29 Nisan 2024 Pazartesi

Popüler Olanın Peşine Takılmak

 

“Ey insanlar!; yeryüzünde olan şeyleri helâl ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır” (Bakara 168).

 

Popüler: “Kalabalıkların, yığınların beğenisine uygun, halkça tutulan, beğenilen, ünü çok yaygın olan, herkesçe tanınan”. Bu sözcük Latince aynı anlama gelen “popularis” sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Latince populus “halk, kamu, cumhur” sözcüğünden “+ari° ekiyle türetilmiştir.

 

Sünnetullah ve imtihan gereğince ortaya çıkan şeytan, insanları çeşitli şekillerde kandırır. Şeytan insanları en çok, basit şeyler üzerinden kandırır. Zâten herkesi tek-tek kandırmasına da gerek yoktur, Koyun misâli; koyunlardan bir-kaç tânesini kandırdığında ve yönlendiğinde, onları gören diğer koyunlar hemen peşlerine takılacaklardır. Şeytanın insanları kolayca kandırma yöntemlerinden biri de, insanları “popüler olanın peşine takmak”tır.     

 

Modernizmin “popüler kültür ve heves uygarlığı”dır ve hayâtiyetini popüler olandan, insanların hevâ ve heveslerinden alır ve yine bu yolla devâm ettirir. Modernizm, gerekli-gereksiz her-şeyi popülerleştirir, ayağa düşürür ve halkın aşırı şekilde kullanımına açar.

 

Popüler olan şeyler, insanların nefislerine yada çâresizliğine yöneliktir. Popüler olan furya şeklinde ortaya çıkar ve koyun misâli herkes zevk almak yada menfaat sağlayabilmek adına popüler olanın peşine takılır.

 

Popüler olan abartılırdır ve abartılı olmak zorundadır. Çünkü halk yâni populus, popüler olana dikkat kesilir ve popüler olana odaklanır.

 

Popüler olan basittir, basit olmak zorundadır. Çünkü halka yönelik olan şey basit olmalıdır. Popüler olan şey üstün niteliklere sâhip olduğu için değil, “halka göre” olduğu içindir. Fakat halka göre olması halkın yararına değil, daha çok zararınadır. Çünkü popüler olan şey ahmaklaştırıcıdır. Zîrâ popüler olan şey düşünceyi, akletmeyi, tecrübeyi, haramı, günahı, suçu, adâleti ve ahlâkı blôke eder. Popüler olan şey, bir-an önce sâhip olunması ve peşinden gidilmesi gereken şeydir. Popüler olandan uzak kalmak ve popüler olana ulaşamamak halk için büyük bir tâlihsizlik, eziklik ve haksızlık olarak görülür. Çünkü popülarite “herkesin sâhip olduğu, herkesin yaptığı ve herkesin peşlinden gittiği şey iyidir” anlayışı ve düşüncesi (daha doğrusu düşüncesizliği) ortaya çıkarır.  

 

Popüler olan en iyisi, en doğrusu, en kullanışlısı, en sağlamı, en dayanıklı olanı, en güzel ve en estetik olanı, en faydalısı ve en ucuzu falan değildir. Tam-aksine popüler olan şeyde bunlar yoktur ve olmaz. Çünkü popüler olan “geçici ve değişen” olmak zorundadır ki biraz sonra popüler olan eskisin ve yeni bir popüler ortaya çıksın.

 

Popüler olanı desteklemek için bir bilince gerek yoktur. Popüler olan bir üründen başka popüler bir düşünceyi, fikri, ideolojiyi, inancı vs. desteklemek için aklı-mantığı işletmeye gerek olmaz. Herkes nasıl yapıyorsa yâni popülasyon nereye nasıl gidiyorsa onu tâkip etmek yeterlidir.

 

Popüler olmak çok kolaydır. Popülasyon neye yönelmişse, o şey doğru ve güzel olarak kabûl edilir. Halk yâni populus ne yiyor, içiyor, giyiyorsa, nereleri geziyorsa, ne alıyor ve satıyorsa, hangi işleri yapıyorsa, popüler furyalardan nemalanmak istiyorsa, nasıl konuşuyorsa, neleri okuyor ve yazıyorsa, neyi izliyor ve tâkip ediyorsa, neyin hayâlini kuruyorsa ve nasıl davranıyorsa tüm halkın aynı-şekilde, popüler olanı tâkip etmesi yeterlidir. Zâten farklı olan bir şey düşünüyorsanız, farklı bir şey konuşuyorsanız, yazıyorsanız ve yapıyorsanız halk tarafından a-normâl olarak görülmeye başlarsınız. Popüleri tâkip etmenin kaçınılmaz sonucu budur. Kendi koyunluklarına bakmayanlar sizin boş işlerle uğraştığınızı düşünecektir. Öyle ya; siz nasıl olur da popülasyondan ve popüler olandan farklı yer, içer, giyinir, gezer, okur, konuşur, yazar ve davranırsınız?. Hele yaptıklarınızı din-merkezli olarak yapıyorsanız eyvah!; siz gerici bir yobaz, orta-çağ karanlığına gömülmüş bir câhil ve şiddeti savunan bir teröristsinizdir.    

 

Popüleri bilmeye-anlamaya gerek yoktur. Popüler bir şeye sâhipseniz onu “biliyor” sayılırsınız. Modern insan, hiç-bir bilgisi olmamasına rağmen mevcut ve popüler olan şeye yalakalık yapmayı ve ona ne pahasına olursa-olsun sâhip olmayı, o şeyi “bilmek” zanneden kişidir.

 

Modern insan, popüler olan her-şeyi zihnine ve hayâtına yansıtmaya başlıyor. O şey isterse şerefsizce ve ahmakça olsun fark-etmiyor. Bir şey popüler olunca, o şeyin küfür, şirk, nifak, fitne, fesad, günah, haram, ayıp, suç, adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, merhâmetsizlik, vicdansızlık ve ahmaklık içermesi sorun olarak görülmüyor. “Popülerse yâni insanların çoğunun yöneldiği şey iyidir, hoştur, doğrudur” anlayışı modern insanın dîni olmuştur. Önemli olan şey popüler olana sâhip olmaktan başkası değildir. Bu nedenle de popüler olanın eleştirilmesi ve ona îtirâz edilmesi, zinhar mümkün olmadığı gibi, bunun düşünülmesi bir saçmalık olarak kabûl edilir. 

 

Modern insanın ve popüler zihniyetin âdetâ taptığı şeyler vardır. Okul, başarı ve popüler çok kazançlı işler. Aslında bunlar, insanın hayâtı ıskalamasına neden olan üç etkendir. Popüler olan dünyevîleşmeye yöneltir fakat aslında hayâtın ıskalanmasına neden olur. Zîrâ popüler olna, hayâtın “gerçekten” yaşanmasının önüne geçer.

Popüler olan, çok saçma, anlamsız ve uçuk-kaçık şeylere inanmaya neden olur. Özellikle modern-bilim ve teknoloji, insanların olmayacak şeyler için “neredeyse olacak ve olmak üzere” gibi bir beklentiye bile sokar. Meselâ modern bilim ve teknoloji, “bilinçsiz zekâ”nın (yapay zekâ) peşinde. Öyle ki, modern insan, yapay zekâyı Allah’ın yarattığı mûcizevî insandan daha popüler ve üstün görmeye başlamıştır ve yapay zekâyı tam bir îman-güven ve hûşû ile tâkip etmektedir.

 

Popüler demek, “insanların çoğunluğuna uymak” demektir. Fakat bu, insanların zannettiği gibi doğru bir yol ve tutum değildir. Zîrâ Allah, çoğunluğun gittiği yolun sapık ve saptırıcı olduğunu söyler:

 

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »

Kızmak ve Kızdırılmak Üzerine

 

“Şüphesiz küfredenlere de (şöyle) seslenilir: ‘Allah’ın gazaplanması, elbette sizin kendi nefislerinize gazaplanmanızdan daha büyüktür. Çünkü siz, îmâna çağrıldığınız zaman inkâr ediyordunuz” (Mü’minûn 10).

 

Kur’ân’da Allah’ın kızdığı ve kızmadığı şeyler, O’nun “sevdiği ve sevmediği şeyler” olarak söylenir. Çünkü Allah’ın bir şeye insanlar gibi öfkelenip köpürmesi ve kızması düşünülemez. Allah’ın hem Cemâl ve Celâl ismi, hem de Rahmân-Rahîm ve Müntakîm (intikâm alan) isimleri vardır. Yoksa Allah mistiklerin, ezoteriklerin, bâtınîlerin, tasavvufçuların, gevşemiş ve yavşamış olanların  ve kendini bilmezlerin zannettiği gibi ne yaparsanız-yapın affedici olan pasif bir ilah değildir. Allah elbette bir şeye kızabilen bir İlah’tır. Allah’ın indirdiği tüm vahiyler ve gönderdiği tüm peygamberler, adâletsizliğe, eşitsizliğe, merhâmet ve vicdansızlığa, haksızlığa ve ahlâksızlığa, şirkle, küfre, nifaka, fitneye, fesada, günaha, harama, ayıba, suça ve şerefsizliklere kızmasının bir sonucudur. Allah’ın râzı olduğu şeyler “sevdiği şeyler” iken, râzı olmadığı şeyler ise “kızdığı ve sevmediği şeyler”dir.

 

Peygamberler de böyledir. Peygamberler Allah’ın râzı olduklarını seven ve râzı olmadıklarına kızan ve düşman olan insanlardır. Evet; peygamberler de insandırlar ve onlar da kızarlar. Yoksa onlar câhillerin sandığı gibi ne olursa-olsun her-şeyi sâkince ve hiç tepki vermeden karşılayan pasif kişiler değildir. Peygamberler kerîm öfkelere sâhip olan, hakkın ve hakîkatin yılmaz savunucularıdır. Bu nedenle de kızdıkları şeyler vardır ve  zâten hayatları boyunca da mücâdeleleri kızdıkları şeye karşı olmuştur. Tabi bu-arada kendileri ve onlarla birlikte olanlar da kızdırılmıştır ve kızmışlardır. Çünkü kızmak ve kızdırılmak her zaman olmuş ve olması gereken bir şeydir, belli bir ölçüde doğal ve normâldir. Asıl doğal ve normâl olmayan şey, ne  olursa-olsun ilgisiz ve tepkisiz kalarak hiç-bir şeye kızmamaktır.

 

Tabi öfke ve kızgınlık insanı yıpratan bir şey olduğu için hem kızmaya neden olan şeyi ortadan kaldırmak için ne gerekiyorsa yapılmalı hem de kişisel olarak bâzı tedbirler alınmalıdır. Peygamberimiz’in bu konudaki tavsiyelerinden biri şöyledir: “Gazap, şeytandandır, şeytan ateşten yaratılmıştır, ateş ise su ile söndürülür; biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın”. Yine; “kızgın ve öfkeli insanın sâkinleşmesi için ayakta ise oturması, oturuyorsa uzanmasını” tavsiye eder.

 

Dünyâ Dünyâ’dır ve cennet değildir. Dünyâ’da genelde işler yolunda gitmez. Târih boyunca sâdece bâzı peygamberlerin zamânında işler mutlak anlamda değil ama genel anlamda yoluna girmiştir ama o zaman bile insanı kızdıracak ve kızılacak bir-çok şey olmuştur. Demek ki kızmak ve kızdırılmak kaçınılmazdır. Zîrâ sünnetullah ve imtihan nedeniyle Dünyâ’da her zaman olaylar, sorunlar ve musîbetler olacaktır ve bunların çoğu insanı kızdıracak şekilde olacaktır.

 

Peki böyle olmasına rağmen insanların çoğu niçin kızmaya ve kızdırılmaya karşıdır ve hiç sorunsuz, dertsiz ve tasasız bir hayâtı özler?. Çünkü insanların çoğu câhildir ve bencildir. Zîrâ onlar Allah’ın râzı olduğu Kur’ân ve Sünnet yolunda olmadıkları için zihinleri hakîkat ile inşâ olmamıştır ve uydurma şeylerle dolmuştur. Dîni hesâba katmayan yada takmayanlar ise insanı, aklı, maddeyi, eşyâyı, hümanizm’e taptıkları ve “cenneti Dünyâ’da kurma cinneti”yle mâlûl oldukları için, dertsiz-tasasız, sâkin, zevk, neşe, haz, huzûr ve refah içinde bir hayâtı özlerler ki günümüzde buna modern müslümanlar da dâhil olmaya başlamışlardır. Zîrâ dediğimiz gibi, zihinleri Kur’ân ve Sünnet ile inşâ olmamış ve nerede câhil ve bencil şeytanlar ve tâğutlar varsa onları izlemişler ve onların peşlerine takılmışlardır. Bu-bağlamda meselâ lâik-seküler Türklerin zihinlerini eski günler ve Allahsız düşlünceler ve uygulamalar inşâ etmişken, Türk müslümanları ise muhâfazakâr parti lîderleri ve yine muhâfazakâr târikat-tasavvuf merkezli yine muhâfazakâr cemaatler inşâ etmiştir. Bunlar Türk insanına sürekli olarak güzel, iyi, mutlu-mesut günlerin vaâdini vermişler, sünnetullahı ve imtihanı hesâba katmadıkları ve zâten bunun câhili oldukları için onları bilinçlendirememişlerdir.

 

28 Şubat sürecinden sonra sivri yerleri törpülenen, gazları alınan ve iyice bir korkutulduğu için gevşeyen ve yavşayan Türk müslümanlara, AKP-FETÖ iş-birliği içinde sürekli olarak her-şeyin yolunda gittiği ve gideceği umûdunu ve vaâdi verilmiştir. Zâten bu iki kaderci grup, her-şeyin mutlak anlamda Allah tarafından yazılan senaryo gereğince iyi olduğu ve olacağı düşüncesini aşılayarak zihniyetleri bozmuşlardır. Artık bu insanlara göre her-şey yolundadır ve yolunda olacaktır. Çünkü ne de olsa Allah kaderi önceden yazmıştır ve AKP-FETÖ iş-birliği Allah’ın Türk insanına ama daha çok da Türk müslümanlarına bir lütuf olmuştur. Sonunda da bu insanlar tarafından her-şey yolunda gitmektedir. Bu nedenle de kızmaya ve kızdırılmaya gerek yoktur. Lâkin günler geçmiş ve sünnetullah ile imtihan devreye girip de bunlar birbirlerine düşlünce birbirlerine karşı müthiş bir öfkeye kapılınca, hem kızma hem de kızdırma yarışına girmişlerdir. Sonunda da herkes bir taraflara savrulmuştur.  

 

Kızmak ve kızdırılmak istemeyenler bunu nasıl isteyebiliyorlar, anlaşılır gibi değil. Meselâ günümüzde İsrâil’in yaptıklarına bakınca kızmıyor musunuz?. İsrâil sizi kızdırmış olmuyor mu?. İnsanların orada aç, susuz, çıplak, evsiz kalmaları ve yaralanıp ölmeleri karşısında da sâkin ve huzûr içinde misiniz yâni?. Bir müslümanın adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, merhâmetsizlik, vicdansızlık, şirk, küfür, nifak, haram, günah, ayıp, suç ve şerefsizlikler karşısında kızmaması ve bu yüzden de karşısındakini kızdırmaması da ne demek?. Ne yâni; o derece mi gevşediniz ve o kadar mı yavşaklaştınız!.

 

Öfkeye ve kızmaya neden olan şeyin ortadan kaldırılması ve sorunun düzeltilmesi önemlidir, yoksa sorun ortada öylece duruyorken öfkeyi yenip de sâkin-sâkin durmanın bir yararı yoktur.

 

Dünyâ târih boyunca hiç-bir zaman cennet olmamıştır ve olmayacaktır da. Çünkü Dünyâ bir imtihan, zorluk, mücâdele kızma ve kızdırma-kızdırılma alanıdır. Zâten ancak bunun mücâdelesini en iyi şekilde verenler cenneti hak edeceklerdir. Yoksa hiç-bir dert, tasa, sıkıntı olmadan ve zevk, neşe, haz, huzûr ve sevinç içinde yaşanan Dünyâ’nın sonu ancak cehenneme çıkar, cennete değil. Zîrâ öncekilerin ve şimdikilerin yaşadığı zorlukların benzerini siz de yaşamadığınız müddetçe cenneti hak edemezsiniz. Allah bu konuda bizi şöyle uyarır:

       

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

“Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah’tan ve Resûlü’nden ve mü’minlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah ‘bilip (ortaya) çıkarmadan’ bırakılıvereceğinizi mi sandınız?. Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (Tevbe 16).

 

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin!, şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).

 

Sünnetullah ve imtihan gereğince kızmak ve kızdırılmak kaçınılmaz bir şeydir ve ondan kaçmak mümkün değildir. İsteseniz de istemezseniz de bir şeylere kızacak ve birileri tarafından kızdırılacaksınız.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »

Kendini Dev-Aynasında Görmek

 

“Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, işte onlar ateşin arkadaşlarıdır; onda sonsuz olarak kalacaklardır” (A’raf 36).

 

“Ve meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dedik. İblis hâriç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu” (Bakara 34).

 

Kendini dev-aynasında görmek: “Kendini çok büyük biri, olduğundan çok üstün, çok önemli biri olarak görmek, büyüklenmek” demektir.

 

Şeytanın, Allah’ın apaçık emrine karşı kendini dev-aynasında gördüğü için büyüklenmesi ve secde etmemesi ile başlayan süreç, kendini dev-aynasında görenler tarafından her dâim sürdürülmüştür ve sürdürülmektedir.

 

Kendini dev-aynasında görmek, Allah karşısında haddini bilmemenin bir sonucudur ve aslında “Allah’a karşı Allahlık taslamak”tır. Çünkü kendini dev-aynasında görenler; boyları-postları, evlatları, çevresi, makâmı-mevkisi, yetenekleri, parası, malı-mülkü, zenginliği, bilgisi, aklı, zekâsı, kurnazlığı, destekçileri, yandaşları ve tâkipçilerinin çokluğu nedeniyle kendini dev-aynasında görmekte ve kibirlendikçe-kibirlenmekte ve büyüklendikçe-büyüklenmektedir. Öyle ki artık, kendini dev-aynasında görenler Allah’a bile ihtiyâcı kalmadığını düşünmektedir.

 

Evet; insanların kendini dev-aynasında görmelerine neden olan her-şey aslında Allah’ın yarattığı ve insanlara imtihan için verdiği şeylerdir. Malk-mülk, makâm-mevkî, para, insan, bilgi vs. hep Allah’tandır. Fakat insanlar bunu düşünemezler de tüm bunları kendi özel bilgi, yetenek ve yaptıklarına bağlayarak kendilerini dev-aynasında görürler ve Allah’a bile meydan okurlar. Oysa toprağın altı, kendini dev-aynasında gören âcizlerle doludur. Kendini dev-aynasında gören ve “küçük dağları ben yarattım” edâsında ve havasında bir ilah gibi davranan niceleri vardır ki, çişlerini-boklarını bile tutmayan, âciz zavallılara dönmekten kurtulamamış, belâlar, sıkıntılar, yaşlılık, hastalık ve sonunda da ölüm ile, çürümüş et ve kemik yığınlarına dönmüşlerdir. Üstelik âhirette de perişanlık ve pişmanlık içinde yaşayacaklardır.

 

Târih boyunca nice boy-post, mal-mülk, para-servet, makâm-mevkî, servet-siyâset, şöhret-şehvet, bilgi ve mâlûmat-sâhibi insanlar vardır ki, onlardan hiç-bir iz kalmamıştır. Yine dev-aynasında görerek kendini ilah, tanrı, peygamber, ulu kişi, gavs, kutup, şeyh, efendi, büyük lîderi, yüce imamı, ulu önder vs. gören ve kendilerini Allah ile bir tutanlar olmuştur ki, Dünyâ’da acz içinde yaşadıktan sonra cehennemi hak edenlerden olarak ateşe girmeyi beklemektedirler.

 

Oysa Allah, ısrarla üstünlüğün ölçüsünün takvâda olduğunu söyler ve gerçekten üstün olanların takvâca üstün olan kişiler olduğunu bildirir:

 

“Ey insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

Küçük ve büyük abdestini tutmadığı için altına bez bağlanan, kulağı duymayan, gözü görmeyen, dilleri dökülmüş, doğru-düzgün konuşamayan, yürüyemeyen, yine; sigara, içki ve esrar içen, kumar oynayan, zinâ yapan, yolsuzluklara karışan ve insanları câhil bırakan niceleri vardır ki bu âciz ve günahkâr hâlleriyle bile kendilerini dev-aynasında görmeye devâm ediyorlar ve ilahlık taslıyorlar.

 

Şu câhil, nankör ve zâlim insan, kendini ne kadar da çok seviyor ve ne kadar da çok önemsiyor. Öyle ki Allahlığı bile Allah’a bırakmıyor da kendini ilah îlân edebiliyor. Özellikle tasavvufun -sözde- büyüklerinin şatahat denilen sözleri tam bir kendini bilmezlik, âcizlik, câhillik ve şerefsizliktir.

 

Târih boyunca kendilerini dev-aynasında gören ve bu yüzden de ilahlık taslayanlar, şehvet-şöhret, servet-siyâset ve cehâlet-sâhibi Firavun’un ve Kârûn’un tâkipçilerinden başka en çok da mistikler, ezoterikler, bâtınîler, tasavvufçular, târikatçılar, cemaatler, New Age dinlerin lîderleri, hümanist manyaklar, ruhçu sapkınlar, çok bilmiş akademisyenler, Polyannacı yavşaklar vs’dir. Fakat özellikle tasavvufta kendini dev-aynasında görmek ve Allah îlân etmek çok bâriz ve yaygındır. “Tasavvufun büyükleri” olarak bilinen ama aslında “şerefsizin önde gidenleri” olanların şu sözlerine bir bakar mısınız:

 

“Sâlik, kâfir olmadıkça müslüman olamaz, kardeşinin başını kesmedikçe müslüman olamaz. Anası ile tezevvüc etmedikçe (evlenmedikçe) müslüman olamaz” (Mektubat, İmam Rabbâni 445. Mektup). (Rabbâni bu mektupta bu sözleri kendisi söylememiştir ama olumlu anlamda tefsir etmiştir. H.G.)

 

“Var kardaşın öldür, dâhi avradın boşa, anana kâbin kıydır ki Hakk'ı ıyân göresin”. Sadeleştirip bu-günkü dille söylersek: “Git, kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece) Allah'ı açıkça görmüş olursun” (Yunus Emre).

 

“Ey akıllı kişi!, iyi düşün. Put, varlık bakımından bâtıl değildir ki. Bil ki putu yaratan da Ulu Tanrı. İyinin yaptığı her-şey iyidir” (Şebusterî).

“Kıldan köprü yaratmışsın. Gelsin kullar geçsin deyû. Hele biz şöyle duralım. Yiğit isen geç a Tanrı” (Kaygusuz Abdal).

 

“Kıl gibi köpri gerersin geç deyû. Gel seni sen tuzağından seç deyû. Ya düşer ya dayanur yahut uçar. Kıl gibi köpriden âdem mi geçer?. Kulların köpri yaparlar hay içün. Hayrı budur kim geçerler seyr içün...” (Yûnus Emre).

 

“Aşk katında küfr ile İslâm birdir. Her kanda mesken eylese âşık emîrdir” (Seyyid Nesîmî).

 

“Benem Hakk'ın kudret eli. Benem belî aşk bülbülü. Söyleyip her türlü dili. Halka haber veren benem” (Yûnus Emre).

 

“Allah’a andolsun ki benim bayrağım Muhammed (s.a.v.)’in bayrağından daha büyüktür!. Benim bayrağım nûrdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden olanlar bulunuyor” (Bayezid-i Bistâmi).

 

“Mûsa peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı görmeyi değil, Allah beni görmeyi irâde buyurdu!” (Bayezid-i Bistâmi).

 

“Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef olan kimdir?” (Bayezid-i Bistâmi).

 

“İnsanlar, Allah'a taptıkları zannında bulundukları vakit Allah'tır ki kendi kendine tapar” (Bayezid-i Bistâmi).

 

“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yâni özü ve ta kendisi) olduğuna göre -ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler- öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir” (Abdülkerim el-Ciyli).

 

“Medreseyle minâre yıkılmadıkça kalenderlik töreni düzene giremez. Îman küfür, küfür de îman olmadıkça Tanrının hiç-bir kulu, hakkiyle müslüman olamaz” (Celâleddin Rûmi).

 

“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim?” (Celâleddin Rûmi).

 

“Mevlâna peygamber değildir ama Kitap-sâhibidir” (Câmi).

 

“Allah beni över ben de O’nu; O bana kulluk eder, ben de O’na. Hak beni yarattı ki kendisini bileyim; ben de O’nu, bilmek ile var kıldım” (Muhyiddin İbn-i Arâbi).

 

Bayezid-i Bistâmi’ye ruhûnu ulûhiyetin zâtına nasıl yükselttiğini sormuşlar, o da şöyle demiş: “Yılan, derisinden soyulduğu gibi ben de nefsimden soyuldum, sonra zâtıma nazar ettim, bir den ne göreyim, ben, O'yum”.

 

Bir keresinde müezzin: “Allah-u Ekber” dediğinde Bayezid: “Ben daha büyüğüm” demiş.

 

Turab el-Nahsebi, bir müridine: “Bayezid'i bir kere görsen, senin için yetmiş kere Cenâb-ı Hakkı görmekten daha faydalı olur" demiştir.

 

Hallac-ı Mansur şöyle der: Dünyâ-zevklerinden yüz çevirip nefsini terbiye ve kâlbini tasfiye eden kişi yavaş-yavaş Allah’a yaklaşır; daha sonra O’nun dostu olur ve en nihâyet de nefsini yok ederek beşerî sıfatlardan sıyrılır; ve Hz. Îsâ’da olduğu gibi, Allah’ın rûhu ona hulûl eder. Bu takdirde o artık, Allah olur ve her-şey artık onun emrine boyun eğer. Yine şöyle der: “Ben sevgiliyim ve sevgilim ben. Biz bir tek gövdeye hulûl etmiş iki rûhuz. Beni görünce O'nu görmüş, O’nu görünce beni görmüş olursun. Hak, benim”.

 

Muhyiddin ibn-i Arâbi, Allah ile âlemi yâni kâinâtı aynı görür ve kâinâta şu sözlerle “Allah” der:

 

“Vücûd bakımından âlem, Allah’tan başka değildir. Başka bir deyişle, varlığı ancak âlemin vücûdu ile meydana çıkan, Allah’tır. Âlem, Allah’ın bizzat kendi içinde ayırıp belirttiği sûretler ve şekillerdir ve bunlar vücûdu tamâmıyla tüketmişlerdir. Yâni Allah, yaratık adı ile adlanan ne varsa hepsinin içine sokulmuştur. Böyle olunca, Allah her görenle görür ve her görünende görünür. Zât, sıfatlarının; sıfatlar da tecellileri ve şuunları (fiilleri) olan âlemin kendisidir. Böyle olunca âlemde en şerefli yaratık olan insan da Allah’tan başka olamaz”.

 

Bu düşünceye göre, “kâinat sürekli olarak yaratılma hâlinde olduğu” için; “Allah kendinden başka bir şey yaratmaz ve sâdece kendini yaratır” diye bir sonuç çıkıyor ortaya.

 

İbn-i Arâbi’nin sistemleştirdiği Vahdet-i Vücut inancı da bir şirk ve sapıklıktır. Hattâ şirkin ve sapıklığın kemâlidir.

 

Bu sözler, tasavvufçuların sarhoşken yada psikolojik sorunları pik yapmış ve paranoyak şizofreni durumu ayyuka çıktığında söylemiş oldukları sözlerdir. Bu sözler bir şuursuzluk hâlinde söylenmiş sözler olduğu için, mecbûren incir çekirdeğini bile doldurmayacak sözler olmuştur. Tasavvuf “uydurma”lardan ibârettir ve müntesipleri bu uydurmalara körü-körüne inanan sapkınlardır.

 

Tasavvufun meşhurları, bir “egomania” içine düşmüş ve bu hâlde iken etmişlerdir “şathiye” denilen bu sapıkça sözlerini. (Egomania=Aşırı bencillik, manyakça kendini beğenmişlik, kendine hayranlık).

 

Bunlara söylenecek söz şudur: Ey kendini dev-aynasında görenler ve de kendilerini ilah zannedenler!; siz hiç-bir bok değilsiniz ve Allah’ın katında köpek kadar bile değeriniz yoktur. Şeytan sizinle ancak taşak geçiyor. Şeytan sizin kulağınıza fısıldıyor ve siz de saçmaladıkça-saçmalıyorsunuz ve kendinizi dev-aynasında görüyorsunuz. Sizin söylediklerinizin de, yolunuzun-yordamınızın da, düşüncelerinizin ve inancınızın da ta … …”.

 

Modern insan ise târihte hiç olmadığı şekilde kitlesel anlamda kendini dev-aynasında görmektedir ve herkes kendi ilahlığını îlân etmiştir. Oysa modern insanlar “aynadan labirentler”e hapsolmuş durumdadırlar. Aynadan labirentler içinde her yerde kendilerini gördükleri için, “kendilerinden başka mevcut bir varlık yok” zannediyorlar. Bu nedenle öyle bir havalara giriyorlar ki sormayın gitsin. Oysa Allah kendilerini dev-aynasında görenlere apaçık şekilde şöyle diyor:

 

“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden engelleyeceğim. Onlar her âyeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil olmaları dolayısıyladır” (A’raf 146).

 

İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir” (Lokman 18-19).

 

“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca erişebilirsin” (İsrâ 37).

 

Allah katında “gerçekten üstün” olanlar, sağlam bir îmâna sâhip olan takvâ-sâhibi mü’minlerdir:

 

Ey lâilâheillallah diyenler ve Allah’tan başka “ekber” olmadığını bilenler!; kendilerini dev-aynasında görenler ve ilahlık taslayanlar karşısında sakın ha gevşeklik göstermeyin ve dik durun. Çünkü:

 

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran 139).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »

Falaka

 

“Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüzer değnek (celde) vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, onlara Allah’ın dîni(ni uygulama) konusunda sizi bir acıma tutmasın; onlara uygulanan cezâya mü’minlerden bir grup da şâhit olsun” (Nûr 2).

 

“Korunan (iffetli) kadınlara (zinâ suçu) atan, sonra dört şâhit getirmeyenlere de seksen değnek vurun ve onların şâhitliklerini ebedî olarak kabûl etmeyin. Onlar fâsık olanlardır” (Nûr 4).

 

Falaka: Cezâ olarak ayak tabanlarına vurmakta kullanılan, ayakları uygun bir durumda sıkıştırıp tutan, kalınca bir sopa ile bunun iki ucuna bağlı bir ipi olan cezâlandırma aracı.

 

Falaka, insanların genellikle ayakları uzun bir sopa veya benzer bir şeye kıpırdamasına müsâde etmemek için bağlandıktan sonra sopa, cop veya benzer cisimler ile vurmak ile gerçekleşir. Falakaya yatırılan kişiye büyük acı verir ve şahısta iz kalmaması için ıslak zeminde sırtına birisi çıkartılarak yürümeye zorlanır ki bu ayaklarının şişmesini engelleyeceği için işkencenin fiziksel delîlini ortadan kaldırılmasına yarar.

 

Vahye göre tüm zamanlarda “insanların uygulayabileceği” cezâ sayısı 4’tür. Bunlar şu şekildedir: 1-Öldürme, 2-Hırsızlık, 3-Zinâ, 4-İftirâ. Bunların cezâsı Kur’ân’da sâbittir. Kur’ân’ın bu suçlara verdiği cezâlar en ideâl cezâlardır ve bu suçların cezâları fiîli olarak bu dünyâda verilir. Öldürmeye karşı öldürme, hırsızlığa karşı el kesme, zinâ ve iftirâya karşı ise sopa. Zâten Dünyâ’da işlenen suçlar, bu en temel dört suçtan ibârettir. Bu suçların bitmemesinin nedeni ise, bu suçlara verilen cezânın fiîli olmamasıdır. Fiîli olmayan cezâların pek caydırıcılığı olmamaktadır. Oysa fiîli cezâlar caydırıcıdır ve suçu en fazla minimumda tutar. Zîrâ bu suçları işleyecek olanlar, karşılaşacakları cezâyı göze alarak o suçları işlemeleri gerekir ki bu da caydırıcılık sağlar. Çünkü bu suçlara verilecek cezâlar herkesin gözü-önünde verilir. Bu-bağlamda meselâ zinânın Kur’ânî cezâsı olan “100 sopa”yı kânunlaştırmadıkça, tecâvüzlerin önüne geçilemez. Falaka ise kanımca, zinâ ve iftirâ suçlarına cezâ vermek için ideâl bir araçtır.

 

İnsanın yiyeceği bir sopa yada aldığı bir yara, şeytanın vesvesesini önler. Çünkü sopayı yiyen insan, onun acısını çekerken yada hatırlarken şeytanın vesvesesini pek de duyamaz yada duymazdan gelir. “Dayak cennetten çıkmadır” sözünü doğrulayan şeylerden biri de budur.Zîrâ insan ancak ya bir iş ile yada “dayak” ile uslanır. Zâten suçu önlemenin yada en aza indirmenin ancak üç yolu vardır. Bunlar ya Allah korkusu ve haşyeti, ya yarı-mahrûmiyet içinde yaşamak, yada demir yumrukla yönetilmektir. En geçerli ver doğru olanı, Allah korkusu ve şeriatın kestiği-keseceği cezâ korkusudur.

 

Kanımca insanların târih boyunca ürettikleri cezâ araçlarının içinde en basit, en doğal, en iddiâsız ve en pratik araç falakadır. En basit, ucuz, doğal, iddiâsız ve pratiktir ama en faydalı olan ve en çabuk sonuç alınan araçtır falaka. İki parça sopa ve bir parça ip ile bu araç ortaya çıkar ve kullanmak için özel bir alan da gerek duyulmaz.

 

Falakayı uygulamak ve cezâlandırmak için, suçluyu olduğu yere yatırmak ve ayaklarını sopayla havaya kaldırıp ip ile bağlamak ve diğer sopayla ayaklara vurmak uygun ve etkili bir cezâlandırma yöntemidir ki genelde işe yarar. Çünkü falaka canı epey yakar ve dili çözer. Üstelik falakayı yemiş olanın dayak yediği ve cezâlandırıldığı belli bile olmaz. Basit ama etkilidir. Yanlışın ve doğrunun çok uzun sürmeden ortaya çıkmasını sağlar. Herkesin gözü-önünde hem de acı çekerek cezâlandırılmak elbette etkilidir, sonuç vericidir ve caydırıcıdır.

 

Falaka nicelerinin günahını açığa çıkarmış, nicelerinin uçuk-kaçık iddiâlarını inkâr ettirmiş, nicelerini konuşturmuş ve hakkın ortaya konmasını sağlamıştır. Peygamberlik ve ilahlık îlân edenlerin ve kendilerini bir bok zannedenlerin aklını başına getirmiş, daha ikinci dakîkada kendilerini inkâr etmelerini, sapkın iddiâlarından vazgeçmelerini ve yola gelmelerini sağlamış, nicelerinin kibirlerini ânında kırmış, nicelerini tevbe etmesine aracı olmuştur.

 

Falaka hak edeni cezâlandırmak için basit, pratik, iyi, faydalı, pratik ve sonuç verici bir araçtır vesselam.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »

Ezbercilik Üzerine

 

“Onu (Kur’ân’ı, kavrayıp belletmek için) aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip-durma!. Şüphesiz, onu (kâlbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize âit (bir iş)tir. Şu-hâlde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen de okunuşunu izle. Sonra muhakkak onu açıklamak Bize âit (bir iş)tir” (Kıyâmet 16-19).

 

Bir şey körü-körüne izlendiğinde, artık “düşünce”ye gerek kalmaz ve böylece söylenen sözler de yapılan işler de, ezbere ve körü-körüne yapılmaya başlanır. Öyle ki, söylenen sözün ve yapılan işin kötü sonucu bir-zaman sonra ortaya çıkınca bile “ezbere” olduğu için yine de ders alınmaz da körü-körüne bağlılıklar artar ve kişiler aynı şeyleri yapmaya devâm ederler.

 

Âyetin söylediği gibi; önemli olan vahyi kâlp ile kesbetmektir. Yoksa iyi derecede Arapça öğrenmek ve Kur’ân’ı kelime-kelime ezberlemek; onlarca tefsir okumak; kavramlarını araştırmak; orada nasıl geçiyor, şurada ne diyor diye Kur’ân çalışmaları yapmak kişisel çalışmalar için faydalı olur ve o rûha ulaşmak için gereklidir de. Fakat Kur’ân’ın rûhunu idrâk etmek demek, bunları yapmak demek değildir. Dediğimiz gibi Kur’ân’ın bir rûhu vardır ve o rûha ulaşmaktır önemli olan. Fakat o rûha da yine akılla Kur’ân üzerinde samîmi-ciddî-gayretli bir şekilde çalışırken ulaşılabilir.

 

İbn-i Abbâs şöyle der: “Resûlullah Efendimiz (nâzil olan âyet-i kerimeleri derhâl ezberlemek için kendisini meşakkate sokar ve bundan dolayı çok kereler mübârek dudaklarını kımıldatırlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri O’na: ‘Sana nâzil olan Kur’ân âyetlerini nazmı ile unutmayayım diye acele edip Cibrîl daha tilâvetini tamamlamadan hemen lisânını ve dudaklarını kımıldatmaya başlama!. Kur’ân’ı sadrında cem etmek (toplamak) ve Sana tilâvet ettirmek Biz’e âittir. Cibrîl’in lisânıyla Kur’ân’ı Sana okuduğumuzda Sen yalnız dinle!. Ondan sonra onu anlatıp belletmek yine Biz’e âittir’ âyet-i kerimelerini inzâl eyledi”.

 

Bir şeyi anlamış olmak, onu anlamlandırmakla olur. Anlam katamadığınız şeyi ezberleseniz de idrâk etmiş olmazsınız. Zihinlerle birlikte gönüllere/kâlplere de hitâp eden bir sestir bu Kur’ân. Kim daha samîmi/cömert/ciddî/azimli/kararlı/fedâkâr ve mazlum ise en çok da ona hitâp eder ve onda hayat bulur. Âlimler “bilenler”den ziyâde “yaşayanlar”dır. “Bilmek” sâdece ezberlemek demek değildir. Teslim olmak demektir. Kur’ân’a derinlemesine araştırıp anlamaya çalışanlardan çok, diğer kesim hizmet etmiştir. Çünkü Kur’ân sâdece zihinlerde yaşamak için değil, hayatta yaşaması/iktidâr olması için gönderilmiştir. Târihe bakıldığında bu ideâl için en çok, “anlamayan” fakat “inanan” insanların çaba gösterdiği görülür. Bilâl-i Habeşi, Ebu Zerr, Ammar bin Yâsir vs. hiç-biri büyük âlim değildiler. Fakat gösterdikleri teslîmiyet/samîmiyet/fedâkârlık vs. adlarının yıldızlara yükselmesine sebep olmuştur. Âlim olmaktan ziyâde âlimin ne yaptığı önemlidir.

 

İş, “sâdece tilâvet”e döndüğü zamanlarda sâdece Kur’ân tilâveti ve hatmi ile kalmamış ve Buhâri tilâvetleri ve hatimleri de yapılmaya başlanmış, tıpkı Kur’ân hâfızları gibi “Buhâri hâfızları” da çıkmıştır ortaya. Hem de bu hâfızlar övünç kaynağı olmuşlardır. Tabi şimdi kimse takmıyor Buhâri hâfızlığını. Tüm târikatlâr  ve cemaatler de kendi eserlerini, şiirlerini, duâlarını vs. ezberleyip seslendirmekle-hatmetmekle yetinmişler, böylelikle Kur’ân’ı mehcûr bırakmışlardır-bırakmaktadırlar. Mehcûr bırakmak, “Kur’ân ellerde olmasına rağmen onu işlevsiz kılmak” demektir. Sonuçta Kur’ân, ortada öylece garip kalmıştır. Elden Kur’ân’ı hiç bırakamamak ama içinde ne yazdığını bilmemek ve Allah’ın bizden ne istediğini düşünmemek nasıl bir cehâlettir?. Allah bir şey diyor; bize 604 sayfalık, 114 sûre ve 6.400 âyetten oluşan bir Kitap göndermesine rağmen, bunu hiç okuyup anlamadan seslendirmek, ezberlemek ve hatim etmek nasıl bir cehâlettir?.

 

Emirlerine-tavsiyelerine uymadıktan sonra, “Kur’ân’ı iyi bilme”nin faydası yoktur. Anlamadan okumanın faydası olmadığı gibi, amele-eyleme dökmedikçe anlayarak okumanın da bir faydası yoktur. Neticede amele-eyleme geçirmedikten sonra yâni gereğini yapmadıktan sonra onu Arapça yada Türkçesinden okumak arasında bir fark yoktur. Gereğini yapmadıktan sonra Kur’ân’ı Arapçasından anlamadan okumak ile Türkçesinden anlayarak okumak arasında fark yoktur.

 

Eskiden çocuklara küçük yaşlarda Kur’ân-ı Kerim ezberletilirdi. Ve bu hâfızlar arasından, zihni iyi gelişmiş sayısız dehâ çıkardı. Yâni Kur’ân’ı Arapçasından okumak-ezberlemek zihnî açıdan yararlıdır. Mukâbele yapmak da bu açıdan özellikle yaşlılar için yararlı bir zihnî-kâlbî bir etkinlik olabilir. Bizim îtirâz ettiğimiz nokta, Kur’ân’ın, sâdece bu tarz okumaların bir nesnesi hâline getirilmesidir.

 

Sahabe; “on âyet ezberleyip, onun gereklerini yerine getirdikten sonra diğer âyetlere geçmezdik” diyor. Sahabe okuduğu  âyetleri ezberlemeye geçmeden önce, hayâtın tam ortasında gereklerini hemen yerine getirmeyi önceliyordu. Kitap orada duruyor zâten. Onu ezberlemenin ne mânâsı var?. Gerekirse açılıp bakılır. Fakat eylem yapılmadığında onun telâfisi olmaz. Eylemin kazası olmaz.

 

Kur’ân’ın Arapçasını ezberleyenlere ve sürekli Arapçasından okuyup duranlara kızanlar, başlarlar Kur’ân’ı ana-dillerinde ezberlemeye. Hâlbuki Kur’ân “ezberlensin” diye değil, “yaşansın” diye gönderilmiş bir kitaptır ve bizim “güzel örnekliğimiz” olan Peygamberimiz de vahyi “dibine kadar yaşamış” birisidir. Onun “güzel örnekliği” (sünnet) budur zâten.

 

Bu-bağlamda Kur’ân hafızları için “beyni sulanmış hâfızlar” ibâresi hakârettir. Çünkü netîcede Kur’ân da bir kitaptır ve eğer kitap okuyarak beyin sulanıyorsa, Nutuk kitabını okuyunca da beyinler sulanabilir.

 

İslam ezberleri bozmak ve ezbere olanı yıkmak ve hakkı hâkim kılmak için gelmiştir. İslâm’da “yapmak”, “yıktıktan sonra yapmak”tır. İslâm; inkılâp süreci ile ezberleri bozarak zihinleri değiştirir ve yeniden inşâ eder. İhtilâl ile yıkar ve İslâmî bir devrim ile de yeniden yapar.

 

Bilimin ortaya koyduğu teknolojileri yakından tâkip etmeyi, bâzı bilim-adamlarının isimlerini ezberlemeyi ve bilim-târihini üstün-körü bilmeyi “bilimsellik” zannediyorlar. Oysa bu da bir çeşit ezberdir. Geleneksel ve klâsik ezbercilik olduğu gibi modern ezbercilik de vardır.

 

Markaların adlarını, nerede ve kaça satıldıklarını bilmeyi ve ezberlemeyi matah bir şey zannediyorlar ve bununla övünüyorlar. Üstelik markaların isimlerini ve güncel şeyleri bilmeyenler ve ezberlememiş olanlar câhil olarak görülüyor. Oysa asıl câhillik kendi yaptıklardır.

 

İnsanlar masalları ve hurâfeleri daha çok ve çabuk benimser ve ezberler. Çünkü masallar insanlara bâzı dersler verse de pek sorumluluk yüklemez hattâ dikkatli dinlemeye bile gerek yoktur.

 

Modern eğitim-öğretim sistemi olduğu gibi ezbere dayanır. Ne kadar iyi, ezberleyebiliyorsanız o kadar iyi ve başarılı bir öğrenci olarak kabûl edilirsiniz. Fakat bu iyi bir sonuç vermez. ÖSYM'den yapılan açıklamaya göre 1 milyon 250 bin kişi fenden, 900 bin kişi ise matematikten tek bir soru bile çözememiş, 2 milyon öğrencinin 50 binini aldığı puan neredeyse sıfır olmuştur. YGS-YKS’de sorulan matematik müfredâtı lisede öğretilen matematik değil, ilköğretimde öğretilen matematiktir. Ama buna rağmen öğrenciler ilkokul matematiğini bile yapamıyorlar. Yetkililer bunun sebebinin ezberci sistem olduğunu söylüyor. Öğrenci, matematiği ezberlemeye çalışıyor, ezberlemeye çalıştıkça da sonuç kötü oluyor.

 

Her taraf “ezberlenmişlik” ile dolmuş durumda ama hiç-bir yerde “yaşanmışlık” yok. Çünkü yaşanmışlık “ezbere” olan değildir. Ezbere hayatlara “yaşanmışlık” denilemez. Yaşanmışlık büyük oranda doğaçlama olarak ortaya çıkar. Yaşanmışlıkta benimsemek ve idrâk vardır.  

 

İnsanlar her alanda ve her konuda ezbere yönlendirildikleri için ezbere davranıyorlar ve ezbere yaşıyorlar. Bu yüzden de hayâtı ıskalıyorlar. Bunun çâresi ezber bozucu fikirler, düşünceler geliştirmek ve yazılar yazıp söylemlerde bulunmaktır. Zîrâ ezber bozucu olmayan tüm söylemler, mevcut ezbercilik sistemini beslemekten başka bir işe yaramaz-yaramıyor.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »