“Allah,
gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü
ürünler çıkarandır. Ve onun emriyle gemileri, denizde yüzmeleri için size, emre
âmâde kılandır. Irmakları da sizin için emre âmâde kılandır” (İbrâhim 32).
Âyette Allah denizden
bahsederken, “ürünlerinden faydalanmak ve gemi ile üzerinde yolculuk etmekten” bahseder.
İnsanların yüzmek için denize gitmesinden ve girmesinden bahsetmez ve meselâ;
“serinlemek için denizde yüzersiniz” gibi bir ifâde kullanmaz. Çünkü insanın
buna ihtiyâcı yoktur ve insanın denize girmesi aslında yapısına uygun da
değildir.
Deniz, rakımın
en düşük olduğu yerdir. Denizler yeryüzünün “göğe en uzak” noktalardır. Lût Gölü
denizden 400 metre düşüktür. Lût Gölü’nün olduğu yerde eskiden 6 tâne şehir
vardı. Bunların yaşadıkları yerler yaptıklarının bir cezâsı olarak suya-denize
çevrildi. Allah onları suyla cezâlandırdı. Suyla cezâlandırınca orası yaşanmaz
bir yer oldu. Zîrâ insan suda-denizde yaşayamaz. Hz. Nûh zamânında tüm dünyâ bir
gemicik dışında yaşanamayacak yer hâline geldi. Bir gemicik hâricinde su
dışında yaşabilen bir canlı kalmadı. Ne zamanki sular çekildi ve kara ve kuru
yerler ortaya çıktı, insanlar da gemiden indi. Çünkü insanlar ancak karada yaşayabilirler,
denizde değil. Bu nedenle insanlar denize-suya değil, karaya ulaşmaya
çalışırlar. Zâten içmek için bile suyu denizden değil de dağlardan doldururlar.
Çünkü denizin suyu bile içilmez. Dağlarda ise tertemiz, şifâlı ve lezzetli
sular vardır.
Denize
yaklaşıldıkça takvâ azalır ve dindarlıkta azalma olur. Zîrâ denizde sâbitlik ve
sâbite yoktur. Nedeni tartışılabilir ama dinden kopuşlar genelde denize yakın
yerlerde başlar ve yayılır. Hz. Mûsâ, kavminin deniz kenarına gelip de yol bittiğinde
azalan îmanlarını, denizi yarıp kuru bir yer açmakla yükseltmiştir. Hz. Mûsâ, değneğini
denize vurdu ve deniz yarılıp kupkuru oldu ve insanlar oradan karşıya selâmetle
geçtiler de, peki neden değneğini denize vurunca bir mûcize ile denizin yapısı
değişip de üzerinde yürüyerek yada denizde yüzerek karşıya geçmediler?. Çünkü
yürünecek yer deniz değil, karadır.
Denize
yaklaşıldıkça îmanlarda azalma olur ve bu azalma ilk başta çıplaklık olarak kendini
gösterir. Denize yaklaştıkça çıplaklaşma başlar ve artar. Kentlerde-köylerde
normâl günde giyimine-kuşamına dikkat eden kadınlar-kızlar, denize gittiğinde
açılıp-saçılmaya başlarlar. Çünkü denize gitmek, soyunmayı ve çıplaklaşmayı yanında
getirir.
Denize
gitmek, girmek ve bunu olmazsa-olmaz olarak görmek, zihniyeti deniz-merkezli
olanlar için vazgeçilmez bir âyindir. “Kıyı zihniyeti”ne sâhip olanların tüm
düşünceleri ve davranışları deniz-kökenlidir, deniz-merkezlidir. Bu da “denize
tapmak” olarak açığa çıkar. Denize tapmamın âyini ise, onun yanında-yakınında olmak,
içine girmek yada onu dışından onu izlemek gibi şeylerdir.
Denize gitmek,
batı zihniyetiyle ve Modernizm ile başlamıştır ve yayılmıştır. Bu yüzden modernler
denize gitmeyi çok severler ve hattâ denize gidememe korkusu ve fobisi vardır modern
insanlarda. Deniz, kendisine yakın olanları kendine daha fazla çeker. Denizden
uzaklaşıldıkça denize gitmek ve girmek düşüncesi ve eylemi azalır. Meselâ kıyı
bölgelere yakın yaşayanlarda denize gitmek ve girmek düşüncesi, isteği ve
eylemi çok fazla iken; orta, doğru ve güney-doğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlar
için bu oran yüksek değildir. Yine meselâ denize kıyısı olmayan ülke
insanlarının denize gitmek ve girmek düşüncesi, isteği ve eylemi pek yoktur.
Meselâ Moğolistan’da denize gitmek değil, ata binmek ve “yeşil deniz”
diyebileceğimiz kırlarda at koşturmak daha yaygındır. Bundan dolayı denize
gitmek ve girmek, denize yakın olmak ve ona alışmakla ilgilidir. İnsan alıştığı
şeyin her zaman var olduğunu zanneder. Oysa kitleler hâlinde denize gitmek
modern bir eylemdir. Deniz turizmi de modernite ile başlamış ve yayılmış bir
alışkanlıktır.
Kitleler hâlinde
denize gitmek-girmek düşüncesi ve isteği modern bir şeydir. Daha önce insanlar -eğer
balıkçı değillerse yada deniz kenarında bir yerleşim yerinde yaşamıyorlarsa-
yaz aylarında denize gitmek ve girmek diye bir şey düşünmezlerdi. Hiç kimse
denize girmek için uzun bir yolculuk yapmaz, ona uygun kıyâfetler hazırlamaz,
kendini ince göstermek için zayıflama uğruna bir yerlerini yırtmazlardı. Hattâ
eskiden geçim-şeklinden dolayı denizin kıyısında oturanlar bile denize değil de
yaylaya çıkarlardı ve bu onlar için zorunluydu. Bunu şu-anda da sürdürenler
var. Hele Türklerde denize gitmek-girmek diye bir şey yoktur ve onlar çok fazla
piknik yaparlar. Türkler özellikle Cumhuriyetten sonra ve batı zihniyeti ile tanıştıktan
sonra denize alışmışlardır.
Denize gitmek
düşüncesi modern-kapitâlist bir düşünce, proje ve alışkanlıktan başka bir şey
değildir. Turizm ile yaygınlaşmış ve çıplaklaşma isteği bunun üstüne mum dikmiştir.
Zîrâ denize gidince çıplaklaşma seküler insanlar nezdinde meşrûlaşır.
Denize gitmek
belli bir ekonomiyi de gerektirir. Asgarî ücretliler ve emekliler, eğer denize
çok yakın bir yerlerde ikâmet etmiyorlarsa, -bırakın denize gitmeyi- hayatlarında
belki de denizi hiç göremiyorlar bile. Zâten durum öyle bir hâl almıştır ki,
insanların statükoları bile, gittikleri deniz kıyısının zenginliği ve
özellikleri ile ölçülmektedir.
Avrupa,
zenginliğini ve uygarlığını denize-denizciliğe borçludur. O yüzden denize
tapmaktadırlar. Turizm onlar için tâtilden başka aynı-zamanda bir ibâdettir de.
1960’lı yıllardan îtibâren uçak kitlesel ulaşım aracı olmuş ve bununla birlikte
de turizm diye bir sektör ortaya çıkmıştır. Bu da denize gitmeyi çoğalmış ve
yaygınlaştırmıştır. Artık insanlar “tâtil” deyince mutlakâ denize gitmeyi ve
denize girmeyi anlamaktadırlar.
Batı
uygarlığının kökeni Greko-Romendir, yâni Yunan ve Roma’ya dayanır. Fakat Yunan
ve Roma da uygarlığını Mısır, Fenike ve Akdeniz’den almıştır. Bu uygarlık Yunan
ve Roma’da yorumlanarak değiştirilmiştir. Zâten modern batı uygarlığı da
Greko-Romen uygarlığın yeniden yorumlanmasının bir sonucudur. O-hâlde modern
uygarlık, Mısır, Fenike ve Akdeniz uygarlığının “yorumunun yorumu”dur.
