14 Mart 2023 Salı

İslâm’ı “Olduğu Gibi” Kabûl Edememek


“Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

İslâm, “Allah’a kayıtsız-şartsız tam bir teslîmiyetle teslim olmak” demektir. Kâinâtta -bâtıl yolda giden câhil insanlar hâriç- her-şey tam bir teslîmiyetle İslâm’a yâni Allah’a göre hareket eder. Kâinattaki muhteşem nizâmın ve kusursuz döngünün nedeni budur. Zâten aksi-hâlde bir kaos oluşur ve her-şey alt-üst olarak bozulmaya uğrar ve yok olurdu. İnsanların arasında olan ve bir türlü çözülemeyen sorunların nedeni, insanların da tam bir teslîmiyetle Allah’a teslim ol(a)maması ve İslâm’a göre yaşamayıp, aykırı hareket etmesinden dolayıdır. İslâm, Allah’ın tüm kâinâtı işlettiği sistemin adıdır.

 

Tevhid; Allah’ın göklerde tek İlah olduğu gibi, yeryüzünde de tek İlah olarak kabûl edilmesi ve sâdece O’nun yasalarıyla hükmedilmesidir. Tevhid; Allah’ın kânunlarının gökte hâkim olduğu gibi, yeryüzünde de mutlak şekilde hâkim olması demektir. Tevhid; Allah’ın, hayâtın tüm alanlarında “Hâkim” olarak “birlenmesi demektir. Tevhid; göklerdeki düzenin aynısını yeryüzünde de kurmak için “Allah’ın kânunları”na sarılmaktır. Bu nedenle de tevhidî bilinç yetmez, “tevhidî duruş” da gerekir. Çünkü İslâm “yüzde-yüz İslâm”dır ve bu da İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl etmeyi gerektirir.

 

Modernizme gelene kadar insanlık târihinde kadim sorun, İslâm’ı “olduğu gibi” ve “bütünüyle” kabûl edememek sorunu idi. Modernizm ile birlikte ise İslâm tümüyle hayattan kovuldu ve kâlplere, gönüllere, zihinlere, dört duvar arasına ve masa-başına hapsedildi. Böyle olunca da İslâm’ın vahiyleri “yaşamanın” değil, “araştırmanın ve incelemenin” konusu yapıldı. Bu araştırma ve incelemeler aşırılışınca herkes farklı sonuçlara ulaştı ve kelle-başı bir İslâm düşüncesi ve anlayışı ortaya çıktı. Bu durum İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl edip yaşamanın önüne geçti.

 

İslâm’ı hayâta döküp yaşayamamanın nedeni, İslâm’ı “olduğu gibi kabûl edememek”ten kaynaklanır. Çünkü İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl etmediğinizde onu mutlakâ aşırı araştırma ve incelemeyen tâbi tutar ve aşırı yoruma boğarak başkalaştırmaya başlarsınız ve vardığınız sonuçlar sizin inancınıza dönüşür. Zîrâ insan aşırı araştırma yaptığı şeyi çabuk benimser ve zamanla araştırmasının sonuçlara göre inanmaya, konuşmaya, yazmaya ve eylemeye başlar. Öyle ki kendi araştırmasına ve vardığı sonuçlara uygun olmayan ve aykırı olan araştırmaları ve sonuçları uygun görmez, küçük ve değersiz görerek kabûl etmez. Târih boyunca bu hep böyle olmuştur.

 

Peki bu neden hep böyle olur?. Bunun böyle olmasının nedeni, İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl edip de yaşamamaktır. Çünkü İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl etmenin bir bedeli vardır. İslâm sâdece kabûl edilip kuru-kuruya inanılacak bir din değildir. İslâm tek hak din’dir ve onun emirleri ve yasakları tam bir îman ve teslîmiyetle kabûl edilip yaşandığında ancak, göklerdeki gibi bir düzen ve nizâma ulaşılabilir ve bu da insanların hem Dünyâ’da hem de âhirette kurtuluşa ve huzûra ermelerini sağlayabilir ki bunun başka da bir yolu yoktur.

 

İslâm, inanıp kabûl edildikten başka, yaşanması gereken de bir din’dir. Bu zâten sâdece İslâm’a has bir şeydir. Çünkü İslâm sâdece iç-âlemlerin inşâsı için değil, dış-âlemin de inşâsı ve hâkimiyeti için vardır. Zîrâ İslâm’ın gücü ve potansiyeli sâdece iç-âlemlerin inşâsı için fazla gelir ve dış-âleme da yansımadığında kişiyi yakar. İslâm’ı hayâta döküp de yaşamayanların zihnî anlamda sapmaya başlamasının nedeni, bildikleriyle amel etmemesinden dolayıdır. Niceleri vardır ki bilgileriyle, fikirleriyle, ulaştıkları sonuçlar îtibârıyla bir dönem parlak bir noktaya gelmiş olup büyük kitlelerce tâkip edilirken, bir zamana sonra bildiklerinin gereğini yapmadıkları için saptıkları ve yoldan çıktıkları görülür. Çünkü Allah, işin gereğini yapmayanların bir süre sonra kâlplerini değiştirmekte ve nurlarını almaktadır. İslâm’ın bir özelliği de budur. Günümüzde modern müslümanların nurlarının, sâfiyetlerinin, takvâlarının, hedeflerinin, ideâllerinin, gayretlerinin vs. kaybolmasının ve îmanlarının azalmasının nedeni budur. İslâm kısaca; “îman edip sâlih amel işleme’nin adıdır. Zâten sâdece böyle yapanlar hüsrandan kurtulacaklardır. 

 

 Peygamberlerin gönderilme nedeni de, îman edip sâlih amel işlemeyi “en güzel örneklik” olarak ortaya koymalarıdır. Yoksa Allah vahiylerini farklı yollardan da insanlara ulaştırabilirdi. Meselâ vahiylerin yazılı olduğu tabletleri veyâ kitabı insanlara bir yerde buldururdu. Fakat İslâm bir peygamber tarafından en ideâl şekilde yaşanması ve insanlara “en güzel örneklik” (Ahzâb 21) olarak sunulmasını da içerdiğinden dolayı bir peygamber üzerinden insanlara ulaştırılmış ve duyurulmuştur. İşte “İslâm’ı olduğu gibi kabûl etmeme sorunu” da burada devreye girer. İnsanlar peygamberlerin örnekliklerinde de apaçık şekilde görüldüğü gibi, bâzen ağır bedelleri de olabilen İslâm’ı yaşamak yâni hayâta dökmek istemedikleri için, İslâm’ı-Kur’ân’ı aşırı yoruma boğarak onu “olduğu gibi” kabûl etmek ve yaşamaktan uzak dururlar ve kendilerine, nefislerine, şeytana, tâğutlara, mevcut paradigmaya, konjonktüre, sisteme, ideolojiye, bilime, teknolojiye, hâkim ve baskın görüşe ve uygulamaya vs. göre anlayıp yorumlamak ve uygulamak isterler. Böylece sorumluluktan ve yükten -güyâ- kurtulmuş olurlar. Allah’a hakkıyla “kul” olmanın ve Kur’ân’ın emir ve yasaklarını titizlikle yapmanın bedellerini ödemeyi göze al(a)mayanlar için yapacak başka bir şey yoktur.

 

Bu durum sonuçta, “inanıyorum dedikten sonra kurtulursun” düşüncesini açığa çıkarır. Hâlbuki bu düşünce ve inanç Kur’ân tarafından kabûl edilmez:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

İmtihan bilinci, İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl edip yaşamayı şart kılar. Meselâ İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl ettiğinizde ve iyi insan olmak istediğinizde şu âyetlerin muhâtabı olursunuz:

 

“Yüzlerinizi doğu’ya ve batı’ya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

 

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

İslâm’ı ve Kur’ân’ın hükümlerini “olduğu gibi” kabûl edememek belki de en çok para-servet konusunda görülür. Şu âyetler, -çok azı dışında- servet-sâhiplerinin İslâm’ı ve Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl etmelerini önler:

 

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

 

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

 

“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele (Tevbe 34).

 

“Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

 

Âyetlerde denildiği gibi îsâr ve vefâ göstermek emredilir ki bunu kabûl edip de uygulamak herkesin harcı değildir. Bu ancak İslâm’ı ve Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl edip yaşayanlara zor gelmez. İslâm’ı ve de Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl edip de yaşayamayanlar ise mecbûren bu âyetleri aşırı yoruma boğarak âyetlere işkence yapacaklar ve de nefislerini iknâ edene kadar yorumlayacaklardır.  

 

İslâm’ı ve Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl edilememesinin ve yaşanamamasının nedeni, İslâm’a ve Kur’ân’a tam bir teslîmiyetle teslim olunamamasından dolayıdır. Çünkü şeytan, nefs, tâğutlar, mevcut paradigma ve sistem, insanları hep başka şeyleri kabûl edip teslim almaya zorlar. Meselâ modernizm, varlığı “olduğu gibi” kabûl edemez ve ona sürekli aşırı müdâhalede bulunur. Bu da kabûl edilecek, inanılacak ve teslim olunacak yeni argümanlar ve sonuçların ortaya çıkması demektir. İnsanlar, önlerinde hazır buldukları ve zâten atadan görüp uyguladıkları bu şeyleri hiç sorgulamadan, eleştirmeden ve îtirâz etmeden kabûl edip uygulamaya alıştıkları için, farklı bir şeyle karşılaştıklarında yeni şeyi “kâlpleri kabûl etse bile” o şeyi yine de ya hiç kabûl etmezler yada “olduğu gibi” kabûl edemezler. Buna inandıkları din de dâhildir. Din, alıştıkları, bildikleri ve uygulayıp durdukları şeylerin yanlış, bâtıl, küfür, şirk ve zulüm olduğunu söylediğinde, insanlar buna sesli yada sessiz bir şekilde îtirâz ederler de “o kadar da değil” diyerek dîni “olduğu gibi” kabûl edip de kendilerini değiştirmezler ve dîne göre yaşamazlar. Böyle davranan Mekke müşrikleri Peygamberimiz’e şöyle demişti: 

 

“Onlara âyetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: Bundan başka bir Kur’ân getir veyâ onu değiştir” (Yûnus 15).

 

Günümüzde de Kur’ân’ı ve İslâm’ı “olduğu gibi” kabûl edemeyenler yüzünden: “Anadolu İslâm’ı”, “Amerikan İslâm’ı”, Türk-İslâm, “Sosyâl İslâm”, “Siyâsal İslâm”, “Muhâfazakâr İslâm” vs. gibi sentezler ortaya çıkmıştır. 

 

Kur’ân’da, İslâm’ı ve Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl edip de onunla amel etmeyenlerden şöyle şikâyet edilir:

 

“Ve elçi dedi ki: Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’ân’ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar” (Furkân 30).

 

Eşyânın hakîkatini ve ne olduğunu öğrenmek için eşyâyı aşırı araştırma ve inceleme, eşyâyı “olduğu gibi” kabûl edememenin bir sonucudur. Hâlbuki eşyâ bütünlüğünde ne ise odur. Eşyânın hakîkatini aşırı araştırıp incelemek onu parçalamayı gerektirir. Fakat eşyâyı parçalamak onun bütünlüğünü bozmak ve onu “o” olmaktan çıkarmak demek olacağı için araştırmacı mutlakâ farklı sonuçlara ulaşır. Çünkü bütünlüğü bozulan şey farklı, yanlış ve bambaşka sonuçlar verir. Klâsik bilim yada tümdengelimde, bilim zâten ne olduğu belli olan şeyin işleyişini araştırdığı için alâkasız bir yere varmazken, modern-bilim yâni tümevarımda ise, ille de yeni ispatlar ararken aşırı incelemeye tabi tuttuğu şeyi, olduğu gibi olmaktan ayırdı ve araştırdığı şeyi “kendisi” olmaktan çıkardı.

 

Bu durum din için de geçerlidir. Aşırı didiklenip parçalandıkça birbiriyle uyumsuz ve uygunsuz yorumlar olarak ortaya çıkar. Çünkü Kur’ân da aşırı araştırmanın ve incelemenin konusu yapıldığında yâni parçalandığında yanlış, bâtıl ve bambaşka sonuçlar vermeye başlar ki günümüzde müslümanların birbirleriyle bir âyet üzerinde bile anlaşamayışlarının nedeni budur. Kur’ân’ı aşırı şekilde araştırıyorlar ve bu-arada onu yaşamaya fırsat bulamadıkları için amel-eylem ile sağlamasını yapmadıkları farklı ve bambaşka sonuçlara ulaşıyorlar ve aralarında kapanmaz ve uzlaşmaz görüş farklılıkları ve çatışmalar ortaya çıkıyor.

 

Bu durum müslümanların parçalanmasına sebep oluyor ve ortaya parça-parça ve param-parça edilmiş dinler ve gruplar çıkıyor. Kur’ân bu konuda bizi şöyle uyarır:

 

“Gerçek şu ki, dinlerini parça-parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-âm 159).

 

“(O müşrikler ki,) kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).

 

Bu nedenle şu çok iyi bilinmelidir ki, İslâm yâni Kur’ân ve Sünnet, “bütünlüğü ile” ne ise odur. Kur’ân ne diyorsa odur. Kur’ân’ın “ne dediği” ile “ne demek istediği” diye bir ayrım yoktur. Kur’ân’ın “ne demek istediği”, “ne dediği”dir. Bu nedenle İslâm’ı “olduğu gibi” anlamak önemlidir, “olması gerektiği” gibi değil.

 

Müslümanlar târih boyunca bir-çok kez kuşatılmaya uğramışlardı. Fakat hiç-bir zaman, “modern kuşatma” altındayken olduğu gibi, İslâm’a güvenleri kaybolmamıştı. Çünkü modernizme gelene kadar, hiç-bir zaman İslâm “olduğu gibi” kabûl edilmekten bu derece uzak olmadı. Zîrâ peygamber örnekliği, hiç-bir zaman günümüzdeki kadar gündemden çıkarılmadı ve göz-ardı edilmedi. Oysa Kur’ân bu konuda bizi kesin şekilde uyarmaktadır:

 

“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle teslîm olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).

 

İslâm’ı ve Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl edip de yaşamayanlar, mecbûren İslâm’ı ve Kur’ân’ı ucundan-kıyısından kabûl edebilirler:

 

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

Bu neden böyledir?. Çünkü İslâm’ı ve Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl edip de îcâbında ağır bedeller ödemeyi göze almak herkesin harcı değildir:

 

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashâb-ı Meymene)” (Beled 11-18).

 

İşte bu nedenle İslâm’ı ve Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl edip de yaşayanlar başkadır:

 

“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2022

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder