20 Temmuz 2024 Cumartesi

Hurâfeler Üzerinden İslâm‘a Saldırmak

 

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

 

Târih boyunca, düşünülmüş, söylenmiş, yazılmış ve yapılmış olanların içinde hurâfe olmayan ve hakîkatin ta kendisi olan tek şey İslâmî olan yâni “Allah’a dayanan”dır. Yine, üretilmiş ne kadar hurâfe ve bâtıl varsa İslâmsızlıktan ve Allahsızlıktan kaynaklanır. Çünkü düşünceyi üretecek tek varlık olan insan ancak Allah’a ve İslâm’a dayandığında doğru yolda gitmiş yada “alternatifsiz diğer seçenek” olarak insan, akla, maddeye, eşyâya vs. dayandığında ise klâsik, geleneksel yada modern anlamda hurâfe ve bâtıl üretmiştir. Çünkü insan Allah’a dayanmayınca mecburen şeytana ve nefse dayanmak zorunda kalır. Şeytan ve nefs ise insanı her zaman kandırmaya, saptırmaya ve oyalamaya çalışır. Zîrâ hayâtiyetleri buna bağlıdır:

 

“(Şeytan) dedi ki: Mâdem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlakâ senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım” (A’raf 16).

 

“(Yine de) ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir” (Yûsuf 53).

 

Hurafe: “Dîne sonradan girmiş olan, akla aykırı, uydurma ve garip şeyler, boş inanç”. Sözlükte “bunamak” anlamına gelen haref kökünden türemiş bir isim olan hurâfe kelimesi “akla ve gerçeğe aykırı düşen aldatıcı söz” demektir. Aslında hurâfe, eski yada modern yâni tüm zamanlarda “bir şeye körü-körüne inanmak” demektir.

 

Târih boyunca şeytanın, nefsin ve tâğutların etkisi, kandırması ve yönlendirmesi nedeniyle insanlar Allah’ın yolu yerine bâtıl yollardan birine sapmışlardır. Çünkü Allah’ın yolu İslâm’dır ve İslâm kişiye sünnetullah ve imtihan gereğince mutlakâ bâzı sorumluklar yükler ve görevler verir. Bu görevler hem bâzen ağır da olabilmekte, hem de ağır olmasa bile düzenli yapılması gerektiği için insan İslâm ile sürekli olarak kontrôl altında tutulmakta ve kişi İslâm-merkezli bir hayat yaşamak zorunda kalmaktadır. İslâm-merkezli bir hayat yaşamak bunu yaşayanlar için çok zor değildir ama yaşamayanlar için çok zordur. Zâten îtirâz da bu nedenle gelmektedir. İslâm, “insanı sürekli olarak Allah’ın kontrôlünde tutmak” demektir. İslâm’ı kabûl edenler bunu kabûl etmelidirler. İşte bu kontrôlü ve disiplini kabûl etmeyenler ya İslâm’dan uzak durmakta yada mevcut kötülüklerin sebebi olarak İslâm’ı gördükleri için İslâm’a düşmanlık yapmaktadırlar. Güyâ İslâm insanı akıldan, mantıktan, bilgiden, Dünyâ’dan vs. kopardığı için toplum ve devlet gelişememekte ve geri kalmaktadır. Tüm zamanlarda İslâm’a yapılan saldırı bunun üzerinden yapılmış, fakat İslâm’ın ana-gövdesini oluşturan vahiylerde yâni kutsal kitaplarda meselâ Kur’ân’da saldıracak ve sataşacak bir şey bulamadıkları için İslâm’a âit olduğu zannedilen hurâfeler, uydurmalar, yalanlar ve zırvalıklar üzerinden İslâm’a saldırmışlardır ve saldırmaktadırlar.

 

Meselâ İslâm Dîni’nin akla önem vermediği söylenip durulmaktadır fakat Kur’ân’da direkt olarak 80 âyet, dolaylı olarak ise çok daha fazla âyet akıldan ve aklı kullanmaktan bahsetmektedir ki bu âyetlerin ağası Yûnus 100. âyettir:

 

“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik bırakır” (Yûnus 100).

İlim konusunda ise İslâm’a tam bir iftirâ atılmaktadır. Çünkü İslâm “ilim ve amel” demektir ve ilim ve amel üzerine kuruludur.

     

İslâm’a Kur’ân ve Sünnet-merkezli olarak değil, hurâfe-merkezli saldırılmaktadır. Çünkü başka saldıracak argüman yoktur. Şu da var ki İslâm’a, modern insanın kutsallaştırıp taptığı modern-bilim ve teknoloji üzerinden saldırmak moda hâline gelmiştir. Fakat İslâm’a Kur’ân ve Sünnet-merkezli değil de, modern-seküler batı-merkezli eleştiri ve îtirazda bulunmak, “tersinden hurâfe üretmek”tir. Böylece “klâsik hurâfe” yerine, “modern hurâfeler” ortaya çıkmaktadır. Modern müslümanların gittiği yön-yol bile budur.

 

Son 200 yıldır “dîn’i, hurâfelerden arındırma” çalışmalarında ölçü Kur’ân ve Sünnet olacağına, modernizm olmuştur. Böylece “dîn’i modernizme uydurmak” sorunu ortaya çıkmıştır. Ölçü bu sefer de tersinden şaşmıştır. Aslında kendisi de bir hurâfe ve sapkınlık olan modernizm ile hurâfelere daha doğrusu hurâfeler üzerinden İslâm’a saldırmak modern zamanların en büyük hurâfesidir.

 

Ateist, deist, agnostik yada modern seküler -sözde- müslümanların İslâm’dan “hurâfeleri temizleme çalışmaları” İslâm’ın hatırına ve hakîkati ortaya koymak adına değil, modernizmin hâkimiyeti hatırına yapılmaktadır. Fakat aslında yapılan şey İslâm’a saldırmaktan ve düşmanlık yapmaktan başkası değildir. Aslında amaç, “modernizme uymayan” şeyleri silmektir, “İslâm’a uymayan” şeyleri silmek değil. Modernizme uymayan şeyleri silmek, İslâm’ı silmek demektir.

 

Modern insanlar ve de müslümanlar, akıllarını kullanarak(!) hurâfelerden kurtulacaklarını sanırlarken aslında “din”den kurtuldular ve şeytanın, nefsin ve tâğutların kucağına düşerek dünyevileştiler. Şurası kesin ki, yerine daha iyisini yada başka bir şey koyamadıysan, uygulamadan kaldırdığın hurâfelerin faydası değil zarârı olur. Çünkü uygulamadan kalkan “eski hurâfeler”nin yerini “yeni hurâfeler” alır.

Ateistler, deistler, agnostikler, lâikleri bâzı aptal modernist müslümanlar ve modernler, Kur’ân ve Sünnet ile İslâm’a saldıramadıkları için uydurma rivâyetlerle dîni kötüleme yarışı içindedirler. Bunların yazdığına ve konuştuğuna baktığınızda, Kur’ân’dan ve sahih Sünnet’ten hiç örnek ver(e)mediklerini görürsünüz. Çünkü Kur’ân ‘da hurâfe de yoktur ve Kur’ân tümüyle hakîkattir. Bu yüzden dîne saldırılarını uydurma rivâyetler ve hurâfeler üzerinden yapmak zorunda kalmaktadırlar. Yine Peygamberimiz de, “muhteşem bir ahlâk sâhibi” ve “âlemlere rahmet” olarak tümüyle Kur’ân-merkezli bir hayat yaşamış, bâzı yanlışlarında-hatâlarında hemen Allah tarafından uyarılmış ve düzeltilmiş olduğundan dolayı ideâl bir yaşam-şekli ortaya çıktığı için  o’nun bu yaşam-şekli “güzel örneklik” olarak bizim için kıyâmete kadar bağlayıcı hâle gelmiştir: (Ahzâb 21).

 

Bu-bağlamda Peygamberimiz’e yapılan en yoğun saldırılardan biri, Peygamberimiz’in Zeyd bin Hârise’nin karısına -hâşâ- göz koyduğu ve karısını boşattırıp onu kendisine almasıdır. Hâlbuki mesele böyle değildir. Müşrik bir uygulama olarak insanlar evlatlıklarını “gerçek evlat” olarak gördükleri ve kabûl ettikleri için evlatlıklarının karılarıyla evlenmeyi kendilerine haram kılmış olmalarıdır. Haram kılmak “Allah’ın kılması” demek olduğu için İslâm’ın bu yanlış haram kılmayı düzeltmemesi düşünülemezdi.  Lâkin bu uygulama iyice yerleşmiş olduğu için, bu yanlışı; “evlatlıklarınız sizin gerçek evlatlarınız değildir, o yüzden onların karılarını boşamaları durumunda karıları size haram değildir” demek tek-başına yetmezdi. Bu nedenle evlatlıklarının karılarıyla evlenmek müslümanlar için bile sorun olurdu. Bunun en iyi çözümü bir örnekliğin ortaya konulmasıydı. Mü’minler için en güzel örneklik Peygamberimiz olduğuna göre bu konuda da o’nun örnekliği üzerinden konu hâlledilecekti ve öyle de oldu. Olay budur. Üstelik Peygamberimiz bunu anladığı için Zeyd’e sürekli olarak; “eşini yanında tut ve Allah’tan sakın” (Ahzâb 37). Fakat Allah hakîkati göstermekten utanmayacağı için bu olay olmuştur. “İslâm 6 yaş evliliğine izin verir” sözlerinin ise Kur’ânî bir dayanağı yok zâten. Peygamberimiz’den 200 yıl sonra uydurulmuş zırvalıklarla İslâm’a ve Peygamber’e saldırmak ağır bir şerefsizliktir.     

 

Hurâfeler üzerinden İslâm’a saldıranlar meselâ, Hz. Mûsâ’nın âsâ ile denizi yarmasına “hurâfe” diyor, fakat, “evrim” yolu ile kıllı ve çok çirkin görünümlü bir gorilin, bakınca insanın içinin yağını eritecek bir dilbere dönüşmesine “bilim” diyor. Evrim Teorisi gibi apaçık bir sapıklığı ve hurâfeyi bilim olarak kabûl edince, kıllı bir gorilin bir âfete dönüşebileceğine inanmak sorun olmaktan çıkıyor tabi. Fakat hurâfe “modern” olunca hurâfe olmaktan çıkmaz.

 

Teknoloji de bir hurâfedir. Modern-bilim  ve teknoloji, doğaya yapılan ağır saldırının bir sonucudur. Modernizm hurâfelerle sâdece İslâm’a değil, doğaya da saldırmaktadır ve doğayı alabildiğine ifsâd etmektedir.

 

Sorun hurâfelere saldırmak değildir. Hurâfelere, uydurmalara, zırvalıklara ve yalanlara ben de karşıyım, onlarla mücâdele ediyorum ve bunu herkes de yapmalıdır elbette. Bunda bir sorun yok. Fakat sorun, hurâfelerin sâdece klâsik ve geleneksel olanına saldırmak, daha da kötüsü klâsik yada geleneksel hurâfeler üzerinden (hakîkatler üzerinden değil) İslâm’a saldırılmasıdır. Peki niçin modern hurâfelere de saldırılmıyor ve modern hurâfeler gündeme getirilmiyor?. Modernizm insanları daha çocukluktan îtibâren hurâfelere boğuyor ve bu ölüme kadar da gidiyor. Modern insan modern hurâfelerle büyüdü. Biz Süpermen, Tarzan, Himen, Örümcek Adam, Batman vs. bir-çok ilahlaştırılmış çizgi karakterler yâni varsayımlar ile büyüdük. Sihirli Annem, Acemi Cadı, Bez Bebek, Selena vs. gibi dizilerle zihinleri kirletildi. Bunlar modern hurâfelerdir. Bir plân ve proje kapsamında hazırlanmıştır. Târih boyunca modernitenin ortaya çıkardığı hurâfeler, insanlık-târihinde ortaya çıkan hurâfelerden binlerce kat daha fazladır. Gerçek hayatta Dünyâ’yı cehenneme çeviren modernler, çizgi ve film karakterleriyle güyâ Dünyâ’yı kurtarma senaryolarıyla insanların beyinlerini dumura uğratmakta ve onları bir hayâle inandırmaktadırlar. Yapamadıklarını “yaptık” gibi göstermek filmlerle çok olay olmaktadır.

 

Bu-bağlamda spor, müzik, film, internet, çıplaklık, sigara, içki, kumar, zinâ, fâiz vs. insanları çok yoğun şekilde kontrôlüne almış olan her-şey modern hurâfelerdir. Şehvet-şöhret, siy^set-servet ve cehâlet ile ilgi olan her-şey hurâfedir. Bu konuda hurâfeler sayılmakla bitmeyeceği için son bir örnek vererek modern hurâfeyi apaçık bir şekilde ortaya koyalım..

 

Bilindiği gibi Ramazan’ın ilk gününde Oruç Baba’ya gidiliyor ve orada ekmek, sirke vs. yenilip-içiliyor ve Oruç Baba’nın yüzü-suyu hürmetine Allah’tan bir şeyler isteniyor. İstenen şeyler; “oğluma bir iş, kızma bir koca, bir ev, araba, hastalığa çâre” vs.dir. Her gün Fâtiha Sûresi’nde okunan “iyyâke na’budü ve-iyyâke nasta’în” yâni “sâdece Sana ibâdet ederiz ve sâdece Sen’den yardım dileriz” diyenler, Oruç Baba’dan yâni bir ölüden gidip medet umuyorlar. Bu, affedilmeyecek tek günah olan apaçık bir şirktir ve nasuh bir tevbe ile tevbe edip de bundan vazgeçmedikçe şirkin kötü sonucundan kurtulmak mümkün olmaz.

 

Evet, klâsik-geleneksel bir hurâfeyi deşifre ettik. Fakat hakkın yerine gelemsi için modern bir hurâfeyi de deşifre edip ortaya koymak şarttır. Aksi-takdirde bir hurâfeden başka bir hurâfeye düşülmüş olunur. Şöyle ki; 23 Nîsan, 1 Mayıs, 19 Mayıs, 15 Temmuz, 30 Ağustos, 29 Ekim ve 10 Kasım gibi millî bayramlarda ve özel günlerde Anıtkabir tâbir edilen yere, en güzel giysiler içinde huşû ile uzun bir yürüyüş yaparak ulaşılıp, varılan yerdeki mozolenin yâni bir mezarın yâni bir ölünün karşısına geçerek büyük bir dikkatle ve rikkatle, mermer mezarın karşısında esas duruşa geçmek, selam duruşunda bulunmak, “Atam senin izindeyiz, ilke ve inkılaplarının tâkipçisi ve bekçisiyiz, açtığın yolda hiç durmadan yürüyeceğimize and içeriz” vs. demek ve mezarın karşısında korku ve saygıyla durmak ve eğilmek de on numara bir şirktir, hurâfedir ve saçmalıktır. Çünkü gidip de orada bir Atatürk’ün rûhuna Fâtiha falan okunmuyor ki!. Tanrılaştırılmış ve ölmüş birine tekmil veriliyor.   

 

Ramazan Ayı’nın başında Oruç Baba’ya giderek ondan bir şeyler dilemek ve ummak ile, ulusal bayramlarda ve özel günlerde Anıtkabir’e giderek Atatürk’e tekmil vermek ve ona bağlılığını bildirmek arasında “hurâfe olmak bakımından” hiç-bir fark yoktur. İkisi de bir tapınmadır, ikisi de şirktir, küfürdür ve ikisi de hurâfedir.

 

O-hâlde hurâfenin klâsik, geleneksel ve modern olanına hep birden düşman olarak ve karşı çıkarak onu ortadan kaldırmaya çalışmadıkça “hurâfeden kurtulmak” mümkün değildir. İkisini birden reddetmedikçe hurâfenin birinden kurtulsanız da diğerinden kurtulamazsınız da yine şirk, küfür ve hurâfe içinde kalırsınız.

 

Peki modern insan geleneksel hurâfelere ve hurâfeler üzerinden İslâm’a çok kolayca sataşabilirken, saldırırken ve düşmanlık yapabilirken ve de bu düşmanlığı her yerde dile getirebilirken, modern hurâfelere niçin bir şey diyemiyorlar?. Neden olacak, çünkü modern hurâfelere laf etmenin ve onlara düşmanlık yapmanın ağır bedelleri ve yaptırımları var. Ağzınızı açtığınız anda ağzınıza sıçarlar. Sizi maddî-mânevî anlamda linç ederler. Bu yüzden İslâm’a hurâfeler üzerinden saldırıp duranların modern hurâfelere de aynı-şekilde saldırması yada en azından bir eleştiride bulunmaları mümkün değildir. Buna götleri yemez.

 

İslâm’ın günümüzde resmî ve cârî olan yaptırımı olmadığı için sürekli olarak Allah’a, Peygamber’e, Kur’ân’a ve dîne sürekli olarak saldırılmaktadır. Peki bunu yapanlar, bir İslâm devleti içinde yaşasalardı ve İslâm’a saldırmanın çok ağır yaptırımları olsaydı İslâm’a saldırmaya yine de devâm edebilirler miydi?. Zinhar, aslâ ve kat’a!. Bunu yapmaları söz-konusu bile olmazdı. Bakmayın siz onların meydanı boş buldukları için her yerde konuşup atıp durduklarına, onlar aslında câhillerin, korkakların, ürkeklerin, yavşakların ve şerefsizlerin tekidirler. Güçlü bir karşı ses çıkarsanız bir-anda renkleri atıverir de tıp diye kapayıverirler o lânet ağızlarını.  

 

Evet; inanmayacak olana delil yetmez; körü-körüne inanacak olana da hurâfe yetmez.

 

“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

 

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

 

Devamını Oku »

Hakkın İrâdesi, Halkın İrâdesi

 

“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

 

İslâm’ın varlık nedeni olan tevhid, Allah’ın “göklerin kayıtsız-şartsız tek ilahı” olması gibi, “yeryüzünün de kayıtsız-şartsız tek ilahı” olduğu gerçeğidir. Yaratma ve irâdenin tümü O’na âittir. İnsan sünnetullah ve imtihanın bir gereği olarak kendisine verilen cüz-i irâdenin sonucunda bu duruma çomak sokmak istese de bu gerçek apaçık ortadadır. Her-şey mecbûren Allah’a dayanmak zorundadır çünkü dayanacak başka bir merci de yoktur: “Göklerde ve yerde olan ne varsa O’ndan ister. O, her gün bir iştedir” (Rahmân 29).

 

Yine Kur’ân’ın en bâriz ifâdesi ve öğretisi, “göklerdeki ve yerdeki her-şeyin Allah’ın olduğu” hakîkatidir: 

 

“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da (din de) sürekli olarak O’nundur…” (Nâhl 52).

 

İşte bu nedenle mecbûren:

 

“Göklerde ve yerde olan ne varsa, canlılar ve melekler Allah’a secde ederler ve büyüklük taslamazlar” (Nâhl 49).

 

Şeytan insanı tâ en baştan bêri sonsuz olmakla kandırmıştır. Sonsuz bir yaşam ve sonsuz bir irâde isteği insanın yumuşak karnı olmuştur:

 

 “Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü (mülkü lâ yeblâ) haber vereyim mi?” (Tâ-hâ 120).

 

İnsanın yada genel anlamda halkın cüz-i bir irâdesi vardır. Fakat bu irâde ona hem Allah tarafından verilmiştir hem de bu irâde ona sâdece “yerine getirme” aşamasında kullanması için verilmiştir. İnsanın “özgür irâdesi” vardır ama “sonsuz irâdesi” yoktur. Özgür irâdemiz hem o kadar da özgür değildir, hem de sonsuz değildir. Bu yüzden insanın cüz-i irâdesini Allah’ın irâdesine aykırı bir şekilde kullanması yasaktır ve günahtır. Zâten aksi-hâlde mutlakâ zarara ve zulme dönecek irâdeler gösterir. 

 

İnsanın “aklım ve cüz-i irâdem var” diyerek Allah’ın irâdesine uymak yerine kendi irâdesini kullanarak Allah’ın kânunları yerine kendi kanunlarını hâkim kılarak geçerli yasa yapmaya çalışması ağır bir haddini bilmezlikten başkası değildir. İnsan kimdir ki ve ne kadar aklı ve irâdesi vardır ki her-şeyi yaratan ve yaşatan Allah’ın kânunlarını terk ederek ve şeytanın, nefsin ve tâğutların yönlendirmesine kapılarak kendi sapkın kânunlarını tek geçerli yasa yapmaya kalkıyor. Bu ne kendini bilmezliktir!. 

 

Bugün T.C parlamentosu; “egemenlik, kayıtsız-şartsız milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez”. (Anayasanın 6 ve7. Maddesi) temel ilkesine dayanan, insanların Allah’ın indirdiklerinden başka ve Allah’ın kânunlarına birebir aykırı kânun ve yasa vaaz ettikleri bir kurumdur. Zâten yaptığı anayasasına Allah’ın kânun ve dînine göre bir kânun ve yasa çıkarılması yasaklandıktan başka buna atıf yapılması bile yasaktır: “Kimse, Devletin sosyâl, ekonomik, siyâsî veyâ hukûkî temel düzenini kısmen de olsa, din-kurallarına dayandırmaz…” (Anayasanın 24. maddesi).

 

Allah hem tüm kâinâtı hem de insanın varlığını en güzel şekilde yaratmış ve yine onu en üstün irâdeyi göstererek yaşatmaktadır. Böyle olmasına rağmen kısır bir akla, cüz-i bir irâdeye ama güçlü bir nefse sâhip olan insan ve genel halk kitlesi, “irâdemizi kullanıyoruz” diyerek Allah’ın kânunlarını iptâl edip, kendilerine şeytanın fısıldadığı sapkınlıkları kânun yapıyorlar. Tabi bunun sonucunda da Dünyâ aynen gökler gibi bir türlü düzene girmiyor ve nizâma kavuşmuyor. Üstelik ortaya çıkan bozuklukların, karışıklıların ve kaosun, “daha fazla halk irâdesi yâni demokrasi ile” hâlledileceği sanılıyor. Tabi bu hiç-bir zaman gerçekleşmiyor ve halkın geneli eziklik ve perişanlık içinde mutsuz yaşarken, bu durum sâdece, bulanık suda balık avlayan bir-kaç şeytan uşağının işine yarıyor. Halkın geneline ise boş laflarla ve vaâdlerle oyalanmak kalıyor.   

 

Aslında tüm irâde Hakkındır ve halkın irâdesi falan yoktur. Cüz-i irâde denilen şey de, imtihanın bir gereği olarak seçme özgürlüğüdür. İnsan bu özgürlüğü hep şeytanın ve nefsin istikâmetinde kullanmış ve hep bencil istekler ve Allahsız düşünceler yolunda kullanmıştır ve kullanmaktadır. İnsanın ne kadar da “güçlü” bir nefsi ve ne kadar da “güçsüz” irâdesi var. Buna rağmen sonsuz kudrete sâhip olan Allah’ın irâdesine uymamaktadır. Allah böylelerine şöyle seslenir:

 

“De ki: Siz, Allah’ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü?. Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır?. Yada onların göklerde bir ortaklığı mı var?. Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler?. Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vaat etmiyorlar” (Fâtır 40).

 

Modernite bir “irâdesizlik uygarlığı”dır. Lâkin irâde yâni hâkimiyet yine de Hakka değil de halka bırakılmak istenmektedir.  Tabi “halk” derken “tüm halk”tan bahsetmiyoruz, çünkü bu hiç-bir zaman olmamıştır ve olmaz da. Hâkimiyet hiç-bir zaman tüm milletin değildir ve sâdece bâzılarınındır. Sâdece halktan bâzılarının hâkimiyeti söz-konusudur. Halka ise -sözde- 4-5 yılda bir atılan oylarla irâde gösterme izni verilir. Fakat 4-5 yılda bir gösterilebilen irâde “irâde” falan olmaz. Çünkü diğer zamanlarda halk meclise tek bir öneri bile sunup da irâde gösteremez. Bu da Hakkın irâdesi yerine halkın irâdesini üstün tutanlara Hakkın bir cezâsı olmaktadır.

 

İnsanların irâdeleri her alanda ellerinden alınmaktadır. Sigara, içki, kumar, zinâ, fâiz, tıbbî ilaçlar vs. ile insanlar irâdesiz hâle gelmektedirler. İnsanları “insan” yapan, biraz da korkuları, acıları, endişeleri ve umutlarıdır. Psikolojik ilaçlar bu duyguları blôke etmek üzerine kuruludur. Bu ilaçları kullananlar, irâdelerini kaybetmişlerdir.

 

“Hâkimiyet (egemenlik) kayıtsız-şartsız milletindir” sözü tam bir küfür ve ağır bir şirktir. Çünkü hâkimiyet kayıtsız-şartsız ve sorgusuz-suâlsiz milletin değil, kayıtsız-şartsız, şeksiz-şüphesiz ve sorgusuz-suâlsiz Allah’ındır. Zîrâ hâkimiyet/egemenlik sâdece Yaratıcıya âittir.

 

Aslında insanın cüz-i irâdesi İslâm’ı seçmeye meyyâl olmasına rağmen çeşitli oyun ve dalavere ile Allahsızlığı seçmeye çevrilmiştir. Ateist, deist ve agnostikler, akıllarına, mantıklarına ve irâdelerine dayanarak Allah’ı yada dîni inkâr etmektedirler. Oysa: Göklerde ve yerde her ne varsa -isteyerek de olsa, istemeyerek de olsa- Allah’a secde eder. Sabah-akşam gölgeleri de (O’na secde eder)” (R’ad 15).

 

Târih boyunca Allah’ın irâdesi yerine kendi irâdelerini öne çıkarmaya ve hâkim kılmaya çalışanların şimdi esâmesi bile okunmuyor. Oysa Allah irâdesini ortaya koyarak her-an yaratmaya ve yaşatmaya devâm etmektedir:

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allah’ı âciz bırakacak hiç-bir şey yoktur. Şüphesiz O, bilendir, güç yetirendir” (Fâtır 44).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Devamını Oku »

Kavlî Küfür, Amelî Küfür

 

 

“Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) Sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler. Her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar” (Münâfikûn 4).

 

Hz. Âdem ile başlayıp Hz. Muhammed ile son bulan İslâm “Allah katındaki tek hak din”dir. İslâm’ı “hak” yapan ve diğer bâtıl dinlerden ayıran en temel özellik, sâdece iç-âlemlere yönelik değil, iç-âlemlerden sonra dış-âleme de yönelik olmasıdır. İslâm, iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemi de İslâm-merkezli olarak inşâ etmek ve hayâtın her alanına hâkim olmak isteyen tek din’dir. Bu nedenle İslâm’ın söylemi ile eylemi arasında bir kopukluğun, çelişkinin ve farklılığın olması söz-konusu olamaz.

 

Fakat “müslümanım” demelerine rağmen söylemleri ile eylemleri arasında çelişkiler bulunan ve söylemi ile eylemi çok farklı olan insanlar vardır ve bu insanlar çoğunluktadır. Üstelik bu durum normâl görülmektedir. Çünkü onlar İslâm’ı iyi bilmemektedirler ve diğer bâtıl dinler gibi sâdece “inandım” demekle işin biteceğini ve “inanıyorum” dedikten sonra eylemlerinde, söyleme aykırı şeylerin olmasını çok da dert etmezler. Oysa bu İslâm’ın yıkmak istediği bir sapkınlık durumudur. Çünkü Mekke müşrikleri de en yüce ilah olarak Allah’ı tanıyorlardı ve bunu çok net olarak dile getiriyorlardı ama eylemde çok farklı düşünce, inanç ve davranış hâlindeydiler. Söylemde yâni kavlen tevhide uygun konuşanlar, eylemde yâni amelde tam bir küfür durumuna düşmektedirler. Lâkin sorun şu ki, kavlî olarak açıkça küfrü dile getirmedikleri için, amelî olarak işlenen küfrü küfür olarak görmemektedirler. “İnanmadığını ve inkâr ettiğini söylemedi ki” diyerek amelde apaçık işlenen küfrü sorun etmemektedirler. Bir küfrün küfür olması için o küfrün dile getirilmesi gerektiğini sanmaktadırlar. Çünkü onlar zâten îman için de dil ile ikrâr etmeyi yeterli görmektedirler. Fakat unuttukları şey şu ki, İslâm sâdece dile değil, kâlplere ve daha da önemlisi amellere bakar ve değerlendirmeyi ona göre yapar.

 

Adam lafa gelince, “kurban olduğum Allah”, “peygamber efendimiz”, “yüce Kur’ân”, “en yüce ve üstün din İslâm” vs. gibi sözler ediyor ama, iş amele-eyleme gelince Allah’tan başka her-şeye bel bağlıyor, peygamberi değil başkalarını üstün tutuyor, Kur’ân’ın değil beşerî kitapların hükümlerine uyuyor ve onları kutsuyor, İslâm’a değil şeytânî ideolojilere ve sisteme uyuyor. Üstelik bunu yapmakla îmânına bir halel gelmediğini sanıyor. Kavlî olarak küfrü dile getirmediği için amelî olarak düştüğü küfrü küfür olarak görmüyor. Hâlbuki dile getirmese de davranışıyla küfür içinde olduğu için câhil yada kâfir olmaktan kurtulamıyor ve küfrü kavlî olarak dile getirenlerle aynı konuma düşüyor.          

 

Sünnet, Hz. Muhammed’in, resûl ve nebî olarak 23 yıl boyunca Kur’ân’ı merkeze alarak yaptığı kavlî ve fiîlî yorumlardır. Peygamber’in güzel örnekliği amelî yöndedir. O, Kur’ân’da olmayan bir şeyden bahsedemez. Rivâyetlere dayalı bir şeyi İslâm’da varmış gibi söyleyemez. O, din’de olan şeyin kavlî ve fiîlî yorumunu (Sünnet) yapar. Fakat sâdece sözü söyleyip geçmez, söylediklerine aykırı bir yaşam içinde olmaz ve olmamıştır. Örnekliği bu yöndedir. Peygamberimiz kavlî ve fiîlî anlamda küfürden uzaktı. Yoksa sâdece kavlî olarak değil. O’nun söyledikleri ile yaptıkları arasında bir tezat yoktu. İşte güzel örnekliğin bir ucu da budur.

 

Kavlî küfrü dile getirmedikleri için onların amelî küfürlerini göremeyenler yada görmek istemeyenler içinde en öne çıkan kişiler siyâsilerdir. Oysa onlar Allah’ın hükümleri yâni emir, yasak ve tavsiyeleri yerine kendi kafalarına, arzularına ve çıkarlarına göre kânunlar çıkarmaktalar ve bunları “uygulanması şart olan hükümler” olarak belirlemektedirler. Fakat küfür ve şirk işte budur ve küfür ve şirk, “O’nun kânunlarıyla hükmetmekten vazgeçerek Allah’ın ilahlığı yerine, kendi çıkardıkları kânunları yürürlüğe koyarak ilahlık taslamak”tır. Fakat buna rağmen gerek cehâletten gerekse münâfıklıktan dolayı bu kişileri, küfrü kavlî olarak yâni dil ile açıkça söylemedikleri için kâfir olarak görmemekte ve yaptıklarının da küfür olduğunu düşünmemektedirler. Bu aynen, zamânında, içerisinde Muhammed Şarâvi, Muhammed Gazâli, Yusuf El-Kardavi’nin de bulunduğu bir grup, Ocak 1989 târihinde bir açıklama yayınlayarak, Mısır’daki idârecilerin îman sahibi olduklarını, çünkü Allah’ın hiç-bir hükmünü reddetmediklerini, İslâm’ın hiç-bir prensibini inkâr etmediklerini söylemeleri gibidir.

 

Peki bir kişi bir suç işlese ve bu suçu herkes görmüş olsa, fakat suçu işleyen kişi “ben yapmadım” dese suçun cezâsından kurtulabilir mi?. Belki dümenine uydurarak Dünyâ’da suçun cezâsında kurtulabilir ama âhirette aslâ!. 

 

Hac dâhil İslâm’ın diğer emirlerini yerine getirmekle birlikte yıllarca fâiz alan bir tanıdığım, “fâiz haramdır, günahtır, yasaktır, vazgeç bundan” diye kendisi uyarıldığında, “tamam ben de biliyorum, fâiz çok günah, inkâr etmiyorum, ama para çok tatlı” diyordu. Şimdi ömrünün sonuna kadar fâiz almasına rağmen “fâizin haram ve günah olduğunu inkâr etmediği için” âhirette sorumluluktan ve cezâdan kurtulabilecek midir?.

 

İnsanlar, küfrün dil ile söylenmesine daha çok önem veriyorlar fakat amel olarak bütünüyle küfrün içinde olmuş olmalarını umursamıyorlar. Hâlbuki insan kızgınlıkla bir küfrü dile getirmiş ve sonra tevbe etmiş olabilir. Yine, kâlbi Îmanla dolu olmakla birlikte ikrah-zorlama hâlinde küfür sözü söylemiş ve sonra pişmân olmuş ve tevbe etmiş olabilir. Bu kişilerin kâfir olmadığı hem Ammar bin Yâsir örneği hem de: Kim îmanından sonra Allah’a (karşı) inkâra sapıp da, -kâlbi îmanla tatmin bulmuş olduğu hâlde baskı altında zorlanan hâriç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah’tan bir gazab vardır ve büyük azab onlarındır” (Nâhl 103) âyeti ile sâbittir. Demek ki küfrün amelî olarak işlenmesi, kavlî olarak işlenmesinden daha tehlikelidir. Çünkü orada apaçık bir eylem durumu vardır. Seyyid Kutub bu konuda şöyle der: “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, Allah’ın ulûhiyetini kabûl etmediklerini ve Allah’ın ulûhiyetini reddettiklerini îlân etmiş oluyorlar. Bunu, ağızları ve dilleriyle söylemeseler de davranışları ve pratik hayatlarıyla söylüyorlar. Davranış ve pratik hayâtın dili, kelamdan daha açıktır”.

 

İnsanlar, bile-isteye ve inanarak üfür bir sözü söylediklerinde de küfür bir ameli işlediklerinde de küfre düşerler ve kâfir olurlar. Fakat insanların tapmadığı put ve işlemedikleri küfür kalmamışken, küfrü dile getirmedikleri için yine de kâfir sayılmıyorlar. İlle de “Allah diye bir şey yoktur, vahiyler uydurmadır, peygamberler yalancıdır” gibi sözler söylemelidirler ki küfre düşmüş ve kâfir olmuş olsunlar. İyi de peygamberlerin gönderildiği tüm kavimlere mensup olan ve Kur’ân’ın kâfir ve müşrik dedikleri insanlar da zâten Allah’ı, âhireti, vahyi, peygamberliği, ibâdetleri vs. dil ile açıkça inkâr etmiyorlardı ki!. Hattâ onlar dînin kurallarını uyguluyorlardı. Fakat onlar, tüm zamanlarda ve aynen günümüzde olduğu gibi, Allah’ın değil de kendilerinin çıkardıkları kânun ve yasalara göre hareket ediyorlardı ve toplumu da buna zorluyorlardı. İşte küfür ve şirk budur, kâfirlik ve müşriklik budur.   

 

Kendilerini İslâm’a nispet ettikleri hâlde Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler küfür üzeredirler. Lâkin şurası çok önemlidir ki, böyle davranan kişilere ve onlara destek verenlere ilk önce İslâm, onların apaçık olarak anlayacakları şekilde anlatılıp tebliğ yapılmalı ve hakka dâvet edilmelidirler. Hattâ duruma göre onlara meseleyi, sindirebilmeleri için bir müddet süre de verilmelidir. Çünkü onlar gerçekten de İslâm’ın temel ilkelerinin ne olduğunu bilmiyor olabilirler ki insanların çoğu İslâm’ın ne olduğunu bilmiyor. Bu nedenle onarla apaçık dâvet yapılıp her-şey net olarak açıkça anlatıldıktan ve kendilerine belli bir süre verildikten sonra kararlarını verene dek onarla “kâfir” değil de “câhiliye” demek kanımca daha uygun düşer. Fakat sonunda meseleyi anlamış olmalarına rağmen yine de kavlî olarak küfrü dile getirmeseler de amelî küfre devâm ederlerse, artık onlar apaçık birer kâfir ve müşrik olarak anılmayı hak etmiş olurlar.    

 

 Bir kişi, eğer inanarak, doğruluğuna kanaat getirerek ve Allah’ın hükmünden üstün tutarak Allah’ın hükmünden başkası ile hükmedecek olursa, “biz Allah’ın hükmünü değil, beşerin hükmünü kabûl ediyoruz” diye küfrü kavlî olarak dile getirmese bile o zaman onun kâfir, zâlim ve fâsık olduğu netleşmiş olur. Hattâ bu kişi kavlî olarak yâni dil ile, “Allah’ın hükmü elbette daha üstündür” demesine rağmen beşerî hükümlerle hükmediyorsa da küfre düşmüş ve kâfir olmuş olur.

 

İslâm’da söylem ve eylem birliktedir. İkisi arasında bir çelişme olamaz. İslâm’a göre bir insan dil ile söylediğine davranışıyla aykırı düşemez. Yoksa en azından münâfık olarak yaftalanır.

 

Kur’ân, kişinin değerlendirmesini lafına bakarak değil kâlbine ve amel-eylemine bakar yapar. Bu yüzden de şöyle der:

 

Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti)” (Saff 2-3).

 

Buna göre, bir kişi, kavlî olarak yâni dil ile Allah’ın hükümlerini yüceltip dursa ve meselâ; “Allah’ın hükümlerinden daha üstün hüküm yoktur, Allah’ın hükümleri hâricindeki tüm beşerî hükümler şeytandandır ve zulüm ortaya çıkarır, sâdece Allah’ın hükümleri insanı hem Dünyâ’da hem de âhirette hakka-hakikate ve kurtuluşa ve mutluluğa ulaştırır” demiş olsa ama sonra da gidip mecliste Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı davranarak sigara, içki, uyuşturucu, kumar, zinâ, fâiz, haram ve günahlarını serbest bırakacak olan hüküm tasarısına onay verse ve imza atsa, o kişi söyledikleri ile değil de işledikleriyle değerlendirileceği için buz gibi bir kâfir, müşrik ve hattâ münâfık olmuş olur. Zâten kâfirlik ve müşriklik budur ve böyle olur. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:

 

“Hiç şüphesiz ki lîsân-ı hâl (kişinin ortaya koyduğu davranışlar) İslâm’da lîsân-ı mekâlden (kişinin sözlerinden) daha etkilidir. İslâm’da îtimât edilmeye en uygun olan şey, sözü onaylayan davranışlardır. Davranışın destekleyip onaylamadığı sözlere iltifat edilmez. Hattâ îmanda bile söz ve îtikâdı onaylayan sâlih amellerin olması kaçınılmazdır. Allah Hasan-ı Basrî’ye rahmet etsin, ne de güzel söylemiştir: ‘Îman temenni ve süsleme ile olacak bir şey değildir; aksine îman, davranışların kendisini doğruladığı kâlpteki inançtır’. Söz ve amel çeliştiğinde îtibâra alınacak olan ‘amel’dir; zîrâ amelin delâleti sözün delâletinden daha güçlüdür. ‘İşittik ve itaat ettik’ diyerek söz söyleyip amel edenle ‘işittik ve isyân ettik’ diyerek söz söyleyip amel etmeyen arasında ne kadar da fark vardır (değil mi?).

 

Anlatıldığına göre bir avcı soğuk bir günde üç-beş serçe yakalar. Sonra o serçeleri önüne koyarak bir-bir kesmeye başlar. Henüz sırası gelmeyen kuşlar (yaşananları) izleyip seyretmektedir. Dondurucu soğuğun ve şiddetli rüzgârın etkisiyle kesim yapan avcının gözünden yaşlar gelmektedir. Kuşlardan ikisi, bir avcıya bir de onun akan gözyaşlarına bakarlar. Birisi diğerine: ‘Şu zavallı avcıya bir baksana... Bizi kestiği için nasıl da üzülüyor?. Bize olan şefkat ve merhâmeti nedeniyle nasıl da ağlıyor?’ der. Bunu duyan diğer serçe akıllı ve zekice der ki: Sen onun gözyaşlarına değil; elinin yaptığına bak!”.

 

Bir kişi hak olan bir şeyi dil ile inkâr ettiğinde nasıl ki günahkâr oluyorsa, o günahı eliyle işlediğinde günahkâr ve hattâ kâfir olur. Tabi bir kişi dil ile doğruladığı şeyi amel ile yerine getirmediğinde de günahkâr olur ki bunun sürekli olması kişiyi küfre düşürür. Meselâ “namaz çok önemlidir, namaz olmazsa-olmazdır” dediği hâlde hiç namaza yaklaşmayan biri günahkâr olmaktan kurtulamamaktan başka, bu durumu sürdürmesi onu küfre düşürür ve kâfir yapar. Demek ki hakkı savunmak yetmez, hakkı ikâme etmek de şarttır. 

 

Kavlî olarak söylemek de aslında bir eylemdir. Bir küfür söz kavlen söylendiğinde de küfürdür. Fakat kavlen söylemediği hâlde amelen yapılan şeyler her ne kadar bir-çok insan tarafından küfür olarak görülmüyorsa basbayağı küfürdür. Hattâ amelî küfür tasdikli ve etkili olduğu için ağır bir küfür olur.

 

Amelî küfrün küfür olarak görülmemesinin nedeni, İslâm’da yâni Kur’ân ve Sünnet’de olmamasına rağmen bâzı mezhep ve târikatların; “îman ettim de kurtul”, “îman ettim dedikten sonra, 100 amelin biri sevap diğerleri haram olsa bile îman zarar görmez”, “amel îmânı etkilemez” gibi saçma-sapan sözlerdir.

 

İnsanların sözleri, abdesti, namazı, orucu, haccı vs sizi aldatmasın. Onun ne olduğu ameline göre belli olur. Daha da önemlisi, insanların namazı-niyazı ve sözleri sizi aldatmasın, onun ne ve kim olduğu parayla olan ilişkisine göre belli olur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

 

 

 

 

 

 


Devamını Oku »

19 Temmuz 2024 Cuma

Peygamberimiz’den Sonra…

 

“…Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim” (Mâide 3).

 

İslâm, Hz. Âdem’in “Allah’tan aldığı kelimeler ile başlayan ve Hz. Muhammed’e inen son vahiyle tamamlanmış ilâhî sistemin ve düzenin adıdır. Bu düzen tüm kâinatta şuursuz şekilde hâkim iken, insanlar arasında ise şuurlu şekilde hâkim olması gerektiği için, indirilen vahiyler ve seçilen peygamberler üzerinden ortaya konulmuştur. Allah’ın bu emir, yasak ve direktifleri yaklaşık 1.400 yıl önce, hem vahiy olarak indirilip tamamlanmış, hem de uygulama olarak yâni “güzel örneklik” (Ahzâb 21) şeklinde tamamlanmıştır. Böylece artık dînin esasları belirlenmiş ve “bağlayıcı olmak bakımından” söylenecek ve uygulanacak bir şey kalmamıştır.

 

İnsanlar Kur’ân’a ve Sünnet’e kıyasla yada onlardan ilham alarak bâzı şeyler söyleyebilir ve bâzı uygulama tavsiyelerinde bulunabilirler ama bunlar “bağlayıcı” yâni “din” olmazlar. Peygamberimiz’den sonra, İslâm adına, kim ne konuşmuş ve ne yapmış olursa-olsun “din’den değildir ve din’den olmadığı için “bağlayıcı” da değildir. Bunlar, beğenilen, bir meseleyi idrâk etmek için yardımcı olabilen, uygulamada kolaylıklar sağlayabilen şeyler olabilir elbette ama bunlar din bakımından aslâ ve zinhar bağlayıcı değildir.

 

Siz akıl ve mantık yürüterek ve delil ortaya koyarak birine İslâmî bir şeyi anlatmak için yorumlar yapıp İslâm’ı anlatabilir ve uygulamada Kur’ân ve Sünnet’e aykırı olmamak ve uygun olmak şartıyla kolaylaştırıcı şeyler önerebilirsiniz, fakat bunlar “bağlayıcı” olmayacaktır ve “din” hâline gelmeyecektir-gelmemelidir. Zîrâ böyle bir durumda, aynen Tevrat, İncil ve diğer kitapların başına gelen şey gelir ve din tahrif ve tahrip olur ve de din artık şeytana, nefse ve tâğutlara uygun olarak bambaşka şeyler söylemeye başlanır.

 

Oysa bir-çokları, Allah ve Peygamberimiz gibi üstün ve yüce gördüğü bir insanı; kutup, gavs, mehdi, mesih vs. îlân ederek, onun düşüncelerini, sözlerini ve önerilerini din hâline getirerek bağlayıcı olduğunu düşünmekte ve böyle inanmaktadır. Öyle ki adam, şeyhinin gördüğü bir rüyâyı bile “kutsal” kabûl ettiği için, o rüyâya dayanarak bir konu hakkında bağlayıcı bir dînî hüküm koyabilmektedir. Hattâ târihte, “mezhebimizin düşüncesine uymayan âyetlerin hükmü kalkmıştır” diyen ahmak ve kâfirler bile olmuştur. Oysa hem Kur’ân’ın indirilişi tastamamlanmıştır hem de Kur’ân-merkezli güzel örneklik olan Sünnet en ideâl şekilde hayâtın tam ortasında uygulanmış ve hâkim kılınmıştır. Bunlar bizim için kıyâmete kadar tek bağlayıcılardır ve başka bağlayıcı bir şey de yoktur. Bu yüzden artık “bağlayıcı” olacak bir düşünce, söylem ve eylemden bahsetmek söz-konusu değildir, olamaz.

 

Demek istediğimiz şu ki, Peygamberimiz son vahyi alıp halka duyurduktan ve kendisine indirilen tüm vahiylerin en güzel örnekliğini yaptıktan sonra, son nefesini verip rahmet-i rahmâna kavuştuğu anda ortada olan şey, ne eksik ne de fazla, İslâm’ın tam olarak bizzat kendisi ve tamâmıdır. Zâten böyle olduğu için din tamamlanmıştır. Peygamberimiz’in ilk vahyi aldığı andan son nefesini verdiği âna kadar geçen 23 yıllık sürede indirilen âyetler Kur’ân’ı, Kur’ân’a göre yapılan amel, eylem ve açıklamalar da Sünnet’i ve sahih Hadis’i yâni İslâm’ın esaslarını oluşturmuştur. Tabi Sünnet ve sahih hadisler, “Kur’ân var” diye vardırlar, yoksa Kur’ân olmasa Sünnet ve hadisten de bahsedilmezdi. Dolayısı ile onların Kur’ân’a uygunluğu olmazsa-olmazdır. Kur’ân’a aykırı yada uygun olmayan hiç-bir Sünnet uygulaması ve hadis söylemi makbûl ve geçerli değildir. Zâten Sünnet ve hadisler ancak Kur’ân’ın tebliği, dâveti, anlaşılması ve yaşanması noktasında devreye girerler. Yoksa onlar yeni bir din vâz etmemektedirler ve zâten böyle bir şey de yapamazlar. Sünnet ve sahih hadisler açıklama-idrâk ve uygulama noktasında önemli ve geçerlidir. Sünnet ve sahih hadisler açıklama ve uygulama noktasında bağlayıcıdırlar. Sünnet ve sahih hadisler, “İslâm’a paralel dinler” değil, “İslâm’a paralel uygulamalar”dır. Çünkü İslâm sâdece “bilinmek” için değil, bilindikten sonra “yaşanmak” ve “hâkim kılınmak için” vardır ve bu sâdece İslâm ‘a mahsus bir şeydir.

 

Dolayısıyla İslâm’ın ana-ilkelerinin ve esaslarının kaynağı elbette Kur’ân’dır. Sünnet ise Kur’ân’a göre olan amel, eylem ve davranışlarken, sahih hadisler ise, Kur’ân’ın tebliği ve dâveti sırasında yapılan açıklamalardır. Bunlardan başka ne Kur’ân’a Peygamberimiz’den sonra yapılan yorumlar, te’viller ve tefsirler, ne de Peygamberimiz’den sonra Sünnet ve hadis diye anlatılan hurâfelerin, yalanlar ve zırvalıkların İslâm’ın esasları ve bağlayıcılığı ile bir ilgisi vardır. İslâm’ın esasları, Peygamberimiz’in son nefesini verdiği andan îtibâren son şeklini almış olarak son bulmuştur. İslâm, Peygaberimiz’in son nefesini verdiği anda ortada câri olan şeydir. Ondan sonra yapılan yorum, te’vil, tefsir, anlatı, rivâyet vs. müslümanların, bildiklerine, duyduklarına ve anladıklarına göre söyledikleri ve yazdıklarından başkası değildir. Bunları kim söylemiş olursa olsun bunlar zinhar İslâm’ın esaslarından değildir ve aslâ bağlayıcı falan değildir.

 

Yine, Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan, şia, hâriciye, mürcie, ehl-i sünnet, mutezile, mezhepler, meşrepler, mistik-ezoterik-batınî düşünceler, tasavvuf, târikat, hadis, fıkıh, kelam, tefsir, felsefe ilimleri, cemaatler, hizipler, partiler, akımlar tarafından düşünülen, yazılan, konuşulan, yapılan vs. hiç-bir şey İslâm’ın esasları değildir, bu nedenle bir bağlayıcılığı yoktur. Yine modernizm adına modernlerin söyledikleri, yazdıkları ve konuştukları da İslâm’ın esasları falan değildir, bu nedenle de bağlayıcı değildirler. Bunlar herkesin kendince “İslâm’ın esasları” adına söyledikleri, yazdıkları ve yaptıklarıdır. Bunların hiç-biri olmasaydı, İslâm’da zerre kadar bir eksiklik olmazdı. Hattâ Peygamberimiz vefât ettiği anda kıyâmet kopmuş olsaydı bile, İslâm yine de eksiksiz ve tastamamlanmış olarak ortaya konulmuş olurdu.

 

Mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf vs. Bunların ortaya çıkışı, din-kaynaklı değil, siyâset-kaynaklıdır. Bu konuda dîni, siyâsetlerine âlet etmişler ve sanki oluşturdukları bu siyâsî akımlar, dînî bir konuymuş gibi gösterilmiştir. İslâm târihinde ortaya çıkmış olan bu akımların hiç-biri, Kur’ân ve Sünnet’ten başka “İslâm’ın esasları” adı altında bir şeyler ortaya koyamazlar ve bunlara “bağlayıcıdır” diyemezler. Çünkü bunlar sâdece, İslâm’ın esasları olarak kabûl ettikleri şeylerdir. Üstelik bakıldığında hemen hepsi de birbirine aykırı düşünceler ürettiği gibi, birbirlerine az-çok düşman olmuşlardır.

 

İnsanın samîmi ve gayretli olarak Allah için verdiği emekler ve yaptıkları şeyler samîmiyeti ve gayreti gösterme açısından değerlidir. Fakat şu iyi bilinsin ki; Peygamberimiz son nefesini verip gözlerini kapadığında ve dolayısıyla artık vahyin inişi ve vahyin en güzel uygulaması olan güzel örneklik olan Sünnet uygulaması son bulup tamamlandıktan sonra, 1.400 yıl boyunca söylenen, yazılan, konuşulan, düşünülen vs. tüm sözler, düşünceler, yazılar vs. bir-anda yok olsa yada unutturulsa, İslâm dînine zerre kadar bile bir eksiklik gelmiş olmaz. Peygamberimiz’den ve vahiyden sonra diller lâl olmuş olsaydı ve hiç kimse hiç-bir şey düşünmemiş, konuşmamış (şu benim yazmış olduğum satırlar, kelimeler ve harfler de dâhil) yazılmamış ve söylenmemiş olsaydı bile yine de İslâm’a atom-altı parçacık kadar bile halel gelmiş olmazdı ve İslâm’da en küçük bir eksiklik olmazdı. Çünkü Allah 1.400 yıl önce şöyle demiştir: “Bugün size dîninizi tamamladım” (Mâide 3).

 

Evet; Peygamberimiz “yüce dosta” diyerek son nefesini verdiği andan îtibâren bugüne kadar, kim ne söylemiş olursa-olsun, tasavvur edilen, düşünülen, konuşulan, söylenen, yazılan (yazı, makâle, dergi, kitap vs.) amel, eylem, görüş, yorum, te’vil vs. hiç-birinin İslâm adına bağlayıcılığı yoktur. Bunlar içinde bir şeyin anlaşılmasında ve uygulamanın kolaylaştırılması noktasında Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırı olmayan ve uygun olan bir şeyler varsa bunlar elbette kullanılabilir, gündeme getirilebilir. Fakat bunların Kur’ân ve Sünnet’te olduğu gibi tüm zamanlar ve mekânlar için kıyâmete yada belli bir süreye kadar bir bağlayıcılığı yoktur. Bir meseleyi anlamak için söylenen yada yazılan bir şeyi okumak yada önerilen bir şeyi uygulamak normâldir, doğaldır. Bu açıdan faydalıdırlar. Fakat bunlar İslâm’ın esaslarından değildir ve İslâm adına bir bağlayıcılıkları yoktur ve de hiç-bir zaman da olmayacaktır.

 

Peygamberimiz’den sonra; halifeler, şia ve hâriciye başta olmak üzere, fırkaların, hiziplerin, partilerin, grupların, mezheplerin, meşreplerin, târikatların, tasavvufun, bâtınîliğin, hükûmetlerin, parlamentoların, cemaatlerin, akımların, fraksiyonların, gavsların, kutupların, mezhep imamlarının, şeyhlerin, imamların, hoca-efendilerin, âlimlerin, üstadların, lîderlerin, ana-yasaların, şeytanın, nefsin, insanın, aklın, mantığın, beşerî-tâğûtî kânun, kural ve yasaların, kahramanların, önderlerin, zenginlerin, şöhret-sâhiplerinin, dehâların, ideolojilerin ve ideologların, felsefelerin ve felsefecilerin, ilâhiyatçıların, akademisyenlerin, bilim-adamlarının, doç.ların, prof.ların, modern-bilimin, teknolojinin vs. ne kadar beşerî-insânî olan tasavvur, düşünce, söylem, eylem ve uygulamalar varsa, Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olsun yada olmasın, bunların düşünmüş, söylemiş, yazmış ve yapmış olduğu hiç-bir şey, hiç-bir şekilde İslâm adına geçici yada kalıcı olarak bağlayıcı değildir, olamaz. Bunların düşünmüş, konuşmuş ve yazmış olduklarından, Kur’ân’ı anlamak ve daha kolay uygulamak için yararlanılabilir elbette. Yazılmış onca kitap içinde çok doğru ve meseleyi idrâk ettirici sözler ve düşünceler vardır elbette. Temel esaslara aykırı olmamak kaydıyla bunlar okunabilir ve  bunlardan faydalanılabilir. Lâkin şunu unutmamak gerekir ki, bunların hiç-biri hiç-bir zaman İslâm’ın esaslarına dâhil edilmeyecek ve bağlayıcı olmayacaktır. Çünkü İslâm’ın, vahiy olarak indirilmesi tamamlandığı gibi, nasıl uygulanacağı da Kur’ân’ın “en güzel örneklik” dediği şekilde uygulanmıştır: “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

 Kur’ân İslâm’ın esâsı olarak, Sünnet ise, Kur’ân esâsına göre “en güzel ve ideâl yaşama örnekliği” olarak kıyâmete kadar bağlayıcıdır: Başka da bağlayıcı hiç-bir söz ve uygulama yoktur.

 

Peygamberimiz ile birlikte İslâm’ın ilmi de, bilinci de, uygulaması da nihâyete erdirilmiş ve bağlayıcı olarak kıyâmete kadar tescillenmiştir. Bu nedenle Peygamberimiz’den sonra kim ne demiş ve ne yapmış olursa-olsun bağlayıcı değildir. Çünkü bu din Allah’ın dînidir ve kimsenin babasının malı değildir. Artık ya Kur’ân ve Sünnet örnekliği merkezinde bir din anlayışı ve uygulayışı yaparsınız yada Allah ve Peygamber gibi ve onlar kadar üstün gördüğünüz âciz kişilerin ve kurumların kıçlarına sokulmak zorunda kalırsınız.

 

“Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir” (Müzzemmil 19).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2024

 

Devamını Oku »