Modernite orijinâl değil, “suyunun suyu” bir deniz uygarlığıdır ki başlangıcı deniz-aşırı
Amerika’yı sömürmek ve yerlileri katletmekle ve de Afrika’yı yâni denizi dolaşıp
ümit burnundan yeni yollar kullanmakla başlamıştır. Tabi bu-arada hem
Afrikalıları hem de uzak-doğulu insanları sömürmüş, köleleştirmiş ve
öldürmüştür. Tüm bunları denizi kullanarak gerçekleştirmiştir. Bu nedenle
deniz, batı’nın velînîmetidir.
Amfibiler
vardır, hem denizde hem de karada yaşarlar. Çünkü hem denizde hem de karada
solunum yapabilirler ve oksijen alabilirler. Fakat amfibi olamayan deniz
canlıları bunu yapamazlar ve bu nedenle de sudan çıkamazlar. Bu yüzden deniz
canlılarının karaya çıktıkları görülmemiştir. Zîrâ çıktıklarında kısa-zamanda
ölürler. Aynı-şekilde; insan da kara canlısıdır ve bir âlet kullanmadıkça denizde
yaşayamaz. Bu nedenle gemi ile olmadıktan başka denize girme isteği doğal değildir
ve tehlikelidir. Nasıl ki uçak, helikopter, balon vs. gibi araçlar olmadıkça havada
uçmaya çalışmıyorsak, bir araçla olmadıktan sonra denize girme isteği de normâl
ve doğal olmaz.
Denize gidip-girip
de bir zarar görmeden dönen olmaz. Ya ayağını bir şey keser, ya bir şey batar,
ya deniz anası saldırısına uğrar ve yanmalar ve lekelenmeler olur, ya “eyyâm-u
bahur” denilen aşırı sıcak nedeniyle sıcak ve rüzgâr çarpması ile saçlardan
ayaklara kadar vücutta lekelenmeler olur, ya sıcak geçer, ya Güneş çarpması
olur, ya kulaklara su kaçar, ya gözler aşırı tuzdan kızarır, ya cilt yanıkları
olur, ya balık saldırısına uğranılır, ya yüzünüz-gözünüz şişer, ya kas-eklem
sorunları ortaya çıkar, ya balıklama atlarken boyun kırılmaları ve felçler
yaşlanır, yada mâzallah, boğulma vakâları olur da insanlar gözyaşları dökerler
ki niceleri denizde boğulmuştur. Balık ve deniz canlılarının saldırılarını
söylemiyoruz bile. Denize gidince ve girince vücûdunuzun bir yerinde de olsa yara-bere
ve kesik-çizik olmaması mümkün değildir.
Deniz
tehlikelidir. İnsanı kendine-kendine çeker. İlginçtir, meselâ 1.30 metre
derinlikte de yüzülebileceği hâlde insanlar boyunu aşan yerlerde yüzmek
isterler. Bu istek nerden gelir?. Çünkü denizde bir sınırsızlık vardır, bu
sınırsızlık insanları çeker, insanlar sınırsız olmak istedikleri için bu sınırsızlığa
kapılırlar. Şeytan, Âdem ve Havvâ’yı bu şekilde kandırmış ve ayartmıştı. Oysa
ayaklar yere değmeden yüzebilenler için bir buçuk metre derinlikte yüzmek ile
on metre derinlikte yüzmek arasında fark yoktur. Deniz içine almak ister ve insanı
kendine çeker. Boğmadan da bırakmaz. Zâten boğulmalar da boyu aşan yerlerde
olur.
Denizin
kenarına oturup çekirdek çitlemek, ayakları denize sokmak ve deniz manzarası
seyretmek iyidir, güzeldir. İnsanı dinlendirir ve güzel düşüncelere daldırır.
Zâten kent-merkezlerine göre daha serindir ve insanları ferahlatır. Denizden
faydalanmak için ille de denize girmek ve derinlere dalmak gerekmez. Denizi
seyretmek yada denizde gemi ile yolculuk yapmak da keyiflidir. Deniz nîmetinden
faydalanmak modernlerin zannettiği gibi sâdece “denize girmekle” sağlanmaz. Denize
girdikçe ve daldıkça deniz kaybolur. Deniz, içine girildiğinde gözükmez. Balıklar
bu nedenle denizin ne olduğunu bilmezler. Balıklara yakışan denizin içinde
olmak, insan yakışan ise denizi dışarıdan izlemektir.
Denize
serinlemek için gidildiği söylenir ama aslında denize gidenler, vücutları
yanmadan ve renk değiştirmeden dönemezler. Hattâ bazen kızarmış tavuk gibi yanıp
dönenler ve yanmanın acısını günlerce çekenler olur. Yanmamak için o çok pahalı
kremleri sürmek gerekir ki aslında onlar da insanı kanser yapar. Üstelik
Güneş’e fazla mâruz kalmak da cildin doğallığını ve güzelliğini bozar da
lekelenmeler yapar.
“İslâmî
kurallara uyarak denize giriyoruz” sözü çok da geçerli değildir. Zîrâ haşema
ile denize girilmez, çünkü hem absürd olur, hem anlamsız olur hem de bir-çok
sıkıntı yaşamak kaçınılmazdır.
Deniz
sınırdır, “daha ilerisine gitme!” mesajı verir. Daha ilerisi için bir araç
kullanmak gerekir. Denizde yol almak ancak böyle olur. Ukbe Bin Nâfi Afrika fâtihidir.
Afrika’yı tâmamen fethedip okyanusa ulaşınca; “ey Rab!, önüme şu deniz
çıkmasaydı adını ilerilere ulaştıracaktım” demiştir. Çünkü deniz sınırdır.
Allah bize
Kur’ân gibi bir deniz vermiştir. Kur’ân deniz, Sünnet nehirdir. “Yüzmeyi”
öğrenemeyenler, hayat denizinde boğuluyorlar. Kendilerini selâmete çıkaracak
olan “Kur’ân denizi”ne girmeyenler ise, “Dünyâ denizleri”nde boğulmaktadırlar.
Denize
gitmek câiz değildir. Çünkü denize gidenlerin -bâzı istisnâlar dışında-
ibâdetlerini yapması mümkün olmadığından dolayı denize gitmek ibâdetleri askıya
almayı gerektirir. Denizde mahrem ortadan kaybolur ve çıplaklık ve günah açığa
çıkar. İnsanların nefisleri-şehvetleri kabarır ve kışkırtılır. Yiyip-içmek
abartılır ve denize gitmek pek-çokları için içki içmeyi de yanında getirir.
Denize gidip de isrâf etmeyen yoktur. Deniz bir isrâf alanıdır. Bu isrâf, akşam
olup da deniz kenarları boşalınca ortaya çıkar. Deniz kenarları çöplüğe döner.
Dünyâ’da en çok kirletilen yerler denizler ve deniz kenarlarıdır. Bunun nedeni
denize gitmek ve girmek isteğini alışkanlık hâline getirmiş olanların kitleler
hâlinde denize gitmeleridir. Denize gitmek ve girmek kötü bir alışkanlıktır.
Denize
gitmek modern bir etkinliktir ve bir ihtiyaç değildir. Denize gitmek bir
ihtiyaç olmadığı gibi aslında bir ihtirastır ve ihtirasları körükler. Deniz
turizmi şeytanın bir aldatmacısı ve ayartmacasıdır. Allah insanlara “denize gidin-girin”
diye bir emir vermemiştir. “Deniz yolculuğundan, deniz ürünlerinden vs.
faydalanırsınız” demesine rağmen meselâ “denize gidip serinlersiniz”
dememiştir. Bu emir daha çok şeytandan gelir. Çünkü deniz, çıplaklığın, isrâfın
ve günahın hemen her çeşidinin alabildiğine yaşandığı yerdir. Denize gitmeye ve
girmeye hiç gerek yoktur vesselam..
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder