30 Ocak 2016 Cumartesi

Müslümanların Gündem Sorunu


“Andolsun, kendilerine kitap verilenlere her âyeti (delîli) getirsen, yine onlar senin kıblene uymaz; sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine (bile) uymaz. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve tutku)larına uyacak olursan, o zaman gerçekten zâlimlerden olursun (Bakara 145).

Medya, bir “gündem belirleme” aracıdır. Medyanın sâhipleri ise, belirledikleri gündem üzerinden, hem maddî çıkarlar elde etmek, hem de Dünyâ’nın yönetimine katılmak isterler ki bu konuda hemen her zaman da başarılı olurlar. Gündemi belirleyenler, gündeme göre hareket eden insanları arkalarına almışlar demektir çünkü. İnsanlar ise gündeme göre hareket ederler. Çünkü insanların çoğunluğu, “gündem belirleyecek” kapasitede değildirler ve zâten buna dirâyetleri ve güçleri de yoktur. Bu nedenle de belirlenen gündemlerin oyuncağı olurlar ve deverân böylece sürüp gider.

Gündemi belirleyenler, Dünyâ’nın siyâsetini, ekonomisini, hâl ve hareketini belirliyorlar ve halk da buna göre hareket ediyor. Aslında tâğut-merkezli insanların gündem belirlemesi, bir nevî “kader belirleme” oluyor ki, bu belirleme, %99.99 gündemi belirleyenlerin çıkarına göre olduğu için, halkın aleyhinedir. Fakat gündemi belirleyenler her zaman “kurnazlardan” oluştuğu için, bu kurnazlar, halkı da küstürmeyecek ve bir isyâna sürüklemeyecek oranda belirler gündemi ve siyâseti (kânunları). Fakat bu durum, halkın ne kadar tüketeceği, ne kadar üreteceği, ne zaman okula gideceği, ne kadar okuyabileceği (çünkü asgâri ücretlinin çocuğunun -eğer cins bir kafaya sâhip değilse- nereye kadar okuyabileceği bellidir), ne zaman evleneceği, kaç çocuk yapacağı (hattâ eşiyle ne kadar sürede bir ilişkiye gireceği), ne yiyeceği, ne içeceği, ne giyeceği vs. belirlemeyi değiştirmez. Gündem bu nedenle nitelik olarak değişmez ve nicelik olarak hep aynı kalır.   

Aslında gündem oluşturmak, “siyâset oluşturmak” demektir ve oluşturulan insan-merkezli bu siyâset, alınan kararların toplumda nasıl yankı bulacağını ölçmek ve siyâseti-kânunları ona göre belirleyerek Dünyâ’yı yönetenlerin, insanların tepkilerini kontrôl altında tutmak için yaptıkları bir çeşit yozlaştırma şeklidir. Halkın genelini yozlaştırırlar ki kendi çıkar ve haz-merkezli hayatları sürüp gitsin. Bu kontrôl altında tutma şekli her dönemde farklı olmuştur. İletişim çağı denilen modern zamanlarda ise bu kontrôl seviyesi çok artmış ve insanların kontrôl edilmedikleri bir yanları kalmamıştır. Hattâ öyle bir duruma gelinmiştir ki, (a)sosyâl-medya ile birlikte insanlar her-şeylerini isteyerek ve severek açıkladıkları ve her yerde paylaştıkları için, baştakilerin, insanları kontrôl etmeleri için özel bir çaba sarf-etmelerine gerek kalmamıştır. Ne ilginçtir ki modern insan, ahtapot gibi kollarla kontrôl edilmekten hoşlanmaktadır, haz almaktadır, orgazm olmaktadır ve sosyâl-medya denilen ortamlarda “tâkipçi” denilen kişiler tarafından tâkibinin yapılması bir üstünlük, bir gurur-kaynağı sayılmaktadır. Sosyâl-medya fenomeni olmak bir ayrıcalık olarak görülmektedir ve insanlar, kişilerin değerini “tâkipçileri” oranında ölçmektedirler. Yâni ne kadar tâkipçin varsa, o kadar değerin oluyor ve o derece “sanal tatmin”e ulaşabiliyorsun. Sanal gündemin ölçüsü budur. Artık yönetenlerin bu şekilde kolayca kontrôl edebildikleri insanlar için gündem belirlemesi işten bile değildir. Artık, kendi çıkarlarına, halkın ise aleyhine olan istedikleri gündemi bağıra-bağıra, göstere-göstere belirleyebilmektedirler. İnsanlar ise buna ses çıkar(a)mamaktadır. Çünkü belirlenen gündemler kendi isteklerine ve zevklerine göre çıkarıldığı için istekleriyle ve alışkanlıklarıyla uyumludur.

Eskiden baştakiler, çıkarılacak kânunları-yasaları, çığırtkanların davul çalarak ve yüksek sesle yaptıkları duyurularla halka bildirirlerdi. Bu şekilde gündemi belirlerlerdi.  Böylece bu duyurular halk arasında dilden-dile aktarılıp duyurulur ve mecbûren halk tarafından değerlendirmeye tâbi tutulurdu. Halk bunu mecbûren konuşup değerlendirirdi ve hoşnut kalmadıkları yönler açığa çıkardı. Bu bir çeşit eleştiri idi. Yöneticiler de çoğu-zaman bu eleştiriyi göz-önüne almak mecbûriyetinde kalırlardı. Tabi bu durum istedikleri kânunları çıkararak istedikleri gündemi belirlemek isteyen yöneticiler için istenmeyen bir durumdu ve bu nedenle de “sıkıntı” oluyordu.

Fakat artık gündemler medya aracılığı kolayca belirleniyor ve insanlar sosyâl-medya aracılığı ile her isteklerini-özlemlerini-arzularını-açıklarını neredeyse hiç-bir gizlilik kalmaksızın açıklayınca, yöneticiler de insanların bu genel isteklerine ve durumlarına bakarak ve çözümleme yaparak siyâset ve gündem belirliyorlar. Tabi birileri de buna göre üretim yapıyor. Yâni artık yöneticilik yapmak kolay hâle geldi. “Halk sorunu” ortadan kalktı. Çünkü gündem artık, halkın genel durumuna göre belirleniyor ama bu gündem yine halkın isteyerek medya aracılığı ile bile-isteye ve seve-seve açıkladıklarıyla netleşiyor. Bir, “sebep-sonuç ve sonuç sebep” durumu çıkıyor ortaya. İnsanlar birilerinin yaptığına ürettiğine göre düşünüyor ve ihtiyaç duyuyor ve ihtiyaç duyduğu şey bir-şekilde üretiliyor. İnsanlar böylece hem belirleyen hem de belirlenen oluyor ki, demokrasi denen melânet aslında budur.

Teknoloji insanların durumlarını belirlemede en büyük araç. Küresel sermâyedarlar Dünyâ tüketimini hem özendiriyorlar, hem belirliyorlar hem de insanlara belirletiyorlar. Yâni insanlar gündemin hem belirleyicisi (öznesi) hem de nesnesi oluyorlar. Fakat, bu belirleme sonuçta insanların faydasına değil, sermâyedarların faydasına olan bir belirlemedir.

Tüm belirlenimler açıkça ortada artık. Birileri de bu belirtilere göre hem siyâseti hem de üretimi-tüketimi belirliyorlar. Tüketimi üretime göre, üretimi de tüketime göre düzenleyebiliyorlar. Ve böylece “üretim-tüketim”i belirliyorlar. Neyin tüketileceğini ve ne kadar tüketileceğini belirliyorlar. Bunu teknolojilerle ve insanları tutsak ettikleri bankaların “çıktılarıyla (dekont) kolayca kontrôl edebiliyorlar. Ergün Diler:

“Bir çift gözle Dünyâ’yı gözleyen adamlar, yâni Baronlar, kim nereye, ne harcar, ne kadar harcar, ne kadar elektrik yakar, ne kadar su içer, ne kadar doğalgaz kullanır, arabasıyla ne kadar kilometre yapar, çocuklarına nereden alış-veriş yapar, nereden yedirir-içirir, özel zevkleri nelerdir, sevgilisine ne alır, doğum günlerini nasıl kutlar gibi onlarca sorunun cevabını VİSA ve MAESTRO ile bulurlar! Yâni kredi-kartları Dünyâ’da hiç-bir istihbarat şirketinin ulaşamayacağı, erişemeyeceği ve toplayamayacağı bilgileri bir araya getirir ve biriktirir! (Hattâ kredi-kartlarının dokümanlarına bakarak karı-koca arasındaki ilişki sayısını bile kontrol edebiliyorlar kondom kullanımına bakarak. Kişinin ana-babasının bile bilmediği harcamaları biliyorlar. H.G.)

Dünyâ’nın en güzel arşividir!. İstediğiniz kadar geriye gidersiniz. Türkler dedelerinin dedesini bilmezken, bu adamlar attığımız her adımı ve şeceremizi bilirler. Kimin paraya ne kadar ihtiyâcı olduğu bilgisi bunlar için ayrıca önemlidir, para ile açarlar her kapıyı... Herkesin gizli bilançoları bunların elindedir. Her ülkede, daha doğrusu önem verdikleri yerlerde, patronlar yaratırlar. Bizde de vardır”der.

Tek-dünyâlı olan, yâni âhireti hesâba katmayan dünyâ-insanlarının nefs-merkezli hazza oynamalarını anlayabiliriz. Onlar Dünyâ’yı cennet gibi yaşamak isterler ve bunu hedeflerler. Bu nedenle tüm bu anlattıklarımız onlar için anlamsız ve önemsiz olabilir (Gerçi onlar da fıtratlarına aykırı davrandıklarından sorumludurlar ve müslümanlar buna duyarsız kalamazlar). Peki müslümanlara ne oluyor?. Onlar da mı şeytanın emrindeki tâğutların gündemine göre hareket edecekler?. O zaman müslümanlığın ne ayrıcalığı olacak ve farkı kalacak?. Tabi modern zamanlarda olduğu gibi, dîni vicdanlara hapsedip “sâdece zihinde yaşamak” düşüncesi benimsenirse (lâiklik) böyle olması normâldir.

Müslümanlar tâğutların belirlediği gündemleri sıkı-sıkıya tâkip ediyor. İslâm’a ters olarak ne zaman okula başlayacağından tutun, ne zaman çalışmaya başlayacağına, askerliği ne zaman ne kadar süre yapacağına, ne zaman evleneceğine, kaç çocuk yapacağına, ne zaman emekli olacağına, ne yiyeceğine, ne içeceğine, ne giyeceğine, neyi konuşacağına, nasıl davranacağına, insan ilişkilerine, evlerine, işlerine, tavırlarına, âile ilişkilerine, eğlencesine, eş seçimine, zevklerine, vaktini nasıl geçireceğine ve hattâ mâneviyatını nasıl, ne kadar, hangi doğrultuda belirleyeceğine tâğutlar karar veriyor. Onlar, gündemi belirleyerek yapıyor bunları. Bu nedenle de gündemi belirliyor ve dolayısı ile Dünyâ’yı da onlar kontrôl ediyor. Müslümanların gündemini ve hayâtını Kur’ân ve sünnet belirleyeceğine, tâğutlar belirliyor. Yâni nefs belirliyor, şeytan belirliyor. Müslümanların bu gündemlere hiç-bir îtirazları yok, îtirâz edecek çapları, dirâyetleri ve donanımları da yok. Tam bir kontrôl altındalar zîrâ. Ahtapot gibi sarılıp kuşatılmışlar ve hattâ bu belirlenimden ve kuşatmadan zevk almaya başlamışlardır. Tecâvüzcüsüne aşık olan kadın gibi olmuşlar (Stockholm Sendromu). İsyân edip savaş açmaları gereken mercileri-ürünleri-düşünceleri baş-tâcı etmişler ve ayakta alkışlıyorlar, sımsıkı sarılmışlar tâğutların belirlemelerine. Tapıyorlar âdeta. Domuz gibi hiç-bir şeyini ayırmadan kabûl ediyorlar ve tüketip sindiriyorlar. Atasoy Müftüoğlu:

“Şunun bilinmesi gerekiyor: Biz şu-anda kendi yolumuzda değil, kolonyalistlerin bizim için açtıkları yollarda yürüyoruz” der.

Oysa Allah Kur’ân’da şöyle der:

“Ey îman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sînelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz” (Âl-i İmran 118).

Halbuki müslümanların gündemini Kur’ân belirler. Teorisini Kur’ân’ın belirlediği gündemin eylemini ve hareket metodunu da yine teorik olarak Kur’ân belirlerken, pratik olarak da “sünnet” belirler. Sünnet, Kur’ân’ın pratiğidir çünkü. Kur’ân bir “belirleme kitabı”dır, “gündem kitabı”dır. Mü’min, Kur’ân’ın gündemine göre hareket eden kişidir. Müslüman, tâğutun gündemine karşı İslâm’ın gündemine uyan kişidir. Kur’ân kendi gündeminden başka gündemlere kapılmalara karşı uyarır inananları ve bir-çok yerde nasıl davranmaları gerektiğini gösterir:

“Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayâtında kat-kat, ölümün de kat-kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın” (İsrâ 74-75).

“Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı. Şunların hiç-birine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkâr, zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik; mal (servet) ve çocuklar sâhibi oldu diye, ona âyetlerimiz okunduğu zaman: '(bunlar) eskilerin uydurma masallarıdır' diyen” (Kalem 9-15).

“De ki: Ey kâfirler!. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn Sûresi).

Kur’ân ne zaman yiyip-içmeyi bırakacağımız ve neleri yiyip içeceğimizi belirler:

“Ramazan ayı... İnsanlar için hidâyet olan ve doğru yolu ve (hak ile bâtılı bir-birinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur’ân onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şâhid olursa (erişirse) artık onu tutsun. Kim hasta yada yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidâyete) ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz” (Bakara 185).

“De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiç-bir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin, yoksulluk-endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -sizin de, onların da rızıklarını biz vermekteyiz-. Çirkin-kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz” (En-âm 151).

Ne yapmamız gerektiğini söyler:

“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; mâruf (iyi ve İslâm’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a îman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden îman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır” (Âl-i İmran 110).

Davranışlarımızı, hâl-hareketlerimizi belirler:

“Ey oğlum, namazı dosdoğru kıl, ma’rufu emret, münkerden sakındır ve sana isâbet eden (musîbetler)e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir. İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir” (Lokman 17-19).

Ramazan Yılmaz:

“Beşerî, küfür sistemlerinin belirlediği kurallara uymak, onların gündemine göre hareket etmektir. Çünkü kânunları, yasaları ve kuralları onlar denetleyecek, insanların bu kurallara göre hareket edip-etmediklerini kontrôl edeceklerdir. Bu durumda, onların yasalarına göre hareket edenler ister-istemez göz-önünde bulundurarak davranışlarını onlara göre düzenleyeceklerdir.

Beşerî-tâğûti sistemlerin kurallarına göre hareket etmek hem zillettir hem de sünnetullahtaki dâvet metodunu terk etmektir ki bu sapıklık ve yüce Allah’a isyândır. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar devâm eden tevhid-şirk mücâdelesinde tüm risâlet önderleri ve onları tâkip eden tevhid erleri, kendi dönemlerinde kendi gündemlerini belirlemiş, müşrikleri ve azgınlığı yol edinen zorbalar onların gündemine göre hareket etmişlerdir.

Tevhîdi mücâdelede gündemi mutlakâ mü’minler belirlemeli, muhâtapları mü’minlerin belirledikleri gündem içerisinde kendilerine konum belirlemelidirler. Gündemi müşriklerin belirlediği bir ortamda tevhîdi esaslara dâvetin başarılı olması ve insanlara ulaştırılması mümkün değildir, bu nedenle Hz. Muhammed müşriklerin tekliflerine sıcak bakmamış ve ânında ret etmiştir” der.

Evet; Kur’ân bir gündem kitabıdır ve gündemi tüm zamanlar ve mekânlar için belirlenmiştir. Müslümanlar-mü’minler buna uymakla mükelleftirler. Kur’ân’a uymadıkları en küçük bir noktada bile şeytanın-tâğutların direktiflerine uymaya başlarlar. Peygamberimiz müşriklerin belirleyeceği hiç-bir gündemi kabûl etmemiş ve hiç-bir gündeme uymamıştır. Çok câzip gibi duran teklifleri bile tersleyerek bakın nasıl geri çevirmiştir:

 Müşrikler Peygamberimiz (s.a.v)’e şu teklifi yapıyorlar; “Ya Muhammed! Seni Arap Yarımadası’nın reisi yapalım, Kâbe’nin anahtarlarını sana verelim, seni en zenginimiz yapalım, kızlarımızın en güzelini sana verelim, sen yine peygamberliğini yap ama bizim ilahlarımıza, putlarımıza laf deme, sâdece biraz tâviz ver”. Peygamberimiz (s.a.v)  başkanlığı, gücü, zenginliği, akraba bağlarını elimde bulundurursam birazcık tâviz versek de İslâmiyet’i daha çabuk yayarız, işlerimizi daha rahat hâllederiz demedi. “Bir elime Güneş’i bir elime Ay’ı verseniz de, aslâ dâvamdan vazgeçmem, tâviz vermem” buyurdu.

Yine müslümanların bir kısmı; şeyhlerini, efendilerini rableştirerek onların tam da dediği gibi hareket ediyorlar. Onların belirlediği gündemlere göre yaşıyorlar ki bu tutum İslâm’a aykırıdır. Allah’ı-Kur’ân’ı-Peygamberi değil de şeyhleri, efendileri, hocaları, tâğutları dinlemek ve onların istediği gibi hareket etmek yâni yaşamak, onları “veli edinmek” demektir:

“Onlar, Allah’ın berisinden bilginlerini ve din-adamlarını, bir de Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibâdet etmekle emrolunmuşlardı ki, O’ndan başka hiç-bir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları her-şeyden münezzehtir” (Tevbe  31).

Bu âyeti duyan Adiy ibni Hatem îtirâz etmişti; “ben de bir hristiyanım fakat biz ahbar ve ruhbanlarımızı Rab edinmiyor ve onlara ibâdet etmiyoruz” demişti. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: Allah’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kıldıklarında onların dediklerini kabûl etmiyor musunuz?. Adiy ibni Hatem “evet, kabûl ediyoruz, çünkü onlar dînî konularda yetkili kişilerdir” dedi. Bunun üzerine Resûlullah: “İşte bu onları Rab edinme değil de nedir?” buyurdu.

Rab; “hüküm koyucu” demektir. Hüküm yalnız Yüce Allah’ındır, Yüce Rabbimiz dinde, ulûhiyette, rubûbiyette, hükümde, ibâdette ve hükümranlıkta hiç-bir kimsenin ortaklığını kabûl etmez.

“Allah'ın dışında başka veliler (belirleyiciler, gündem oluşturanlar) edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi” (Ankebût 41).

Son söz: Gündem belirleyen, gündemi belirlenenden üstündür. Gündem belirleyenlerin en hayırlısı ise Allah’tır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2016


Devamını Oku »

Modern Müslümanın Değer Ölçüsü: Dünyevileşme



Müslümanların değer-ölçüleri, Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısından sonra değişmeye başlamıştır. Çünkü artık refah seviyesinde bir artış olmuş fakat bu refah âdil bir paylaşıma tâbi tutulmamaya başlamıştı. Bu nedenle de başta Ebu Zerr olmak üzere gidişattan hoşlanmayanlar eleştiri, îtiraz ve isyân sözlerini seslendiriyorlardı. Zîrâ Kur’ân-sünnet-sevgi-merhâmet merkezli düşünme, inanma ve yaşam-tarzı değişmiş, halk arasında maddî anlamda bâriz farklar oluşmaya başlamıştı. Oysa Hz. Ömer bu farkı önlemek için zengin kesim ile ters düşmüş ve bu farkı zor kullanarak da olsa değiştireceğini ve adâleti sağlayacağını söylediği ve bu uğurda adımlar da attığı için suikasta uğrayıp şehit edilmişti. Hz. Osman’dan sonra Hz. Ali de aynı yönde bir tutum takınınca, Hz. Ömer’in başına gelen şey daha genişletilmiş bir şekilde onun da başına gelmişti. Çünkü artık müslümanların, fetihler nedeniyle sınırları ve refahları artmış, madden zenginleşmişlerdi. Madden zenginleşen müslümanlar, maddî gelişmeyle birlikte mânevi olarak da inkişâf etmeyince, terâzinin ayarı bozulmaya başlamıştı. Fetihler (yada bâzı yerler için işgâller) sonunda farklı yaşam-tarzlarıyla karşılaşmışlar, bu yaşam-tarzlarından vahye ters bir şekilde etkilenmişlerdi. Bu negatif etkileşim, maddî gelişimin yanında, “mânevi gerileyiş”tir. Artık müslümanların ana-gündemleri ve değer-ölçüleri, başta yöneticiler olmak üzere büyük kesim için, vahiy-sünnet-adâlet merkezli değil; refah-hırs-ihtiras merkezli olmaya başlamıştı. 

Bu durum, Emeviler devrinde Ömer bin Abdulaziz dönemi ve ondan sonra da bir-kaç sene süren bir dönem için geçerli olmasa bile, ayyuka çıkmıştı. Bu devirde “tekrar adâlete dönme” çabaları çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Emeviler’den sonra bir “umut” olarak görülen Abbâsiler de, siyâsi anlamda bâzı iyi yönde farklı davranışlarda bulunsalar da, iş paraya-maddiyata gelince, çok da değişen bir şey olmadığı kısa zamanda görüldü. Böylelikle anlaşıldı ki, müslümanların “yumuşak karnı” para ve refah yâni Peygamberimizin en çok korktuğu şey idi:

“Hakkınızda en çok korktuğum şeylerden birisi de, benden sonra size Dünyâ nîmet ve ziynetlerinin açılması (sizin de onlara gönlünüzü kaptırmanızdır)” (Buhâri, Müslim).

Artık müslümanların dînî bağlılıkları gevşemiş ve mutlak anlamda olmasa da ayrılıklar baş göstermeye başlamıştı. Müslümanlar, Kur’ân ve sünnet değer-ölçüsü olmaktan çıkınca farklı değer-ölçülerine bağlanmışlardı. Meselâ Emeviler adâlet eksenli değil de ırkçı-milliyetçi değerlere bağlı kalarak “Arapçılık” yapmaya başlamışlar ve hakkı göz-ardı etmişlerdi. Bunun sonucunda yeni fethedilen yerlerdeki insanları İslâmî anlamda değil, ekonomik anlamda kullanmak istediler ve bu da o milletlerin Emeviler’e ve zâten çok büyük ölçüde üstü örtülmüş (mehcûr) olan Kur’ân-sünnet merkezli anlayışa düşman olmasalar bile şüpheyle bakmaya ve saygı duymamaya başlamasına neden olmuştu. Artık fetihler salt siyâsi amaçlarla yapılmaya başlanmış ve “gönüllerin fethi”, “çıkarların azalacağı endişesiyle” es geçilmiştir çok büyük ölçüde.

İşte tam da bu zamanda bu kötü siyâsi ortamı kullanan fethedilmiş bölge insanları, eski inançlarını İslâm ile karıştırarak sanki “İslâm’dan” gibi göstermişler ve müslümanları disiplinden koparacak anlayışlar geliştirerek dünyevileşmenin üstüne tüy dikmişlerdir. Böylece yeni değer-ölçüleri çıkmıştır ortaya. Bu dönemde Kur’ân’a ve sünnete neredeyse taban-tabana zıt fikirler ve düşünceler türemiştir. Bâtıni-tasavvufî aşırı ve bâtıl anlayışlar zâten her zaman sünnetullah gereği, siyâsi ortamın bozulduğu, adâletin azaldığı yada bittiği zamanlarda ortaya çıkarlar. Çünkü insanlar böyle zamanlarda ve dönemlerde zulme karşı, hakka dayalı olmayan yorumlamalar ve anlayışlar da geliştirebilirler ve bu yapılan şey insanlara ters gelmez böyle ortamlarda. Bu düşünceler-inançlar zamanla da akide hâline gelir. Meselâ bu konuya güzel bir örnek olarak Türkler, Emeviler’in ve daha sonra da Abbasiler’in yanlış siyâsetleri nedeniyle, dîni, Kur’ân-sünnet merkezli kaynaklardan değil de, bâtıni dâilerden ve çok sıkı-fıkı oldukları acemlerden öğrenmişler, o bölgelerde uzun yıllardır hâkim olmuş bâtıl ve aşırı şii-bâtıni-tasavvufi inançları kendi eski dinleriyle sentezleyerek bir din-anlayışı oluşturmuşlar ve artık değer-ölçülerini de bu inançların belirlemiş olduğu tasavvurlarına göre yönlendirmişlerdir.  

  Abbasiler döneminde çevirileri yapılmaya başlanan Eski Yunan kaynaklarının ve yeni fethedilen ülkelerin inançlarıyla oluşan dînî sentez de yeni değer-ölçüleri belirlemiştir ve Kur’ân ve sünnetten uzaklaşma artmıştır. Temeli çok sağlam atılan İslâm-dîni vesîlesiyle, yeni fikirler-inançlar sebebiyle sarsılan müslümanlar, yıpransalar da bu fikrî dalgayı atlaşmışlar ve medeniyetlerini -biraz sarsıntıya uğrasa da- sürdürebilmişlerdir. Fakat bu bâtıl inançlar da alttan-alta akmaya devâm etmiştir. Bu inançlar için kısaca, “dünyevileşmenin felsefesi” diyebiliriz.

12. yüzyıla gelindiğinde ise müslümanlar hem alttan-alta akmış ve yayılmış olan bu bâtıl düşünceler-inançlar nedeniyle dirâyetlerini kaybetmişler, hem de dünyevileşmeleri artmıştır. Değer-ölçüsü mânevi olandan maddî olana dönmüş ve “ölçü”yü kaçırmışlardır. Bu bâtıl anlayışların yönlendirmesiyle oluşan yanlış siyâsetler sebebiyle ve de “içtihad kapısının kapanmasıyla” da artık her-şey “Allah’tan” görülmeye başlanarak, “her ne olursa iyidir” anlayışı hâkim olmuş ve müslümanlar “dik-duruş”larını büyük ölçüde yitirmişlerdir. İşte sünnetullah gereğince bunun cezâsı Moğollar aracılığı ile doğu’dan gelirken, Haçlılar aracılığı ile de batı’dan gelmiştir. Aslında bu iki büyük dalganın nedeni çok büyük ölçüde “dünyevî olan”la alâkalıdır. Çünkü bu dalgaların sebebi dünyevîdir. Batı’dan gelen ilk dalga biraz zorlanarak bir-süre sonra atlatılsa da ikinci büyük dalga olan Moğol akınları, müslümanları çok yıpratmış, bir-zaman sonra da medeniyetlerini büyük oranda dağıtmıştır. Doğal olarak böyle ortamlarda insanların değer-ölçülerinde büyük kırılmalar ve değişmeler olur. Bu ikinci dalga, medeniyeti dağıtmış ve devletleri yıkmış ise de bir-zaman sonra tekrar bir toparlanma olmuş ve eski inancını, anlayışını ve ölçüsünü artık büyük ölçüde kaybetse de, müslümanlar ve görece İslâm, uzun bir süre daha Dünyâ’da hâkim olmaya devâm edebilmiştir. Burada önemli olan şudur: Dünyevileşmenin getirdiği pasiflik-ihtiras-hırs nedeniyle oluşan dirâyetsizlik, (zaman-zaman toparlanmalar olsa da) müslümanlar içinde değer-ölçüsü olarak yer etmiştir. Bu yanlış değer-ölçüsünün, müslümanları tamâmen dağıtmasını önleyen şey ise, Endülüs’te devâm eden kültür-medeniyet ve Anadolu’da ortaya çıkan cihangir devlet olan Osmanlı’dır. Fakat artık değer-ölçüsü Kur’ân-sünnet-adâlet merkezli değil, bâtıl bâtıni-tasavvuf merkezli pasif inançlardır.

İkinci dalgayı da bu şekilde atlatan müslümanların, son büyük dalga olan “üçüncü dalga”yla berâber dirençleri kırılmış ve artık “kılıçlar işe yaramaz hâle geldiğinden” yeni dalgaya karşılık veremez duruma düşmüşlerdir. Bu üçüncü dalga; Rönesans-aydınlanma-devrim-sanâyileşme-modernleşme denilen batı uygarlığının oluşturduğu seküler uygarlık dalgasıdır. Askeri ve siyâsi olarak hâlen güçlü dursa da, Kur’ân mehcûr (pasif) bırakıldığı için, ilim-kültür-medeniyet olarak Kur’ân-sünnet değerinden ve ölçüsünden büyük ölçüde kopmuş olan müslümanlar, bâtıni-tasavvufi pasif inançlarıyla, yeni gelişen bu dalgaya ilmî-kültürel ve hattâ ahlâki olarak karşı koyamamışlardır. Çünkü zâten hem yıpranmış hem de kendini geliştirememişlerdi. Zîrâ vahiy-merkezli olmayan bâtıni değer-ölçüsünün buna karşı koyacak potansiyeli ve gücü yoktur.

İşte “Fransız Devrimi” ile ayyuka çıkan bu yeni dalga, bir-süre sonra, hem son cihangir devlet Osmanlı’yı yıkmış, hem de ümmeti dağıtmıştır ve batı uygarlığının ortaya çıkardığı ve İslâm ile bire-bir zıt olan milliyetçilik ile insanlara yeni bir değer-ölçüsü sunmuş ve “ayrılıkları” sevdirmiştir. Artık her parça (devletçik) kendi milliyeti ile övünmeye başlamış ve bir-süre önce “can-kardeş” olduğu müslüman devletlerle “can düşman” olmuştur. Artık “yeni bir heyecan” başlayana kadar, ümmetin bir-araya gelemeyeceği bir duruma düşülmüştür. Üstelik bu yeni durum onları parçalayıp güçsüzleştiriyorken. Bilindiği gibi milliyetçilik-ırkçılık maddî olanla ilgili olduğu için dünyevîdir.

Dünyevileşme hırsının zirveleştiği zamanların bir sonucu olan 1. dünyâ-savaşından sonra 1950’ye kadar bâzı müslümanlar bir direnç göstermişlerdir ve bu uğurda çalışmalar-gayretler sergilemişlerdir fakat 2. dünyâ-savaşı ile başlayan “soğuk-savaş siyâseti”, bu gayretleri baltalamış ve etkisini azaltmıştır. Nihâyet 1990’lara gelindiğinde sosyâlizmin çöküşü ve kapitâlizmin zaferiyle çift-kutuplu Dünyâ-düzeni değişmiş ve kapitâlist-liberâl merkezli tek-kutuplu ve tek-merkezli dünyâ-anlayışı ve siyâseti yerleşmiştir. İşte; genelde tüm insanların, özelde ise konu ettiğimiz müslümanların kişiliksizleşmesi, korkaklaşması, tembelleşmesi, pısırıklaşması ve kısaca “yozlaşması” başlamıştır. Çünkü artık değer-ölçüleri gerçek anlamda Kur’ân ve sünnet olmaktan neredeyse tamâmen çıkmıştır. Dünyevileşme din hâline gelmiştir.

Lâik/seküler/kapitâlist/neo-liberâlist/modernist/konformist/demokratik/ılımlı/emperyâl/kürel/serbet piyasa düşünceleri ve ideolojileri ile oluşmuş değer-ölçüleri, müslümanların da aklını başından alarak onların da değer-ölçüsü olmuştur. 2.000’li yılların başından îtibâren bu değer-ölçüsü insanlara dünyevî hazlardan başka bir değer vermediği hâlde insanların yegâne değer-ölçüsü hâline gelmiştir. İnsanların değer-ölçüsü, artık “çokluk”la ilgilidir. Hâlbuki Allah bu konuda insanları ve müslümanları Kur’ân’da uyarmıştır-uyarıyor:

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu,) mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

En üzücü olan ise, dünyevileşmeye bir alternatif olan ve hak-hakîkat-adâlet merkezli değer-ölçüsünü Kur’ân ve sünnetten yola çıkarak hayâta hâkim kılmakla yükümlü olan müslümanların da bu dünyevileşme dalgasına kapılmalarıdır. Öyle ki, müslümanlar da, tâğutların tüm ülkeler gibi İslâm ülkelerine de gönderdiği ve iş-başına getirdiği kişiler aracılığı ile yerleştirilmiş olan modern değer-ölçülerini, dünyevileşmeye kapılarak benimsemişlerdir. Hattâ ellerinden Kur’ân’ı düşürmeyen ve haftada 1 yada 2 kere toplanıp Kur’ân okuyanlar ve Kur’ân dersleri yapanlar da bu rüzgâra-furyaya kapılmışlar ve savrulmaktadırlar. Ellerinde Kur’ân var ama eylemleri Kur’ân’a aykırı. Ellerinde Kur’ân varken, şeytan’ın fısıldamalarıyla Dünyâ’yı yöneten ve yönlendiren tâğutların emirlerine göre hareket ediyorlar. Ellerinden Kur’ân’ı bıraktıkları anda yada ders yapılan yerdeki kapıdan dışarıya adımlarını attıkları anda, modern değer-ölçüsü olan dünyevileşmeye göre hareket etmeye başlıyorlar ve tabi bu nedenle de müslümanların perişân hâllerinde bir değişme-düzelme olmuyor ve Dünyâ’nın kötü durumu her geçen gün müslümanları daha az ilgilendiriyor. Kur’ân’ı bir, “salt ahlâk kitabı” gibi, bir, “salt ders kitabı” gibi okudukları için, hayâta döndüklerinde Kur’ân’a göre hareket etmiyorlar-edemiyorlar. Müslümanlar, önlerinde diz çöktükleri ve bir-nevî taptıkları şeyhlerine; oy verdikleri ve böylece onları eleştiriden muaf tuttukları siyâsi lîderlerine; âşık oldukları ideolojilere ve böylece nihâyet tâğutlara ve şeytana kulluk etmiş oluyorlar. Sünnetullah gereği de perişanlıkları ayyuka çıkıyor.

Müslümanlar yeniden; Kur’ân-sünnet-adâlet merkezli düşünmeye ve eyleme dönmediklerinde, çok da uzun olmayan bir süreçte, bu yeni modern-dünyevi değer-ölçüsü, ilk başta “öncelikli sorumlu olan müslümanları”, sonra da tüm dünyâ-insanlarını -mâzallah- mahvedecek ve yok edecektir. Tâ ki, “yeni bir değer ölçüsü, heyecan ve değişim” başlayana kadar..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2016




























Devamını Oku »

İslâm ve Sivil Toplum Kuruluşları


STK denilen Sivil Toplum Kuruluşları, “küresel efendilerin” toplumları kontrôl etmek için oluşturdukları bir yapılanma modelidir. Böylelikle hem düşüncelerini kilit bir toplum üzerinden halka aktaracak, hem de bu konuda olası bir eleştiriye mâruz kalmadan aracı bir kurum vâsıtasıyla Dünyâ’ya ihrâç edebileceklerdir. Bunun için öncelikle, kendi seçtikleri ve onayladıkları kişileri ülkelerde iş-başına getirirler. Bu kişilere bağlı olan toplumların STK’lar kurmalarını önerirler ve bunun için ön-ayak olurlar. Bu kuruluşlara her türlü maddî yardımdan başka, gerekli olan, kendi açılarından doğrulanmış ve kabûl edilmiş her bilgiyi aktarırlar ve onlar da kendi toplumlarına bu doğrultuda aktarımlar yaparlar. Böylelikle küresel güçler, kültürlerini, paradigmalarını, bakış-açılarını o ülkelerin insanlarına bir îtiraz olmadan aktarıp kabûl ettirmiş olurlar.

Bu toplumların üyeleri “sivil”dir. Sivillerden oluşur. Yâni asker olmayan, bir özelliği olmayan, toplumun üniformalısı olmayan kişilerden oluşur. Fakat bu kuruluşlarda alınan kararlar kişilerin salt kendi düşünceleri ve fikirleri değildir. Bu nedenle de eylemleri de kendilerine has eylemler olmaz. Hâkim Dünyâ’nın, kültürün, ülkenin, ideolojinin paradigmasını o ülkenin diline, anlayışına adapte etmek için kurulmuş olan yerlerdir buralar. Bu kuruluşlar bu nedenle bir tür trafo görevi yaparlar. Zâten mevcut paradigmaya aykırı davranmaları yasaktır. Bu nedenle böyle bir girişimde bulunmazlar. Kendilerine usûlüne göre belletilmiş fikirlerin üretimini ve seslendirmesini yaparlar sâdece. Aykırı görüşleri kabûl etmezler ve zâten oralarda barındırmazlar. Dünyâ’da kurulmuş -STK anlamında- STK’ların tamâmı aslında küresel güçlere hizmet ederler. Böylelikle tağutlar aracılığı ile şeytana uyulmuş olur. Buraların paradigmalarını Dünyâ’daki arzularına-beklentilerine-çıkarlarına-düşüncelerine aykırı görmeyenler bu kuruluşlar için canla-başla çalışabilirler. Çünkü onların amaçları STK’ların amaçlarıyla aynıdır: Çıkar.

Fakat müslümanlar için durum böyle değildir, olmamalıdır. Çünkü müslümanların hiç-bir bozulmaya uğramamış kitapları vardır ve 1.400 yıllık bir toplumsal yapılanma şekilleri vardır. Bu yapılanmalar STK’lardan daha üstün ve etkilidirler. Bu nedenle müslümanların bu tarz yapılanmalara ihtiyâcı yoktur, olmaz. Müslümanları bu yola iten sebep, oy vererek destekleri siyâsi lîderler ya da bu siyâsi lîderleri destekleyen hoca-efendiler, şeyler vs. dir. Câmi-merkezli cemaat yapılanması varken, müslümanların batıdan ithâl bu tarz kuruluşlar kurmaları ve buralarda eylemlerde bulunmaları hem anlaşılacak gibi değildir, hem de utanç vericidir. Çünkü buraların felsefesi ve paradigması, Kur’ân’a aykırıdır. Buradaki düşünüş şekli ve felsefe, STK’ların öne çıkardığı ideoloji ve düşünüş şekillerine çok çabuk uyum sağlıyor ve açıkça aykırı olan Kur’ân âyetlerine aykırı yorumlarla farklı sonuçlara varıyorlar ve toplumun anlayışlarını, disiplinlerini ve dolayısı ile ahlâklarını bozuyorlar. Atasoy Müftüoğlu:

“İslâm’i iddialarla kurulan vakıflar, dernekler, sivil toplum örgütleri, bu-gün canla-başla muhâfazakâr yapılara hizmet ediyor. Her İslâm’i eğilim/cemaat/hizip Kur’ân-ı Kerim’e kendi istediğini söyletiyor. İslâm bireyselleştiği için, İslâm’i otoritenin yerini keyfilikler aldığı için, temel İslâm’i ilkeler zaman-dışı ilkeler hâline geliyor. İslâm’i ilkelerin zaman-dışı ilkeler hâline getirildiği bir toplumda, müslümanlar, İslâm medeniyeti tasavvuru etrâfında sınırsız güzellemeler yapabiliyor” der.

Bu kuruluşlar aynı-zamanda İslâm’ı demokratikleştirme, ılımlılaştırma, protestanlaştırma ve “layt”laştırma vazîfesini de üstlenmişlerdir. Başta eleştiri olmak üzere isyân ve savaş düşüncesini bloke etmek için kâfirâne yorumlar üretilir ve yapılır buralarda. “Eylemsiz bir din anlayışı” oluşturmak ana hedefleridir. Enes Günaslan:

“Artık sekülerizmin bütün kavram ve kurumlarıyla bütünleşmiş bir kavramla karşı-karşıyayız. STK kavramı bizde çok yeni bir kavram. Liberâl dünyâdan ithal ettiğimiz, liberâl içerikler üretmek zorunda olan, totaliter yapıyı liberâlize eden bir yapılanma modeli. Batı, kaba bir ifâdeyle ‘Sivil Toplum’u bir çeşit organizasyon kâbiliyeti olarak tanımlıyor. Kavramı sosyolojik ya da akademik açıdan tartışmaktan ziyâde, müslüman toplum için bu kavramın veya modelin ne anlam ifâde ettiği cihetinde bir yaklaşım ortaya koymaya çalışalım:

Sivil toplum, insâni ve İslâm’i talepleri, liberâl insan hakları kavramının sınırları içerisinde kalarak gündem etmek durumundadır. İslâm’i bütüne yönelik bir talep liberâl akıl tarafından reddedilmek durumundadır. İslâm’i mülâhazalarla hareket eden STK’lar bile taleplerini liberâl aklın sınırları içerisinde sunmak zorunda kalıyorlar. STK’lar sistemin bir-takım hususlarda restorasyona gitmesini talep edebilirler fakat mevcut sistemin yapısal olarak değişimini talep edemezler. Devlet eliyle yürütülen projeler konusunda toplumu rehabilite edebilme adına önemli bir pozisyon icrâ ederler. Meselâ çok yakın bir örneklik olarak Abant platformları ve etkileri bu hususta irdelenmesi gereken bir madde olarak zikredilebilir.

Fonksiyonel özellikleri üzerinden bir-kaç madde daha sıralamakta fayda var. “STK’lar dînin tanımladığı kavramların referans kaynaklarını sarsıcı etkiler yapabilir. Meselâ İslâm’ın ahlâk olarak tanımladığı bir şeyi STK ‘etik’ olarak tanımlar. Akîdevi olarak nitelendirilmesi gereken bir-takım meseleler içtihâdi meseleler olarak değerlendirilebilir. Günah ve sevap gibi kavramları reel politik sınırlarla tanımlanabilir. Oysa müslüman için Kur’ân’ın tanımladığı terminolojik sınırlar içinde hareket etme söz-konusudur. Atomik bir yaklaşımla dîni yorum bütünden uzaklaştırılabilir. Bireysel sorumluluklar, kurumsal yapılar üzerinden ikâme edilmeye çalışılabilir. “İnsanlara gitmek” sorumluluğu rahatlatılmış olur. Artık insanların size gelmesi durumu söz-konusudur.

Gelinen noktada sivil toplumlaşmayla birlikte “muhâfazakâr” kimliğine sâhip bir sınıf oluştu. Bu-gün bu sınıf, İslâm’ın özellikle siyâsal alanda inşâsına yönelik herhangi bir çabayı, mücâdeleyi bir ütopya gibi görüyor. İslâm’ın siyâsal ve hukuksal alana yönelik herhangi bir talebini hastalıklı bir talep olarak yorumlayabiliyorlar. Bu sınıf, statükonun bu hâkim yaklaşımı karşısında risk almak ve karşı söylem üretmek yerine, bir lâle-devri rahatlığı sergiliyor. STK’ların ekseriyetinin inşâ ettiği bu niceliksel sınıfın kendi sistematiği içerisinde herhangi bir mücâdeleye, îtirâza ve dava bilincine ihtiyaç hissedilmiyor. Bu tarzın, kamusal alanın İslâm’i temeller noktasında dönüştürülmesine yönelik kaygıları her geçen gün tükenmektedir” der.

Bir yazıda şunlar söylenir:

“Demokrasi kuramında her düşünce ve görüş kendisini bir sivil toplum kuruluşu çatısı altında ifâde edebilecek ve o grubun taleplerinin iktidar tarafından kabûl görmesini sağlamak için mücâdele edecektir. Doğal olarak bu talepler sistem-içi diyebileceğimiz hâl-i hazırda yürürlükte olan anayasaların öngördüğü hak ve yükümlülükler çerçevesinde oluşmalıdır. Bunun ötesine geçecek türdeki taleplerin sâhipleri, sistemin nezdinde derhâl sivil toplum kuruluşu olmaktan çıkıp yasa-dışı terör örgütlerine dönüşmektedir. Dolayısıyla da kendilerine hiç-bir hayat-hakkı tanınmamaktadır.

Demokratik sistemlerde eşcinseller kendi aralarında evlenebilmek için dernek ve benzeri sivil toplum kuruluşları altında birleşerek, iktidar sâhiplerini de oylarının gücü ile tehdit ederek hak arayabilirler. Ama Allah’ın hükmüyle hükmedilmesi ve anayasa ve yasaların ancak Allah’ın vahyine uygunluk içerisinde olması gerektiğini savunan hiç-bir grup bu tür bir hakka kavuşamaz. Zîrâ bu tür talepler demokrasinin temelleri ile çelişir. Demokratik yapının sâhiplerinin de böylesi bir talebe geçit vermesi söz-konusu değildir ve olamaz da.

Madem öyle, bir-takım müslümanların gerek Türkiye ve gerekse başka bâzı “halkı müslüman” yönetimi “tâğut rejimler”den oluşan ülkelerde nasıl olup da sivil toplum kuruluşları aracılığı ile hak taleplerini dile getirebileceklerine inanmalarını anlamak mümkün değildir. Buna hiç-bir sistem müsaade etmez. Yâni müslümanlar sistem içinde kalarak mı mücâdele etmeli yoksa dışına mı çıkmalı sorusunun cevâbı bir tercih meselesi değildir. Çünkü sistem-içi araçlar ile mücâdele etmeyi tercih ettiğinizde zâten İslâmî taleplerinizden vazgeçmiş oluyorsunuz. Bir başka ifâdeyle, biz müslümanlar istesek de bu sistem-içi araçları kullanarak amacımıza yürüyemeyiz. Bu ne İslâmî açıdan meşrûdur, ne de pratik açıdan mümkündür”.

STK’lar, cemaat bilincinden uzak olduklarından, saçma-sapan düşünce ve eylemlerde de bulunurlar. Mücâhid Gültekin:

“İslâm’i STK’lar hem alkôl, uyuşturucu, zinâ, LGBT (lezbiyen, gey, bi-seksüel ve transgender ), fuhuş vb. ahlâksızlıklardan şikâyet ediyor, hem de bu sorunları vâr eden ve pekiştiren insan hakları, demokrasi, liberâl özgürlükler, AB değerleri gibi kavramlara yaslanarak kendilerini tanımlıyorlar. Hem âilenin çözülmesinden şikâyet ediyor, hem de âileyi çözen toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının kavramlarıyla kadını ve erkeği tanımlayabiliyor. Yada bu politikaların bu sorunlarla ilişkisini göremiyor. Yine bir taraftan LGBT kurumlardan şikâyet ediyor ama onları yasallaştıran ve hattâ eleştirilmesini bile şiddet ve cinsel ayrımcılık olarak kodlayan İstanbul Sözleşmesi’ni muhâfazakâr iktidarların imzâladığını bilmiyorlar” der..

Bu kuruluşların yapıları İslâm’ın yapılanmasına aykırıdır. Buralarda Kur’ân ve sünnet ile uyumlu fikirler ve düşüncelerin oluşması çok zordur. Çünkü buralardaki ana-felsefe ve düşünce “yeni” olana bağlıdır. Sürekli yeni yorumlar yapılır ve bu yorumlar İslâm’ın 1.400 yıllık süreci tamâmen göz-ardı edilerek yapılan yorumlardır, sünnet göz-ardı edilerek yapılan yorumlardır. Dediğimiz gibi; eyleme karşıdır zîrâ. Çünkü “modern zamandayız” anlayışıyla eylemden %100  kopuk olan yorumlar yapılır buralarda ve topluma bir şekilde aktarılan bu yorumlar, insanların İslâm-merkezli düşünmelerini olumsuz olarak etkiler. Hani bir laf vardır ya: “İmam osurursa cemaat sıçar” diye, işte buralardan çıkan yorumlar, halka geldiğinde daha da bozulmaya uygun olan yorumlardır.

Bünyamin  Zeran:

“Sivil-toplum esâsında yalnızca otoriter devlete karşı mücâdele için vârolmamıştır. Avrupa toplumunda başlangıçta kilise ile mücâdelede de sivil-toplum oluşmuştu. Şimdilerde ise kilise yada diyânet gibi kurumlar sivil-toplum kategorisinde iş görmektedir.

Sivil-toplum her şeyden önce bütün beşerî ilişkilerimizi dînin yüklediği sorumluluk ve anlamdan yoksunlaştıracak bir kurguya sâhiptir. Gündelik hayâtın gayba ve Allah’ın rızâsına ilişkin boyutunu ihmâl etmeyi esas alır. Özgürlük için yeni yollar önerir; hayâtın her zaman inanılmış mutlak değerler ve hükümler üstünde yaşanması gerekmediğini sürekli îmâ eder. Kadim Grek’ten alınmış “iyi bir hayat” anlayışının sâbiteleri olmadığından, peygamberlerin örnekledikleri ile çatışır. Sivil-toplum tahayyülü, gayb ile müşâhede alanının, zâhir ile bâtının, siyâsal ile sivil-toplumun, kamusal alan ile özel alanın, kaos ile düzenin, insan ile tabiatın, uygarlık ile barbarlığın birbirlerinden ayrıştırılması temeline dayanır” der.

Sivil-toplum ahlâk-merkezli değil, etik-merkezlidir. Etik, toplumdan çok kişisel olduğundan, sivil-toplumun katılımcıları, her ne kadar sık-sık bir-araya gelseler de ayrılık içindedirler. Gerçek bir birlik ve berâberlikten uzaktırlar. Zîrâ kurumsaldırlar. 

“Vay hâline şu namaz kılanların!. Namazlarından gaflet içindedir onlar. Gösteriş yapmaktadırlar. Ve ufacık bir yardımı da engellemektedirler”(Mâûn 4-7).

“Vay o namaz kılanların hâline ki namazlarından gâfildirler. Çünkü namaz kılarlar ama, namazın-salâtın bilinçlendirmesi-yöneltmesiyle yapmaları gereken en ufak bir yardımı bile esirgerler” diyor âyet. İşte bunun gibi; “Vay o STK’lar kuranlara ki, yaptıklarından gâfildirler. Çünkü en ufak olumlu ve İslâm’i bir eyleme bile geçmezler ve onu hayâta aktarmayı ve onu hayâta hâkim kılmayı düşünmezler”. Çünkü buralar artık İslâm’i cemaatler değildirler. Devletin arka-bahçesi olmuş ve devlete perçemlerinden bağlı topluluklardır bunlar. Bu nedenle, bırakın böyle bir eylem ortaya koymayı, eylemsel bir şey yapmayı düşünmekten bile dehşete düşüp korkuya kapılırlar. Cemaat yerine sivil-toplum kuruluşu olan bu topluluklar elbette iktidârın güdümünde-yedeğinde olacaklardır.

İsmâil Kara bu kuruluşlar için şunları söyler:

“Türkiye'de sivil-toplum kuruluşu yoktur. Sivil-toplum kuruluşu gibi gözükenler ya Ankara'nın yâhut başka siyâsi merkezlerin gölgesinde ve tahakkümündedir. “Yarı-resmî kuruluşlar” demek daha doğru bence. Bizdeki üniversitelere, belediyelere, sendikalara, vakıflara, derneklere bakın, sonra da ne kadar sivil olduklarına karar verin. Cemaatlerin derin bir sistem tasavvurları, devlet fikirleri ve tenkitleri yoktur. Bu da Türkiye'ye müdâhalenin aracı olarak kullanılabilirlik ihtimâllerini artırıyor. Cemaat ve târikatların da siyâsî merkeze ve devlete karşı konumları, düşünceleri ve davranış biçimleri çok taraflıdır. Önce zihniyet-dünyâları îtibâriyle devletçi ve merkeziyetçi olduklarını söyleyebiliriz. Türkiye'de bu aynı-zamanda askerlere yakın olmak demek. Bu noktada milliyetçi ve muhâfazakâr çevrelere hayli yakınlaşırlar. “Devlet bizimdir ama başkalarının, yabancıların elindedir, bizim elimize geçerse mesele hallolacak” diye düşünürler. İslâm rejim düşmanlığı yapan veya sert siyâsi söylemleri ve tenkitleri benimseyen radikâl İslâm’cılardan hoşlanmazlar. Dinle siyâset arasındaki gerilimin artmasını değil, hafiflemesini isterler. Cemaat dayanışması içinde kendi eksikliklerini görmüyorlar, kendilerine güvenlerinin arkasının boş olduğunu fark etmiyorlar, tenkide açık değiller, bunlar da kullanılabilirlik ihtimâllerini yükseltiyor”.

Abdurrahman Arslan:

“Sivil toplum olma hâlinden önce gelen ve meselenin esâsını oluşturan “sivilite” mücâdelesi; her-şeyden önce “birey olma” hikâyesi, aynı-zamanda bir özgürlük ve özgürleşme sürecidir. Eşit ve özgür vatandaş olmak, yâni sivil bir kimliğe ulaşarak modernitenin öngördüğü kendi-kendine yeterli, totâl bir varlık olmak; aynı-zamanda İslâm’ın öngördüğü “âlem tasavvuru” sunan cemaate âit olma hâlinin terk edilme hikâyesi sayılır.

Sivil toplum her-şeyden önce bütün beşerî ilişkilerimizi dînin yüklediği sorumluluk ve anlamdan yoksunlaştıracak bir kurguya sâhiptir. Gündelik hayâtın gayba ve Allah’ın rızâsına ilişkin boyutunu ihmâl etmeyi esas alır. Özgürlük için yeni yollar önerir; hayâtın her zaman inanılmış mutlak değerler ve hükümler üstünde yaşanması gerekmediğini sürekli îmâ eder. Kadim Grek’ten alınmış “iyi bir hayat” anlayışının sâbiteleri olmadığından, peygamberlerin örnekledikleri ile çatışır. Sivil toplum tahayyülü; gayb ile müşâhede alanının, zâhir ile bâtının, siyâsal ile sivil toplumun, kamusal alan ile özel alanın, kaos ile düzenin, insan ile tabiatın, uygarlık ile barbarlığın bir-birinden ayrıştırılması temeline dayanır.

İslam sivilitenin “birey” olarak kavramsallaştırılmış insan anlayışına îtirâz ederek, kendisi için “mü’min/kul”; toplum veya “sivil toplum” kavramsallaştırılmasının yerine de “cemaat”i öngörmektedir” “Modern hayat biçiminin bizzat kendisi ilerlemeye göre ve ilerleme tarafından kurumsallaştırılmıştır. İnsan ilerlemenin kurumsallığı içinde ondan gelen beklentilere göre sâdece bir idrak biçimi değil, aynı-zamanda bir “huy” kazanmış hâldedir. Dolayısı ile bu çabayı gösterenler İslâm’ın hakîkatini, kendi geleneği içindeki anlaşılma ve tecrübe edilme biçiminden kopartarak/yalıtarak, onu salt aklın nesnesi durumuna düşürmek gibi, hedefi İslâm’ın dışında tanımlanmış bir gayretin içindedirler” der.

Sivil Toplum Kuruluşları, fitne-merkezleri olan think-tank’lerin izdüşümleridir. Onların küresel projelerinin yerel uygulayıcısıdırlar.  


Bizim evlerimiz var, câmilerimiz var, vakıflarımız var. Bu yapılar büyük bir medeniyet kurdu ve bu medeniyeti çoğalttı, korudu. STK’lar gibi yapılara ihtiyâcımız yok. Allah’ın bize toplanmak için gösterdiği ilk yer, evlerimizdir ki en uygun yerlerdir buralar:

“Biz de Mûsa ve kardeşine, “Şehirde kavminiz için bâzı evleri sığınak, karargâh ve merkez edinin, o evlerinizi de mescide dönüştürün, oralarda namazınıza devamlı ve kararlı olun ve sen ey Mûsa! İnananları Allah'ın yardımıyla müjdele” (Yûnus 87).

“Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargâh edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister” (Ahzab 33).

Dâr-ûl Erkam varken, Dâr-un Nedve’ye gerek yok ve zâten İslâm’â karşı kararların alındığı yerdir Dâr-un Nedve. İşte STK’lar da modern Dâr-un Nedve’lerdir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2016
Devamını Oku »

Ilımlı İslâm Projesi


Genelde 2. Dünyâ savaşından sonra; Özellikle Îran devriminden sonra; Türkiye’de 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinden sonra; Dünyâ’da ise 11 Eylül olayından sonra yoğunluk kazanan “küresel ılımlı/hoşgörülü/demokratik İslâm” projesi var. Aslında bu bir “protestan müslümanlık” şeklidir. Yeni Dünyâ Düzeni’nin tezâhürüdür bu. “Modernist müslüman” anlayışıdır. Batının, domuz gibi tüketmeye yetmeyen kaynaklarından açığa çıkan ekonomik krizlerini aşmak için geliştirmiş olduğu bir proje. Mevcut pazarlarla kapatılamayacak bir açık var. Batı-insanı bu sorunu, “tüketmeyi yavaşlatarak” aşmayı istemiyor. Çıtayı düşürmek istemiyor. Bu nedenle de hükûmetlerine sürekli baskı yapıyor. “Domuz-başları”nın, servetlerini katlama hırsları da buna eklenince batı hükümetleri ürünlerini pazarlayarak kâr elde edecekleri yeni pazarlar bulmak ve açmak zorunda kalıyorlar çâre olarak. Bu nedenle de gözlerini orta-doğuya ve orta-Asya’ya diktiler. Buraların yer-altı ve yer-üstü kaynakları iştahlarını kabartıyor. Özellikle orta-doğu ilk sırada.

Fakat bir sorun var.. Buralarda istedikleri pazarları açamıyorlar. Çünkü pazarlayacakları ürünlere rağbet yok buralarda. Kültür farklı zîrâ. Alışkanlıklar farklı. Dînî ve millî kimliklerinden gelen kültürleri batının ürünlerine ilgisiz bırakıyor onları. O hâlde batılıların ilk önce kendi kültürlerini buralarda yerleştirmeleri gerekir. Bunun için de ilk yapmaları gereken şey kültürlerini resmî/ideolojik olarak kabûl ettirmektir. Bunun da ilk aşaması, şeytani bir ideoloji olan demokrasiyi o ülkeye yerleştirmektir. Fakat demokrasiyi yerleştirmek için de İslâm’ı zayıflatmaları gerekiyor. Çünkü İslâm ile demokrasinin uyuşması söz-konusu bile değil. Tabi bâzı aşırı-şişman ve toplu ve de demokrasiden geçinen demokrasi aşığı “âlim!” kişilerin iddialarını saymazsak. Peki İslâm’ı nasıl zayıflatacaklar?. İşte zurnanın “zırt” dediği yer burası.. “Korunmuş Kur’ân”dan bir şeyler azaltamazlar. İlâve de yapamazlar. O zaman geriye tek-seçenek olarak mevcut âyetleri aşırı yoruma tâbi tutmak kalıyor. Aşırı yoruma tâbi tutarak anlam kaymaları yapmak ve insanları “demokrasiye karşı gel(e)mez” bir hâle getirmek. Yapılan aşırı yorumlar demokratik/neo-liberâl/kapitâlist/seküler/modernist/konformist/laik yorumlar çünkü. Tağutların bu tarz yorumları gündemde tutmak, desteklemek ve bu tür yorumlarda bulunanları ön-plâna çıkarmak başlıca öncelikleri. İşte bizim sözde gayretli yorumcular bunların tuzağına düşerek aşırı yorum zırvalığına yöneliyorlar ve bir zamanlar Yahudi ve Hristiyanların Persler ve Roma’lıların baskılarıyla yaptıkları aşırı yorumlama tuzağına düşüyorlar ve Kur’ân’ın metnini olmasa da yorumunu tam da tağutların istediği şekle sokuyorlar. Böylece İslâm’ı ılımlılaştırmış oluyorlar. Evet; batı, Kur’ân’ı bile “oyalama”nın nesnesi hâline getiriyor. Müslümanların doğru-dürüst Kur’ân’ı meâlden/tefsirden okuma çalışması bile yapmadığı bir toplumda insanlar gündemdeki yorumları din zannediyorlar. Sonuçta İslâm-ülkeleri demokrasiyi ülkelerinde kurmakla aslında batıya pazar kurmuş oluyorlar. Ve böylece tağutlar domuzluklarına domuzluk katarlarken, garibanlar da garipliklerine gariplik katıyorlar. Parmaklarına çalınan bir damla bal ile ömürlerini geçiriyorlar.

Küresel güçler, İslâm âlemine yaymak istedikleri bu projeyi Türkiye Devleti örneği üzerinden yapmak istiyorlar. Ubeydullah Toprak bu konuyla ilgili yazısında şunları söyler:

“Rand Corporation’un ılımlı İslâm raporunda şunlar söylenir: ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) 1989 yılında Rand Corporation adlı kuruluştan, “Türkiye’de İslâm’i Radikâlizmin Geleceği” konulu bir rapor istemiştir. Bunun üzerine Rand Corporation, CIA’nin en önemli isimlerinden Graham Fuller başkanlığında bir ekip kurmuş ve hazırlıklara başlamıştır. Ekipte bâzı Türk uzmanların yanı-sıra CIA’nın Ankara İstasyon Şefi Paul Henze gibi istihbâratçılar da yer almıştır. Hazırlanan 79 sâhifelik raporun son bölümünde şu ifâdelere yer verilmiştir: “Türkiye’de İslâm’ın yükselmesi olgusuna dik­katli ve seçici bir şekilde yaklaşılmalıdır. Ancak, ihtiyatlı ve al­çak perdede kalarak Amerikan çıkarlarına en iyi hizmet müm­kündür. İslâm’ın rolünü etkileme konusunda en ufak bir açık Amerikan girişimi, ABD’nin çı­karlarına hizmet etmez. Yönetim konuya dönük politikalarını for­müle ederken hem Türkiye’de la­ik modeli destekleyen, hem de İslâm’i güçlerle açık bir çatışma­dan kaçınan nâzik bir denge ya­kalamak durumundadır. Türkiye’ye Nato çer­çevesinde daha fazla yükümlü­lükler verilmeli, Nato strateji­leri konusunda Türk resmî ma­kamlarına daha fazla danışılma­lıdır. Diğer taraftan ABD’nin laik-seküler hareketleri desteklemesi, bu-arada Türkiye’de­ki Amerikan menfaatlerine daha iyi hizmet edecek politikalar ge­liştirmeye çalışması gerekir. Ayrıca İslâm’i hareketin ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayr-i res­mî temasların kurulması ve yeni dünyâ-düzenine uygun dînî yorumların yayılmasının sağlanması gerekir.

1999 yılında dönemin ABD Başkanı Clinton, Türkiye ile İslâm’ı özleştiren yeni bir terim üreterek, Türkiye’yi “Laik bir İslâm Devleti” olarak tanımlamıştır. Bu tanım, Büyük  Ortadoğu Projesine bağlı “Ilımlı İslâm” fikriyâtının ne zaman şekillenmeye başladığının açık bir işâretidir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde, müslüman kimlikli tüm ülkelere kısaca vermek istediği mesaj şudur: “Müslüman bir halk, laik ve demokratik bir sistemle yönetilebilir. İşte size bir örnek: Türkiye.

Bu bağlamda, 2003 târihinde “RAND Corporation” kuruluşu tarafından “Sivil Demokratik İslâm: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” başlıklı 88 sayfalık kapsamlı rapor George W.Bush yönetimine sunuldu. “İslâm ve müslümanlar, Batı demokrasisi değerlerine ve küresel düzene uyumlu hâle getirilemezse, medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduğu” tezinden yola çıkılan bu raporda; İslâm coğrafyasının nasıl denetim altına alınacağına dâir bir strateji önerilmektedir. Dünyâ-müslümanları; kökten-dinci/radikâl müslümanlar, muhâfazakâr/geleneksel değerleri savunan cemaatler, modernist/ılımlı müslümanlar ve laikler olmak üzere dörtlü tasnife tâbi tutulmuştur. Bu grupların bakış-açıları analiz edilerek şu sonuçlara varılmıştı (özetle):

1-Kökten-dinci/radikâl müslümanlar: İslâm’ın şiddetten kaçınmayan, yayılmacı ve saldırgan yorumunun temsilcileridirler. Demokratik değerleri ve Batı kültürünü reddederler. Batı’ya, özellikle ABD’ye düşmanlık hisleri beslemektedirler. Geçici taktik düşünceler hâriç, bu grubu desteklemek bir seçenek olamaz.

2-Muhâfazakâr/geleneksel müslümanlar: İslâm dîninin kurallarına sadâkatle bağlı olmakla birlikte, saldırgan ve şiddet yanlısı değildirler. Radikâl müslümanlara kıyasla daha ılımlı görüş taşırlarsa da, çağdaş demokrasileri ve batı değerlerini gönülden kucakladıkları söylenemez. Bu gurup da, demokratik İslâm’ın örneği ve geçiş vâsıtası olmak için uygun düşmez. Bu grupla ilişkilerde, barışçı bir görüntü vermek en iyisidir.

3-Modernist/ılımlı müslümanlar: İslâm’ın günümüzdeki katı anlayış ve uygulamalarında kapsamlı değişiklik yapılması konusunda ittifak hâlindedirler. Peygamber dönemindeki uygulamaları kabûl etmekle birlikte, o günlere âit sosyâl ve târihi koşulların bu-gün artık geçerli olmadığını savunurlar. Târihselciliği benimsemişlerdir. Temel değerleri; bireysel vicdânın üstünlüğünün yanı-sıra, eşitlik ve özgürlüğe dayalı toplum anlayışıdır. Bu değerler çağdaş demokratik esaslarla bağdaşmaktadır. İslâm-dünyâsının, küreselleşmenin bir parçası olmasını da arzu ederler. Bu nedenlerle ılımlı İslâm, demokratik İslâm’ın örneği ve esas vâsıtası olmak için en uygun olanıdır.

4-Laik-seküler dünyâ-görüşlerini savunan aydınlar: Batı demokrasileri tarzında din ile devlet işlerinin ayrılmasından yana olup, din olgusunu kamûsal alandan özel alana indirgemişlerdir. Politika ve değerler açısından batı’ya en yakın olan gruptur. Bu olumlu özelliklerine karşılık, genellikle yarı-demokratik görünümlü otoriter bir yapıyı esas alan laik guruplar, çoğunlukla solcu ve saldırgan milliyetçi ideolojileri benimsemişlerdir.

Raporda, Amerika’nın İslâm’ı kontrol altına alması için neler yapması gerektiği maddeler hâlinde şöyle sıralanmıştır (özetle):

Modernist/ılımlı İslâm cemaatleri desteklenmelidir. Bu kapsamda; özellikle mâli destek sağlanmalı, lîderlik modeli oluşturulmalı ve bu modele uygun kanaat önderleri tesbit edilmelidir. İslâm’da devlet ve dînin ayrı tutulabileceği (lâiklik), bunun inanca zarar vermeyeceği, aksine onu güçlendireceği fikri ısrarla işlenmelidir.

Muhâfazakâr/geleneksel değerleri savunan kanaat önderlerinin kusurları ön-plâna çıkarılmalıdır. Radikâl/kökten-dinci müslümanlar ile muhâfazakârların arasının iyice açılması gerekir. Siyâsi hedefleri olmayan tasavvufi hareketlerin teşvik edilmesi ve sufiliğin yaygınlaştırılması teşvik edilmelidir. Ilımlı İslâm cemaatlerine yakın görüşte olan muhâfazakâr/geleneksel müslümanların, ortak hareket etmeleri sağlanmalıdır.

Radikâl/Kökten-dinci hareketlerle mücâdele edilmesi, onların birbirlerine düşürülmesi hayâti bir öneme hâizdir. Bu kapsamda; yasa-dışı faaliyetlerin açığa çıkarılması, yaptıkları şiddet eylemlerinin olumsuz sonuçlarının abartılması gerekir.

RAND Raporunun son bölümünde ‘Derin Strateji’ başlığı altında, ‘ılımlı İslâm’i bir lîderin hazırlanması’ üzerinde durulmuş ve tâkip edilmesi gereken siyâset şöyle ifâde edilmiştir: “Ilımlı İslâm’cılar’ın cesur sivil kanaat önderleri olmaları yeterli değildir. Bu önderlerin demokrasi, insan ve kadın hakları konusunda etkili projeler geliştirmeleri sağlanmalıdır. İslâm’ın bir üst-kimlik olduğundan çok, insanların kimliklerinin bir parçası olduğu tezi işlenmelidir. Sivil-toplum örgütleri oluşturulması ve ılımlı kanaat önderlerine yardım edilmesi, hayâti öneme hâizdir”.

“Manüpilasyonların Kıskacında İslâm” kitabında:

“ABD düşünce kuruluşlarının bir ürünü olan “Ilımlı İslâm” kavramı, George W. Bush tarafından ABD Barış Enstitüsü’ne atanan, Middle East Forum başkanı İsrâil yanlısı, İslâm eleştirmeni Daniel Pipes tarafından kullanılmıştır. Ilımlı İslam projesi, Pipes’in 1995’teki bir açıklamasında kullandığı “Radikâl İslâm tehdidine çözüm, ‘Ilımlı İslâm’dır” sözünün üzerine binâ edilmiştir.

Hristiyan ürünü Dinlerarası Diyalog projesinin can-damarı, modernist/protestan-İslâm yorumu olan “Ilımlı İslâm” ile, müslümanların yaşayışlarının gayr-i müslimlere benzetilerek dînin protestanlaşması amaçlanmaktadır” denir.

Savaşlarda nihâi zaferler olmuyor artık. Savaş masrafları en zengin ülkelerin bile belini büküyor. Ülkeyi savaşmadan ele geçirmenin/sömürmenin yolu, o ülkeye demokrasi getirmektir batılılara göre. Fakat o ülke müslüman bir ülke ise ilk önce İslâm’ı ılımlılaştırmak gerekir. Çünkü İslâm demokrasi ile uyuşamaz. Ilımlılaştırılıp demokratikleştirilen ülke, işgal edilmiş bir ülke olacaktır artık. Böylece savaş-masrafı bile yapmadan açık bir pazar hâline gelecektir.

Amaç İslâm’ı blôke etmek ve hattâ değiştirerek başkalaştırmak. Bu projeye en uygun ülke olarak Türkiye görülüyor. İslâm’ı Türkiye üzerinde yıkma projesidir bu proje.

Demokratik ılımlı İslâm projesi, İnsan-ı Kâmil potansiyelini baskılamak için düzenlenmiş bir projedir. Böylelikle “satın alınamayacak mü’min” insanın/insanların potansiyelini kırmak istiyorlar. Çünkü bu tarz mü’minler, Dünyâ’yı İslâm lehine değiştirme isteği ve potansiyeli taşıyan mü’minlerdir.

Batının yâni tağutun belirlediği modern ufkun içinde bir İslâm anlayışı olamaz. Ilımlı, liberâl ve “euro” sıfatlarıyla anılan İslâm’lar, çağın egemen güçlerinin İslâm üzerindeki siyâsal hesap-kitaplarının açık tezâhürüdür. Yâni bu tür İslâm’lar, “İslâm olsun ama hayatta etkin olmasın” politikasının uzantılarıdır. “Euro İslâm” (Bu kavramı Sûriye asıllı Prof. Bessam Tibi’nin îcat ettiği sanılmaktadır), çoğulculuk, demokrasi gibi değerler! ve batı kültürüyle İslâm’ın uzlaştırılması olarak kurgulanmıştır. Nuray Mert bunu, “Bessam Tibi’nin, yaşadığı toplumla barışık bir İslâm formülü arayışı” olarak ifâde etmektedir.

Abdullah Akgül:

“Gülen cemaatinin baş destekçilerinden CIA kurmayı ve Siyonist Yahudi Lobilerinin İslâm coğrafyası Uzmanı Graham E. Fuller yazdığı “İslâm’sız Dünyâ” kitabında, “müslümanların ılımlaştırılıp protestanlaştırılması durumunda, tehlike olmaktan çıkarılacağı” tezini savunmaktadır.

Adnan Menderes ve Celâl Bayar’la başlatılan, Süleyman Demirel’le tabana ve topluma benimsetilmeye çalışılan, Turgut Özal’la hız kazanan ve nihâyet Recep T. Erdoğan
AKP’siyle meşrûiyet kılıfına sokulup yaygınlaştırılan “Ilımlı İslâm-Protestan Müslüman” mantığı, Martin Luther’in Hristiyanlıktaki reformlarının aynısıdır.

Utah Üniversitesi’nden Profesör Hâkan Yavuz, Türkiye’nin AKP felsefesiyle geçirdiği dönüşümü ‘Türkiye’de İslâm’i kesim protestanlaşıyor ve İslâm’sız bir İslâm oluşuyor’ şeklinde yorumlamakta ve şunları vurgulamaktadır: “İslâm’sız bir İslâm görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Bu durum; tüm ahlâki ve hukûki değerlerinden soyutlanmış bir İslâm’dır. Tamâmıyla şekle dayalı ve tüketim araçları hâline dönüşen bir İslâm anlayışıdır. Bugün Türkiye’de İslâm’i semboller alınıp-satılır hâle gelmiş, dünyâlık makam ve menfaat için kullanılır vaziyete dönüşmüş bulunmaktadır. Burada ise İslâm, açıkça protestanlaştırılıyor. Bunlar modern süreçleri ele geçirdiklerini iddia ediyor, medya, finans, eğitim sektörü... hepsinde güçleniyor. Ancak bunlar modernitenin içine girdikçe, modernite de bunların içine giriyor. Modernite, dîni yeniden şekillendiriyor. Burada, kazanan kapitâlizmin mantığı oluyor”.

Parayla tanışan ve lüks yaşama alışan dindarlar, hızla kapitâlist sisteme katılmaya çabalıyor. Bir yandan Prof. Arif Ersoy’un sözleriyle “herkes harıl-harıl kapitâlizme uygun âyet bulma telâşına giriyor, diğer yandan ekonomik güç, bir üstünlük aracı olarak İslâm’i çevrelerde yeniden üretilmeye başlanıyor” der.

Aytunç Altındal:

Hristiyan âleminde iki önemli kilise kavramı vardır. Bir tânesi bildiğimiz kiliseler, ikincisi “Invisible Church” dediğimiz göze gözükmeyen kilisedir. Yâni somut ve mevcut bir Dünyâ olarak göremediğimiz bir türden kilise var. Protestanlar tarafından kurulmuş olan bu kilise der ki; Şahısların müslümanlıktan hristiyanlığa geçmesi gerekmez. Oldukları yerde oldukları gibi kalsınlar. Ama bizim istediğimiz gibi düşünsünler. Yâni müslüman gibi düşünemesin, hristiyan gibi düşünsün, ancak müslüman gibi yaşadığına inansın”. Bu-gün ülkemizde de BOP kapsamında Fethullah Gülen’in “Ilımlı İslâm” kimliğiyle üstlendiği görev, İslâm’ın bir nevi İsevîleştirilmesidir. Yaşanılacak dönüştürme süreci içinde Dünyâ’ya hristiyan gözüyle bakan, o kültürü benimsemiş yaşam-tarzı süren ve kendini müslüman olarak kabûl eden bir toplum yaratmaktır. Dinlerarası diyalog kapsamında “Protestan İslâm” adı altında bir “din” oluşturulmaya çalışılması, gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır” der.

Mevcut hükûmet olan AKP hükûmeti de (bâzıları her ne kadar takıyye yaptığını zannetse de) bu projeye destek olacak şekilde hareket ediyor. Cüneyt Ülsever:

“AKP’nin ortaya koymaya çalıştığı bu yeni yaklaşım, partiyi yakından gözlemleyen İslâm’i çevrelerce yanlış algılanıyor. ‘Üçüncü yol’, ya da ‘Yeni bir İslâm’cılık’ falan değil bu. Bu kapitâlizmin Türkiye’ye başarıyla uygulanma versiyonudur” der.

ABD’nin dış-işleri yetkilisinin İslâm’ı yozlaştırmak için yaptığı şu açıklaması da bu konuda çok mânidar görünmektedir: “İslâm’da reform olmayacak, ancak insanların İslâm dîninden anladıkları değişecek”. Bu açıklama bu konuda alınan bir-dizi kararlardan sâdece birisidir. Yıllardır Abant toplantılarıyla, diyalog çağrılarıyla, ılımlı-İslâm tezleriyle gelinmek istenen adres işte burasıdır. Yeni-İslâm’cılık denen şeydir bu.

Soğuk Savaş döneminde amaç “ılımlı komünizmi” getirmekti. Ve ılımlı komünizm (Glasnost), Sovyet Bloğunu yıktı. Şimdiki durum ise “Soğuk Savaş”ın bir devâmı niteliğindedir. Çünkü küresel güçler benzer ve hattâ daha güçlü bir zorlukla kaşı-karşıyadırlar.

Şükrü Hüseyinoğlu:

“Sovyet blôğunun yıkılması ardından İslâm’ı yeni düşman konsept olarak belirleyen ABD-NATO şer ekseninin, özellikle Afganistan ve Îrak işgâllerindeki yenilgilerinin ardından İslâm-dünyâsı karşısında cephe-savaşı pozisyonu yerine İslâm’ı ve müslümanları içeriden kuşatma stratejilerini öne çıkardığı biliniyor.

Bu stratejinin temel argümanı ve enstrümanı olarak da, bizzat Pentagon güdümlü Tink-Tank kuruluşları tarafından “ılımlı İslâm” şeklinde bir kavramsallaştırmanın kotarılıp öne sürüldüğünü ve buna dayalı politikaların devreye konulduğunu biliyoruz. “Ilımlı İslam” politikalarının, Amerikan emperyâlizminin geçmişte Sovyet blôğuna karşı yürürlüğe koyduğu “Yeşil Kuşak” projesinin, yeni dönem ve yeni düşman konsepti çerçevesinde bizâtihi İslâm’a ve müslümanlara karşı yürürlüğe koyduğu farklı bir versiyonu olduğunu ifâde etmek gerekir” der.

Tüm peygamberlere gelen din İslâm olduğu gibi, Hz. Îsâ’ya gelen din de İslâm’dır. Hristiyanlık sonradan uydurulmuş bir isimlendirmedir. Hristiyanlık, Paulus’un Hz. Îsâ’ya gelen İslâm’ı ılımlılaştırıp yumuşatması sonucunda “hristiyanlık” diye türedi bir din çıkarmasıdır. Bu din tabî ki; Roma’nın genel siyâsetine, çıkarlarına, sistemine aykırı olmayan bir din oldu. Ilımlılaştırılmamış olan o din Roma’ya uygun değildi ve Roma bunu kabûl etmezdi. Dolayısı ile ılımlılaştırıldıktan sonra Roma’ya uygun hâle geldi. O hâlde dînin ılımlılaştırılması, dînin tahrif edilmesidir. Yâni dînin tahrif edilmesi, ılımlılaştırma yoluyla oluyor. Bunu çok iyi bilen küresel güçler, bir zamanlar Hz. Îsâ’ya gelen dîni ılımlılaştırıp zıvanadan çıkardıkları gibi, şimdi de İslâm’ı ılımlılaştırıp onu işlevsiz hâle getirmek istiyorlar aynen hristiyanlıkta olduğu gibi. Bilindiği gibi hristiyanlıkta “sezar’ın hakkı sezar’a, tanrının hakkı tanrıya” anlayışı ile din vicdanlara hapsedilmiş ve modern zamanlarda bu anlayış laiklik ve sekülerizm olarak belirmiştir. Hristiyanlıktaki sünnetsizlik bile, dînin ılımlılaşmasının bir sonucudur. Paulus sünnet olmak istemeyen Helenlere “sünnet olmak şart değildir” demişti.

Genişletilmiş Orta-doğu İnisiyatifi (Büyük Ortadoğu Projesi-BOP) ABD 43. Başkanı Bush hükümeti tarafından 2004 yılında “büyük orta-doğu” adıyla duyurulan en batıda Fas'ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pâkistan'ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına, Kuzeyde Türkiye'nin Karadeniz kıyılarından, Güneyde Aden ve Yemen'e kadar uzanan bölgede, müslüman ülkelere demokrasi ihrâcını ve bu ülkelerin pazarlarının açılmasını amaçladığı iddia eden politik kuramdır.

Ahmet Kalkan bu konuda şunları söyler:

“Biz Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) deyip geçiyoruz; ama bu projenin tam adı “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek Bir Gelecek ve İlerleme İçin Ortaklık İnisiyatifi...” 

Projeyi Dünyâ’ya ilk duyuran kişi ise Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. Başkanı George W. Bush...

Projenin amacı; petrol-zengini müslüman ülkelere demokrasi ihraç etmek, bölgenin kontrolünü ele geçirmek ve bu zengin pazarların serbest rekâbete açılmasını sağlamak...

Proje, Batı’da Fas’ın Atlantik kıyılarından, Doğu’da Pakistan’ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına...

Kuzey’de Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından, güneyde Aden ve Yemen’e kadar uzanan bir bölgeyi kapsıyor...

Projenin bizim için önemi ise, Recep Tayyip Erdoğan’ın “Eş -Başkan” îlan edilmesi...

Ve daha sonra AKP yöneticileri tarafından yalanlansa da, kendisinin bunu tam 34 farklı yerde yaptığı konuşmada gururla ifâde etmesi...

Erdoğan iki yıl önce, “ölmeden doğan proje” dedi ve herkes de BOP’un gerçekten tezgâhtan kaldırıldığını düşündü, ama... ABD bu konuda oldukça kararlıydı... Kararlılığı da dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın 7 Ağustos 2003 târihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısı gözler-önüne seriyor:

Rice bu yazısında bölgede bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu anlatıyordu.

ABD’nin Büyük Orta-doğu Projesi ile beş temel hedefi vardı:

1-Orta-doğu’nun kontrolünü ele geçirmek.

2-İsrail’in güvenliğini garanti altına almak.

3-Zengin petrol ve doğal-gaz kaynaklarının denetimini sağlamak.

4-Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı bölgedeki ekonomik zenginliklerden uzak tutarak, rekâbette öne geçmek.

5-Vâr-olduğunu iddia ettiği “İslâm’i terör”ü bitirmek...

Batı tüm bunları T.C. örnekliği üzerinden yapmaya çalışıyor.

Müslümanlar, “yaşayan/yaşanan bir fıkıhları” olmadığı için, sonsuz anlayışlarla şekillenmiş ve fıkhî düşüncelerle bezenmiş kitaplar yazıyorlar. Tabî ki bu da bir-çok ayrılığı/bölünmeyi yanında getiriyor.

“Ey îman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar bir-birlerinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardan olur” (Mâide 51).

“Sen onların dînine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da senden hoşnut olmazlar” (Bakara 120).

Ayrıca kişisel gelişim kitapları da tağutların bu şeytâni plânlarına katkı yapıyor.. İnsanları bu tarz plânlara uygun hâle getiriyor.

Sürecin nasıl işlediğini demokrasi örneği üzerinden şu şekilde formülleştirebiliriz: Demokrasi; 1960’larda küfür, 1980’lerde haram, 1990’larda araç, 2000’lerde ise İslâm’ın ön-görüsü ve ideâli olarak ifâdelendirilmiştir.

Modern müslüman entelektüellerin bize gösterdiği ve yapılmasını istediği İslâm-anlayışı metodu, batı-merkezli bir metottur. Bahsettikleri metot İslâm’ın kendi iç-dinamiğinden çıkmış bir metot değildir. Bu metot ile ne İslâm’ın iktidâr olması mümkün, ne de bir zulmün sona ermesi.. Kâfir bir metotla müslümanlık bir yere varamaz.

Müslümandan istenen bir din-anlayışı var: “Kişisel düzeyde yüksek bir şekilde yaşanan fakat sosyâl ve siyâsal alanda bir talebi olmayan din”. Kur’ân/İslâm bir “hayat felsefesi” değildir, “hayat tarzı”dır. İslâm her-şeyden önce “hareket”le ilgilidir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.  

Hârûn Görmüş
Ocak 2016
Devamını Oku »