“Ki onlar, namazı
dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve onlar, âhirete kesin bilgiyle îman
ederler” (Neml 3).
“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara.
Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).
Bilmek yeteneği insanın
ayırt edici özelliğidir. İnsan bilmek ve öğrenmek arzusuyla yaratılmış olduğu
için bilmek ister. Bunda bir beis yoktur. Fakat sorun şu ki, insan “sınırsız bilme”yi
istemektedir. Oysa her-şeyin aşırısı zararlı olduğu gibi bilmenin de aşırısı
zararlıdır. Bu nedenle Allah, insan için bilmeye bir sınır koymuştur. Bu sınır
nedeniyle insan bilme konusunda belli bir seviyeden öteye gidemez. Zâten
insanın sınırsız bilmeye hem gücü-kudreti yetmez, hem de dizginlenmeyen bu arzu
onu ilahlaşmaya ve zâlimleştirmeye kadar götürür. Her-şeyi bilmek, Rahmân ve
Rahîm olan âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
Târih boyunca insan,
kendisini iki nedenden dolayı “ilah” îlan etmiştir: Maddî güç ve bilgi. Sınırı
aşan bir maddî güce ve bilgiye erişen insan her zaman ilahlaşmış, ilahlaşan
insan da her zaman zâlimleşmiştir. Son 200-250 yıldır ise maddî güç ve bilgide
en ileri seviyeye ulaşmış olan modern insan, tek-tek ilahlaşmış-ilahlaştırılmış
durumdadır. Her-şeyi bildiğini ve her-şeye ulaşabileceğini zanneden insan,
kendini ilah gibi görmektedir. Lâkin hayra dönemeyen bilgi ve maddiyat mutlakâ
şerre döneceği için, Allah, kritik eşik aşıldığında insanın ne kadar câhil ve
zayıf olduğunu sünnetullah gereğince açığa çıkartıverir. İnsanın başına gelen
azap, onun bilgisinin ne kadar kıt olduğunu, maddî gücünün ise ne kadar da yetersiz
ve işe yaramaz olduğunu gösteriverir.
Bilgi, “kolay ulaşılabilen”
olduğunda aynen günümüzde olduğu gibi yozlaşır. Aşırı bilgi hakîkatin üstünü
örter. Çünkü aşırı bilgi şirktir, küfürdür. Zîrâ sonsuz bilgi sâhibi olmak sâdece
Allah’a mahsustur. Bilgi ile Allah’a şirk koşmak modernizmin sapkınlıklarından
biridir. Modern insan hakîkati aşırı bilgiyle ve mâlûmatla perdeliyor. Hakîkate
dönük olmayan bilgi hayırlı eylemden kopuk oluyor. Böyle olunca modern bilgi
şerre dönüyor. Modern insanın hâl-i pür melâlinin nedeni budur.
Modern insan, bir şeyin
bilgisini o şeyin kendisi zanneden varlıktır. Bir şeyin bilgisi o şeyin “sâdece
bilgisi”dir. Bir şeyin kendisi ise, bilgisinden sonra onun hayra dönmesiyle
açığa çıkar. Bu hayır, bilginin sahihliği ve amele dönmesiyle açığa çıkar.
Fakat bilgi ile ameli ayırdığınızda, amelin sağlamasından ve denetiminden uzak
kalan bilgi ve mâlûmat sapıklığa doğru meyleder.
“İlim”, sahih bilginin sâlih
amelle buluşmasıyla ortaya çıkar. Sâlih amelle buluşan sahih bilgi, en doğru
bilgidir. Burada nicelik değil nitelik önemlidir. Peygamberler salt bilgileriyle
ve mâlûmatlarıyla değil; îman, ahlâk, takvâ-merkezli sahih bilgi ve sâlih
amel-eylemleriyle öne çıkan ideâl örnekliklerdir.
Mutlak
bilgi Allah’a mahsustur. İnsan mutlak bilgiye ulaşamaz. Zâten kendisinden böyle
bir bilgiye ulaşması da beklenmez. İnsan, Allah’ın kendisine bildirildiği
kadarıyla bildiğinde ve amel ettiğinde yapabileceği en iyi ve en ileri şeyi
yapmış olur. Çünkü vahiy bilgisi ve o bilgiye göre yapılacak amel, insanın
ulaşabileceği en doğru bilgi ve amel olur. İnsanın vahyin bilgisiyle ve
kazandırdığı bakış-açısıyla yapacağı amel ise en doğru hareket olacaktır.
Böylece ideâl bir kulluk yapılmış olur.
Maddî bilgi sınırlı bir
bilgidir. Çünkü maddenin bir sınırı vardır. Bu nedenle sınırlı olan maddî
bilgiyle kesin bir yargıya varılamaz. Vahyî bilgi ise Sınırsız Olan’dan gelen
bilgidir. Kesinlik içerir. İşte ancak bu kesin bilgiyle kâinâta bakıldığında ve
amel edildiğinde “hayır” ortaya çıkar. Ancak vahiy-merkezli sahih bilgi sâlih
amel ortaya çıkarabilir ve insanlar için “hayırlı” olur. Vahiyden kopuk bilgi
ise şeytan ve nefs-merkezli olacağından dolayı sonuçta şerre dönecektir. Modern
dünyânın neredeyse tümüyle şerre bulanmış olmasının nedeni budur.
Doğru
bilgi kendini belli eder. Çünkü hakîki bilgi sâdece bilgi içermez. Onda hem rûh
ve hem de sâlih amel potansiyeli vardır. Beşerî bilgi yâni mâlûmat ise nefse
dönüktür. En sonunda kişinin bilgisini ilahlaştırmasına neden olur. Şirk,
bilginin Allah-merkezlilikten koparılması ve nefis-merkezli olmasıyla başlar.
İnsan
bir varlık hakkında; dokunarak, görerek, koklayarak ve yiyip-içerek edindiği
bilgiyi, onu araştırarak ve inceleyerek edinemez. Güneş’in doğuşunu izlerken
kazanılan bilgi, Güneş hakkında okuyarak elde edilen bilgiden daha doğru ve
daha üstündür. İnsan görüp-durduğu bir varlığı kusursuz bir şekilde
tanımlayamaz. Çünkü hiç-bir bilgi, insanın gördüğü ve izlediğinden daha ileri
bir bilgi vermez. İş aşırı bilgiye ve anlamaya dönünce, en basit bir varlığın
bile ne olduğu “soru(n)” hâline gelir.
Meselâ hayâtında hiç limon görmemiş bir insan, limon ile
ilgili bin tâne kitap okumuş olsa, limonu görüp, dalından koparıp yalayan bir
kişi kadar bilgiye ulaşamaz. Limonun kesin bilgisine, okumakla-araştırmakla
değil, onu görmek, dokunmak ve tatmakla varılabilir. Araştırıp-incelemek ise o şeyin
ne olduğunu söyleyemeyeceği gibi yanlış söyler. Artık limon hakkında çeşitli
zan ve kuruntulara sâhip olunur. Limonu ve diğer varlıkları gören ve tadan kişi
zâten onun bilgisini tam anlamıyla bilmiş olur. O bilginin üzerine katılacak
bir şey de yoktur, olamaz. Görerek, dokunarak, tadarak, koklayarak, duyarak
edinilen bilginin ötesinde ve üstünde bir bilgi yoktur. Daha ileri bilgi ve araştırma,
insan zarar verecek şeyler ortaya çıkarır, çıkarabilir. Demek ki doğru ve kesin
bilgi, yapmayla-yaşamayla ortaya çıkan bir şeydir. Çünkü bir şeyin bilgisi o
şeyin kendisi değildir. Hiç-bir araştırma ve inceleme, araştırılan şeyin gerçek
bilgisini veremez. Bilgi ve deney,
“deneyim” kadar sağlam ve kesin bilgi vermez
Bilgi çok fazla arttı. Fakat
modern insan bu bilgiyi yönetemediği için fitne ve fesat ortaya çıkıyor. Zîrâ
modern insan “Allah’ın bildirdiği”nden başka ve fazla bilgilere ulaşmaya
çabalıyor.
Aşırı araştırma-inceleme ve
bilgi elde etme, “enformatik pornografi”dir. Mahremiyeti deler ve apaçık hâle
getirir. Mahremiyeti delinmiş olan şeyin bilgisi kesin olmaz. Çünkü mahremiyeti
delinmiş olan şey “o” olmaktan çıkar. O yüzden bilginin ve araştırmanın bir sınırı
olmalıdır. O sınır, doğallıktan çıkmama ve vahye aykırı düşmemekle çizilebilir.
Zâten aşırı bilgi, bilinci blôke eder. Bilinç ile yoğrulmamış ve amele
dökülmemiş bilgi, netliğe ulaşamaz ve insan kesinlikten uzaklaşır. Kesinlikten
uzaklaşanlar, hakîkatten de uzaklaşmış olurlar.
Beşerî bilim demek,
“kesinlik” diye bir şey yoktur, “kesin bilgiye ulaşılamaz” demektir. Zâten o
yüzden eylemleri hayır getirmiyor. Mutlak anlamda nesnel bilgi diye bir şey
yoktur. Herkes inandığı şeyi bilir ve söyler. Gerçek bilmek ise, “ancak
Allah’ın bildirdiği kadar idrâk etmek” demektir.
Her
bilginin içeriğinde bir bilinç vardır. O bilinçtir kişiyi amele-eyleme sevk
eden. O-hâlde bilgilenmedikçe, sonra da bilgimiz bilince ve nihâyet de
amele-eyleme dönmedikçe bir şey değişmeyecek ve bilgimiz bir işe
yaramayacaktır.
Dünyâ’daki bütün bilgileri
toplasanız, “sahih bir îman”ın ve “sâlih bir amel”in yerini tutmaz. Çünkü eyleme
dönmediğinde bilgide çelişki kaçınılmazdır. Eyleme dönmeyince dile vurur. Eyleme
dönmeyen bilgi kibre döner. Bu yüzden eyleme dönüşmeyen bilgi, kuru bir mâlûmat
olarak kalır. Kuru mâlûmatlar ile ancak çeşitli şerler açığa çıkar.
Doğru bilgi önemlidir, fakat
“doğru davranış” daha önemlidir. Hayâtın tam ortasında yaşama geçirilerek
sindirilmeyen bilgiler, şirke alan açar.
Bilginin sonu yoktur, bilginin
sonuna aslâ ulaşılamaz. O hâlde insanın yapabileceği en doğru ve en iyi şey,
Allah’ın bildirdiği kadar ve bildirdiğine göre belli bir bilgi birikimine sâhip
olduktan sonra o bilgiyi amele-eyleme geçirmek ve o bilgiye göre bir hayat
yaşamaktır. Çünkü her-şeyi hakkıyla bilmek sâdece Allah’a mahsustur. Bilginin
tamâmına ulaşmak insan için mümkün değildir. Çünkü:
“De ki: ‘Rabbimin sözleri(ni
yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını)
dâhi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi” (Kehf 109).
Îmânın ispâtı ve bilginin
sağlaması ancak amel-eylem ile yapılabilir. Bilgiye sâhip olmak yetmez, onu
doğru istikâmette kullanmak da gerekir. Aksi-hâlde bilgi saptırır.
Bilgiye ulaşmak, “bilince de
ulaşmak” demek değildir. Bilince ulaşmak istikrar ve eyleme dönük idrâk ile
olabilir. Bilinen hiç-bir şey Allah’ın zâtı, yâni “mutlak varlığı” ile ilgili
değildir. Allah’ın niteliğini yâni mutlak varlığının neliğini ve nasıllığını bilemeyiz.
Meselâ yaratmanın nasıl olduğunu bilmiyoruz. Bu nedenle bilmenin zirvesi
îmandır.
En doğru
bilgi, inancın ışığında ulaşılan bilgidir. “Bilmek için bilmek” gerçek bir bilme değildir. Gerçek bilme, eylem
hâlindeyken olur. Bu yüzden, bir bilgi eyleme geçirmiyorsa, o bilgi eksik yada
yanlış bir bilgidir.
Biriktirilmiş bilgi bir işe
yaramıyor. Eyleme geçmedikten sonra bilgi bir işe yaramaz ve bir eğlence, oyun
ve oyalanmaca olur. Gereği yapılmayan
bilgi, önemsiz bir mâlûmattan öteye gidemez. Gerekli yere bir çivi çakmak, bir
milyon kitabın bilgisine sâhip olmaktan daha üstündür.
Halka hitâp etmeyen bilgi
eyleme dönüşemez; eyleme dönüşmeyen bilgi devrime dönüşemez; devrime dönüşmeyen
bilgi devlete dönüşemez; devlete dönüşmeyen bilgi medeniyete dönüşemez. Mâkûl
bir süreçten sonra “hareket”e geçirmeyen bilgi, yozlaşmaya ve yozlaştırmaya
başlar. “Hasat”a zamânında başlanmalıdır. Aksi-hâlde çürüme kaçınılmazdır.
Sürekli okumak, kişisel
bilgiyi sürekli güncellemek demektir. Fakat ne kadar çabalarsanız-çabalayın,
şeytan kadar bilgili olamazsınız. Âdem, şeytandan daha fazla bilmekle değil, “secde
etmekle” yâni amel ile üstün oldu. Zâten Âdem’den bêri insanoğlunun ürettiği
bilginin bir-çoğu şüpheli ve yanlıştır.
Kişi,
bilgisi ve amelidir. Bilgi eylemin motorudur. Kişinin bilgisi neye göre ise,
eylemi de ona göre olur. Kişinin eylemi ise, o kişinin dînidir. Kişi, dînine
göre eylemde bulunur. Kültürü içinde yaşamadığınız şeyin bilgisini de hakkıyla
idrâk edemezsiniz. Bu nedenle de onu gerçek anlamda bilemez ve benimseyemezsiniz.
Biz uzun süredir İslâm’ın kültürü içinde yaşamadığımız için İslâm’ı hakkıyla
bilemiyor ve hakkıyla idrâk edemiyoruz. Hakkıyla bilip idrâk edemediğimiz için
de sâlih ameller ortaya koyamıyoruz.
İslâmî Hareket öncesinde, bilgi ve bilinçlenme
aşamasını tam olarak tamamlamış İslâmî bir toplum olamayacağı gibi;
“tamamlanmış bir İslâmî hareket metodu”ndan da bahsedilemez. Belli bir
seviyeden sonra “kervan” yolda düzülecektir. Zâten Peygamberimiz’in
örnekliğinde de bu vardır. Kur’ân’ın daha yarısı inmemişken yâni bilgi, bilinç,
ahlâk ve din henüz tamamlanmamışken, hicret-devlet-cihad-şahâdet aşamasına
geçilmişti.
Kur’ân, “bilgi
ve bilincin kaynağı” iken, Sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı”dır.
Gün gelir bildiklerinizi
bilmez duruma gelebilirsiniz. Fakat yaptıklarınızı yapmamış duruma
gelemezsiniz. Zîrâ “yapmak” demek “yaşamak” demektir. Yaşanmışlıklar hiç
olmamış gibi olmaz. İslâm/Kur’ân-merkezli yaşanmışlık (Sünnet) ise, insanı
sonsuz nîmet ve huzûr diyârı olan cennet yaşamına taşır.
“Dediler
ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten
sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder