“Arada bocalayıp
dururlar. Ne onlarla, ne bunlarla. Allah kimi saptırırsa, artık sen ona yol
bulamazsın” (Nîsâ 143).
İnsanın terliyken yada
ıslakken cereyanda kaldığında üşütüp hasta olması çok olasıdır. Çünkü beden
cereyanda kalmaktan çok etkilenir. Bu olumsuz etkiye sâdece insanlar değil,
hayvanlar ve bitkiler de dâhildir. Cereyanda ve soğukta kalan bitkiler “vurgun”
tâbir edilen etkiye mâruz kalarak kururlar ve ürünlerin verimi en az yarı-yarıya
düşer. Hayvanlardan özellikle muhabbet kuşları cereyandan çok çabuk etkilenip,
sonu ölümle biten hastalıklara yakalanırlar.
Tabi biz bu yazımızda soğuk
ve rüzgarlı havaya mâruz kalarak hasta olmayı değil, coğrâfî konum îtibârıyla ve
iki hatta üç kıta ve kültür arasında bir koridorda ve cereyan içinde kalarak
oluşan olumsuz etkiden bahsetmeye çalışacağız.
Türkiye, Avrupa-Asya arasında
cereyanda kalan bir koridor üzerindedir. Bu nedenle de sürekli olarak
sorunlarla uğraşır durur. Bu iki kıta arasında kalmak Türkleri ne batı’ya tam
yaklaştırmakta-uzaklaştırmakta ne de doğu’ya yaklaştırmakta-uzaklaştırmaktadır.
Bu nedenle Türkler ne doğu’lu ne de batı’lı olabilmektedir. Aslında Türkler ırk
ve kavim olarak doğu’lu bir kavimdir ama iki kıta arasında cereyanda kalmak ve
özellikle batı’ya yakın olarak modernizmin etkisine girmekle birlikte, aslında
doğu’lu olmasına rağmen batı uygarlığına bağlı olduğunu söylemekte ve batı
uygarlığından (muâsır medeniyet!) olabilmek için uğraşmaktadır.
Gelinen yer ve durum
îtibârıyla Türkler, hem tip hem de zihniyet olarak iki taraftan da uzaktırlar.
Bakıldığında ne Asya’lıya ne de Avrupa’lıya benzemeyen bir tip ve ne Asya’lıya
ne de Avrupa’lıya benzemeyen bir zihniyet içerisinde oldukları görülmektedir.
Hem tip hem de davranış olarak farklılaştık ve ne Türk’e ne de Müslüman’a
benzemeyen bir tipe sâhip olduk ve de ne Türk’e ne de Müslüman’a benzemeyen
davranışlar edindik. Çünkü cereyanda durmaktayız ve bu durumdan hepimiz çok
olumsuz etkilenmekteyiz. Cereyanın etkisinden kurtulup bir türlü kendimiz
olamıyoruz.
Peki bu bir kader midir?.
“Coğrafya kaderdir” derler. Coğrafya elbette bir yere kadar etkiler ve insanın kaderi
olur. Fakat insan bir hayvan olmadığı için coğrafyadan tamâmıyla etkilenmemesi
gerekir. Çünkü insan, coğrafyayı da düzenler ve belirler. Coğrafyanın iklimini
değilse de, zihniyetini değiştirebilir ve yeni bir zihniyet oluşturur. Tabi
bunu yapabilmesi için güçlü bir temele ihtiyâcı vardır. İslâm, elbette aşkın
bir hakîkat olarak en güçlü dayanak ve belirleyicidir. Zâten Türkler ancak
İslâm ile birlikte gerçek bir dayanak bulmuşlar ve bu dayanak ve temel ile
kıtaları birleştirebilmişlerdir. İslâm’dan önce de bunu yapmışlar fakat
sürdürememişlerdi. Târih boyunca sürekli olarak yeni devletler kurmak zorunda
kalmalarının bir nedeni de budur. Kurduğunuz devleti örf, töre, gelenek ve
asabiyet ile ancak kısa bir süreliğine ayakta tutabilirsiniz. Çünkü aşkın bir
hakîkate dayanmıyorsanız ortasında kaldığınız cereyan sizi kısa sürede hasta
eder ve olumsuz durumlar oluşturur. Zâten baskın kültür tarafından kısa zamanda
değiştirilip dönüştürülürsünüz. Bu da yapının kısa sürede zayıflayıp çökmesine
neden olur. Eğer merkeze aldığınız aşkın bir hakîkat varsa cereyanda kalmak
size zarar vermez ve tam-aksine sizin havanız ve rüzgârınız diğerlerini etkiler.
Bu hakîkat ile kıtaları birleştirdiğinizde artık bulunduğunuz yer bir “koridor”
olmaktan çıkar ve cereyanda kalmaktan kurtulmuş olursunuz.
Cereyanın etkisiyle
zihniyetlerin değişmesi ve bozulmasının önüne -kalıcı olarak- ancak aşkın bir
hakîkate dayanmakla ve ona sâhip çıkmakla geçebilirsiniz. Bu da kitap-merkezli
olmayı yâni ilmi gerektirir. Türklerin cereyanda kalmalarının nedeni, târihleri
boyunca -bâzı kısa döneler hâriç- kitap-merkezli ol(a)mamaları ve merkeze hep
örfü, geleneği, asabiyeti ve bâtıl inanışları almış olmalarıdır. Türkler, ya
doğu’dan Îran-Samâniler etkisiyle Şamanizm, Alevilik, Zerdüştlük ve tasavvuf-târikatlar
sentezini, yada batı’dan lâik, seküler, demokratik, modern sentezi merkeze
almışlar ve müslüman olduklarını her fırsatta dile getirmelerine rağmen târihleri
boyunca bir türlü Kur’ân ve Sünnet-merkezli ol(a)mamışlardır. Kur’ân ve
Sünnet’e ne kadar yaklaşmışlarsa cereyandan o derece kurtulmuşlar, ne kadar
uzaklaşmışlarsa o derece cereyana mâruz kalmışlardır. Dîni kâlplere,
vicdanlara, zihinlere hapsedip hayattan uzaklaşarak kapıldıkları modernizm ile
birlikte ise cereyan fırtınaya dönüşmüş ve onları sağa-sola savurup
durmaktadır. İşin traji-komik yanı ise, tüm bu savrulmalara rağmen bir
fırtınaya dönüşmüş olan bu cereyanı, “hoş bir esinti” gibi görmeleridir.
Türkler İslâm öncesinde her
ne kadar güçlü devletler kurmuş olsalar da, ilimden yoksun oldukları ve eskiden
bêri kitap-merkezli olmadıkları için kalıcı bir iz bırakamamış ve kılıçla aldıkları
yerlerden bir zaman sonra yine kılıçla kovulmuşlardır. Şu da var ki, Türkler
yarı-göçebe bir millet oldukları için kitap-merkezli olmaları çok da mümkün
olmamıştır. Fakat asıl sorun, göçebelikten kurtulacak bir ilme-kültüre sâhip
olamayışları ve bu konuda hep başkalarına bakmalarıdır. İslâm ile birlikte ise
özellikle Selçuklu ve Osmanlılar, İslâm’ın etkisiyle ve rüzgârıyla önemli ve
kalıcı izler bırakacak medeniyetler kurmuşlar ve Dünyâ’yı etkilemişler ama
onlar da yine kitap-merkezli değil, örf, asabiyet, tasavvuf-târikat ve mezhep-merkezli
oldukları için sürekli olarak cereyana mâruz kalmışlar ve doğu’dan ve batı’dan
etkilenmişlerdir. En sonunda da, İslâm’ın ve müslümanların başlattığı ilmî
serüvene sâhip çıkıp da sürdüremedikleri için, ilme-bilgiye sâhip çıkanlar
tarafından iki kıta arasındaki koridora kadar geri itilmişler ve cereyana mâruz
bırakılmışlardır. Hâlen süren çeşitli maddî ve mânevî hastalıklarının nedeni
kanımca budur. Gerçi, ilmi müslümanlardan alıp sâhiplenenler de ilmi Allahsızlaştırıp
yozlaştırınca tüm Dünyâ seküler bir fırtınaya mâruz kalmıştır-kalmaktadır.
Osmanlılar Asya ve Avrupa’da
fetihler yaparak buraları çok güçlü bir şekilde etkilemişlerdir ama bu etki
daha çok askerî, siyâsî, ekonomik ve mîmârî etkilerle olmuştur. Fakat ilmî
olarak çok bir etkileri olmadığı için kılıçla aldıkları yerden, -kılıcın işe
yaramamaya başlamasıyla birlikte- ayrılmak zorunda kalmışlar ve geriye sâdece
gönüllerin de fethedildiği yerler kalmıştır. Çünkü Osmanlı iyi devlet adamı,
iyi asker-komutan, iyi şâir ve iyi mîmarlar yetiştirmiş ama dünyâ-çapında ve
tüm Dünyâ’yı etkileyecek ve yönlendirip değiştirebilecek ilim-adamları
yetiştirememiş ve bilgi üretememiş yada bu konuda yeterli olamamıştır. İlim ile
kendini yenileyemediği için bir zaman sonra, yapılan ve üretilen şeyler
mecbûren değerini yitirdiğinde yeni bilgileri ithâl etmeye ve bu yüzden de
çeşitli akımlara, ideolojilere ve düşüncelere kapılmak zorunda kalmıştır. Fakat
bin yıllık medeniyetleri onların
modernizme de tam entegre olmalarını engellediğinden dolayı son 200-300 yıldır
ne batı’lı ne de doğu’lu olabilmekte ve bu yüzden sürekli cereyanda
kalmaktadırlar. Tabi moderne entegre olamamaları iyidir, fakat işin asıl kötü
tarafı, “kendileri” olamamaktır. Çünkü din ve örf olarak kendisi gibi
olamayanlar mecbûren iki arada bir derede bocalayıp cereyanda kalınca hasta
olurlar ve hattâ fırtınaya mâruz kalarak savrulup dururlar.
Müslümanlar ve Türkler, İslâm’ın
rüzgârını arkalarına almadıkları yada yeterince almadıkları için sonunda bâtı’nın
cereyanına daha doğrusu fırtınasına yakalanmışlar ve o cereyan ve fırtınayla
sürekli olarak boğuşmak durumunda kalmışlardır. Öyle ki mevcut durum îtibârıyla
müslümanlar ve Türkler marazlı hâle gelmişlerdir. O-hâlde yapılması gereken şey
kapının birini kapatmak ve cereyandan kurtulmaktır. Bu kapı ise, tüm dünyâda
tayfun oluşturan batı kapısı olmalıdır. Zâten hem ırkdaşları hem de dindaşları
batı’da değil doğu’dadır. Batı’nın kapsı ise ancak, insanı hasta etmeyen ve
etkilemeyen yâni cereyanda bırakmayan İslâm’ın hoş esintisi ile açılabilir.
Tabi sâdece ilim de yetmez; bir
yapı ancak kitap, mîzan ve demir birlikte olunca kalıcı ve köklü olur, çünkü maya
ancak bu şekilde tutar. Toprakların fethinin “yüreklerin fethi” ile de birleşmesi
için bu üçünün birlikte olması şarttır. Aksi-hâlde cereyanda kalıp hasta
olmakla kalmaz, kısa bir zaman sonra cereyan güçlü bir rüzgâra ve fırtınaya
dönerek sizi sağa-sola savurur durur da bir karar yeri bulamazsınız.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder