30 Kasım 2019 Cumartesi

Bilinçli Garibanın Üç Zindanı




“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O hidâyete erenleri de en iyi bilendir” (Nâhl 125).

“Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister. Şüphesiz şeytan insanın apaçık düşmanıdır” (İsrâ 53).

Dünyâ’daki imtihan, Allah’ın kânunları ve yasaları yâni “sünnetullah” çerçevesinde olur. Bu yasalar hiç şaşmaz ve -Allah’ın dilemesi hâriç- en ufak bir sapma bile göstermediğinden dolayı da değişmez: “...Allah’ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın” (Ahzâb 62). Tabi Allah yasalarının -hâşâ- mahkûmu olmadığından dolayı, istediğinde yasalarını askıya alabilir ve “üst yasalar”ını ortaya koyabilir ki mûcizeler bunun örnekleridir.

Dünyâ’nın “doğal bir zorluğu” vardır (soğuk-sıcak, hastalık, çalışmak, ağırlık vs.) ama bu zorluklarla insanlar çok da zorlanmadan başa çıkabilir. Zâten “Dünyâ’nın doğal zorluğu ve imtihanı” insana zevk de verir. İnsanları asıl yoran ve hattâ perişân eden şey, “insanların elleri yüzünden” ortaya çıkan şeylerle imtihan olmaya mecbur olmasıdır. Böylece imtihan ağırlaşır, insana artı yük biner ve belini büker.

Dünyâ’nın doğal zorlukları yâni “doğal imtihan” aslında insanı çok da yormaz, fakat bu kişi “hasta, kör, topal ve de gariban” ise, Dünyâ’nın doğal zorlukları yâni “doğal imtihan” da bu kişilere zor geldiğinden dolayı onları ezer ve yıpratır. Bu kişilerin başına üst-üste bir şey geldiğinde bu yükü taşımakta çok zorlanırlar ve çoğu zaman da taşıyamazlar. Tabi sonuçta bu durum bu kişilerin bellerini büker ki, bu nedenle de “imtihan”ın en iyi farkında olanlar, yerin en düşük rakımında yaşayan bu hasta, kör, topal ve de gariban insanlar olur. Ne acıdır ki, Dünyâ’da zorlukla karşılamış olan bu insanlar “farkındalık” yerine isyânı seçip de kendilerini bitirecek haramlara bulaşınca, âhiretini de mahvetmiş olurlar.

Dünyâ’daki imtihan aslında şöyledir; meselâ domino taşlarını düşünelim.. bir tânesi devrildiğinde diğerleri de devriliyor ya!, işte “imtihan” budur. Çünkü biri devrildiğinde diğeri de devrilir ve bu sürer gider. Fakat taşlardan biri devrilmediğinde diğerleri de devrilmez. Sâdece bir tânesi devrilse onu kaldırması kolay olur ama diğerleri de devrilmeye başladığında zorluk ve imkânsızlık başlar. Bir musîbet, bin musîbete daha yol açar. Bir musîbet başka musîbetleri de açığa çıkarır ve imtihan zorlaşır. Zorlaşan bu imtihan ise, hasta, kör, topal ve gariban için çok daha zor hâle gelir.

İşte tüm bunlardan dolayı, normâl insana çok da zor gelmeyecek ve onu çok da fazla etkilemeyecek olan zorluklar; hasta, kör, topal ve gariban olanları çok zorlar. Bu zorluk onların yüzlerinde, sözlerinde yâni üslûplarında bir sertlik, öfke ve keskinlik oluşturur. Bu negatif özellikler, karşıdaki insanları onlardan uzaklaştırır yada araya mesâfe koyulmasına neden olur. Zâten bu kişiler kendilerinde bulunan hastalık ve engellilik nedeniyle normâl insan gibi çalışamadıklarından dolayı, “gariban” da kalmışlardır ki, insanlar, belki de fıtraten “En Yüce Güce Sâhip Olan”a meylinden dolayı, garibanı değil güçlü olanı sever ve onun çevresinde kalmaktan hoşlanırlar. Sonuçta da güçsüz ve gariban insanlarla muhâtap olmak istemezler ve onların söyledikleri çok da fazla etki etmez kendilerine.

“Allah ilmi isteyene verir” denir. İşte ilmi isteyenlerden bir kesim de; hasta, kör, topal ve gariban olan bu kişilerden bâzıları da olabilir. Bu kişiler yoğun gayretleriyle ve cins akıl yürütmelerle farklı ve çarpıcı bilgilere ve görüşlere ulaşmış olabilirler. Bu görüşler gerçekten de hem doğru hem de çarpıcı olabilir. Çünkü Allah imtihan gereği kişiyi, mevcut her durumuyla ilme yönlendirir, mevcut durumuyla cihat ve takvâda ilerlemesini bekler ve bu nedenle de herkesle birlikte bu kişilere de istedikleri takdirde ilim vermiş ve ilimlerini arttırmıştır. Tabi bu kişiler hem kendilerinde bulunan hastalıkların vermiş olduğu zorluklardan ve de garibanlıktan dolayı bilginin kaynaklarına ulaşmada zorluk çekebilirler ve de mutlakâ çekerler. En azından o bilgilere geç ulaşırlar. Ama Allah her halükârda ilim yolunda olana yollarını açar ve bu nedenle gayretli olanlar kim olursa-olsun o bilgiye ve hikmete ulaşabilir.

İşte hasta, kör, topal ve gariban olanlar içinden de bilgiye ve bilince ulaşmış olup da çarpıcı görüşler ortaya koyanlar ve bu görüşlerini söze ve yazıya dökenler de vardır. Fakat bu insanların ağır bir imtihanları vardır. Bu imtihanı “Bilinçli Garibanın Üç Zindanı” olarak adlandırmak istiyorum. Ali Şeriati, tüm insanlar için söylediği “insanın dört zindanı”nı, çok isâbetli olarak belirtmiştir. “Doğa-tabiat-coğrafya, Toplum, Târih ve Benlik zindanları”ndan bahseder. Tüm insanlar bu zindanlara mahkûmdur ki bu mahkûmiyet aslında imtihanın bir sonucudur. İşte biz de diyoruz ki, “bu dört zindan tüm insanlar içindir, fakat hasta, kör, topal ve gariban için ayrıca bir üç zindan daha vardır ki, bunlar da; “Yüz, söz ve hastalık-garibanlık zindanlarıdır”. Aslında bu zindanların yolu bir, bu üç zindana çıkan yol ortaktır.

Hasta, kör, topal ve gariban kişilerin, diğer insanlardan fazla olarak omzuna binen “artı-yük” onların bellerini büktüğünden dolayı, bu zorluk onların yüzlerine yansır ve relâks ve huzûr dolu yumuşak bir yüz ifâdesi yerine; yorgunluğun, zorluğun, öfkenin, acının vs. vermiş olduğu, sert, gergin ve itici bir yüz ifâdesi oluşur. Bu yüz, “mahkeme duvarı” tâbir edilen bir şekilde olduğu için, böyle bir yüze sâhip olan kişiler çok bilgili, bilinçli ve de çarpıcı görüşlere de sâhip olsalar, karşısındaki kişiler bu kişileri odaklanarak dinle(ye)mezler. Çünkü bir negatif durum vardır ve bir iticilik oluşmuştur, karşı tarafta bir anti-pati meydana gelmektedir. Böylece bahsedilen bilinçli kişi söylemek istediğini çok açık ve sarih ifâdelerle anlatsa da, karşı taraftaki kişi onu tam odaklanarak dinle(ye)mediği için meseleyi anlayamaz yada söylenene önem vermez. Zâten bu durum esnaflıkta da böyledir. Adam bal satar ama yüzü sirke satmaktadır. Bu da insanları o kişiden alış-veriş yapmaktan vazgeçirir. Aslında bilinçli gariban bu durumun farkındadır ve elinden geldiğince yüzünü yumuşatmaya çalışır fakat çok da başarılı olamaz. Çünkü yılların vermiş olduğu çizgiler ve o sert ifâde kolay-kolay değiştirilemez. Bu da o kişileri kendi içlerine tutsak eder ve “yüzleri” onların “ilk zindanları” olur.

Hasta, kör, topal ve gariban kişilerin, diğer insanlardan fazla olarak omzuna binen artı yük, onların bellerini büktüğünden dolayı, bu zorluk onların sözlerine de yansır. Öyle ki, aslında çok yoğun okumalardan ve düşünmeden sonra vardığı çok önemli ve çarpıcı düşüncelerini açıklamaktadırlar ama, ses rengi, söz söyleme şekli yâni üslûbu, zor yılların sonunda oluşmuş o sesin rengini ve ifâdesini örtemediğinden dolayı, karşıdaki kişiler onu odaklanarak dinleyemezler ve de dinlemek de istemezler. Çünkü bilinçli gariban konuşurken, karşıdaki kişi kendisini sanki azarlanıyormuş ve hattâ kendisine küfür ediliyormuş gibi hissetmektedir. Tabi garibanın sesindeki ve sözündeki bu olumsuz ifâde -biraz da kişisel özelliğinden kaynaklansa da- genelde hayâtın zorlukları nedeniyle değiştiğinden ve de sözlerini sertleştiğinden dolayı, bilinçli gariban sesini ve sözünü ne kadar yumuşatmaya çalışsa da, karşıdaki kişi bu üslûptan rahatsız olacaktır. Sonunda da söylenen sözü dinlemeyecektir. Aslında bilinçli gariban bu durumun farkındadır ve elinden geldiğince sözünü yumuşatmaya çalışır ama çok da başarılı olamaz. Çünkü yılların vermiş olduğu artı-yük nedeniyle kendisinde oluşmuş olan o sert üslubu kolay-kolay değiştiremez. Bu da o kişileri kendi içlerine tutsak eder ve “sözleri” onların “ikinci zindanları” olur.

Bir de şu vardır ki, “mutlak doğru” ve çok net olduğundan dolayı hakîkati “yavşayarak” söylemek doğru olmaz. Tabî ki hakîkat tatlı bir dille ve yumuşak bir şekilde söylenmelidir ama bu, “yavşamak” anlamında değildir. Hakîkat aslında biraz sert söylenir. “İki kere iki dörttür” derken, biraz sert ve kesin ifâde kullanırız. Bilinçli gariban bir şey anlattığında, bir şey söylediğinde yada kendi başından geçmiş olduğu için tecrübeye sâhip olduğundan dolayı bir tavsiyede bulunduğunda bile, karşısındaki kişi bunu çok da kâle almaz. Zâten bilinçli gariban, bir süre sonra fişlenir de. Ama muhâtap, ne zaman ki aynı sözü ve tavsiyeyi başka birinden duyar, hemen o şeyi benimseyip yerine getirmeye koşar. Hâlbuki daha önce çok daha ayrıntılı bir şekilde bilinçli gariban bunu ona söylemiştir. Fakat gerek yüzündeki, gerekse de sözündeki sertlik, karşıdaki kişinin bunu o anda dinlemesini ve düşünmesini engellemiştir.

Hasta, kör, topal ve gariban kişilerin, diğer insanlardan fazla olarak omzuna binen artı-yük, onların bellerini büktüğünden dolayı, bu zorluk onların, diğer insanlara göre maddî ve fizîki açıdan “geri” kalmasına da neden olmuştur ki, işte asıl mesele de burasıdır. Çünkü, yılların zorlukları kişinin yüzünde ve sözünde ister-istemez bir sertlik oluşturabilir ve insanlar bundan olumsuz etkilenebilirler. Fakat asıl mesele, bilinçli kişinin “gariban” olmasıdır. İnsanlar genelde garibanları çok da sevmezler aslında. Çünkü bu durum insanlara ya “haksız kazançlarını” yada “yapmaları gereken şeyleri” hatırlatır. İşte bu nedenlerden dolayı gariban kişinin sözleri ne kadar çarpıcı olsa da, karşısındaki kişi, garibanı çok da kâle almadığından dolayı onu dinlemez ama, aynı şeyi başka birinden duyduğunda hemen baş-tâcı yapar. Özellikle bu kişi “titr” sâhibi yâni makâm ve unvân sâhibi kişi ise..

Bilinçli gariban, bir sorun hakkında çok çarpıcı ifâdelerle karşı tarafı iknâ edecek bir söz söylese bile, karşıdaki kişi garibana göre madden daha ileri bir durumda olduğundan dolayı onun sözünü dinlese ve hattâ çok çarpıcı bulsa da o söze hemen güven(e)mez ve garibanın dediğini yerine getirmez ama aynı sözü, daha kaba ifâdelerle, meselâ bir doktor, hâkim, yönetici, zengin yada fizîken güçlü birinden duysa, zâten onu odaklanarak da dinleyeceği için o söze inanır ve o sözü baş-tâcı yaparak hemen yerine getirme yoluna düşer.

Düşünsenize; sizin maddî yardımda bulunduğunuz, gerçekten de çok gariban olan biri var. Bu kişi gerçekten madden çok zor bir durumdadır. Çünkü hastalık, körlük, topallık vs. nedeniyle çalışamadığından dolayı çok zor geçiniyor ve yardıma muhtaç. Fakat çalışamama durumu onu boş durmaya itmemiş ve mevcut durumunu bir fırsata çevirerek ilme yönelmiş ve zamânını ilimle doldurmuştur. İşten ve çalışmaktan mecbûren geri kaldığından dolayı bol-bol zamâna sâhip olmuş ve böylece bilgiye ve de bilince ulaşmıştır. Bu uğurda üstün gayret de gösterdiğinden ve kendini buna adadığından dolayı da bir fark oluşmuş ve de belli bir ilmî seviyeye gelmiştir. Siz ise çok zenginsiniz ve madden, fizîken ve çevre olarak çok ileridesiniz. Şimdi bu kişi, sizin hayatınızla ilgili olan bir konuda yanlışınızı söylese yada kendi başından geçtiği için o konuda tecrübeli olduğundan dolayı size bir tavsiyede bulunsa, onu ne kadar dinlersiniz?. Tabî ki garibandaki maddî yetersizlikten ziyâde ondaki mânevîyat ve bilgi-bilinç yeterliliğini gördüğünden dolayı onun her sözünü dikkatle dinleyenler ve icâbında dediklerini yerine getirenler de olacaktır ama, özellikle onu yakından tanıyanlar böyle bir şey yapmayacaktır. Çünkü onlar zâten garibana destek olmakla, kendilerini ondan üstün görmektedirler. İşte bu durum yâni “garibanlıkları ve güçsüzlükleri” de, bilinçli garibanı kendi içine hapseden “üçüncü zindanları”dır.

Kişinin özel zorluklarından dolayı yüzünde, sözünde ve maddî durumunda meydana gelen olumsuzluklar, karşıdaki kişinin onu dinlememesine, kâle almamasına ve hattâ küçük görmesine neden olur. Zâten Hz. Eyyûb’da bile bu böyle olmuştu da, önceden çevresinde pervâne olanlar etrâfından dağılıp gitmişti. Çünkü Hz. Eyyûb’daki hastalık, o’nun yüzüne, sözüne ve maddî durumuna olumsuz bir şekilde yansımıştı. Fakat Allah sabrından dolayı onu yeniden eski durumuna getirdi ve hattâ eskisinden de iyi bir duruma geldi. O hâlde; hasta, kör, topal ve garibana düşen şey, bu konuda sabretmekten başkası değildir. Şikâyetini ise sâdece Allah’a yapacaktır. Çünkü maddî ve mânevî dertlerin devâsını verecek olan Tek İlah, “Şâfî olan Allah”tır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2018






















Devamını Oku »

24 Kasım 2019 Pazar

Nefsi Kılavuz Edinmek



“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını-nefsini) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

Nefs kelimesine lûgatta; “can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zâtı olan, kendisi. Göz. Şehvet ve gadâbın mebdei olan kuvve-i nefsâniye. Fıtrî meyil, bedenin hissî istekleri. Rûh, hayat, asıl. Maya. Hamiyet” anlamları verilmiştir.

Nefs, canlı ve irâdeli varlıkların bir güdüsüdür. Hayvanlarda nefs vardır ve her hareketleri nefislerine göredir. Zâten nefsine göre yaşayan insanlar için, “hayvan gibi yaşıyor” denir. Bitkiler de kendilerine has olan nefislerine göre yaşarlar ve nefislerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını beklerler. Tabi bitkiler harekete sâhip olmadıkları için bir eylemde bulunamazlar. Demek ki terbiye edilmemiş olan nefs, maddî olan taraf içindir ve bu nedenle de bilinçsizdir. Hattâ nefs, bilincin kendisini kısıtlamasına da dayanamaz. Fakat maddî bir varlığı olmayan cinlerin de nefsleri vardır. O hâlde nefs, “çıkar içindir” denebilir. “Sâdece irâdeli varlıklarda nefs bulunur” düşüncesi yanlıştır. Çünkü meleklerde de irâde vardır fakat nefs yoktur. Onlar Allah’a kayıtsız-şartsız itaat ederler.

Nefs, gafletten beslenir. Gâflet hâlinde olanları yönlendiren şey nefstir. Kişinin nefsi onu yönlendirmeye başladığında, bencilliğe yönelik yollara yönelir. Öyle ki, kişi artık buna alışır ve bu durumdan kurtulamaz. Yâni nefsinin esiri hâline gelir. Bu kişilere, bilince yönelik en küçük bir şeye kafa yormak bile zor gelmeye başlar. Artık ona haz veren her şey onun için “iyi” hâline gelirken, hazzını engelleyen her-şey de “kötü” hâline gelir.

İşte Dünyâ’ya hâkim olan ve Dünyâ’yı son 200 yıldır yönlendiren modernite, nefs-merkezli bir uygarlık kurmuştur ve nefse uymak hem çok kolay hem de haz veren bir şey olduğu için, insanlar bu akıma hemen kapılmışlar ve moderniteye yâni nefse göre düşünmeyi ve yaşamayı seçmişlerdir. Artık bu yaşam tarzına uygun olmayan ve aykırı olan anti-nefsî düşünceler ve yaşamlar modern insanı korkutmakta ve tiksindirmektedir. Öyle ki, bilinç-merkezli olmak kötülenirken, nefs-merkezli olmak üstün tutulmaktadır. Nefs-merkezli yaşamayanlar “aptal” olarak görülmekte ve kınanmaktadır. İnsanlar nefsine göre yaşamamayı anlamamaktadırlar. Bir ideâl uğruna nefsinden ve hazzından vazgeçmek düşüncesi modern insanı dehşete düşürmektedir. Öyle ki, bu tarz tutumda bulunanlar alaya alınmakta, bir süre sonra da çeşitli dayatmalara mâruz bırakılmaktadır. Âileler nefsine göre yaşayan ve hedef koyan çocuklarını sever ve takdir ederken, bilince ve îmâna yönelik düşünceler ve hedefler peşinde koşan çocuklarının “beyninin yıkandığı”nı, yanlış yollara kapıldığını düşünmektedirler. Eski nefs-merkezli yaşamlarından vazgeçmiş çocuklarının yada yakınlarının yeni hâlleri onları rahatsız etmektedir.

İnsanlığın bu çağda en büyük sorunu, bedeninin=nefsinin hoşuna giden şeylerin “doğru” olduğunu zannetmesidir. Tabi bedene sıkıntı veren ve hazzı engelleyen şeylerin de “kötü” olduğunu düşünmektedirler.

Akıl; doğu’da “Allah’ın kontrôlü”nde iken, batı’ya yâni Yunan’a ve Roma’ya gidince “nefsin kontrôlü”ne girmiştir. Dünyâ’da Greko-Romen bir nefsî uygarlık oluşmuştur. Bu uygarlık “akla göre” düşündüğünü ve yaşadığını söylemekte ve bunun en üstün düşünce ve yaşam-tarzı olduğunu söylemektedir. Bu nedenle de tüm Dünyâ’ya nefis-merkezli ve nefse yönelik uygarlığını (medeniyet değil) dayatmakta, kabûl etmeyenleri de askerî, ekonomik, siyâsi ve kültürel baskı altına almaktadır. Böylece Dünyâ’da şeytanın güçlü bir iktidârı kurulmaktadır. Zîrâ îman-merkezli olmayanların nefsi şeytanın elindedir ve onun kontrôlündedir.

“İslâm’dan kopuk olan akıl-merkezlilik” aslında, “nefis-merkezlilik”tir. Bâzıları, nefislerini akılları zannediyor. Bunlara göre akıllı yaşamak, “nefsine göre yaşamak”tır. Îman ile sınırlanmayan akıl, nefsin güdümüne girer ve ancak fitne üretir ve ifsâd eder. Îmâna taâllûk etmeyen akıl, nefsin güdümünde olacağından dolayı, ancak ifsâd eder.

Müslümanlar da nefs-merkezli bu uygarlığın kuşatması altındadırlar ve artık bu hayat-tarzı müslümanlar tarafından da uygun görülmeye başlanmıştır. Bu nedenle de İslâm’ın evrensel değerleri seküler bir yorumlamaya tâbi tutularak ve nefse uygun hâle getirilerek, “beşerî değerler” olarak sunuluyor. Kur’ân’ı; moderniteye, nefse ve çıkara uydurmak için yorumlamaya bir başladınız mı, şeytan en büyük destekçiniz olur. Zamâna göre nefsin değişmesi, zamâna göre vahyin değişmesini gerektirmez.

Nefsin en bâriz görünümlerinden biri de kibirlilik hâlidir. Kibir, ancak nefstendir ki o da şeytandan kaynaklanır. İlk kibir gösterisi şeytana âittir ve âlemlerin rabbi olan Allah’ın emrine karşı gelerek secde etme emri verilen kişiyi küçük görerek “ben ondan üstünüm” demesi, tamâmen nefs ile ilgilidir. Çünkü şeytan da cin tâifesindendir. Kibir, “kul”luğu kabûl edememekten doğar. Allah’a teslim olamayan, nefsine (kendisine) teslim olarak kibirlileşir.

Kötülük, insanın nefsi ile ilgilidir, fıtratı ile değil. Zîrâ insanın fıtratı İslâm ile birebir örtüşür. Kriter olarak Allah’ı-Peygamber’i-Kur’ân’ı yâni İslâm’ı kriter almayanların kriterleri, “nefs”tir. Böyle kişiler artık nefsin kılavuzluğunda yol alırlar.

Modern özgürlük telâkkisi, “ilâhi olan”ın güdümünden çıkıp, “bedenî-nefsî olan”ın güdümüne girmekle oluyor. Modernizm, insanın nefsini güçlendirirken, rûhunu zayıflatıyor. Modern sistemin en büyük düşmanı, “nefsin dizginlenmesi” düşüncesi ve ameliyesidir. Zîrâ modernite hayâtiyetini, “nefsin kışkırtılması”ndan ve azdırılmasından alır.

Modern insan; “değer bilinci” olmayan insandır. Olmazsa-olmaz olan bir değeri bulunmadığı için, görüşlerinin sağlamasını yapacak bir dayanağı yoktur. Böylece mecbûren nefsine göre düşünmekte ve yaşamaktadır. Böylece nefsinin peşine takılır ve nefsi onu nereye sürüklerse oraya gider.

Nefs şiddetle kötülüğü emreder. Çünkü terbiye edilmemiş olan nefsin bir ölçüsü-kriteri yoktur. Tek kriteri çıkar, haz ve hayvânî güdülerin ve dürtülerin tatminidir. Nefsini kontrôl altında tutanlar ise, nefsin potansiyel kötülüğünün olduğunu kabûl ederler ve nefsin ayartmasından Allah’a sığınırlar:

“Ben yine de nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin rahmetiyle yarlığadığı müstesnâ. Muhakkak ki, Rabbim bağışlayıcı ve merhâmetlidir” (Yûsuf 53).

Allah rızâsı için yapılmayan işler, nefsin rızâsı için yapılır. Fakat nefsin rızâsı için yapılan işler boşa gider. Zîrâ gidecek başka bir yeri yoktur. Maddeden başka bir ölçü tanımayan seküler batı uygarlığı ve modern insan, her-şeyi nefsin rızâsına göre plânlar ve nefsine uyarak yapmaya başlar. Çünkü ona göre kendisine haz veren her-şeyi “iyi” ve “doğru” görmeye başlamıştır. “Hazdan ödün vermek” düşüncesi modern insan için bir felâkettir. Hattâ hazzı erteleyen yada iptâl eden düşünce ve davranışlar yobazlık ve terör ile bile yaftalanmaktadır.

Nefs-merkezli dünyâ, nefs-merkezli dayatmalarını seküler siyâsetler ile yapmaktadır. Bu uygulamalar ve ideolojiler tam da nefse uygun sistemlerdir. Bu ideolojilerden günümüzde en popüler olanı demokrasidir. Demokraside işe Allah karıştırılmaz ve insanın nefsi serbest bırakılır. Demokrasideki “özgürlük”, Allah’tan, dinden, îmandan, günahtan özgür olmaktır. Nefs-merkezli bir ideoloji olan demokrasi, insanı her-şey için özgür bırakır ve böylece nefsini kışkırtır. Demokrasi, İslâmî-fıtrî kânunların iptâli; şeytânî-tâğûtî-nefsî arzuların ikâmesidir.

İnsanların, bâtıl ve nefs-merkezli olan modern bilimi de ortaya koyarak savunduğu sapıklıklar, nefsin kışkırtılmasından dolayı iyi ve doğru gibi gözükmektedir. Açıkça kötü olan bir şey, doğala, fıtrata ve normâle aykırı olan nefs-merkezli düşüncelerle normâlleştiriliyor ve popülerleştiriliyor. Öyle ki artık tüm sapıklıklar “modernite” adı altında kabûl edilebiliyor ve nefse uygun olduğu için kabûl edilmekte zorlanılmıyor. Zâten şeytan da, nefse uygun olan şeylerle insanları kolayca kandırıp iknâ edebiliyor.

Mevcut sistem bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ne kadar da kolaydır, zîrâ “nefsi merkeze almak” yeterlidir. Sisteme aykırı bir din (İslâm) bağlamında düşünmek, okumak, yazmak ve konuşmak ise ne kadar da zordur. Zîrâ nefsi karşınıza almanız gerekir.

Allah’ın kânunları, beşerin nefsine uyana kadar yorumlanıp değiştirilirken, beşerin kânunlarının değiştirilmesi teklif bile edilemiyor. Şirk, küfür ve zulüm denen şeytan-işi pislik budur işte.

Dünyâ’ya “nefsin penceresinden” bakmaya alışmış olanlar, nefse uygun olmayan şeyleri idrâk edemezler. İdrâk etseler de kabûl etmek istemezler. Bu nedenle de şeytan-işi pislik düzenlere uyanların gittikleri bâtıl yolun farkına varamazlar

En büyük sefillik, nefsin peşinden hırsla koşmaktır.

İşin ilginç ve üzücü yanı da şudur ki, artık müslümanlar da kitleler hâlinde nefs-merkezli bâtıl düşüncelerin ve sistemlerin peşine takılıp nefse uygun hareket eder hâle gelmişlerdir. Bakıldığında görülen şey şudur: Hz. Muhammed’in vahiy-merkezli yaşam-tarzı “out”, bâtıl batı’nın nefsî yaşam-tarzı “in”.

Uyuyan insan mâsum görünür. Zîrâ nefsi o anda etkisizdir. Ölüm ise nefsin işlevsiz kalması durumudur. Âhirette nefs geçersizdir ve insanlar nefse göre değil Hakka ve hakîkate göre konuşmak zorunda kalacakları için yalan söyleyemeyeceklerdir. Böylece her-şey apaçık ortaya dökülecektir.

“Kim de Rabbinin divânında durmaktan korkmuş, nefsini boş heveslerden menetmiş ise, kuşkusuz onun varacağı yer cennettir” (Nâziât 40-41).

Modernizm, bir nefs uygarlığıdır ve modern insan nefsinin kılavuzluğu altında hevâ ve heveslerinin peşinde oyalanmakta ve savrulmaktadır. Fakat Allah’ın sistemi olan sünnetullah, sapıklık belli bir kriteri aşında devreye girecek, kurunun yanında yaşı da yakacaktır. O hâlde bilince ve îmâna ermiş olan mü’minlerin âcil olarak yapması gereken şey, tüm gayretleriyle ilk önce nefisleriyle mücâdele edip iç-âlemlerini (o)nurlandırdıktan sonra, bu minvâlde dış-âlemi de aydınlatmak ve Dünyâ’yı şirkten, küfürden, adâletsizlikten yâni zulümden kurtarmanın peşine düşmek olmalıdır. Bu uğurda sergilenecek samîmiyet, ciddiyet, gayret ve azmin sonucunda Allah’ın yardımı mutlakâ yetişecektir. Allah’ın yardım ettikleri ise mutlakâ gâlip gelir.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2018


Devamını Oku »