9 Aralık 2024 Pazartesi

Çobanlık Üzerine..

 

“Ellerimizin yaptıklarından kendileri için nice hayvanları yarattığımızı görmüyorlar mı?. Böylece bunlara mâlik oluyorlar. Biz onlara kendileri için boyun eğdirdik; işte bir kısmı binekleridir, bir kısmını(n da etini) yiyorlar. Onlarda kendileri için daha nice yararlar ve içecekler vardır. Yine de şükretmeyecekler mi?” (Yâsîn 71-73).

 

Çoban: “Genellikle bir ücret karşılığında sığır, davar, manda gibi hayvan-sürülerini güderek otlatan, onlara göz-kulak olan kimse. Koyun, keçi, sığır, manda sürülerini otlatan kimse. Farsça çoban veyâ şupan yada şiwan; “davar güden” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük orta*Farsça aynı anlama gelen şupan sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Avestaca aynı anlama gelen yazılı örneği bulunmayan fşu-pana- sözcüğü ile eş-kökenli olabilir; ancak bu kesin değildir. Bu sözcük Avestaca fşu, “davar” ve Avestaca pana, “koruyan, gözeten” sözcüklerinin bileşiğidir.

 

Çobanlık günümüz modern zamanlarda hor görülen bir meslektir ve çobanlar da düşük, ezik ve zavallı insanlar olarak görülse de öyle değildir ve hiç-bir zaman da öyle olmayacaktır. Zîrâ evcil çiftlik hayvanları hep olacağına göre çobanlar ve çobanlık da hep olacaktır. Her-şeyi ve herkesi kendi bâtıl değer-ölçüsüne göre yargılayan ve değerlendiren modernite, değer belirleyen kesin ve yegâne ölçü değildir. Meselâ İslâm’da çobanlık “peygamber mesleği” olarak en üstün meslektir. Zâten târih-bilimi de çobanlığı düşük gösteremez. Zîrâ nice krallar ve toplumlar vardır ki çobandırlar. Bırakın başkasını, bizim Türkler de târih boyunca hep çobanlık yapmıştır. Müslümanlıktan önce olduğu gibi İslâm’dan sonra da Selçuklu ve Osmanlı Anadolu’ya sürülerinin ardından gelmiştir.

 

Eski ataları çobanlık yapmayan bir toplum yoktur. Zîrâ ilk-insan olan Hz. Âdem ve o’nun çocukları da tarım-hayvancılık genel adı altında çobandılar. Zâten ilk-insan mecbûren çobanlık-çiftçilik yapmak zorundaydı. Çünkü başka yapılacak bir iş yoktu. O-hâlde ilk-insan ve ilk-peygamber olan Hz. Âdem çobandı. Onun oğulları yada torunları olan Hâbil ile Kâbil de tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu ve Kâbil tarım, Hâbil ise hayvancılık yapıyordu yâni Hâbil çobandı.

 

Çobanlık peygamber mesleğidir.             Hz. Âdem’den sonra oğulları-torunları ve ondan sonra gelen nesli de çobanlık yapmıştır. Daha sonra gelen Hz. Sâlih deve-çobanı idi. Hz. Sâlih’in devesi meşhurdur. Hz. İbrâhim büyük sürülere sâhip olan bir çobandı. Zâten o’nun oğlu ve torunu olan Hz. Yâkub ve Hz. İshak da çobandılar. Hattâ Hz. Yûsuf tarım işlerinden çok iyi anlayan bir çiftçi idi ki, yaptıkları işlerle Mısır’ı kıtlıktan kurtarmıştı. Yine Hz. Eyyûb da çobandı ve büyük sürüleri vardı. Hastalandığında sürüsünü büyük ölçüde kaybetmişti ama şifâ bulunca yeniden büyük sürülere sâhip olmuştu. Hz. Şuayb çobandı ve sığırları ve koyunları vardı. Zâten daha sonra ona dâmat olan Hz. Mûsâ da uzun yıllar çobanlık yapmış ve çobanlığı meslek edinmişti. Hz. Dâvud’un da çobanlık yaptığını Peygamberimiz söyler. En son olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed de çobanlık yapmıştı. Peygamberimiz’in, çobanlık yaptığıyla ve çobanlık hakkında şu hadisleri vardır:

 

Peygamberimiz bir-gün: “Allah Teâlâ’nın gönderdiği her peygamber mutlakâ koyun gütmüştür”. buyurdu. Bunun üzerine sahâbileri: “Siz de mi koyun güttünüz, yâ Resûlûllah?” diye sordular. Peygamberimiz: “Evet, ücret karşılığında Mekkelilerin koyunlarını güderdim” buyurdu (Buhârî, İcâre, 2, Enbiyâ, 29; İbn-i Mâce, Ticâret, 5).

 

Bir başka hadiste şöyle buyurmuşlardır: “Mûsâ -aleyhisselâm- peygamber olarak gönderilmişti, kendisi koyun güderdi. Dâvud -aleyhisselâm- peygamber olarak gönderilmişti, o da koyun güderdi. Ben de peygamber olarak gönderildim ve Ecyad’da âilemin koyunlarını güderdim” (İbn-i Sa’d, I, 126).

 

Çobanlık ve çobanlar hakkında da şu hadisler vardır:

 

Peygamberimiz; “hayırlı mâişet yolunu tutanlardan biri, bir tepenin başında veyâ vâdinin içinde koyunlarını otlatan kimsedir. Bu zât namazını kılar, zekâtını verir, ölünceye kadar Rabbine ibâdet eder ve insanlara hep iyilik yapar” (Müslim, İmâret, 125; İbn-i Mâce, Fiten, 13) buyurarak çobanlığın fazîletli mesleklerden biri olduğunu ifâde etmiştir.

 

Peygamberimiz; “sükûnet ve vakar, koyun besleyenlerdedir” buyurmuştur. (Buhârî, Menâkıb, 1; Müslim, Îman, 84/52).

 

Fitne zamânında yapılacak en iyi şeyin çobanlık olduğunu da söyler:

 

“Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri tâkip edeceği, koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dînini fitnelerden kaçırmış olur” (Buhârî, İman 12, Bed’ü'l-Halk 14, Menâkıb 25, Rikak 34, Fiten 14; Muvatta, İsti’zan 16, [2, 970]; Ebu Davud, Fiten 4, [4267]; Nesâî, Îman 30, [8, 123, 124]).

 

“Fitne zamanlarında kişi, kendi hayvanının etinden-sütünden yer-içer. O kişi insanların en hayırlısındandır”.

 

“Fitne zamânında insanların en hayırlısı, dağ başında koyununun etinden-sütünden yiyendir” (Râmuz el e-hadis, 280. sayfa, 11. hadis).

 

Şu da mânidardır ki, dağlarda çobanlık yapmış olan peygamberler, vahiyleri ilk-başta hep dağda almışlardır. Çobanlar da dağda dolaşırlar. Böylece peygamberler dağa alıştırılmışlardır. 

 

Çobanlık, modern insanın zannettiği ve aşağıladığı gibi düşük değil, onurlu ve saygın bir iştir. Modern insan çobanların ürettiği, besleyip-büyüttüğü ve yetiştirdiği hayvanların etini domuz gibi yediğini düşünmez ve kendi aşağılık durumuna bakmaz da çobanlığı ve çobanları kötüler ve aşağılar. Oysa sâdece peygamberler değil, nice nam salmış krallar vardır ki çobandırlar ve “çoban-krallar” diye anılırlar. Meselâ On-ikinci Hânedanlık döneminde Nil Deltası’nı işgâl ederek Antik Mısır’ın İkinci Orta Dönemini başlatan Asya kökenli kavin olan Hyksos’lar (M.Ö. 1674-1549 ?) çoban-krallardır. Zâten isimleri de “kral” anlamına gelen “hyk” ile “çoban” anlamına gelen “sos”tan meydana gelir. Kral olmuş çobanlardı bunlar.

 

Târihte en çok kutsanan mesleklerden birisiydi çobanlık. Öyle ki, mitolojide çoban-tanrılar bile vardır. Çoban Dumuzi yada Temmuz çoban ve bereket tanrısıdır. Bu-arada karısı da İnanna yada İştar olarak bilinen bir tanrıçadır. Çobanlığa ve çobanlara verilen değere ve makâma bakar mısınız!. Yine yarı-keçi yarı-insan olarak tasvir edilen Pan da çobanların ve sürülerin tanrısıdır. Zâten “pan-ik” sözü de buradan gelir. Korkunç görünümü ve çıkardığı tiz ses ile herkesi korkuturmuş.

 

Peygamberler hep tarım ve hayvancılık, dolayısıyla çobanlık yapmışlardır. Bu nedenle İslâm hep, tarım-hayvancılık ve küçük esnaf-zanaatkâr-tüccar olan merkezlerde tezâhür etmiştir. Bundan; “Allah’ın peygamber gönderdiği yerler, tarım ve hayvancılık yapılan, dolayısıyla çobanların bolca bulunduğu yerler olması gerekir” sonucu çıkar. Avrupa, Yunan, kuzey bölgelerine peygamberlerin gönderilmemesinin bir nedeni de bu olabilir.

 

Peygamberlerin hemen-hemen hepsi çobanlık yapmıştır. Bu, hem bir tevâzu-tâlimi, hem mahlûkâtın hissiyâtını anlayıp merhâmeti öğrenme, hem de insanları sevk ve idârenin ana-kriterlerini kavrama merhâlesi idi. Çobanlık yapan kimselerde, tefekkür ufku, vakar ve merhâmet duygusu çok gelişir. Peygamberimiz’de bu özellikler ziyâdesiyle vardı. Zîrâ Peygamberimiz, amcası Ebû Tâlib hayatta iken ve ticârete başlamadan evvel bir müddet çobanlık yapmıştır. Bu meslek, Araplar arasında basit, sıradan bir meslek değil, eşrâf ve zengin çocuklarının da yaptığı bir işti. Zâten zengin olan Araplar, çocuklarını küçük yaşlarda çöldeki çobanların yanlarına gönderirlerdi.

 

Bir yazıda çobanlık ve çobanlar hakkında şunlar söylenir:

 

“Çocukluğumda tanımasam da adı efsâneleşmiş, dürüstlüğün timsâli çobanlar dinlemiştim. Gençliğimde tanıdığım çobanlar eskisi kadar kutsanan, önemsenen bir iş yapıyor olarak kabûl edilmezdi. Hattâ çobanlık mesleği (evet, çobanlık bir meslektir), toplumsal hiyerarşide epey gerilemiş, çobanlar da yoksul, ‘yaşamını sürdürecek daha geçerli yetenekleri olmadığı için bu işi yapan insanlar’ olarak görülürlerdi.

 

Çobanı, ‘koyun ve keçi sürülerini otlatan kimse’’ diye tanımlar Türk Dil Kurumu. Ancak günlük hayatta beceriksiz ve iş yapamayana ‘sen çoban bile olamazsın’ söylemi ile basit olarak gördüğümüz, kiminin ‘dağdaki çoban ile benim oyum bir değil’ diyerek kendisi ile eşit dâhi görmediği kişi. Kimi-zaman da karşıdakini küçük düşürmek hattâ aşağılamak için kullanılan tâbir.

 

Çobanlık, şimdiki modern ismi ile sürü yöneticisi. Günümüzde tercih edilmeyen, önemini kaybetmiş ve hor gördüğümüz bir meslek. Çobanın genel olarak görevi; hayvanları otlatır, besler, sular, korur ve bekçiliğini yapar, hayvanların sağlığını korur, üremelerini sağlar, hayvanları kırkar, sütlerini sağar. Genel olarak böyle olmakla birlikte çobanlık mesleğinin en önemli özelliği peygamber/ler mesleği olmasıdır. Hz. Âdem’den son Peygamber Hz. Muhammed’e (sav) kadar tüm peygamberler çobanlık yapmıştır. Çobanlık makineleşmeyle yeri doldurulamayacak bir meslek olduğu için en çok iş-gücü açığı çobanlıkta kendini hissettiriyor”.

 

Batı, çok uzun yıllar boyunca; Yunan, Büyük İskender ve Roma, kendi dışındaki, kendileri gibi konuşmayan, düşünmeyen ve yaşamayanları  “barbar” olarak adlandırmıştır. Bu aşağılama batı’lılarda öyle bir yerleşmiştir ki, daha sonra batı’lılar kendileri gibi konuşmayan, düşünmeyen, yaşamayan ve görünmeyenleri “köylü” yada “dağdaki çoban” olarak adlandırmıştır ve bu hâlen de devâm eder. Türkiye’de bu söylem yada düşünce, Balkanlardan gelen göçmen kökenlilerin bâzılarında ama özellikle Türkiye’yi babalarının malı ve kendilerini memleketin sâhipleri zanneden sabetayistlerde çok vardır. Türkiye’nin asıl “kurtuluş savaşı” olan Çanakkale Savaşı’nda bunlardan kim vardı ki!. Türkiye’yi kurtaran ve hâlen besleyenlere, “câhil köylü” yada “dağdaki çoban” diyenlerin kendileri hiç-bir bok değildirler. Bu-bağlamda, vergi verdiği için kendisini üstün gören ve; “dağdaki çobanla benim oyum eşit meselâ, niye?” diyen kişiye çobanlar da şöyle demeliydi; “kentteki bir sürtük ile benim oyum bir olamaz”.

 

“Islığı dağı-taşı sarmış ama güttüğü iki keçi” sözünde olduğu gibi, daha iki keçiyi güdemeyecek olan yada bir tâne çocuğa bile yardımcısız bakamayacak olan kişilerin, yüzlerce koyunu-kuzuyu-keçiyi kolayca güdebilen ve yönetebilen çobanlara söz söyleme hakları da hadleri de yoktur. Zîrâ bu, “çobanın güttüğü sürünün içinde güdülen bir koyunun çobanı hakir görmesi” gibi absürd bir şey olur.   

 

Çoban olmak için ilk-önce “sürüden” ayrılabilmeyi göze alabilmek gerekir. Sürüden ayrılmayı göze alamayanlar “çoban” olamazlar da diğer koyunlarla birlikte sürüye uymak zorunda kalırlar. Bu yüzden, çimene bile basmaya korkanların, dağları yurt edinmiş olan çobanlara söz söylemesi ağır bir hadsizlikten başkası değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2024

 

Devamını Oku »

Günah ve Haram İle Aldatmak

 

“Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yiyicilikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür” (Mâide 62).

 

Günah: “Cezâyı gerektiren amel. Dîne aykırı iş. Allah’ın emirlerine uymayan hareket”.

 

Haram: “Din kurallarına aykırı olduğu için yasaklanmış olan, yenilmesi, içilmesi, yapılması, söylenmesi vb. uygun olmayan, din’ce yasak olan. Yasa-dışı yollardan elde edilen, hak ederek kazanılmayan”.

 

İnsan ancak Allah’ın dîni olan İslâm ve İslâm’ın zikri ve Kitab’ı olan Kur’ân ile tatmin bulur. Fakat kâlpler ve ruhlar İslâm’la ve “sevap ve helâl” ile tatmin olmayınca, nefisler mecbûren Dünyâ, dolayısı ile harama ve günaha yönelerek haram ve günah ile tatmin olmak isterler. İnsan yüce hedeflerden yoksun olunca, ancak günah ve haramlarla teselli bulabilir.

 

Üzerlerine azap inen kavimlerin işledikleri günahların ve haramların tümü ve daha fazlası şu-an modern dünyâda modern insan tarafından hırsla işlenmektedir. Bu haramların ve günahların cezâsı “salgın” hâlini almıştır ve insanlar artık kolayca günah ve haram ile aldatılabilir hâle gelmiştir. Zîrâ modernizm bir haram ve günah uygarlığıdır ve insan haram ve günahtan başka sunabileceği bir şey yoktur.

 

Dîne, îmâna, vicdâna, merhâmete adâlete, takvâya, ahlâka, sevaba ne kadar mesâfe konursa, harama ve günaha o kadar çok alan açılmış olur. Modern dünyâda bu alan ardına kadar açık olduğu için modern insan harama ve günaha fenâ hâlde alışmıştır ve günah ve haram işe çok kolay bir şekilde aldatılmaktadır. 

 

İnsanlık-târihinin en büyük yanlışı ve sonuçta başına gelen felâketi, rasyonâlizm, hümanizm, liberâlizm ve modernizm adına “insanı sınırsızca serbest bırakmak” olmuştur. Bu serbestliğin bâriz ve kaçınılmaz sonucu harama ve günaha alışmak, dolaysı ile günah ve haram ile kolayca aldatılmak olmuştur-olmaktadır. Modern insanı aldatmak istiyorsanız bunu en kolay olarak haram ve günah ile yapabilirsiniz. Ona haramı ve günahı göstermeniz yeterlidir, gerisini o hâlleder. 

 

Günah, haram, ayıp, suç, kötü, çirkin, çirkef vs. gibi gayrı-meşrû olan şeyler; aşırı izlenmeyle, okumayla, dinlenmeyle, konuşmayla meşrûlaştırılıyor. Meşrûlaştırılan şeye alışmak kolay oluyor ve bunlarla aldanmak kolaylaşıyor. Zâten lâik-seküler-modern ülkelerde, vergisi verilen günahlar ve haramlar (sigara, içki, kumar, zinâ, fâiz) günah ve haram olmaktan çıkıyor. Böyle olunca da bunlara alışmak kolaylaşıyor ve yaygınlaşıyor. İnsan ise alıştığın şeyin kölesi olduğu için onu alıştığı şeylerle aldatmak çok basitleşiyor. İnsan en çok da fizîki ve sosyâl yönden zararlı olanlara alıştığı için en çok da bunlarla aldatılıp-kandırılıyor. 

 

Modernizm bir günah ve haram uygarlığı olduğu için, modern Dünyâ ve modern kentler, haram ve günah işlemeden ve de harama ve günaha bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir Dünyâ ve kent hâline gelmiştir. Zîrâ modern insan, haram işlemekten ve günaha girmekten değil, haram işleyememekten ve günaha girememekten korkar hâle gelmiştir ve getirilmiştir. Bundan dolayı artık haram ve günah işleyemeyecek olma olasılığı insanları fenâ hâlde korkutmaktadır. Çünkü günah öyle bir şeydir ki, günaha girme olasılığı ve hayâli bile insana zevk verir. Bu nedenle günahkârlar sürekli günahkâr alanlarda bulunmak isterler ve “günahsız alan”dan ise nefret ederler. Modern kentler, günaha girmeden yaşanılamayacak ve yaşlanılamayacak olan yerlerdir.

 

Din, insanları haramdan ve günahtan kurtarmak isterken; modern-seküler sistem ise din’den kurtarmak ister. Böylece insanları, varlığını ve hayâtiyetini devâm ettirebilmesinin en önemli ayakları olan harama ve günaha kolayca alıştırır ki zâten insanları sürekli olarak haram ve günah ile aldatıp durur ve alabildiğine sömürür.

 

Bir şeye olan körü-körüne olan aşırı bağlılık ve alışkanlık, o şeyin günahlarını-kötülüklerini görmeyi blôke eder. Böylece günah ve haram iyi bir şey zannedilmeye ve savunulmaya başlanır.

 

Harama ve günaha alışmanın ve sonuçta bunlarla aldatılmanın en başta gelen nedeni, âhireti hiç hesâba katmamak ve Dünyâ-hayâtına aşırı bağlı olmaktır. Dünyâ-hayâtını âhirete tercih etmek günah ve haramdır. Âhirete rağmen Dünyâ’yı tercih etmek aynı-zamanda bir cezâdır.

 

Depremi tetikleyen şey, komplô teorisyenlerinin söyledikleri gibi; HARP teknolojisi, fayları harekete geçiren çubuklar, sinyâller ve petrôl kuyularına atılan bombalar falan değildir. Depremi tetikleyen şey; adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, şirk, küfür, fitne, fesat, nifak, haram, günah, ayıp, suç ve zulümlerdir. Deprem ve diğer “doğal” felâketler bunların sonucunda ortaya çıkan cezâlardır. Allah istese fayların yavaş-yavaş kırılmasını da sağlayabilirdi ve böylece yıkım olmazdı. Fakat sünnetullah ve imtihan nedeniyle ısrarla işlenen haramlar ve hırsla yapılan günahlar böyle sonuçları ortaya çıkarıyor. Şunu unutmamak ve hesâba katmak gerekir ki, bu sonuç sâdece meydana geldiği yerde fizîki yıkımları değil, ülkenin tümünü etkileyen ekonomik yıkımları da berâberinde getiriyor.

 

İslâm’da zinâ apaçık bir haram ve günahtır hattâ suçtur da. Lâik-modern Türkiye'de zinâ haram ve günah olmadığı gibi, kerhâneye gitmek de suç değildir. Bu nedenle zînâ yapmak da suç değildir. Resmî kayıtlara göre Türkiye’de 61 tâne kerhâne vardır. Bu da Allah’ın “günah” diyerek haram kıldığı zinâyı meşrûlaştırmaktadır. Bu meşrûlaştırmaya yâni harama ve günaha, “oy vererek” halk da katılmış olmaktadır.

 

Müslümanlar da artık harama ve günaha karşı duyarsızlaşmışlardır. İslâm’ı ibâdetten ibâret görenler, ibâdet ettikten sonra her haramı ve günahı kolayca işleyebilmekte, her kötülüğü hiç çekinmeden yapabilmektedirler.

 

Günah, suç, haram, ayıp, kötü, çirkin, çirkef vs. gibi gayrı-meşrû olan şeyler; aşırı izlenmeyle, okumayla, dinlenmeyle, konuşmayla meşrûlaştırılıyor. Meşrû görülen şey ile kandırılmak çok kolay oluyor.

 

Suç, günahtan, hattâ şirkten bile üstün tutuluyor. İnsanlar seküler kânunların “suç” dediğinden korkuyorlar da, Allah’ın “günah” dediğinden korkmuyorlar. Yasaklar, günahlardan daha çok etki ediyor. Oysa yasağın cezâsı kolay, haramın ve günahın cezâsı zordur. Günah ve haram önemsizleştirilince insanları günah ve haram ile aldatmak kolay oluyor.

 

İnternet ve sosyâl-medyanın bâzı yararları vardır ama zararları daha büyüktür. Zîrâ internet ve sosyâl-medyada harama ve günaha düşmek ve haram ve günah ile kandırılıp-aldatılmak çok kolay oluyor.

 

Bir günahın ve haramın Dünyâ’daki cezâsı, “daha fazla haram ve günah” oluyor. Haram ve günah arttıkça insanları bunlarla aldatmak kolaylaşıyor ve hattâ meşrûlaşıyor.

 

Bilim ve teknolojinin de “sevap” ve “haram günah” olanları vardır. İnsanlar modern-bilim ve teknolojik haram ve günahlar ile kandırılıp-aldatılıyor.

 

Allah’ın indirdikleri ve belirledikleri varken insanın keyfine ve çıkarına göre hareket etmesi, haram, günah ve ayıptır. İnsanlar haz, zevk, konfor, rahatlık, keyif ve eğlence ile kolayca haram ve günaha yönlendirilerek aldatılıyor.

 

Haram ve günahı ekrandan izleyince o şey haram ve günah olmaktan çıkmaz. İnsanlar ekran aracılığı ile harama ve günaha yönlendiriliyor ve aldatılıyor.

 

Bunlardan dolayı, modern “haram ve günah dünyâsı”na karşı içinde bir bulantı duymayanlar, henüz çiğlikten kurtulamadıkları için haram ve günahın insanı götüreceği kötü sonuçları idrâk edemedikleri için aldanmaya devâm etmektedirler.

 

Şu da var ki, günah ve haram, kesintisiz sürdürülebilir bir şey değildir. Bir noktadan sonra cezâ yetişiverir. İnsanın işlediği haramlar ve girdiği günahlar, onun “Dünyâ’da gördüğü ve âhirette göreceği cezâlar”ın nedenidir.

 

Kur’ân’ın; etimolojik değerlendirilmesine, kelimelerinin-kavramlarının didiklenmesine, te’viline-yorumuna gerek olmayan ve “işlendiğinde affedilmeyecek tek günah” olan apaçık bildirisi şudur: “Allah’tan başkalarının hüküm (kânun-yasa) koyması şirktir”. Şirk “affedilmeyecek olan tek günah” olmasına rağmen şirk konusu gizleniyor, gündem edilmiyor ve bu yüzden insanlar açık yada gizli şirk günahı ile aldatılıyor ki en büyük felâket budur.

 

Allah Kur’ân’da haram ve günah olanın neler olduğun farklı yerlerde ve farklı şekilde dile getirir ve insanların bunlardan uzak durmasını emreder:

 

“De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiç-bir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin, yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -Sizin de, onların da rızıklarını biz vermekteyiz-. Çirkin-kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz” (En-âm 151).

 

“Öyleyse, Rabbinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkâr veya nankör olana itaat etme!” (İnsan 24).

 

Çünkü:

 

“Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram yiyicilerdir (Mâide 42).

 

 “Ancak tövbe eden, îman eden ve sâlih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Furkân 70).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2024

 

Devamını Oku »

Hakîkati Kim Belirler?

 

“Hak/Hakîkat (el-hakku) Rabbinden (gelen)dir. Şu-hâlde sakın kuşkuya kapılanlardan olma! (Bakara 147).

 

Allah “mâliki yevmiddin” yâni din/hesap-gününün sâhibidir. Bu, “âhirette (hiç kimsenin karşı çıkamayacağı şekilde) hakîkatin tek belirleyicisi” olması demektir. Tabi bu, “sâdece âhiret-gününde sözünün geçmesi ve -hâşâ- hakîkati sâdece âhirette belirleme yetkisi olması” demek değildir. Allah âhirette olduğu gibi Dünyâ’da da hesap-görücüdür ve bu nedenle Dünyâ-gününün de mâliki olduğu gibi, (birileri bâtıl ve çatlak sesler çıkarıp dursa da) Dünyâ’da da hakîkati sâdece Allah belirler.

 

Allah’ın hakîkati belirlemesi “Allah’ın bildirdikleri ile olur ki bu da insanlık-târihi boyunca indirilmiş olan tüm vahiylerin özünü içinde barındıran Kur’ân ile olur. Tabi hakîkati belirlemek sâdece söz ile olmayacağı için ve hakîkat mutlakâ amel-eylem ile de ortaya konulması gerektiğinden dolayı, hakîkat Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü ile belirlenmiş ve ortaya konulmuş olur. O-hâlde hakîkat “Hak’tan gelen”dir, “insanın bildiğinden ve yaptığından” değil.

 

İnsanın hakîkati belirleyebilmek gibi bir gücü ve yeteneği yoktur. O hakîkati sâdece bilir, idrâk eder, kabûl eder ve sonunda da hakîkate ya uyar ve uygular yada uymaz ve uygulamaz. İnsan hakîkate uymadığında ve uygulamadığında hakîkat yerine (başka bir seçenek olmadığı için) mutlakâ bâtıl ortaya çıkar ve sünnetullah ve imtihan gereğince bâtıl çabucak yaygınlaşır.

 

Peki insanlar bâtılı neden hemen kabûl edip desteklemeye başlarlar?. Çünkü bâtıl, hakîkatin karşısına her zaman “hak ile karışmış şekilde” çıkar. Yâni ortada her zaman “hak” ve “hak-bâtıl sentezi” vardır ki zâten tüm mücâdele bunlar arasında olur. İnsanlar “saf bâtıl”ı kabûl etmeyecekleri için, bâtıl mecbûren her zaman hak ile karışmış olarak sunulduğu için, insanların yaptığı belirlemelerin “hakîkat” olduğu zannedilir. Oysa hakîkati belirleyebilecek olan tek şey “katıksız hakîkattir” ki o da ancak Hak’tan gelendir. Hakîkat, bâtıl karıştırılarak parçalandığında, her parça bâtıl bir düşünceye ve inanışa döner. Bu da her zaman bâtılın yaygın ve hâkim olması anlamına gelir. Bu nedenle insanlık-târihi, bâtılın “hakîkat” diye gösterilmesinin ve mü’minlerin buna karşı çıkmasının târihi olmuştur.

 

Hak olanı “halk” değil, “Hak” tâyin eder ve belirler. Bu yüzden hakîkat, reytinglerin gösterdiğine göre belirlenemez. Yine hakîkat, “çoğunluğun belirlediği” de olmaz. Tüm insanlar hep bir-ağızdan Kur’ân’da Allah’ın belirlediği bir hakîkate aykırı bir şeyi seslendirse de yine de hakîkati belirlemiş olmazlar ve hakka ve hakîkate karşı çıkmış olarak kâfir ve müşrik olurlar. 

 

Hakîkat insanın sınırlı gücü ile belirleyebileceği bir şey değildir. Hakîkat ancak “kudreti sonsuz Olan”ın belirleyebileceği şeydir.

 

Hakîkati insanın belirlemeyecek olması, hakîkatin felsefe, tasavvuf, modern-bilim, teknoloji, beşerî sistem ve ideolojilerin belirleyemeyecek olması demektir. Bu-bağlamda hakîkati bilgisayarlar, yazılımlar ve yapay zekâ da belirleyemez. Hattâ bunlar hakîkatin ne demek olduğunu bilinçli bir şekilde bilemezler de. Zîrâ hakîkati bilmek için beyinden başka bir de sâdece insanda bulunan rûh ve kâlbe ihtiyaç vardır. Zâten modern insanın haktan ve dolayısı ile hakîkatten uzaklaşıp-kopmasının nedeni, kâlpsizleşmesi ve ruhsuzlaşmasından dolayıdır.  

 

Hakîkat, “Hak’kın indirdikleri”dir ve apaçıktır. Hakîkati bilip-idrâk edebilmek için uzmanlaşmak gerekmez. Felsefenin, kelâmın ve tasavvufun zor anlaşılmasının nedeni, “hakîkati ifâde etmedikleri için”dir. Hakîkat “apaçık olan”dır ve bu nedenle de çok kolay anlaşılır. Kolay anlaşılmayan şey ya hakîkat değildir yada hak ile bâtılın karıştırıldığı bir şeydir.

 

Gerçekleşmiş olan her-şey hakîkat değildir ve çoğunlukla bâtıldır. Hakîkat, Hak’tan gelen ve Hakka bağlı ve Hak ile bağlantılı olandır.

 

Hakîkati bilmek “İslâm’ı bilmek ve ona göre yaşamakla” olur. İslâm’a göre yaşamayan insanlar ve toplumlar hakîkati bilmedikleri, dolayısıyla hakîkate göre yaşamadıkları için onların kaderlerini hep,  köşe-başlarını tutmuş olan “küresel sermâyedarlar (bankalar)” belirler. Bu elbette hakîkati bilmemenin ve hakîkate göre yaşamamanın bir karşılığı ve câzasıdır.

 

Kur’ân bir “hakîkat kitabı”dır. Adâletsizliğe-eşitsizliğe, haksızlığa-ahlâksızlığa, takvâsızlığa-kötülüğe, şirke-küfre, günaha-harama, ayıba-suça ve zulme karşı hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlâkı-takvâyı, iyiliği-tevhidi belirler. Cennetlikleri ve cehennemlikleri belirler. Hakka ve hakîkate uyanlar cennete, uymayanlar ise cehenneme gider.

 

Hakîkat, “Kur’ân’dan çıkarılan”dır, “Kur’ân’a giydirilen” değil. Bu nedenle müslümanın gündemini güncel olan değil, vahiy belirler. İnsan değil Allah belirler. Kırmızı, kara, beyaz, sarı vs: kitaplar değil, vahiy kitabı olan Kur’ân belirler. 

 

İnsanlık-târihi boyunca hakka dayalı eşitlikçi yapılanmanın bayraktarlığını hep peygamberler yapmıştır ve “gücün haklı ve belirleyici olmasına” yâni “gücün sözü”nü üstün tutanlara karşı, Allah’ın sözünün güçlü ve belirleyici olmasını öne çıkarmışlardır.

 

Herkesin “kendi doğrusu”nun olduğu ve hakîkati herkesin kendisinin belirlediği bâtıl ve câhil toplumlar, sünnetullah gereğince her zaman rezillik içinde kalırlar.

 

Hakîkati; mezhepler, meşrepler, tasavvuf, târikatlar, cemaatler, hizipler, partiler, gruplar, akımlar, şeyhler, gavslar, kutuplar, efendiler, (klâsik yada modern anlamda) Firavunlar, atalar, dedeler, babalar, lîderler, devletler, imparatorluklar, ordular, silahlar, bankalar, fabrikalar, iş-hanları ve iş-adamları, sermâyedarlar, topçular, popçular, servet, şehvet, şöhret ve siyâset peşinde koşanlar, felsefe, beşerî ideolojiler, modern-bilim, bilim-adamları ve teknoloji, televizyon, bilgisayar, telefon, internet, sosyâl medya, yapay zekâ, akıl, beyin, bilgi vs. insan-ürünü olan şeyler değil, yalnızca ve yalnızca, Yaratan ve yaşatan, kudreti sonsuz, âlemlerin Rabbi olan Allah belirler. Bu belirleme kıyâmete kadar tüm zamanlar ve tüm mekânlar için eksiksiz ve apaçık bir şekilde Kur’ân’da sâbittir:    

 

“Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik. (Sakın) hâinlerin savunucusu olma!” (Nîsâ 105).

 

Evet; Dünyâ’da hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik ancak, Allah’ın emir ve yasaklarını içeren Kur’ân belirlendiğinde ve hayâtın her alanında Kur’ân ile hükmedildiğinde hâkim olur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2024

 

Devamını Oku »

Sihir, Bilim ve Mûcize

 

“Mûsâ: ‘Size hak geldiğinde (böyle) mi söylersiniz?. Bu bir sihir midir?. Oysa sihirbazlar, kurtuluşa ermezler’ dedi” (Yûnus 77).

 

“Onların çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

 

“Onlar, ‘ona Rabbinden mûcizevî bir belge indirilmesi gerekmez miydi?’ derler. De ki: Allah her türlü mûcizevî belgeyi indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bunun bilincinde değildirler” (En-âm 37).

 

Sihir: Büyü. Sebebi ve kaynağı gizli durum, göz-bağcılık. Arapça shr kökünden gelen sihr, “büyü, sihir” demektir. Bu sözcük Akatça sâ’iru; “büyücü, sihirbaz” sözcüğü ile eş-kökenlidir.

 

Bilim: “Evrenin bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi”.

 

Mûcize: “İnsanları hayrân bırakan, tabiat-üstü sayılan olay. İnsan-aklının alamayacağı olay”. Arapça acz kökünden gelen mu’ciza(t), “âciz bırakan şey” demektir. İslâm inancında “peygamberlere mahsus olan doğa-üstü eylem”. Bu sözcük Arapça “âciza”, “âciz idi” demektir. Mûcize “aklı âciz bırakan” demektir. Zîrâ mûcizeler, aklın değil, îmânın konusudur.

 

Bugün bilim yada modern-bilim denilen şeye eskiden sihir denirdi. Sihirbazlar bugünün bilim-adamlarıdırlar. Meselâ Firavun’un sihirbazları, Firavun’un isteğine göre iş yapan, o’nun pagan sistemini meşrûlaştırmak için işler yapan bilim-adamlarıydılar. Zâten Hz. Mûsâ’ya karşı oraya koydukları sihir de, şimdiki illüzyonistlerin yaptığı gibi, ilk bakışta anlaşılamayan ve bu yüzden halkın gözünü boyayan teknolojik îcatlardır. Günümüzün sihirbazları olan bilim-adamları bunu bugün, bilgisayarlar ve modern teknik cihazlarla yapmaktadırlar.

 

Sihirbazların yaptıkları ile bilim-adamlarının yaptıkları arasında fark yoktur. İkisi kesim de aynı yöntemi kullanırlar. İkisi de maddenin özelliklerini kullanarak yeni teknolojik şeyler îcât ederler. Bilim-adamlarının sihirbazlardan farkları, daha geniş alanda çalışırlar ve çok daha fazla açıklamalar yaparlar. Modernizm ile birlikte modern insan, günümüzde meta-fizikten, mânevî olandan ve gaybtan uzaklaşıp kopmuş olduğu için, bir şeyin açıklamasının ancak madde ve eşyâ ile, insan ve akıl tarafından yapıldığında iknâ olup kabûl edebildiği için, bilim-adamlarının açıklamalarını kesin gerçek olarak görürken, üretilen teknolojik ürünleri de gelişmişlik olarak kabûl eder. Oysa modern-bilimin ve bilim-adamlarının yaptığı açıklamalar bugün başka bir şeyken, kısa-süre sonra ise bambaşka olur ve ortaya atılan teoriler de kısa-zaman sonra, yerine yenisi üretilip-konulduğu için çöpe gider. Çünkü aynen Firavun’un sihirbazlarının ortaya attıkları şeyler gibi, mûcizeler karşısında yenilip-yutulur ve yok-olup gider. Zîrâ yaratılmış olan tüm kâinât ve madde/eşyâ mûcizedir ve içinde sihir yada bilim adına ortaya konan sahtelikleri hemen ifşâ eder ve eritip yok eder.

 

Sihirbazlarla bilim-adamlarının ortak yanları, ikisinin de tâğutların açtığı alanda ve onlar için çalışmaları ve insanları hakîkatten uzak tutarak tâğutun yoluna sokarak, geçici, eksik ve yanlış olana dayanmalarını sağlamaktır. Çünkü hakîkatin karşısında ancak zan ve sahtelikler vardır ki, Firavun ve “kendilerinde Allah gibi güç olduğunu zanneden” tüm tâğutlar, hakîkate değil de bâtıla, cehâlete ve sahteliklere dayanırlar. Zîrâ varlıklarını ve hayâtiyetlerini “hakîkate karşı bâtılı ve sahteyi ortaya koymakla ve hâkim kılmakla” sağlarlar ve sürdürürler. Halkın bunu kabûl edebilmesi ve bu yolda kalabilmesi için ise, bâtıl olan şeyi hakîkate karşı kullanırlar ve bâtılı hep hak ile karıştırdıkları için, küçük ve geçici bâzı başarılar da elde edebildiklerinden dolayı, ortaya koydukları bâtılın hakîkatten daha doğru, güçlü ve sütün olduğunu söyleyerek ve -sözde- kanıtlayarak insanları aldatırlar. Bu günümüzde de modern-bilim ve teknoloji ile yapılmaktadır.

 

Firavun dönemindeki halkın hemen tamâmı, sihirbazlar ve Hz. Hârûn ile Mûsâ kapışmasında, çok üstün tutukları sihirbazlardan yanaydılar ve sihirbazların bâriz şekilde üstün geleceğine istisnâsız bir şekilde inanıyorlardı. Çünkü mûcizeyi bilmiyorlardı. Günümüzde de modern-bilim ve teknoloji ile bilim-adamları, Firavun’un sihirbazlarından çok daha üstün tutulmaktadır. Çünkü modern insan da mûcizeyi bilmemekte, meta-fiziği, gaybı ve mânevî olanı hem bilmemekte hem de ona inanmamaktadır.

 

Firavun’un sihirbazları ile Hz Mûsâ ve Hârûn’un kapışması hikâyesi kısaca şöyledir:

 

Ey Mûsâ! dediler. ‘Ya sen (âsânı) at veyâ önce biz atalım’. Dedi ki: ‘Hayır, siz atın’. Sonra hemen (ne görsün), sihirlerinden dolayı ipleri ve âsâları kendisine gerçekten koşuyormuş gibi göründü. Mûsâ, bu yüzden kendi içinde bir tür korku duymaya başladı. Korkma dedik. ‘Muhakkak sen üstün geleceksin’. Sağ elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir sihirbaz hîlesidir. Sihirbazlar ise nereye varsa kurtulamaz. Bunun üzerine büyücüler, secdeye kapandılar: ‘Hârûn’un ve Mûsâ’nın Rabbine îman ettik’ dediler. (Firavun) dedi ki: ‘Ben size izin vermeden önce O’na inandınız öyle mi?. Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O-hâlde ben de ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azâbı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız’. Dediler ki: Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni aslâ tercih edip-seçmeyiz. Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünyâ-hayâtında hükmünü yürütebilirsin. Gerçekten biz Rabbimize îman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir” (Tâ-hâ 65-73).

Başka bir pasajda olay bâzı ilâvelerle şöyle anlatılır:

 

“Dediler ki: ‘Ey Mûsâ (ilkin) sen mi atmak istersin, yoksa biz mi atalım?’. (Mûsâ:) ‘Siz atın’ dedi. (Âsâlarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. Biz de Mûsâ’ya: ‘âsânı fırlat’ diye vahyettik. (O da fırlatınca) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını toplayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların bütün yaptıkları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak ters-yüz çevrildiler. Ve sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Âlemlerin Rabbine îman ettik’ dediler. ‘Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine…’. Firavun: ‘Ben size izin vermeden önce O’na îman ettiniz, öyle mi?. Mutlakâ bu, halkı burdan sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde plânladığınız bir tuzaktır. Öyleyse siz (buna karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz’. Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi îdam edeceğim’.  (Onlar da:) ‘biz de şüphesiz Rabbimize döneceğiz’ dediler” (A’raf 115-125).

 

Görüldüğü gibi, kapışma için halk büyük bir kalabalık ile toplanmıştır ve hem halkın hem de Firavun’un, o dönemin bilim-adamları olan sihirbazların yaptığı bilimin yada diğer adıyla sihrin üstün geleceğine inançları kesin ve tamdır. Tabi sünnetullah ve imtihan gereğince bâtılın daha doğrusu hak karıştırılmış bâtılın da bir etkisi ve gücü vardır ve de insanları büyüleyebilmekte ve etkileyebilmektedir. Bu nedenle sihirbazlar, söylendiğine göre içine civa koyulmuş olan ustaca yaptıkları yılan görünümündeki iplerini ortaya attıklarında, sıcak ve ısı nedeniyle genişleyen civanın etkisiyle ipler harekete geçmiş ve sanki yılanlar karşıdaki insanlara doğru koşuyor gibi bir görüntü ortaya çıkmıştır. Bu yapılan şey çok ustaca yapıldığı için Hz. Mûsâ bile bundan bir-anlığına ve geçici olarak etkilenmiş ve içinde bir ürperti duymuştur. Bu günümüzde bilim-adamlarının yaptığı, gerçekçi teknolojik ürünler ile de yapılmaktadır.

 

Tam o-anda Allah, Hz. Mûsâ’ya “âsânı fırlat” deyince ve o da bırakınca, bakıldığında kuru bir değnek olduğundan hiç kuşku duyulmayacak olan âsânın, mûcize nedeniyle büyük ve gerçek bir yılana dönerek sihirbazların sahte yılanlarını yâni hîlelerini yutuverdiği görüldü. Tabi tüm halk ve Firavun dehşete düştüler ve çok büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Fakat en büyük şaşkınlığı sihirbazlar yâni o dönmemin bilim-adamları yaşadı. Çünkü âsâ ile ortaya konanın sihir yada bilim olmadığını ve çok daha üstün bir şey olduğunu hemen anlayıverdiler. Tabi bunu oradaki tüm sihirbazlar anlasa da, herek Firavun’un korkusundan gerekse inat nedeniyle hepsi aynı tepkiyi göstermedi ve îmân yanaşmadı. Zâten Firavun da, îman eden sihirbazları tehdit etti ve iftirâ atarak “Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür” dedi. Firavun’un böyle demesi, meydanda Hz. Mûsâ ve Hârûn’un ortaya koyduğu şeyin, îmânı gerektiren olağan-üstü bir şey değil de, “daha üstün bir sihir yâni üst-düzey bilim ve teknoloji” olduğunu göstermekti. Çünkü aksi-hâlde ortaya konulan şeyin bir mûcize olduğunu kabûl edip îman etmesi gerekecekti. Üstelik kendisinden başkasına edilecek îmânı engellemek için işkence ve ölüm tehditleri savurdu. Fakat Hz. Mûsâ ve Hârûn’un gösterdikleri şeyin sihir yâni bilim-teknoloji olmadığını ve îmânı gerektiren olağan-üstü bir şey olduğunu hemen anlayarak îman eden sihirbazlar yâni bilim-adamları geri-adım atmadılar ve îmanlarında sâbit ve kararlı durdular.

 

İşte sihir yada bilim karşısında mûcizenin durumu budur. Mûcize de Allah’ın bir yasasıdır fakat bu yasanın neliği ve nasıllığı bilinemez. Zîrâ mûcizenin belgesi olmaz. Mûcizenin neliği ve nasıllığı sâdece Allah’a mâlûmdur.

 

Şunu da söylemeden geçmeyelim ki, nasıl ki Firavun’un sihirbazları o zamânın pagan dînin din-adamları ise, günümüzde de bilim-adamları, modern Firavunların pagan dinlerinin din-adamlarıdırlar ve -istisnâlar hâriç-sürekli olarak şirk ve küfür sistemini ayakta tutmak için çalışırlar. Firavun’un sihirbazları yâni bilim-adamları nasıl ki yapacaklarını Firavun adına yapmışlar ve iplerini atarken “Firavun’un izzeti” adına atmışlarsa, günümüzde de bilim-adamları yâni modern sihirbazlar, yapacakları şeyleri “bismillah” diyerek Allah adına değil de, modern tâğut ve firavunlar adına yapmakta ve onların adını anmaktadırlar.

 

Mûcize, olağan-dışı bir şeydir. Olağan olsaydı anlam verebilirdik. Fakat biz çapımızın ve aklımızın yetersizliğinden dolayı mûcizelere anlam veremiyoruz ve hiç-bir zaman da veremeyeceğiz. Çünkü mûcize “âciz bırakan” demek olup, olağan olduğu hâlde görkem ve ihtişâmı karşısında âciz kalınan şeydir/olaydır. Esâsında mûcize, olağan şeyin şiddetli oluş hâlidir. Olanın, şiddetli bir şekilde olmasıdır. Olanın şiddetli oluşunu daha önce hiç görmediğimiz için (çünkü oluşta tekrar yoktur) o oluşa anlam veremiyoruz. “Oluşuna anlam verilemeyen/verilemeyecek olan şey” demektir mûcize. “Aklımızın ermediği ve hiç-bir zaman da ermeyeceği şey” demektir. Bundan dolayıdır ki felsefe târihi; filozofların “bir mûcize olarak” yaratılmış olan varlığı net olarak açıklayamayınca, (çünkü en doğrusunu sâdece Allah bilir) varlığı ya “mutlak varlık” olarak görmeleri, yada varlığı yok saymalarının târihidir. Aynı şey modern-bilim ve teknoloji için de geçerlidir. Bilemediği-bulamadığı şeyi yok sayarlar.

 

Şüphesiz âsâ aracılığı ile hem Hz. Mûsâ ve Hârûn ile sihirbazlar arasındaki kapışma he de denizin yarılması mûcizesi yeryüzünde meydana gelmiştir ve tabiatta vukû bulmuş bir tabiat-üstü olaydır. Kur’ân’ın belirttiği gibi, Allah’ın vahyi ve emri üzerine Hz. Mûsâ’nın âsâsını denize vurması ile birlikte deniz iki tarafta koca dağlar büyüklüğünde ayrılmış ve isrâiloğulları tamâmen karşıya geçinceye kadar kupkuru bir yol olma hâlini muhâfaza etmiştir. Bu îtibarla olayın bir tesâdüfe bağlanarak, o-anda o mahâlde meydana gelen volkanik bir hadiseyle îzâhı mümkün görülemez.

 

Mûcizeler anlık ve tekrarlanmayacak olan olağan-üstü olaylardır. Bu nedenle mûcizeler hiç-bir zaman tekrar etmez ve insanlar tarafından taklit edilemez. Meselâ Hz. Îsâ’nın, körü mûcizeyle iyileştirmesi gibi, gelişen tıp yoluyla bir körün de iyileştirilmesi hiç-bir zaman mümkün olmayacaktır. Bu nedenle “bilim ve teknoloji geliştikçe mûcizeler tekrarlanabilir hâle gelecektir” sözü boş bir temenniden öteye gidemez. Çünkü böyle bir şey  mûcizeyi anlamsızlaştırır, mûcizeyi “mûcize” olmaktan çıkarır ki bâzıları bilim ile mûcize benzeri şeyler yapılabildiği için mûcizeyi inkâr etmektedir. Bilimin yaptıkları ile sihirin yaptıkları şeyler, illüzyon olmak bakımından aynıdır ve bâzen sihir-bilim-teknoloji ile yapılan şeyler insanı hayrete düşürüp bir süreliğine ortaya konan şeyi olağan-üstü gibi gösterebilir. Fakat dikkatle bakıldığında ve araştırıldığında “açıklaması yapılabilecek basit bir şey olduğu kısa zamanda anlaşılır ve görülür. Oysa mûcizeler öyle değildir ve hiç-bir zaman açıklaması yapılamaz ve zâten binlerce yıldır mûcizelerin neliği ve nasıllığı hakkında iknâ edici bir açıklamanın yapılamamasının ve mûcizenin ne olduğunun anlaşılamamasının nedeni budur. Mûcizelerin ne olduğunun bir açıklaması yapılmaya kalkıldığında ise, ancak komik, gülünç ve absürt açıklamaların yapıldığı görülür.

 

Sihire ve bilime olan güvende telkinin çok etkisi de vardır. İnsanlar ön-yargı ile sihre ve bilime o kadar inanıp-güvenirler ki, onları yanılmaz ve şaşmaz doğrular ve kesinlikler olarak kabûl ederler. Tâ ki karşılarına bir “mûcize” çıkana kadar. Bu mûcize günümüzde, kıyâmete kadar geçerli olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Zîrâ Kur’ân da gayb olduğu için, içeriği anlaşılabilir ve uygulanabilir olsa da neliği idrâk edilemeyen ve edilemeyecek olan şeydir.

 

Sihir-bilim ve mûcize ayrımı yapamayanlar mûcizeyi inkâr ederler. Çünkü mûcizeden sonra da îman gerçekleşemeyebilir. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:

 

“Zîrâ, getirilen yeni prensipler olan hakîki îman-esasları karşısında; yaşanan hayat ve onun dayandığı prensipler vardır. Bunlar küfre ve zulme dayalı olsa da, mevcut hayâtın yürümesini sağlamaktadırlar. Ayrıca bunlara karşı çıkmanın çok sert müeyyideleri vardır. Bu-bakımdan, çoğu-kez bir tebliğ hareketinde bu merhâlenin tüm toplum bakımından aşılması çok uzun süre almakta, yahut da aşılması mümkün olamamaktadır. Bu durumda hakka dayalı fakat henüz hayatta tümüyle geçerlilik kazanamamış esaslara bağlananların oradan hicretleri, kalanların ise kendi problemleri içerisinde yok olmaları süreci yaşanmaktadır.

 

Hz. Mûsâ’nın (as) ortaya koydukları hakkında da bu mekanizmanın çalıştığı görülüyor. Getirdiği esaslar ve delillerinin son derece açık ve gerçek olmaları hem mukallitler ve hem de muhakkikler nazarında tebellür etmesine rağmen, fiil anlamda Hz. Mûsâ’ya (as) ancak az bir topluluğun îman ettiği biliniyor. Kur’ân’da, ‘Hz. Mûsâ’ya ancak, Firavun ve yanındakilerden sâdece az bir kesimin îman ettiği söylenir.

 

Sonuç olarak ortaya konulmak istenen husus ise; insanların kral, Firavun yâhut sihirbaz olsalar da güçlerinin sınırlı olduğunun tebellür etmesidir. Bu yolla, bunların güçlerinin sınırsız olduğunu zannederek onları rab edinenlere boyun eğerek onlardan gelen her türlü zulüm ve zorbalığa râzı olanlara, hakîkatin gösterilmesi hedeflenir”.

 

Hem sihirbazların yâni o zamanki bilim-adamlarının teknolojik üretimlerinin sergilenmesi hem de Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcize binlerce kişinin karşısında ve apaçık görecekleri şekilde yapılmıştı ama çok az kişi hâriç toplu îman etmeler görülmedi.

 

Benzer bir mûcize günümüzde Gazze’de yaşanmaktadır ama müslüman coğrafya dâhil Dünyâ’da toplu îman etmeler yaşanmamaktadır. Modern-bilim ve teknolojinin yâni modern sihrin “en üstün” silahlarına karşı, görünüşte basit yapılar olan tüneller mûcizenin ta kendisidir. Tüneller, modern dünyânın en üstün silahlarına ve ordularına karşı gâlip gelmiştir ve tüneller, onların modern-bilim ve teknolojik üstün silahlarını ve bombalarını yutuvermiştir. .

 

Tâğutlar ve modern firavunlar, mûcizeler karşısında yenildiklerinde Firavun gibi hep vatan-hainliğini öne sürmüşlerdir.

 

Şu da var ki, peygamberlerin her yaptıklarını “mûcize” zannedenler, onların gösterdiği “üstün gayret”i yok sayıyorlar demektir.

 

Evet; teslimiyetten (îman) doğan basit araçlar, teknolojinin üstün araçlarını alt edebilir. Bunun en iyi örneği, Firavun’un sihirbazlarının yâni bilim-adamlarının üstün teknolojik araçlarının, Hz. Mûsâ’nın “âsâ”sı tarafından yok edilmesidir. Şu da unutulmamalıdır ki, basit araçlarla gâlip gelmek târihte kalmış şeyler değildir. Önemli olan Allah’ın rızâsını kazanmak ve O’nun yardımını celb-edebilmektir. Zîrâ Allah’ın yardım ettikleri mutlakâ gâlip gelirler. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »