31 Mayıs 2021 Pazartesi

Kur’ân Kimleri Çarpar?

 

“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

Kur’ân, “âlemlerin Rabbi” olan Allah’tan, “âlemlere rahmet” olan Peygamberimiz’e gelmiş, tam, yetkin, tüm zamanları ve mekânları değiştirip dönüştürebilecek ve hayâtın her alanına hâkim olabilecek güçte ve çapta bir Kitap’tır. Kur’ân’a îman etmek demek, “Kur’ân’ın bu yetkinliğine îman etmek” demektir. Yoksa Kur’ân; seçerek, eleyerek, ayıklayarak ve sâdece günümüze uygun(!) olan âyetlerinin okunup-konuşulacağı bir Kitap değildir. Kur’ân’ı bu düşünce ile okumak, Kur’ân’a îman etmenin önündeki büyük engeldir. Bu engel, Kur’ân’ı hakkıyla ve lâyığıyla okuyamamaya, düşünememeye, idrâk edememeye ve en önemlisi de onu hayâta yansıtamamaya sebep olur. Üstelik baştaki âyetin de söylediği gibi Kur’’ân, kendisine bu şekilde yaklaşanları hem Dünyâ’da hem de âhirette çarpar ve rezil eder. Genelde insanların özelde ise müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni budur. Çünkü modern insanı ve müslümanı Kur’ân çarpmıştır.

 

Bilindiği gibi “Kur’ân çarpsın” şeklinde edilen bir yemin vardır. Yemin sâdece Allah adına ve Allah şâhit tutularak yapılmalıdır. Yalnızca Allah’ı şahit tutarak yapılan yeminler bağlayıcı ve geçerlidir. Zâten bozulan yeminin kefâreti de, Allah şâhit tutularak yapılan yeminlerdir. Bu nedenle “Kur’ân çarpsın” diye edilen yeminler geçersizdir. Zîrâ Kur’ân’ın çarpmasının, Kur’ân’ın çarpmasıyla birlikte insanın kafasının-gözünün bambaşka bir hâle gelmesiyle ilgili olduğu düşünülür. Hâlbuki Kur’ân bir kitaptır ve eğer 600 sayfalık kalınlığa ve ağırlığa sâhip bir kitap olan Kur’ân’ı bir kişinin kafasına sert bir şekilde vurmadıysanız, raflarda öylece duran Kur’ân (daha doğrusu mushaf) insanı çarpmaz yâni ona fizîkî bir zarar vermez. Fakat Kur’ân “çarpıcı” bir Kitap’tır ve çarpması vardır. Kur’ân, kendisini hakkıyla okuyup da yaşayanları olumlu anlamda; hakkıyla okuyup da yaşamayanları ise olumsuz anlamda çarpar. Kur’ân kendisini hakkıyla okuyup da yaşamayanları olumsuz anlamda çarpmıştır-çarpmaktadır ki biz bu yazıda Kur’ân’ın olumsuz anlamdaki çarpmasından bahsedeceğiz. Kur’ân bu şekilde bir çoklarını çarpmıştır ve çarpmaktadır. Peki Kur’ân kimleri çarpar?.

 

Kur’ân en başta, kendisine takvâ ile yönelmeyeni saptırıp çarpar. Kur’ân takvâsını kaybetmiş ve şüpheye düşmüş olanları da çarpar. Zîrâ Kur’ân kendisinin takvâsız okunmasını zinhar kabûl etmez ve zâten Kur’ân kendisini takvâsız okuyanlara açmaz. Bu nedenle de takvâsız okumalarda hak ve hakîkat ortaya çıkmaz. İşte bu yüzden modern müslümanlar içinde “Kur’ân çarpmış” kişiler ortalığı doldurmuş durumdadır. Çünkü Kur’ân’a takvâ ile yönelmeyenler şüphe ile yönelmişler demektir. Şüphe ile Kur’ân’ın bir-arada olması düşünülemez. Şüphe ve güvensiz şekilde okunan Kur’ân, insanı çok fenâ çarpar.     

 

Kur’ân kendisini kâlplere, zihinlere, vicdanlara, dört duvar içine, iki kapak arasına, târihe, modern hayâta hapsedenleri; hayâtın her alanına hitâp etmek ve hayâtın her alanına hâkim kılmak için okumayanları çarpar. Modern müslümanların hezeyanlarının nedeni, Kur’ân’ı bu minvâlde okumamak ve tam-tersine, buna aykırı olacak türde okumalar yaparak Kur’ân’ı hayattan uzaklaştırmış olmalarının sonucunda Kur’ân tarafından çarpılmış olmalarıdır.

 

Kur’ân kendisini sâdece iç-âlemlerin kitabı olarak okuyanları ve kendisini iç-âlemlere hapsedenleri çarpar. Bu çarpmanın sonucunda zamanla Kur’ân hakkında onun demediği şeyler söylenmeye başlanır. Tabi bunu yapanlar çoğalınca ortada bir-çok farklı ve aykırı yorum dolaşır ve böylece bir karmaşa başlar. Bu karmaşa içinde insanların her biri farklı ve aykırı sapık yollara sapar. Bu durum Kur’ân’ın çarpmasının bir sonucudur.

 

Kur’ân, kendisini Peygamber’den koparanı çok fenâ çarpar. “Sâdece Kur’ân”, “yalnızca Kur’ân”, “Kur’ân yeter” diyerek Kur’ân’ı Peygamber’den, amel-eylemden, yâni hayattan koparıp uzaklaştıranlar Kur’ân tarafında şiddetli bir şekilde çarpılır. Modern müslümanların çarpıklığının nedeni budur. Peygamber’siz Kur’ân okuyucuları için Kur’ân “kitaplardan bir kitap”a dönüşür. Böylece Kur’ân’a darbe yapılmaya, içi boşaltılmaya ve tahrif ve tahrip edilmeye kalkışılmış olur ki Kur’ân böylelerini çarpar ve çarpıtır.

 

Kur’ân ilk muhâtabı yok sayılarak okunduğunda yâni Kur’ân’ın hayatla ilgisi olmadığı düşünülerek ve söylenerek okunduğunda Kur’ân çarpar ve insanlar Kur’ân’dan nasiplenemezler. Hattâ Kur’ân onları çarptığı için Kur’ân’ı çarpık gözle okuyanlar onu doğru olarak anlayamazlar ve onun dediğinden daha farklı düşünmeye, konuşmaya ve davranmaya başlarlar. Kur’ân’ın çarpması bu gibi sonuçlar verir. Böyle konuşan ve davrananları görürseniz, onları Kur’ân’ın çarptığını anlayın.  

 

Kur’ân’ı doğru olarak idrâk edebilmek için onun “güzel örneklik” dediği Peygamber Sünnet’iyle birlikte okumak şarttır. Kur’ân’ı bu şekilde okumayanlar ve de yaşamayanlar çarpılır. Sonuçta da çarpık bir zihniyet ortaya çıkar.

 

Kur’ân’ı zihnin nesnesi yaparak okumak Kur’ân tarafından çarpılmaya neden olur. Kur’ân hayattan uzaklaştırılarak sâdece iç-âlemlere seslenen bir Kitap yapıldığında ve de kâlplere, vicdanlara ve zihinlere hapsedildiğinde, Kur’ân bunu yapanları çarpmış olur.

 

Kur’ân kendi iç-dinamiğiyle ve Sünnet örnekliğine göre değil de modernizm-merkezli okunduğunda ve de modern dünyâya uydurulmaya çalışılıp modernizme argüman bulmak için okunduğunda adamı öyle bir çarpar ki!.. Sonunda Kur’ân tarafından çarpılanlar Kur’ân’ı yetersiz, târihsel ve en sonunda da gereksiz görerek âyetlerini inkâr etmeye başlarlar. Kur’ân kişiyi çarptığında Kur’ân tarafından çarpılanlar Kur’ân’a îman etmekten uzaklaşmış olurlar. Artık Kur’ân’ı “îman edilecek” bir Kitap olarak gör(e)mezler. Kur’ân onları çarptığı için yollarını sapıtanlar Kur’ân’a değil de moderniteye, şeytana, nefse ve tâğutlara uymayan başlarlar ve onların dediklerini dinleştirmeye ve onların dedikleri gibi yaşamaya başlarlar. Bu bağlamda kendileri gibi olmayanları da yoldan çıkmış sanırlar.

 

Kur’ân, kendisinin bâzı âyetlerini kabûl edip, okuyup, sâdece bâzı âyetlerini konuşarak onu parçalayanları ve bütünlüğü içinde okumayanları çarpar. Böylece baştaki âyetin de dediği gibi, bu kişiler Dünyâ’da rezil oldukları gibi, âhirette de acı azâba uğrarlar.

 

Kur’ân, kendisini, modernizmin, modern-bilimin, teknolojinin, lâik, seküler, demokratik, feminist, hümanist, kapitâlist, liberâl ve emperyâl düşünceyle okuyanları çarpar ve böylece onlar çarpılmış bir hâlde yaşamaya mahkûm olurlar. Kur’ân, kendisini modern-bilimin, teknolojinin ve modern sapkın düşüncelerin nesnesi yapanları ve yada bunun için çalışanları çok fenâ çarpmaktadır.

 

Kur’ân kendisini metninden ve lafzından kopararak metne tam aykırı şekilde -sözde- bâtınî-tasavvûfî yorumlara boğanları fenâ hâlde çarpar ve çarpmıştır. Artık Kur’ân başka şeyler söylerken, onlar bambaşka şeyler söylemeye başlarlar. Kur’ân bâtınîleri, tasavvufçuları ve Sünnet örnekliğini yok sayan modernistleri çarpar, çarpmıştır.

 

Kur’ân; Kur’ân’a ve Sünnet’e rağmen hizipleşenleri, mezheplerini, târikatlarını, cemaatlerini dinleştirenleri, bâtınîleri, tasavvufçuları, kendisini siyâsete “âlet” edenleri, kendisi üzerinden geçinenleri, târihselcileri ve modernistleri yâni Kur’ân ve Sünnet örnekliği hâricindeki tüm akımları çarpar-çarpmıştır-çarpmaktadır.  

 

Kur’ân; Kur’ân’a, Sünnet’e, akla-mantığa ve sağ-duyuya apaçık şekilde aykırı olan, uydurma hadis, rivâyet, hurâfe ve sözleri dinleştirenleri çarpar-çarpmıştır. Bu çarpılmayı onların sözlerinden ve davranışlarından anlayabilirsiniz.

 

Kur’ân aklını kullanmayanları çarpar ve pislik (rics) içinde bırakır. Fakat Kur’ân, aklı ve mantığı vahiy-merkezli değil de şeytan, nefs ve tâğut-merkezli kullananları da çarpar ve saptırır. Aklını vahiy ile yönetmeyen ve yönlendirmeyenler aklını ilahlaştırmaya başlarlar ki modern insanın ve de “müslümanım” diyenlerin çarpılmışlığının bir sebebi de budur.

 

Kur’ân kendisini dinlediği, dinlediklerini iç-âlemi kabûl ettiği hâlde nefsi kabûl etmediği için Kur’ân’a “eskilerin masalları” diyenleri çarpar. Kur’ân kendisini uydurma bir metin, “Muhammed’in yazdığı bir kitap” olarak görenleri çarpar. Bu çarpılmışlıkla Kur’ân’ın Allah sözü değil de Peygamber’in kendi psikolojisine göre söylediği sözler olarak görenleri çarpar. Bu çarpılmışlık, Allah’ın böyle kimselerin yüzlerinden nûru almasıyla belli olur.

 

Kur’ân, kendisini onca yıl boyunca okumuş, araştırmış ve yazmış olmalarına rağmen yine de şeytanın, nefsin ve tâğutların etkisiyle yalanlayanları, hafifletenleri ve çarpıtanları çok fenâ çarpar. Böylece Allah onları içten-içe Kur’ân düşmanı yapar ve sapık yollara kaydırır. 

 

Kur’ân “çarpıcı” bir kitaptır. Kur’ân bu çarpıcılığına rağmen kendisini önemsiz ve ilkel bir kitap gibi görenleri çarpar.

 

Tüm bu çarpmalar süreç içinde ve zihinlerin, beyinlerin ve kâlplerin çarpılması şeklinde olur. Şüphe ile başlayan ama daha da önemlisi, sürekli okunmasına rağmen uygulanamayan Kur’ân yanlış idrâk edilmeye başlanır. Bu yanlışlık zamanla büyür ve sapma kaçınılmaz olur. Sonuçta da Allah böyle kimseleri vahyinden uzaklaştırır. Bu uzaklaşma onları yeni sapık yollara yöneltir ve hem Dünyâ’da hem de âhirette rezil olmalarıyla sonuçlanan bir yola sokar. Kur’ân’ın çarpması böyle olur.

 

Kur’ân hayâtın her alanına hâkim kılınması gereken bir Kitap’tır. Önce iç-âlemlerin arınması ve aydınlatılması, sonra da dış-âlemin arındırılması ve aydınlatılması için indirilmiş bir Kitap’tır. Kur’ân’ı bu bilinçle okumayanlar Kur’ân’ın çarpmasına uğrarlar-uğruyorlar.

 

Kur’ân kendisini hakkıyla okuyup idrâk edip de hayatlarının her alanına yansıtmayanları zaman içinde çarparak kendisinden uzaklaştırır. Zîrâ Kur’ân sâdece dönüp-dönüp okunacak bir Kitap değil, dönüp-dönüp okunduktan sonra, dönüp-dönüp yaşanıp uygulanması gereken de bir Kitap’tır. Hem de hayâtın her alanında.

 

Şu da var ki, Kur’ân takvâlı olup da sorumluluğunu bilen, kendisine ciddî, samîmi, gayretli ve adanmış olarak sarılanları da olumlu anlamda çarpar. Böylece Kur’ân’ın çarpıcılığını sürekli hissedenler, tüm hayatlarını hiç şüphe duymadan Kur’ân’a göre yaşamaya başlarlar ve bu yaşam-tarzından hiç tâviz vermezler ve vazgeçmezler.

 

Kur’ân Allah’ın sözüdür. Kur’ân’ın çarpması, “Allah’ın sözünün hakkıyla okunmaması ve hayâta döndürülüp yaşanmamasından dolayı -sünnetullahın gereği olarak- kâlplerin, zihinlerin, düşüncelerin, söylemlerin ve davranışların çarpıklaşması” demektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

28 Mayıs 2021 Cuma

Tasavvufta Tevhid Anlayışı

 


“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

 

Tevhid ya %100 olur, yada %0. Tevhid yâni “şirksizlik”, yarım-yamalak ve biraz eksik-biraz fazla olacak şey değildir. Tevhid %100 olmadığında Allah’ın yardımının ulaşması söz-konusu bile olmadığı gibi, affedilmez günah olan şirk başlar ve kısa zamanda yeryüzünü kuşatır. Sonuçta da hem Dünyâ’da hem de âhirette acı azapla karşılaşırız.

 

Kur’ân’da bahsedilen ve Peygamber’in öğrettiği tevhid; Allah’ın göklerde “mutlak ve tek İlah” olması gibi, yeryüzünde de “mutlak ve tek İlah” olmasıdır. Allah göklerin tek İlah’ı ve tek Rabbi’dir. Kâinâtı kusursuzca yöneten O’dur. O yönettiği için kâinat kusursuz şekilde işler. Çünkü kâinâtı istisnâsız olarak sâdece Allah yönetir. Böylece kâinâtın döngüsünde hiç-bir uygunsuzluk görülmez:

 

“… O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 2-4).

 

Tevhid; göklerde nasıl ki Allah’ın kânunları hâkim ise, yeryüzünde de Allah’ın kânunlarının hâkim kılınmasıdır. Zâten yeryüzü ancak o zaman aynen gökler gibi düzenli ve kusursuz yönetilmiş olur. Bu ise, hayâtın; sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî ve siyâsal tüm alanlarında “Kur’ân-merkezli olmak ve Sünnet örnekliğine göre amel-eylemde bulunmak” ile olur. Aksi-hâlde günümüzde de görüldüğü gibi, Dünyâ küçük bir mutlu azınlık dışında tüm insanlar için bir çile-hâneye döner. Çünkü göklerde tek İlah Allah’tır fakat yeryüzünde tek İlah Allah değildir ki!. En azından insanlar arasındaki ilişkilerde Allah’ın kânunları-kuralları hâkim değil. Putlar-tâğutlar birer ilah olmuş insanlara tahakküm kuruyor. Allah’ın kânunları yerine beşerin çıkarına göre oluşturulan kânunlar hâkim olmuş. Şirk işte budur. Allah’ın kânunlarını yeryüzünde de aynen göklerde olduğu gibi hâkim kılmamak yada hâkim kılınmasını istememek şirktir ve tevhid, göklerin Allah’ın kânunlarına göre yönetilmesi gibi yeryüzünün de Allah’ın kânunlarına göre yönetilmesi yâni Allah’ın kâinatta tek ilah ve tek hükmedici olmasıdır. İşte ancak o zaman Allah kâinatta birlenmiş ve tevhid ikâme edilmiş olur.

 

“Gökleri Allah yönetsin (çünkü insanın buna gücü yetmiyor) ama Dünyâ’yı biz yönetelim ve Allah’ı, dîni, Kur’ân’ı ve Peygamber’i bu yönetime karıştırmayalım” demek şirktir, küfürdür ve zulümdür. Tevhidin bozulması ve şirkin, küfrün ve dolayısı ile zulmün başlaması böyle olur. Tevhid ise, “Dünyâ’da da (böylece tüm kâinatta) Allah’ın hükümleriyle hükmetmek ve Allah’ın hükümlerini hâkim kılmak” demektir. İşte ancak o zaman Allah birlenmiş ve diğer ilahlar yâni kânun ve kader belirleyiciler iptâl edilmiş olur. Aksi-hâlde insanlar açlıktan, susuzluktan, evsizlikten, bombalardan, adâletsizlikten, ahlâksızlıktan, şirkten, küfürden ve dolayısı ile zulümden kurtulamaz, kurtulamıyor da.

 

Tevhid, tasavvufçuların zannettiği gibi “her-şeyin Allah olması” demek değildir. Tasavvufa göre vâr olan her-şey aslında -hâşâ- Allah’tır ve bunun bilincine-zevkine varanlar tevhidi idrâk etmiş ve böylece tevhid etmiş olurlar. Bu çok ağır bir cehâlet ve sınırsız bir şirk ve küfürdür. Çünkü böyle söylenildiği zaman, müstakil bir yaratıcıdan bahsetmek imkânsız hâle gelir. Çünkü her-şey Allah olarak kabûl edildiğinde, hiç-bir şey Allah olmamış olur. Böylece Allah buharlaşıp yok olur. Tasavvufçular bu sapık düşünceye ulaştıklarında tevhidi idrâk ettiklerini zannetmektedirler. Oysa şirke ve küfre düşmüşler ve dolayısı ile Allah’a zulmetmektedirler. Çünkü tevhid, “her-şeyin Allah olması” değil, “her şeyin hâkiminin Allah olması, bunun kabûl edilmesi ve hayâtın da buna göre düzenlenmesi”dir. Allah ancak o zaman “âlemlerin tek Rabbi” olur, yeryüzü âleminin de, insanlar âleminin de tek Rabbi Allah olmuş olur ve tevhid tamamlanır. Aksi-hâlde şirk ve zulüm, günümüzde olduğu gibi ortalığı duman eder.

 

“Kul” olamayanlar “Allah” olmak istiyorlar ve bir süreçten sonra Allah oluyorlar yada Allah olduklarının farkına varıyorlar(!). Tabi kul olmak çok zor. Kul olmanın hakkını vermek için icâbında mallardan hattâ canlardan bile vazgeçmek gerekiyor ki kıssalarda peygamber örneklikleri bunu gösteriyor. Niceleri Allah yolunda mallarını harcamışlar ve canlarını vermişlerdir:

 

“Mü’minlerden öyle erkek-adamlar vardır ki- Allah ile yaptıkları ahide sadâkat gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi, kimi beklemektedir. Onlar hiç-bir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler” (Ahzâb 23).

 

 Görüldüğü gibi, “kul” olmak zordur ve bedeli ağırdır. Bu yüzden herkes “kul” olamıyor yada hakkıyla kulluk yapamıyor. Kul olamayınca da Allah olmaya soyunuyor. Allah olmak kolay çünkü. “Enel hak” dersiniz olur biter. Hele ki İslâm’ın hükümlerinin bir değerinin ve yaptırımının olmadığı zamanlarda Allah olmak kadar kolay bir şey yoktur.

 

“Her-şeyin Allah olduğu” sapkın düşüncesi Tevhid değil, “sınırsız bir şirk”tir. Tevhid, göklerin tek rabbinin Allah olması gibi yeryüzünde de tek Rabbin Allah olmasından başka bir şey değildir:

 

“De ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’. De ki: ‘Allah’tır’. De ki: ‘Öyleyse, O’nu bırakıp kendilerine bile yarar ve zarar sağlamaya güç yetiremeyen bir-takım velileri mi (evliyâ) (tanrılar) edindiniz?’. De ki: ‘Hiç görmeyen (âmâ) ile gören (basîret sâhibi) eşit olabilir mi?. Veyâ karanlıklarla nûr eşit olabilir mi?’. Yoksa Allah’a, O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti?. De ki: Allah, her-şeyin (kendisi değil) yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredicidir” (Ra’d 16).

 

“Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu hâlde O’na ibâdet et ve O’na ibâdette kararlı ol. Hiç O’nun adaşı olan birini biliyor musun?” (Meryem 65).

 

Allah’tan başka İlah ve Rab yoktur. Kendilerini ilah zanneden putlar; gavslar, kutuplar, şeyhler, efendiler, sahte peygamberler, lîderler ve ideolojiler, tevhidi bozan şirk, küfür ve zulümlerdir. Tevhid, bunların bertarâf edilip, Allah’ın tek İlah ve tek Rab olarak bilinmesi ve tanınmasıdır. Bu da, hayâtın tüm alanlarının O’nun sözlerine, kânunlarına-kurallarına göre belirlenmesi, O’nun sözlerinin hayâta hâkim kılınmasıyla olur. Tevhid ancak bu şekilde ikâme edilir. Kur’ân’ın bahsettiği ve Peygamber’in öğrettiği tevhid budur. Gerisi zırvalıktan başka bir şey değildir.

 

Tasavvuftaki tevhid anlayışı “her-şeyin -hâşâ- Allah olduğu” şeklindedir. Böyle olunca da tasavvufta aslında Allah, âhiret, melek, kitap, peygamber vs. gaybla ilgili olan her-şey îman dâiresinden çıkar ve tasavvufun sapık tevhid anlayışı ile buharlaşır. Öyle ya; eğer her-şey Allah ise, “hiç-bir şeye benzemeyen Allah” yok demektir. Peygamber yoktur ve peygamberler “peygamber” değil, Allah’tır. Melekler Allah’tır. Küfür ve şirk dolayısı ile zulüm diye bir şey yoktur ve bunlar seyr-i sülûktan geçmemiş câhillerin ve avamın yanılgılarıdır. Her-şey Allah olunca ve tevhidin de bu olduğu düşünülünce, “lâ fâile illallah” yâni “her-şeyi yapan-eden Allah’tır” düşüncesi açığa çıkacaktır ki zâten ondan önce “lâ mevcûde illallah” düşüncesiyle yâni “Allah’tan başka varlık yoktur” düşüncesiyle Allah’tan başka bir yapan-edenin olmasının önün kesilmiştir. Böyle olunca da olan her-şey “hak” olmuş olur. “Mevlâ neylerse güzel eyler” sözü baş-tâcı edilir. Çünkü görülen ve duyulan her-şey “Allah’ın yaptığı şeyler”dir ve bu nedenle (Allah’tan kötülük çıkmayacağı için) her-şey haktır, yerindedir ve güzeldir. Tabi bu nedenle yapılan tüm adâletsizlikler, ahlâksızlıklar, eziyetler, acılar, feryatlar, haksızlılar, terbiyesizlikler, sapıklıklar, şerefsizlikler de hoş görülecektir ve bu kötülüklere karşı bir şey yapmak düşüncesi kaybolacaktır. Çünkü müdâhale edildiği anda şirk başlar. Zîrâ her türlü melâneti yapan (fiillerin fâili O olduğu için) -hâşâ- Allah’tır. Bu nedenle îtirâz O’na edilmiş olur. İşte tasavvufun tevhid anlayışıyla kaçınılmaz olarak gelinecek yer burasıdır. Çünkü “lâ fâile illallah” yâni “yapan-eden Allah’tır” ve daha da önemlisi “lâ mevcûde illallah” yâni “Allah’tan başka mevcut yoktur” düşüncesi vardır (ki tasavvufun tevhid dediği şey budur) böyle olunca her-şeyi yapan-eden Allah olacağından dolayı şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm yanlış olarak görülmez. Tasavvufta “Allah’a inanmak” bile yoktur. Çünkü Allah kendileridir. “Biz kendimize niye inanalım ki” derler.

 

Tasavvufa göre Allah “yaratıcı” da değildir. Çünkü kendini yaratmaya “yaratmak” denemez. Vâr olan bir şey yaratılmaz çünkü. Tasavvufa göre insan da yoktur, Peygamber de yoktur. Çünkü -hâşâ- hep Allah vardır ve tasavvufa göre “tevhid etmek” de bunun bilincine varmaktır. Oysa bu bir bilinç değil, sapıklıktır. Çünkü Kur’ân apaçık şekilde şöyle der: “Ve hiç-bir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs 4).

 

Sapıklık, şirk, küfür ve zulüm başladığı yerde durmaz ve kişiyi ve ölümüne kadar süren batağa battıkça batırır. En sonunda ölüm gelir ve âhirette her-şey kendisine netleşince pişmanlık ateşi onu çepeçevre kuşatır.

 

Peki bu duruma niçin gelinir?. Vahiyden koptukça gerçek tevhidten kopulur ve şirk başlar. Şirk durduğu yerde durmaz en olmadık yerlere kadar götürür insanı. Vahdet-i Vücûd’un tevhid olduğu zannedilir. Oysa Vahdet-i Vücûd (Lâ mevcûde illallah), şeytanın ayartmaları sonucunda Tevhid’e (Lâilâheillallah) karşı yapılmış bir “ifsâd düşüncesi”dir.

 

Tüm sapıklılar, yanlışlar, şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm, Allah’ın, insanın iç-âlemine ve kâinâta koyduğu bir inşâ projesi olan İslâm’dan kopmakla başlar. İslâm bir tâviz dîni değildir ve Peygamber örnekliğinde de görüldüğü üzere aslâ tâvize yanaşmaz. Çünkü İslâm’dan tâviz vermek, “tevhidten tâviz vermek” demektir ki verilecek en küçük bir tâvizde bile şirk kendine bir alan bulmuş olur. Şirk güçlendikçe tevhid zedelenir ve sonunda şirk ve küfür “tevhid” zannedilir. Fakat tâvizin olduğu yerde tevhid olmaz. Tasavvufa göre ise şirk ve küfür ne kadar şiddetli olursa, tevhid bilinci de o kadar artmış olur. Öyle ki, lânetli  şeytan bile tasavvufçuların sıkı bir dostu ve arkadaşı olur. Oysa Allah “şeytanı düşman edinin” der:

 

“Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır” (Fâtır 6).  

 

Tabi bu âyetler tasavvufçular için bir anlam ifâde etmez. Zîrâ Kur’ân’ın zâhiri avam içindir. Tasavvufçular ise vahyin bâtını ve hattâ bâtının da bâtını ile hemhâl olmuşlar ve çok farklı âlemlerde gezinmektedirler. Hâlbuki cehennem onları kuşatmış olduğu için gönülleri paramparça hâldedirler.

 

Tasavvuf, İslâm’ın diliyle konuşuyor gibi görünse de, aslında İslâm Dîni ile ilgisi yoktur. Zîrâ İslâm demek Kur’ân ve onun pratik örnekliği olan Sünnet demektir. Tasavvufun ortaya attığı düşünceler tamâmen Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırıdır. Kur’ân başka bir şey söylerken tasavvuf başka bir şey söyler. Bu çelişkiyi gidermek için de, “Kur’ân’ın bir zâhiri bir de bâtını vardır” derler ki, bu sözün hiç-bir dayanağı yoktur. Tasavvuf aslında herhangi bir dayanağa ve delile ihtiyaç da duymaz. Bu nedenle düşüncelerini bir yere bağlamazlar. Çünkü tasavvufçuların; sürekli gelen tecelliler, onların keşifleri, sürekli mânâ âleminde gezmelerinin sonucu olarak her dedikleri zâten vahiydir. Ne de olsa her-şey ve herkes Allah’tır ve bunun farkına varanlara sürekli olarak “tecelli” adı altında vahiy gelir ve onlar da -güyâ- vahiy konuşurlar. Tabi böyle olunca onlara Kur’ân’dan delil getirmenin bir etkisi ve faydası olmaz. Ne desen boş. Aslında tasavvufa inanmak psikolojik bir bozukluğun ve şizofrenin göstergesidir. Zîrâ böyle safsatalara ver zırvalıklara inanmak “normâl adam işi” değildir. Gülünmesi yada tedâvi edilmesi gereken bu durum, tasavvufu bir şey zanneden halk tarafından “derin gerçekler” olarak görülmekte ve akla-mantığa-ahlâka aykırı şeyler görmezden gelinmektedir.  

 

Tasavvufa göre tevhid, “her-şeyin Allah olduğunu bilmek”tir. Tabi en çok da zamânın gavsı, gavsü’l âzamı, kutbu, kutbû’l aktabı olanlar Allah’tır. En têsirli Allah -hâşâ- bunlardır. Bu sapık düşüncenin sonucu olarak bu kişiler ve bunlardan sonra şeyhlere, efendilere, mürşitlere vs. aşırı bir tâzim gösterilir. Öyle ya; gösterilen tâzim aslında onlar üzerinden Allah’adır. Fakat iş öyle bir yere gelir ki Allah’a bile göstermedikleri tâzimi, saygıyı ve tapınmayı bu kişilere göstermeye başlarlar. Bu kişiler de bunu kışkırtırlar. Bu konuda şunlar söylenmiştir..

 

Câfer es-Sâdık; “Allah’a itaat ancak bizim vâsıtamızla olur. O’na isyân etmek de yine bizim vâsıtamızla (yâni bize isyân sebebiyle) olur. Kim bize itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim de bize isyân etmişse O’na isyân etmiştir. Allah, bize rağmen (bizim rızâmız olmadan) hiç kimsenin amelini kabûl etmediği gibi yine hiç kimseye rahmet de etmez, azap da. Biz Allah’ın kapısı/Allah’a açılan kapı (bab) ve O’nun hüccetiyiz. O’nun insanlar üzerindeki denetçisi, sırrının koruyucusu ve ilminin emânetçisiyiz” der.

 

Câfer es-Sâdık yine: “Ben Allah’ın nûrundanım. Yine ben beşikteki Îsâ b. Meryem’in diliyle de konuşurum. Âdem, Şit, Nûh, Sam, İbrâhim, İsmâil, Mûsâ, Yûşa, Îsâ, Şem’un ve Muhammed, hasılı hepimiz aslında biriz. Her kim bizi görmüşse onları görmüştür. Bizler Allah’ın babları, hüccetleri, mahlûkâtına bahşettiği lütufları, O’nun halifeleri, dîninin önderleri, O’nun rızâsı, emri ve yoluyuz. O bizimle azap eder, bizim vâsıtamızla sevap verir. Ben rabbimin izniyle öldürür, diriltir, yaratır, rızık verir, körü ve alacalıyı iyileştirir, ne yediğinizi ve evde ne sakladığınızı size haber veririm. Benim soyumdan gelen imamlar da bütün bu yeteneklere sâhiptirler. Çünkü biz, mekânsal tezâhürlerimiz farklı olsa da aslında tek bir şeyiz. Allah bize en değerli ve en üstün nîmetleri bahşetmiştir. O bize İsm-i a’zam’ı lütfetmiştir. Biz göğe yönelsek İsm-i a’zam sâyesinde Güneş, Ay, yıldızlar ve  diğer varlıklar bize itaat eder. Bununla birlikte bizler de tıpkı diğer insanlar gibi yer, içer, sokaklarda gezer, Rabbimiz olan Allah’ın emirlerinden dilediklerimizle amel ederiz”.

 

Süfilerin, kendisine itaat farz kılınan ulû’l-emr olarak telakki ettikleri mürşidin portresi, sözü edilen kıssa çerçevesinde şöyle resmedilmiştir: Mürşid, kendisine ittibâ edilmek için Dünyâ’daki her-şeyden vazgeçme pahasına yollara düşüp aranması gereken bir şahsiyettir. Kâmil bir mürşide intisâp etmeyen kişinin şeyhi şeytan olacağı; dolayısıyla câhiliyye ölümü üzere öleceği için, bu arayış, keyfî değil zorunlu bir arayıştır. Zîrâ, herhangi bir kişinin, şeyhe intisâp etmeksizin kulluk görevini hakkıyla ifâ edeceğini ve tek-başına nefsinin üstesinden gelebileceğini düşünmesi fâsit bir düşüncedir. Kişi, bu düşüncesiyle sâdece ömrünü ziyân eder, kendini yorar, hak yoldan sapar ve istikâmetten uzaklaşır. Bu îtibarla, Allah’a ulaşmanın yegâne şartı, bir mürşide intisâp etmektir.

 

Mürşid, az önce de işâret edildiği gibi, kendisine tâbi olunmak için âileden, yurttan, makam ve mevkiden, dost ve arkadaştan, kısacası her-şeyden vazgeçilen ve her hâlükârda kendisine sadâkat gösterilip hizmet edilmesi ve dâima yüceltilmesi gereken biridir. Sâhip olduğu hatmi ilmi (ilm-i ledün), entelektüel çaba sarf etmeksizin doğrudan-doğruya Allah’tan aldığı için, onun direktiflerine karşı çıkılması gibi bir durum aslâ düşünülemez. Bu îtibarla, sülûk/târikat adâbından biri de müridin, şeyhinin sözlerine, davranışlarına, oturup-kalkmasına hiç-bir îtirazda bulunmamasıdır. Velev ki şeyhinin söz ve davranışlarında aklî ve şer’i açıdan kabûl edilmesi mümkün olmayan bir şey görse bile. Bu gibi durumlarda şeyhini kınamamalı, onun hakkında kötü düşünceler beslememeli; aksine onun hakkında iyi şeyler düşünmeli ve şeyhinin doğru davranışlarda bulunduğuna, herhangi bir görüş belirtirken müctehid sıfatıyla ictihad ettiğine inanmalı; ‘eğer ortada bir yanlış varsa, bu benden, aklımın kıtlığından ve amelimin azlığından kaynaklanıyor’ demelidir”.

 

Bu bağlamda, bir tasavvuf grubunun yanında otururken şöyle bir söz edilmişti: Mürid, mürşidini, karısının üstünde iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtınî âlemlerde gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan, şu gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip hayra yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar. Len ahmak! “Şeyh-efendi” dediğin o şerefsiz, senin karıyı kafaya almış ve zînâ yapıyor ve birazdan da iş nihâyete erecek. Ne bâtınından-zâhirinden bahsediyorsun sen. Git de nâmusuna el uzatan o şerefsizin hakkından gel!.

 

Niçin böyle oluyor?. Çünkü tasavvuftaki tevhid düşüncesine ve inanışına göre her-şey Allah’tır ama en çok da insanlar Allah’tır. İnsanların içindense en çok efendiler, şeyhler, gavslar ve kutuplar Allah’tır. Böyle olunca da her-şey hak, doğru, güzel ve yerinde kabûl edilir. Bir keresinde “her-şey Allah’tır” diyen bir tasavvufçuya; “adamın biri karını yanından kaçırıp götürse ne yaparsın” dendiğinde, “elimi bile kıpırdatmam, çünkü yapan-eden Allah’tır” demişti. Zâten seyr-i sülûkta kadınları “zât makamı”ndan fazla tutmazlar ve kısa sürede makam atlatırlar. Çünkü bu makamda her-şey ve herkes Allah yâni zât olarak görüldüğü için, kadınlar hiç kimseye “hayır” diyemezler.  

 

 Tasavvufta “tevhid” olarak söylenen “her-şeyin Allah olduğu” düşüncesi, “damla denizdendir, o yüzden damla deniz olduğu gibi deniz de damladır, tevhid yâni her-şeyin O olması böyledir” diyerek delil getirdiklerini sanırlar. Hâlbuki deniz başkadır, damla başkadır. Denizin üzerinde büyük-büyük gemiler dolaşır, ağır yükleri taşırlar ve inanları birbirlerine kavuştururlar. Sayısı belirsiz milyarlarca deniz canlıları rızıklarını denizden têmin ederler, fakat damlada ne gemi yüzebilir ne de bir canlı rızkını bulabilir. Bu nedenle damla deniz olmadığı gibi deniz de damla değildir. Zâten deniz de Allah değildir ve Allah’ın yarattığı büyük su kütlesidir

 

Farklı cevherden olanlar birbirlerinin yerine geçemezler. Allah hiç-bir şeye benzemez, bu nedenle de hiç-bir şey Allah değildir, olamaz:

 

“O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan çiftler var etti. Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O’nun benzeri gibi olan hiç-bir şey yoktur. O, işitendir, görendir” (Şûrâ 11).  

 

 “Lâ mevcûde illallah” ve “lâ fâile illallah” sapık sözleri yerine, “Lâ ilâhe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur” -ki tevhid budur- sözü Dünyâ’ya hâkim kılınmadıkça şirk bitmeyecek ve dolayısıyla da hiç-bir sapkınlık, zulüm, acı, feryat, çığlık, savaş adâletsizlik giderilemeyecektir.

 

Tasavvuf nesnel değildir ve özneldir. Bu nedenle de kitâbî bir dayanağı yoktur. Öznel bir dildir bu. Söyledikleri şeyler sâdece kendi aralarında anlamlı olabilir. Fakat bu sapkın sözler İslâmî değildir. Çünkü Kur’ân’da ve Peygamber’de bir karşılığı yoktur. Tasavvuf, mistisizm ve bâtınîliğin -sözde- İslâm’a uyarlanmış şeklidir. Tasavvufun sözleri, kişinin  oturduğu yerden düşündüğü öznel bir düşüncesinden başka bir şey değildir. Dînî bir söylemin, temel kaynağımız olan Kur’ân’a ve onun örnekliği olan Sünnet’e dayanması gerekir. Hem de apaçık bir şekilde. Meselâ “niye namaz kılıyorsun” diye sorulduğunda: “Allah Kur’ân’da emrettiği için” diye cevap verilir. Peki tasavvufçulara, “sizin tevhid olarak, her-şeyin Allah olması düşüncesi nereye dayanıyor?” diye sorulduğunda, ancak kendilerine gelen tecellilere, keşiflere ve zevk etmeye” cevâbını vermek zorundadırlar. Zîrâ başka hiç-bir dayanakları yoktur.

 

Tevhid bir söylem-şekli değil, bir eylem-şeklidir. Tevhid bozuldukça, te’vil çoğalır, te’vil çoğaldıkça absürdlük çoğalır. Tevhid, iç-âlemle dış-âlemin çakışmamasıdır. Tevhid; Allah’ın göklerde İlah olduğu gibi, yeryüzünde de İlah olarak kabûl edilmesi ve sâdece O’nun yasalarıyla hükmedilmesidir. Tevhid; “Allah’ın kânunlarının gökte hâkim olduğu gibi, yeryüzünde de hâkim olması” demektir. Tevhid; “Allah’ın, hayâtın tüm alanlarında ‘Hâkim’ olarak birlenmesidir”. Tevhid; “göklerdeki düzenin aynısını yeryüzünde de kurmak için ‘Allah’ın kânunları’na sarılmak”tır.

 

Tevhid; “O’ndan başka hiç-bir İlah, Rab, yaratıcı ve diriltici, rızık verici, kânun koyucu ve esirgeyici kabûl etmemek ve bu uğurda gerekirse mallarla ve canlarla mücâhede-mücâdele yâni cihad etmek”tir. Zîrâ tevhidî bilinç yetmez, “tevhidî duruş” da gerekir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2020

 

Devamını Oku »

23 Mayıs 2021 Pazar

Kitap-merkezli Olma(ma)k


“….Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

İslâm; “Kitap ve Sünnet temeline dayalı ve evrensel kuralları olan bir yaşam ve yönetim-biçimi”dir. İslâm demek, “Kitap-merkezli olmak” demektir. Kitap-merkezli olmak “Kur’ân-merkezli olmak” demektir. “Vahyi hayâta yansıtmak ve hayâtın her alanına egemen kılmak örnekliği” demek olan Sünnet de vahiy-merkezliliktir ki Sünnet “vahyi yâni Kitab’ı en ideâl uygulama metodu” demektir.

 

Kitap-merkezli ol(a)mamak, “Kitab’ı tümüyle benimseyip kabûl edememek”ten kaynaklanır. Kitab’a yâni Kur’ân’a tam bir teslîmiyetle teslîm olunamadığında, Kitap-merkezli de olun(a)mamaktadır. Kitap-merkezli olun(a)madığında, hem düşünce hem de amel-eylem Kitap-merkezli değil, “biraz Kitap’tan biraz da mevcut olandan” şeklinde olur ve bir zaman sonra ise Kitap tamâmen hayattan uzaklaştırılarak zihinlere ve vicdanlara hapsedilir. Fakat Kur’ân, zihinlere ve kâlplere hapsedilebilecek ve sâdece zihinlerin ve vicdanların alanında sıkıştırılabilecek bir Kitap değildir. Çünkü böyle olunca yozlaşma kaçınılmaz olacaktır. Zîrâ Kur’â, vicdanlara hapsedildiğinde bütünlüğünden yâni hayattan koparılmış olur. Kur’ân’ı bütünlüğünden kopardığınızda farklı bir dîni düşünce, anlayış, inanış ve en sonunda da farklı bir dînin ortaya çıkması kaçınılmaz olur. O hâlde Kur’ân bütünüyle kabûl edilip uygulanmak ve hayâta hâkim kılınmak zorundadır. Mü’minliğin şartı ve şiârı budur. Kitap-merkezli ol(a)mayan modern müslümanlar, an îtibârıyla bir-çok farklı ve birbiriyle çelişen düşünceler, inanışlar ve dinler ortaya çıkarmışlardır. Kitap-merkezli olmak “Kur’ân ve Sünnet’e göre olmak” demektir. Çünkü İslâm, hem iç-âlemlerin hem de dış-âlemlerin inşâsı için indirilmiştir ki bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise, vahiy-merkezli olarak ortaya konmuş olan ve “güzel örneklik” denilen Sünnet’tir.

 

Vahyin inmeye başladığı günden, Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci yarısına kadar tam anlamıyla; daha sonra Hz. Ali’nin vefâtı ve Hz. Hasan’ın idâreyi Muâviye’ye devrettiği târih olan 661 yılına kadar Kitap-merkezlilik önemle; ve bundan sonra da 150-200 yıl boyunca kısmen korunmuştur. Fakat zamanla bu durum çeşitli sebepler yüzünden değişti ve insanlar Kitap-merkezlilikten koptu ve kişi-merkezliliğe döndü. Bu durum kısa zamanda “Kitab’ı olduğu gibi kabûl edememek”le sonuçlandı. Bunu yapanlar hem genelde tüm müslümanlar hem de özelde Türkler’dir. Türkler târih boyunca Kitap-merkezli olmamışlardır ki günümüzde de bu şekildedir. Kur’ân’a dönüş çabalarıyla meâl-tefsir çalışmaları bir bakıma iyi bir şey olarak görünmesine rağmen aslında bu çaba İslâm’ın kendi iç-dinamiğine göre değil de mevcut modern zihniyet ve modern dünyâ merkeze alınarak yapıldığı için İslâm-merkezli olmuş olmuyor. Çünkü yapılan bu çalışmalar Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne göre değil, “sâdece Kur’ân” düşüncesiyle yapılmakta fakat bu, Sünnet’i yâni Kur’ân’ın hayâta yönelik etkisini görmezden geldiği ve yok saydığı için Kitap-merkezli sayılmaz. Zîrâ Kur’ân’ı okuyup da modernizmin hâkimiyetini benimsemek ve kabûl etmek çok absürd bir şeydir.

 

Biz bu yazıda “Türklerin Kitap-merkezli olmamaları” üzerinden “Kitap-merkezli olmama”yı tartışmak istiyoruz.

 

Türkler İslâm’dan önce okuma-yazma bilmezlerdi. Çünkü Türkler İslâm’dan önce büyük oranda göçebe idi ve göçebelerin okuma-yazma bilmesi pek mümkün değildir ve çok da ihtiyaç yoktur. Türkler okumaya ve yazmaya İslâm’dan sonra önem vermiş ve başlamışlardır fakat yapılan okuma ve yazma Kitap-merkezli olarak başlamadığı gibi Kitap-merkezli olarak devâm etmemiştir ve devâm etmemektedir. Bu “okumama” durumu hep vardır ve hattâ bu durum şu-anda da büyük oranda devâm etmektedir. Bunun nedeni, Türklerin hem İslâm öncesinde kitaba âşinâ ve alışık olmamalarından hem de İslâm’ı direkt olarak Kur’ân’ı okuyarak öğren(e)mediklerinden dolayıdır. Bu yüzden Türklerin İslâm’ı öğrenmesi, “Kur’ân’ı okuyup da yorumlayanlar” aracılığı ile olmuştur.   

 

Peki Türklerin, İslâm’ı kendilerinden öğrendiği, “Kur’ân’ı okuyup da yorumlayanlar” kimdir ve bunlar İslâm’ı hangi telakkiyle yorumlamışlar ve çevrelerindekilere anlatmışlardır?. Bunlar daha ziyâde Îranlı Samâniler’dir. Müslüman olmuşlardır fakat Zerdüştlük hâlen etkilidir. Bunların İslâm’ı anlamaları ve yorumlamaları, İslâm’ın iç-dinamiklerine göre değil, Hinduizm, Budizm, Zerdüştlük, Şamanizm sentezi olan bâtınî-tasavvuf merkezli olmuştur. Zâten hâlen de böyledir. Zerdüştlük ile Şamanizm’in benzerliği, Türklerin, İslâm’ı Zerdüştizm-Şamanizm senteziyle benimsemelerine neden olmuştur. Türkler, İslâm’ı, Şamanizm-Zerdüştlük-Şiilik sentezine göre öğrenmişler ve o şekilde kabûl etmişlerdir. Zâten İslâm ve müslümanlarla  ilk olarak 705 yıllarında karşılaşmış olmalarına rağmen İslâm’ı kabûl etmelerinin 250 yıl sonraya kalmasının nedeni, İslâm’ı olduğu gibi yâni Kitap-merkezli olarak kabûl edememelerinden dolayıdır ki bu durum şu-anda da devâm etmektedir. Bu nedenle Türkler İslâm’ı hem târih boyunca hem de hâlen, bu senteze uygun düşecek şekilde mistik ve uçuk-kaçık yorumlarla kabûl etmektedirler.

 

Türkler her dîne kolayca girip-çıktılar. Sâdece İslâm’ı çok zor kabûl ettiler. Zâten onu da Kitap-merkezli olarak değil, tasavvuf-bâtınî senkretik ve eklektik şekilde ve kendi şaman geleneklerine uydurduktan sonra kısmen benimseyebildiler. Bu durum Selçuklu-Nizâmülmük medreselerinde ve sonra da Osmanlı’nın kurumlaşmasıyla birlikte tam anlamıyla olmasa da kitâbîleşmesiyle birlikte değişti. Fakat özellikle halk kesiminde İslâm’a girişteki temel bâtınî-tasavvuf düşüncesi değişmedi. Bu -istisnâları saymazsak- hâlen de büyük oranda böyledir. Çünkü en baştan İslâm’ı Kitap’tan değil de bu senteze göre yorumlayanlardan öğrenmişler ve bu tür yorumları yapanları eski şamanlar gibi gördükleri için onlara “baba”, “dede” yada “evliyâ” demişlerdir. Türkler İslâm’ı (daha doğrusu müslümanlığı) kabûl ettiklerinde şii-alevi-bektâşi bir yorum ortaya çıkmış, daha sonra büyük devletler kurduklarında ve şehirleşme ve uygarlaşmayla birlikte Sünnîleşmişlerdir. Dağlarda göçebe olarak yaşamlarına devâm edenler Alevi-Bektâşi kalmış, ovaya-şehre inenler ve yerleşik yaşamaya başlayanlar ise Sünnîleşmişlerdir. 

 

Türklerin Kitap-merkezliliği kabûl etmemesinin bir nedeni de, Emeviler’in, işgâl ettiği Türk topraklarında çok yıkıcı işler yapmış olmaları ve Türklerin bu durumdan çok olumsuz etkilenmiş olmalarıdır. Emeviler büyük bir yanlış olarak, daha belli bir tebliğ ve dâvet süreci geçmeden direkt olarak Türklerin dinlerine saldırmışlardır. Kuteybe bin Müslim’in, Türklerin tüm dînî simgelerini ve putlarını toplayıp yakması Türklerde derin izler bırakmıştır. Kur’ân, putları reddettiği için, Araplar, Türklerin putlarını ve dînî simgelerini yakmışlardır. Türkler Arapların bunu “Kitab’a uygun olarak yapmış olduklarını” düşündüklerinden dolayı, Kitab’a karşı mesâfeli durmuşlardır. Fakat bu yanlış İslâm’ın değil, Emeviler’indir. Çünkü Peygamberimiz ve Râşid halifeler döneminde bu tür uygulamalar olmamıştır. İlk önce mutlakâ bir tebliğ-dâvet süreci olmuştur.

 

Emeviler, Türklerin, Îranlıların ve diğerlerinin, İslâm ile “Kitap-merkezli olarak” tanışmalarına engel olmuşlardır. Böyle olduğu içindir ki Türkler, Soğdlar, Deylemiler ve Sakâlibe toplulukları Araplardan çok Îranlılardan etkilenmişler, İslâm’ı da onlardan öğrenmişlerdir. Fakat bu din, “Kitap-merkezli din” değil, bâtınî-tasavvuf merkezli yorumlarla olduğundan dolayı, Alevi-Bektâşi-Şii bir şekle bürünmüştür. Bu şekildeki din, Kitab’a ihtiyaç duymaz ve sezgiye, duyuma, kişilere, uçuk-kaçık şeylere dayanır ve bunlar îtibâr görür. Fuad Köprülü bu bağlamda şöyle der: “Türkler İslâmiyet’in bir-çok unsurlarını doğrudan-doğruya Araplardan değil, acemler vâsıtasıyla aldılar. İslâm medeniyeti Türklere, Îran kültürünün merkezi olan Horasan yolu ile Maveraü’nnehr’den geçerek geliyordu”.

 

Bir yazıda da Türklerin ve diğerlerinin İslâmî inanışları hakkında şunlar söylenir:

 

“İslâm adına telkin edilen inanışlar ve hayat-tarzı aslında İslâm’a âit değerlerle örtüşmüyordu. Bu inanışlar ve yaşam-tarzı sırf zühtçü sûfiler ve şuûbiyeciler (Îran milliyetçileri) tarafından dizayn edilmişti. Sözü edilen ‘gayr-i Arap topluluklar’, ancak Îranlılardan gördükleriyle aşılandılar. Aynı-zamanda bunları İslâm-öncesi inanışlarıyla, kültleriyle sentezlediler. Nitekim M.S. 633-651 yılları arasında İslâm orduları tarafından tamâmen fethedilen Îran’ın, -Zerdüşizmle İslâm’ı sentezleyerek- oluşturduğu yeni Fars dînini (ve ona bağlı Şiîlik ekolünü) kısa zamanda Türkistan bölgesinde yaymayı başardığını varsaymak gerekir. Farsların, İslâm’daki önemli ibadetlere verdikleri Faşça adların Türkler tarafından günümüze kadar kullanılıyor olması da bu hakîkate işâret eder mâhiyettedir.

 

Türk Müslümanlığı’nın, yine en büyük ilham kaynaklarından biri mistisizmdir; yâni tasavvuftur. Tasavvuf, Türk Müslümanlığı’nın belkemiğini oluşturmaktadır. Denebilir ki bu dîni, -yüzyıllardır- tasavvuf yönlendirmektedir. Türkler, tasavvuf düşüncesine dayalı bir-çok târikat kurmuşlardır. Tasavvuf, aslında mistik bir felsefedir; târih boyunca üretilmiş tüm felsefeler arayış amaçlı iken tasavvuf, tam-tersine bir ‘kaçış felsefesi’ olarak peydahlanmış ve çeşitli ekôllere ayrılarak günümüze kadar açılımını sürdürmüştür; ‘tarikat’ olarak bilinen mistik kurumlar için alt-yapı oluşturmuştur.

 

Zerdüşizm’in derin etkisini -İslâmî dönemde de- yaşayan Îranlılar, -Araplar dışındaki- Ortadoğulu halkları 1.500 yıldır çok-yönlü bir baskı altında tutmaktadırlar; Orta Asya’dan koparak Îran üzerinden Anadolu’ya akarken Türkler, -asırlarca kaldıkları- bu ülkede yerli halktan aldıkları Zerdüşist-Pers kültürünü eski dinsel kültürleriyle sentezlediler ve yönettikleri müslüman-etnik azınlıkları da bu karma kültürle yönlendirmeye başladılar. Hem -hâkim zümre olarak- Türkler, hem de yönettikleri Kürt, Arap ve diğer azınlıklar, yüzyıllar boyunca okuma-yazmaya önem vermedikleri için; üstelik -sırf Arap dil gramerini ezberletmeye dayalı ilkel medrese eğitim tarzının baskısı altında- Arapça’yı bir bilim ve iletişim dili olarak kullanamadıkları için İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân ve Sünnet’le -târihin hiçbir döneminde- doğrudan yüzleşememişlerdir.

 

Türkler İslâm’dan önce, çok-tanrılı Çin ve Hint kültürünün etkisi altında bulunuyorlardı. İslâm’ı kabûl edince, mitolojiye dayanmayan bir din ile ilk kez tanışmış oldular. Bu dînin ‘vahiy’ konusu hâriç, tamâmen pozitif disiplinlere dayanan öğretisini sindirebilecek bir kültür birikimine o târihlerde sâhip değillerdi. Nitekim İslâm öncesinde, Türklerin okuma-yazma bildiklerine ilişkin hemen hiç-bir ciddî belgeye rastlanmamaktadır. Bu nedenle Kur’ân’daki sistematik İslâm yerine kendilerine özgü mistik, esnek ve interpretive (yorumlayıcı) bir felsefe olan tasavvuf eksenli bir din gördüler. Bunun üzerine tasavvuftaki sınırsız hoşgörü, İslâm’daki sınırlı hoşgörünün anlaşılmasını Türk muhitlerinde zorlaştırdı ve onun sosyâl hayâta -bir bütün olarak- girmesini büyük ölçüde önledi. Temelde İslâm ile ilişkilendirilse bile ondan bağımsız bir din niteliğini kazanmış olan ‘Türk Müslümanlığı’ târih boyunca, özellikle son iki yüz yıldır -aynen Hıristiyanlık gibi- salt bir tapınak ve mezarlık dîni olarak yaşandı.

 

İslâm’dan tamâmen bağımsız bir mistik felsefe olan ve Kur’ân’da bir kez bile geçmeyen tasavvuf adına, Türkler arasında hoşgörü o kadar abartılı sözlerle seslendirilmiştir ki bu konuda harcanan olağan-üstü çabalar, İslâm’daki hoşgörüyü gölgelemiş, hattâ çağımızın özellikle entelektüel kesiminin zihnine bu yüzden İslâm’ı sert, acımasız ve şiddet yanlısı olarak yerleştirmiştir. Son zamanlarda, dış dünyâda yaygınlaşan ‘müslümanofobya’ sorunu bu yargının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Türk çevrelerinde İslâm’ı yüzyıllar önce devreden çıkaran tasavvuftaki sınırsız hoşgörüye çarpıcı bir örnek olarak Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’ye mâl edilen, başta Türkçe olmak üzere çeşitli dillere çevrilmiş olan şu sözleri gösterebiliriz: ‘Gel, gel, her kim olursan ol, yine gel… İster kâfir, ister ateşe, ister puta tapan ol yine gel. Bizim bu kapımız umutsuzluk kapısı değil, yüz kere tevbeni bozmuş olsan yine gel’.

 

Zamanla kurumlaşarak, vicdanlara kazınan mistik inanış tarzı, bu sûretle Türk topluluklarını aynen İslâm-öncesi gibi politeist bir doğrultuda yönlendirdi. Sonuç olarak paganist bir Türk Müslümanlığı doğdu. Yesevî, Hacı Bektâş-ı Veli, Mevlâna ve Yunus Emre gibi daha bir-çok ünlü Türk mistiklerinin -eserleri ve söylemleriyle- temsil ettikleri din işte budur. Bu din, günümüz Türkiye’sinde yaygın olan Türk Müslümanlığı’nın bir-çok türünü birden sembolize etmektedir”.

 

Çok din değiştiren toplumların Kitap-merkezli olması zor olur. Türkler de çok din değiştirmişler ve neredeyse her dîne girip-çıkmışlardır. Bu durum sentez din anlayışlarının ortaya çıkmasına neden olmuş ve bu da belli bir dîni tümüyle kabûl edip yaşamayı çok zor hâle getirmiştir. Çok kolay şekilde din değiştirmenin nedeni, bir dîni bir türlü tam anlamıyla ve bütünüyle kabûl edip de teslim olamamaktan dolayıdır. Göçebe zihniyetten kurtulamayanlar hiç-bir dîne tam anlamıyla teslim olamamaktadırlar ve yoğun sentez düşünceler, anlayışlar, inanışlar ve uygulamalar arasında kalmaktadırlar. Dünyâ’ya sıkı bağlılıklar tüm zamanlarda ve herkes için dîne sağlamca bağlanmanın ve Kitap-merkezli olmanın önündeki en büyük engeldir. Bu yüzden de hep “kültürel müslümanlık” etkileri görünür olur ve “kültürel müslümanlık”  hâkim hâle gelir.

 

Modern Türkler hâlen kitaptan uzaktırlar, okumayı sevmezler ve bu nedenle de Kitap-merkezli değildirler. Zâten târih boyunca az bir kesim hâriç Kitap-merkezli ol(a)mamışlardır. Kur’ân’ı da ancak Arapçasından teberruken okurlar. O da sâdece mezarlıklarda ve câmilerde. Tabi bir de Ramazan ayında “mukâbele” şeklinde evlerde. Bir türlü Kur’ân’ı “hayat Kitabı” yapamazlar. Kur’ân’ı hayâtın tam ortasında yâni hayâta yansıtacak şekilde ve amacıyla oku(ya)mazlar. Böyle olunca da Türkler dîni hâlen, Kitab’ı okuyan ve mistik, uçuk-kaçık şekilde yorumlayanlardan dinlemekte ve tabî ki yanlış olarak öğrenmektedirler. Zâten “Arap âdetleri” olarak gördükleri Sünnet’e îtibâr etmezler. Dîne olan gevşek bağlarının bir nedeni de budur. Çünkü Kitap-merkezli olmayan öğretiler İslâm olmamakta, Türklere has bir müslümanlık (Anadolu-Türk Müslümanlığı) olmaktadır. Türklerin hâlen Şamanizm’den inançlar taşımaları, târikatlara, tasavvufa, uçuk-kaçık şeylere, türbelere vs. fazla düşkün olmaları hep Kitap-merkezli olmamaktan dolayıdır.

 

Türk bir peygamberin olmaması da Kitap ve vahiy-merkezli olmamanın nedenlerinden biri olabilir. Türklere hiç peygamber gelmemiştir. Çünkü peygamberler kent-merkezlerine gönderilirler. Bu nedenle göçebelere peygamber gönderilmemiştir. Bu yüzden Türkler dinlerini hep dolaylı yoldan öğrenmişlerdir. Bu durum Türklerin Kitap-merkezli olmamalarının nedenlerinden biridir.

 

Ahmet Yaşar Ocak, insanların İslâm’ı kabûl sürecini anlatırken şunları söyler:

 

“İslâm yayılırken o coğrafyalardaki sıradan halk hiç-bir zaman İslâm’ın teorik kurallarının bilincine vararak, teolojisinin inceliklerine vâkıf olarak müslüman olmamıştır. Çünkü bu yüksek seviyede entelektüel bir birikim ister. Dolayısıyla sıradan halk tabî bir şekilde önce kazanacaklarına bakar, İslâm’ı kabûl etmenin kendine sağlayacağı pratik yararlara bakar, sonra da ilk dikkatini çeken şey, eski inançlarını andıran inançlar olup-olmadığıdır. Onlara benzer unsurları hemen kabûllenir ve onları eski inançları ve mitolojisi ile özdeşleştirir. İşte Araplar, Îranlılar ve Türkler de gerek kendi eski mitolojilerinden, gerekse temâs ettikleri ihtidâ eden halkların mitolojik kültürlerinden bâzı unsurları dönüştürerek içselleştirdiler. 751 yılında Araplar ile Çinliler arasında cereyan eden meşhûr Talas Savaşı’nda, Türklerin Araplara yardım etmesi vesîlesiyle Türk toplulukları ilk defâ İslâm’la   karşılaşıyorlar. Bu vesîleyle bir merak ve arkasından bir tanıma süreci başlıyor. Ama aradan yüz elli yıldan fazla bir zaman geçtiği hâlde 900’lü yıllara kadar Türkler İslâm’ı benimsemiyorlar.

 

Selçuklu Anadolu’sunda kentsel ve kırsal kesimlere göre İslâmî açıdan değişik eğilimleri bağrında taşıyan bir toplumsal yapı olduğunu kabûl etmemiz gerekiyor. Köprülü, Ortaçağlar Anadolu’sundaki bu Türkmenlerin müslümanlığını -bence haklı bir şekilde ve sosyolojik perspektiften yaklaşarak- İslâm’ı henüz kabûl ettikleri için bunun ancak ‘sathî ve basit bir şekilde müslümanlaşma’ olduğunu ileri sürer.

 

Selçuklu Anadolu’sundaki Türkmenlerin İslâm’ı, inceliklerine vâkıf olmadıkları için, kaçınılmaz bir şekilde eski inanç kalıplarına uyarlayarak içtenlikle kabûl ettiklerini, ama öte-yandan dağları, tepeleri, ulu ağaçlan, ulu kayaları kutsayan, rûh göçüne ve insanın hayattayken ve öldükten sonra kalıp değişimine uğrayacağına inanan, ateşi takdis eden, İslâm’ın standart ibâdetlerine lakayt kalan, bunun da ötesinde yerleşik hayat-tarzını ve kültürünü aşağılayan, üstelik siyâsal otoriteyi işine gelmediği an reddeden ve fırsatını bulduğunda ona karşı ayaklanan bir-takım insanlar olduklarını görmemiz gerekir. Başka türlü de zâten olamazlardı.

 

Kırsal toplum ne kadar kentlere ve medrese kültürüne yakın olabiliyorsa o ölçüde ‘Sünni’, ne kadar uzak ise o kadar eski geleneklerinin ve inançlarının bağımlısı bir toplumdur. Türkmenlerin yaşadıkları ‘Sünni olmayan’ bu İslâm, bilinçli, plânlı belli bir teolojik karşı-duruş değildir. Bu inanç yaşam-tarzlarının kaçınılmaz bir gereğidir. Onlar da bugünkü geleneksel Aleviler gibi kendilerini çok iyi müslümanlar olarak görüyorlardı. Buna şüphe yok”.

 

Türkler, Büyük Selçuklu Devleti zamânında medreselerin etkisiyle Eşâri-Şâfî’lik üzereyken, Osmanlı’da iyice biriken ve belirginleşen mistisizm ve karma toplum yapısından dolayı, Osmanlı’lar Mâturîdî-Hanefiliği seçmişlerdir. Çünkü Hanefi-Mâturîdîlik daha gevşektir. Bu gevşeklik Kitap-merkezli olmanın önünde engel olmuştur. Osmanlılar çok iyi devlet adamları, askerler, şâirler ve mîmarlar yetiştirmelerine rağmen, çağını aşan âlimler yetiştiremediler yada çok az sayıda bu tür âlim yetişti. Osmanlı’da daha çok, absürd söz ve davranışlara sâhip, adına “baba, dede, ata ve veli” denilen kişiler çıkmıştır ki bunlar Kitap-merkezli olmadıkları gibi, tam-aksine Kitab’a karşıdırlar. 627 yıl ayakta kalmış olan Osmanlı Devleti’nin târihi boyunca tebaasından ancak 1.600 kişi kitap yazmıştır. Cemil Meriç bu durumun sebebi hakkında şunları söyler: “Osmanlı İmparatorluğunda büyük düşünür çıkmadı. Çünkü düşünceye ihtiyaç yoktu. Düşünce bir felâkettir. Zorlanmadan, mecbur kalmadan düşünmez insan. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa karşısındaki bozgunu, endüstriyel toplumun askeri bir toplumu yenmesidir”. Evet; kılıçlar atık işe yaramamaya başlayınca Osmanlı’nın elinde mîmâri eserler ve şiirlerden başka bir şey kalmamıştır. Zîrâ Osmanlı da Kitap-merkezli bir devlet ve halk değildi ve bâtınî/tasavvuf-merkezli bir dînî düşünce ve örf hâkimdi.

 

Osmanlı’da âlimler genelde Eşârilik üzere olsalar da, halk Hanefi-Mâturidi ve Yesevilik üzereydi ve bunları benimsemişti. Halk, Kitab’ı hesâba katmadan aklını ve duygularını merkeze aldı. Hâlen de öyledir. Türk müslümanlığının temelinde Mürcie ve tasavvuf vardır ki bunlar büyük günahları erteleyerek Allah’a bırakırlar. Böylece kimseyi eleştirmezler ve aşırı bir hoşgörü gösterirler. Fakat bu, günaha ve bâtıla olan bir hoşgörüdür. Ayrıca bunlar iktidârın da her zaman yanındadırlar ve önemli destekçileridirler. Böylece sisteme kolay entegre olurlar ve rejimi kolay benimserler. Lâkin iş Kur’ân’ı okumaya ve benimsemeye gelince pek oralı olmazlar yada ucundan-kıyısından denecek bir ilgi olur.  

 

Şu da var ki Türklere, Arap ve Irak-merkezli olan Eşârî-Şâfî’den ziyâde, dîni öğrendikleri ve kendileri gibi milliyetçi duyguları öne çıkan Îran-merkezli Mâturîdî-Hanefilik, milliyetçilik damarından dolayı câzip gelmiştir. Türklerin Araplara eskiden bêri bir gıcıklıkları ve düşmanlıkları vardır. Bu düşmanlık orta-Asya Şamanizm sempatizanı tüm Türklerde vardır. Orta-Asya Türkleri genelde köse oldukları için, sakallı Arapları pek sevmezler. Bu bir nebze modern Türklerde ve Türkiye’lilerde de vardır. Sakallı doğu’dansa sakalsız-parlak batı’ya meyletmelerinin bir sebebi de bu mudur acaba?. Tabi bu, nedenlerden sâdece biridir. Eğer sakalsızlık dostluk için belirleyici ve önemliyse, Türklerin yeni küresel güç olan Çin’e ve sakalsız Çinlilere yakınlaşması zor olmayacaktır.

 

Aslında Türkler Şamanizm’den İslâm’a değil, Şamanizm’den Alevilik-Bektâşilik diyebileceğimiz şaman-şii sentezine geçmişlerdir. Bundan sonra dağda kalan ve göçebeliğe devâm edenler Alevi-Bektâşi kalırlarken, ovaya inenler Sünnî-Hanefi olmuşlardır. Fakat bunların ikisi de Kitap-merkezli olmamakta birleşirler. Zîrâ ikisi de dîni Kitap’tan yâni Kur’ân’dan ve de Peygamber’den (Sünnet) değil, mistik yorumculardan ve yorumlardan öğrenmişlerdir. Bu hâlen de böyledir. Göçebe olanlar mistisizm ve tasavvuf yolunda giderlerken, ovaya-şehre inenler ise târikatlaşmış ve Sünnîleşmiştir.

 

İşin vahim tarafı, modern Türkiye’li Türklerin, son 30-40 yıldır Kur’ân’ı yoğun şekilde okumaya başlamalarına rağmen, Kur’ân’ı İslâm’ın kendi iç-dinamiğine yâni Kitap-Sünnet bütünlüğüne göre değil de, modern telakkiyle okumaları ve olanca güçleriyle modernizme uydurmaya çalışmaları nedeniyle, yine Kitap-merkezli olamamalarıdır. Kitap-merkezli olmanın önündeki engellerden biri de, meâlcilik-Kur’ân’cılıktır. Çünkü meâlcilikte meâller hep modern telakkiyle hazırlanmakta, İslâm’ın kendi iç-bütünlüğüne yâni Kitap ve Sünnet-merkezinde hazırlanmadığı için İslâm’a tam uygun düşmemektedir.

 

İslâm Kitap-merkezlidir. Bu, “Kur’ân ve Sünnet’e göre olmak” demektir. Kur’ân ve Sünnet, İslâm’ın “iç ve dış-âlemi birlikte inşâ etmesi” anlamına gelir ki Kitap-merkezli olmak bu demektir. Zîrâ Kur’ân, iç-âlemleri inşâ edip aydınlattıktan sonra dış-âlemi de yâni hayâtın tüm alanını da Kitap ile inşâ edip aydınlatmak için indirilmiştir. Tüm peygamberlerin ve Peygamberimiz’in tüm çabası da bu amaç için olmuştur. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »