meselâ hiç-bir
özelliği olmayan bir tahtayı yada taşı oyup, onun mîmârî bir eser hâline
getirmektir. Ona soyut bir şekil vermektir.
1980’den
sonra Dünyâ’da “târihin sonu”na gelindiğini söylemişlerdi. Târihin sonuna
kıyâmete kadar gelinemez ama modernizm ile birlikte “sanat târihinin sonu”na
gelinmiştir.
Kâinatta ve
doğal dünyâda “sanat” olmayan hiç-bir şey yoktur.
Sanat
herkesin etkilendiği, asırları aşarak iz bırakan eserlerdir.
Allah’ı
hesâba katmayan sözde sanatta “kibirli bir debdebe” vardır ki bu debdebe, isyân
içerir.
İslâm’da ise
sanat Allah-merkezlidir. Tüm ilhâm Allah’ın yarattıklarından ve gönderdiği
vahiyden alınır. Çünkü İslâm’da sanat da “Allah için”dir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2019