30 Nisan 2024 Salı

Sigaranın Zararları ve Haramlığı Üzerine

 

“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmi haber getirici (Nebî) olan elçiye (Resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).

 

Sigara: “İnce kâğıda kıyılmış tütün sarılarak hazırlanan, genellikle yuvarlak, bir ucu yakılarak öteki ucu ağza alınıp dumanı çekilen nesne”.

 

Sigara Türkçe’ye Fransızca “cigare” sözcüğünden geçmiş, Anlamı “bükülmüş tütün çubuğu, puro”dur. Sigara kelimesinin ilk defâ 1688’de kullanıldığını görüyoruz.

 

Tütündeki psikotrop madde olan nikotin, sigarayı oldukça bağımlılık yapıcı kılar. Günümüzde çok yaygın olarak kullanılan bu ürünün, 18. yüzyılda Avrupa’ya İspanyol denizciler tarafından Amerika’dan getirildiği düşünülmektedir.

 

Sigara içmenin târihi, M.Ö. 3000’li yıllara dayanır. Eldeki veriler, o târihlerde Mısırlılar ve Güney Amerika’daki Maya Hintlileri arasında dînî ve resmî törenlerde, büyü ve sihir olarak kurutulmuş bitkilerin yakıldığını ve tütsü olarak kullanıldığını göstermektedir. Tütünü ilk kez tüttürerek içenler Kızılderililerdir.

 

İlk yıllarda tütün yaprağına daha sonra da ince kâğıda sarılarak içilmeye başlanmıştır. 1881 yılında ABD’de, James Albert Bonsack ilk sigara yapan makinenin patentini almıştır.

 

Tütün Osmanlı İmparatorluğu’na 1570’lerde girmiştir. Denizciler tütünü bir-takım hastalıkların tedâvisinde kullanılan ve keyif verici bir ilaç olarak tanıtmıştır. Ege kıyısında ekimine başlanmıştır. Bu, Amerika kıtasından sonra tütünün ticârî bir madde olarak ilk defâ Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yapıldığı anlamına gelmektedir. 17. yüzyılın başından îtibâren tütünün tüketimi, üretimi ve ticâreti yayılmaya başlamış, İstanbul pazarlarında yerini almıştır. 1609’dan 1649’a kadar Osmanlı İmparatorluğunda tütün yasaklanmıştır.

 

İngilizler, sigarayla ilk kez Kırım Savaşı’nda (1853-1856) Osmanlı askerlerinden görerek tanışmıştır. Osmanlı Devleti, devlet gelirlerini artırmak için sigarayı devlet tekeline alınca sigara üretimiyle uğraşan Rum tüccarlar o zamanlar İngiliz himâyesinde olan Mısır’a göç etmiş ve Mısır’da 1880-1915 yılları arasında dev bir sigara endüstrisi oluşmuştur.

 

Avrupa ve Amerika’da I. ve II. Dünyâ Savaşı yıllarında sigara askerlere genel ihtiyaç olarak dağıtılmış, 1965 yılına kadar sigara tüketimi yükseliş eğilimi göstermiş ama zararları hakkında bilinçlenme yayıldıkça tüketim azalmıştır. Dünyâ Sağlık Örgütü 1982’de 31 Mayıs’ı Dünyâ Tütüne Hayır Günü îlân etmiştir.

 

İçinde nikotin haricinde 6 binden fazla vücuda zararlı madde bulunan, 24’ten fazla hastalığa neden olan sigara, tam 4 bin yıldır insanlığın başına musallat olmaktadır. Bir Maya yerlisi tarafından tesâdüfen keşfedilen, bir dönem zenginliğin göstergesi olan, sonrasında serî üretimle halka inen sigara, üretim kaybının, önüne geçilebilir hastalıkların, mâlûliyetin ve erken ölümlerin ana-nedenidir.

 

Günümüzden 4 bin yıl kadar önce, köyünün çevresini dolaşmaya çıkmış bir Maya yerlisi, büyük sarı yapraklardan oluşan hoş kokulu bir bitki keşfeder. Bu koca yaprakların ne işe yarayacağını tam kestiremez ama “bizim hanım bir işte kullanır” diyerek evine getirir. Ne yazık ki hanım, yapraklara pek yüz vermez ve o sırada yanmakta olan ateşe atıverir. Ondan sonra ev ahâlisi hayli neşeli olur ve rahatlar. Böylece Orta Amerika’da tütün kullanımı keşfedilmiş olur.

 

Sigara başlangıçta bir prestij göstergesi olarak tüketiliyordu. İlk dönemlerde az miktarda bulunabildiğinden pahalıydı ve elde tutması, çakmakla yakması, kısaca karizması sâyesinde toplumda bir zenginlik ve ayrıcalık göstergesi hâline gelmişti. Ancak 1880’lerden sonra fabrikaların yaptığı serî üretimle birlikte sigaranın tüketimi arttı. Birinci Dünya Savaşı’nda cephedeki askerlere tütün yollama kampanyaları düzenlendi. 1920’li yıllarda tüm Dünyâ’da sigara kullanımı doruğa ulaştı.

 

Kızılderililerde “barış çubuğu” olarak karşımıza çıkan, Red Kit’in ağzından düşmeyen, İkinci Dünyâ Savaşı sırasında kampanyalar düzenlenerek kolilerle efkâr dağıtmaları için askerlere gönderilen sigara kesin şekilde bir-çok alanda zararlı bir şeydir.

 

Sigara ebette ne başta sağlığa zararlıdır ve bir-çok hastalığın da nedenidir. Yeşilay sigaranın zararları hakkında şunları söyler:

 

“Sigara ve tütün ürünlerinin kullanımı tüm Dünyâ’da maalesef oldukça yaygın. Yılda 8 milyon kişinin hayâtını kaybetmesine neden olan tütün bağımlılığı, engellenebilir halk sağlığı sorunlarının başında geliyor. Sosyâl davranış olarak toplumlarda kabûl görmüş tütün ürünlerinin kullanımının temelinde nikotin bağımlılığı yer alır. Nikotine ek olarak yanmış tütünün dumanı içinde 7 bin 500’ü aşkın zararlı madde, bileşik ve element bulunur. Bu duman, kâlp ve akciğer hastalıklarının yanı-sıra çeşitli kanser türlerine yol açtığı kanıtlanmış olan katran, karbon-monoksit, siyanür gibi 50’den fazla kanserojenlerin solunmasına neden olur.

 

Fiziksel olarak sigara içmek astım, akciğer hasarı ve akciğer kanserine neden olur. Ayrıca damarların sertleşmesine, kâlpte strese ve sonunda kâlp-krizlerine ve kan-damarlarının tıkanmasına neden olur. Sigara dumanı içindeki nikotin akciğerlerden beyne 8-10 sâniyede ulaşır. İlk kullanıldığında haz duygusu uyandırır ama zamanla kullanıcıların sâdece normâl hissetmek için nikotini artan doz ve sıklıkta kullanması gerekir. Zihinsel olarak sigara içen bir kişinin beyni, sigara içmenin verdiği zevki veyâ ödülü hissetmeye o kadar alışır ki kişi bu olumlu duyguları nikotin olmadan yaşayamaz hâle gelir ve bu durum bağımlı bireyin tanımıdır. Tütün ve nikotin bağımlılığı önlenmesi ve tedâvi edilmesi gereken; topluma sağlık, ekonomik, sosyâl ve çevre kirliliği gibi çok yönlü zarar veren globâl bir sorundur.

 

Nikotinin bağımlılık yapıcı etkisinin yanında bir-çok zararı var. Nikotin zehirli bir maddedir. Kan-basıncını ve âcil durum hormonlarından adrenalini yükseltir, kullanıcılardaki kâlp atış hızını ve kâlp-krizi geçirme olasılığını artırır. Solunum, gastrointestinâl hastalık riskinde artışa yol açar. Bağışıklık sistemi üzerinde fonksiyon azalmasına neden olur, üreme sağlığı üzerinde de olumsuz etkiler oluşturur. Kansere yol açan çeşitli mekanizmalarla hücre bölünmesi, oksidatif stres, apoptozu (programlı hücre ölümü), DNA mutasyonunu etkiler. Ayrıca tümör proliferasyonunu artırır ve metastazını etkiler; kemo ve radyoterapi ajanlarına direnç oluşturur; kanser hastalarında tedâvi başarısını düşürür.

 

Beyin yaklaşık 25 yaşına kadar gelişimini sürdürür. Nikotin gelişmekte olan ergen beynine zarar verebilir. Ergenlikte nikotin kullanmak beynin dikkat, öğrenme, ruh-hâli ve dürtü kontrôlünü yöneten kısımlarına zarar verebilir. Yeni bir beceri öğrenildiğinde, beyin hücreleri arasında daha güçlü bağlantılar veya sinapslar inşâ edilir. Gençlerin beyinleri yetişkin beyinlerinden daha hızlı sinapslar oluşturur. Nikotin, bu sinapsların oluşma şeklini değiştirir. Ergenlikte nikotin kullanmak, ileride başka bağımlılık yapıcı madde kullanım riskini de artırabilir”.

 

Sigaranın zararlarının tümü sayılmaya kalkışılsa, yazılanlar kalın bir kitap hacminde tutardı. Zîrâ tam bir sağlık düşmanıdır.  

 

Sigaranın maddî-ekonomik zararları da çok fazladır. Tabi bu zarar sigarayı üreten ve satanlara değil, içenleredir. Sigaraya Türkiye’de yılda 15 milyar dolar, Dünyâ’da ise 400 milyar dolar para harcandığı söylenir ki herhâlde bu rakamlar Dünyâ’da açlık ve susuzluğu hattâ evsizliği bitirebilecek oranda büyük rakamlardır. Tanıdığım 4 kişilik nüfûsa sâhip bir âilede karı-koca ve oğlan-kız âilenin tamâmı sigara kullanıyor ve kız ile annesi birer-buçuk, oğlan ile babası ise ikişer paket sigara kullanıyor ve toplamda günde yedi paket sigara içiyorlar ki bu Nîsan 2024 rakamlarıyla ortalama 400 TL’nin üstündedir ve ayda 12 bin TL, yılda da yaklaşık 150 bin TL tutmaktadır. Üstelik bu âile kirâda oturmaktadır. Sigara için yapılan fedâkârlığa bakar mısınız!. Böyle bir fedâkârlık çok az şey için yapılabilir.

 

Sigaranın çevreye olan zararı da çok bârizdir. Yılda trilyonlarca adet sigara tüketilmektedir ve içilen sigaraların izmaritlerinin en az yarısı yere atılmaktadır. Asfalt yolların kenarları izmaritten geçilmemektedir. Ekmeklerin içinden bile izmarit çıkmaktadır. Bu izmaritler elbette hem çok pis bir koku hem de zararlı kimyâsallar salmaktadırlar ve çevreye zarar vermektedir. Üstelik ortaya çıkan duman, sâdece sigara içenleri değil, içmeyenleri hattâ hayvan ve bitkilere de zarar vermektedir. Her yıl dünyâ-çapında 6 trilyon sigara tüketimi nedeniyle 7 bin 800 ton zararlı kimyâsal çevreye salınıyor ve 5,6 trilyon izmarit atılıyor.

 

Sigaranın sağlık, çevre, maddî-mânevî ve ekonomik zararlarından başka aslında en çok da sosyâl zararlı vardır. Çünkü sigara içenler içmeyenlere kul-hakkını aşacak oranda zarar vermekte ve rahatsız etmektedir. Sigara içenler kul-hakkına girmektedirler. Zîrâ sigara içenler her yerde sigara içme hakkını kendilerinde görmektedirler. Çünkü devlet de sigaradan topladığı vergilerden büyük kazançlar elde ettiğinden dolayı kesin ve net kânunlar çıkarmadığı için insanlar her yerde sigara içmekte, dumanını istedikleri yere üflemektedirler. Üstelik izmaritleri de, nereye gittiğini hiç düşünmeden atıvermektedirler. Lânet şeyin öyle bir iğrenç kokusu vardır ki, üstelik dumanı ve kokusu, “ulaşmaz” zannedilen yerlere kadar ulaşmakta, insanları çok rahatsız etmektedir. Apartman denilen kümeslerde özellikle bitişik nizamdaki dâirlerde, yan balkonda yada alt-üst katlarda sigara içen yavşaklar yüzünden insanlar evlerinin pencerelerini bile açamamaktadırlar. Üstelik bu sigara tiryâkilerinin sigara içme zamanları da belli değildir. Sabahın köründen gecenin yarısına kadar sigara içip her yere duman ve koku salabilmektedirler. Peki bu hakkı nereden alıyorlar?. İnsanlar sizin sigaranızın dumanını ve kokusunu çekmek zorunda mı?.

 

Şu da var ki sigara içenler, sigara yüzünden özellikle sabahları boğulurcasına öksürmelerine rağmen yine de o boku içmeye devâm ediyorlar. Keşke bir-an önce akciğer kanseri olsalar da geberip gitseler. Fakat işte kentte yaşıyorsanız siz de etkileniyorsunuz ve sürekli olarak dumana ve kokuya mâruz kaldığınızda siz de kanser olabiliyorsunuz.

 

Sigaranın müptelâsı olmuş olanlar, sigaranın ellerine, yüzlerine, derilerine, vücutlarına, ağızlarına, dillerine, dişlerine ve elbiselerine verdiği zararları ve pis kokuyu bile göze alabiliyorlar. Oysa sigaranın tiryâkisi ve meftunu olmuş olanların elleri, derileri ve vücutları -artık sigaraya kestiği için- sigara koksu tütmektedirler. Bu yüzden yanlarına bile yaklaşılmamaktadır. İğrenç bir koku salmaktadırlar etraflarına. Hattâ evdeki çocukların bile saçlarına, tenlerine ve elbiselerine sigara dumanı sirâyet ediyor ve siniyor.

 

Kızların ve kadınların bu pis kokuyu umursamaması çok ilginçtir. Makyaj, parfüm ve güzellik için onlarca para harcayan kızlar-kadınlar, sigara nedeniyle kirlenen ve pis kokan vücutlarının farkında değiller herhâlde Bir keresinde sigara içen bir kıza “senin yüzünde nikotin sarısı birikmiş, sen göremiyorsun” demiştim bana inanmamıştı. Yüzünü kolonyalı peçete ile silince sapsarı bir leke çıkmıştı ortaya. Kendisi de iğrendi ama işte o sigaraya  alışanların aldığı, özellikle yemeklerden sonraki keyif yüzünden yine de sigaran vazgeçemiyorlar.

 

Sigara, boş ve boşlukta olanların sığındığı bir gereksizliktir. Sigara içmediğinde hayâtın onun için anlamsız hâle geleceğini düşünür. Böylelerinin sigarayı bırakabilmesi pek mümkün değildir. Çünkü sigaraya alışmış olanların hayatlarına anlam katan başka bir şey yoksa, sigarayı bırakma düşüncesi bile onları dehşete düşürmeye yeter. Bu kişiler sigarayı bırakma düşüncesinden nefret ederler. “Bırak şu mereti” diyenlere de içten-içe gıcık olurlar. Çünkü sigara içmeme düşüncesi bile onları ürpertmeye ve telâşa düşürmeye yeter. Çünkü “sigarayı bırakınca ne yağacağım ki” düşüncesi hemen kuşatır onları. Yâni sigarayı bırakınca hayâtın anlamının biteceğini, boşluğa düşeceğini sanmaktadır. Kanımca bu, tüm kötü alışkanlıklar için geçerlidir.  

 

Peki sigara içmeye din ne der?. Hemen “sigara haram değildir, mekruhtur” derler. Eğer İslâm’ın ortaya çıktığı zamanlarda sigara çok yaygın olarak kullanılıyor olsaydı ve meselâ Mekke ve Medîne’de de yaygın şekilde kullanılıyor olsaydı ve her türlü zarârı ve verdiği her türlü rahatsızlık nedeniyle “açıkça” haram kılınırdı. Böyle olmadığı için, pis, zararlı, haram, günah, ayıp ve suç” olarak “genel yasak” kapsamına alınmıştır.

 

“Günah ve haram değildir, sâdece mekruhtur” demek boş bir laftır. İslâm’da mekruh olan her-şey haramdır, günahtır, ayıptır, suçtur ve yasaktır. Mekruh; “iğrenti verici, tiksindirici, iğrenç olan şey” demektir. Kerih görülen, iğrenç, tiksinti verici ve pis olan bir şey elbette haramdır, kullanması günahtır, ayıptır, suçtur ve yasaktır. Kur’ân “kendinizi tehlikeye atmayın” der. O-hâlde insanın kendini düşüreceği her-şey haramdır ve günahtır, yapılması da yasaktır.  

 

Sigaranın haram olduğunu, Kur’ân’da apaçık şekilde göremeyen Kur’ân’cılar, devlete ve sisteme göbeğinden bağlı olan ve oradan beslenen gelenekselciler, akademisyenler ve kendileri de sigara kullanan câhiller söyleyemezler. Çünkü zâten bunlar hiç-bir şeyin haram, günah, ayıp, suç ve yasak olduğunu söyleyemiyorlar ki’. Ne yâni, sigaraya haram diyemeyenler, Kur’ân’da haramlığı ve suç oluşu apaçık olan ve açıkça çokça yerde söylenen, fakat devletin üzerinden vergi topladığı içki, kumar, zinâ ve fâizin haram ve günah olduğunu apaçık şekilde söylüyorlar mı sanki!. Fâiz işletenlerin Allah’a ve Peygamber’e savaş açtığını ve onların da fâizcilere savaş açtıklarını (Bakara 279), bu nedenle de fâizi serbest bırakan ve fâizden vergi ve gelir elde eden devletin, Allah’a ve Peygamber’e savaş açmış olan kâfir ve günahkâr bir devlet olduğunu apaçık şekilde söyleyen birini mi duydunuz?. Eee, öyleyse bular niçin sigara haram, günah, ayıp, suç ve yasak desinler..     

     

Tabi bunu söyleyebilen az sayıda kişiler de vardır. Ali Erbaş, sigaranın haram olduğunu söyleyerek, “alkôl ve uyuşturucu neyse, sigara da odur” demiştir.

 

İslâm’da haram ve yasak ayrımı yoktur. Bir şey yasaksa haram, haramsa yasaktır. Yine, bir şey pis ise mekruh, mekruh ise pistir, bir şey haramsa mekruh, mekruhsa haramdır. Üstelik “tahrîmen” falan da değil, direkt olarak mekruhtur. O-hâlde bir şey pis ise ve pislik üretiyorsa o şey mekruh ve dolayısı ile haramdır.

 

İslâm’da israf çok büyük bir haram ve günahtır: Ey Âdemoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve isrâf etmeyin. Çünkü O, isrâf edenleri sevmez” (A’raf 31). İsraf, gereksiz şeyleri tüketmek ve kullanmak konusunda olduğu için ve sigara içmek temel bir ihtiyaç olmayan gereksiz bir şey olduğu olduğundan dolayı, sigara içmek de isrâftır ve haram ve günahtır.

 

Ali Erbaş; günümüz dünyâsında insanlığı kuşatan zararlı alışkanlıkların başında sigaranın geldiğini, uyuşturucu maddelere giden yolun sigara ile başladığını, içinde bir-çok zararlı maddeyi barındıran sigaranın, vücûdu yavaş-yavaş imhâ ettiğini, sigara kullanan kişilerin aslında kendi elleriyle sonlarını hazırladıklarını ve soluduğumuz havayı zehirleyerek başta kendisi ve âilesi olmak üzere etrâfındakilerin sağlığını tehlikeye attıklarını söyler. Yine; A’raf Sûresi 157. âyette “Peygamber onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri ise haram kılar” âyetini hatırlatarak; “sigaranın pis ve kötü bir şey olduğu neredeyse tüm insanların ittifâkıyla icmâ oluşturmaktadır” der. Yine; “kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” âyetinin, insanın kendi eliyle kendine zarar vermesinin yasaklandığını ifâde eder.

 

Ali Erbaş; sigaranın, İslâm Dîni’nde, kişinin kendisine, başkalarına ve çevreye verdiği zarârı îtibârıyla "habais" olarak adlandırılan çirkin ve hoş görülmeyen şeyler zümresinden olduğunu söyleyerek, “sigara, habis olduğu ve çok sayıda zarar içerdiği için haramdır” der.

 

Sigaranın özellikleri ve yol açtığı olumsuzluklar dikkate alındığında, haramlığının gerekçeleri arasında bid’at olması, pis, zararlı, uyuşturucu, “başlangıç aşamasında sarhoşluk verici”, yararsız bir oyun ve eğlence sayılması, isrâfa sebebiyet vermesi gibi nedenler ortaya konulur.

 

Sigara içmenin haramlığı şu âyetlere dayanır:

 

Pis şeylerin kullanımı (A’râf, 7/157).

 

İnsanların kendilerini tehlikeye atmaları (Bakara, 2/195).

 

İsrâf (A’râf, 7/31; İsrâ, 17/26-27).

 

Üstelik sosyâl açıdan kullanılmasının uygun olmadığı şu maddelerle açıktır:

 

Ağzı, elbiseyi, bedeni ve mekânı kokutması, dişleri çürütüp sarartması sebebiyle pis;

 

Bağımlılık yapması, bedeni gevşetip uyuşturması, insan sağlığına olumsuz etkileri ve kullanmayanları rahatsız etmesi yüzünden zararlı;

 

Dînî veyâ dünyevî bir faydasının görülmemesi sebebiyle isrâf;

Boş bir oyun ve eğlence olması, insanları Allah’ı zikirden ve namazdan alıkoyan, tiryâkilik yüzünden oruçtan soğutan bir özellik taşıması bakımından kötü bir bid’at.

 

Evet; açıkça görüldüğü gibi, sigara; isrâf, pis, tehlikeli, zararlı ve faydasız olduğu için içilmesi ve kullanılması haram, günah, ayıp, suç ve yasaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »

İkinci Sınıf İnsan Olmak

 

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

 

Şeytanın etkisindeki nefs, kendini çok sever, önemser ve üstün görür. Bu durum yoğunlaştıkça nefsini ilah etmiş olanlar kendilerini birinci sınıf, başkalarını ise ikinci ve üçüncü sınıf insanlar olarak görürler ve görmek isterler. Nefsin etkisiyle ayrıcalık tutkusuna sâhip olanlar, diğerleri ile aynı ve benzer olmamak için -her türlü şerefsizlik dâhil- her-şeyi yapabilirler. Zîrâ nefisler azdıkça-azan bir şeydir ve onu tatmin edip susturmanın etkili yollarından biri de, insanın kendisini birinci sınıf, başkalarını ise ikinci-üçüncü sınıf olarak görmesi ve kabûl etmesidir. Böylece gerçek bir ayrıcalığa sâhip olmamalarının sıkıntısını bu şekilde örtmeye çalışırlar. Kast sisteminin ortaya çıkmasının nedeni de budur. Dünyâ, resmî yada gayrı-resmî olan kast sistemi ile mâlûldür ve buna tek karşı çıkan sistem İslâm’dır.

 

Ana-merkezi Hindistan olan bu kast sisteminde kastlar şu şekilde birbirinden ayrılır:

 

1-Brahmanlar       : Kutsal yazıları (Veda) yorumlayan kişilerdir. Bilginler ve râhipler bu tabakada yer alır.

2-Kshatriyalar      : Askerler, prensler ve üst-düzey mêmurların oluşturduğu bir tabakadır.

3-Vaişyala           : Tüccarlar, toprak-sâhipleri ve çiftçiler).

4-Şudralar           : İşçiler ve köleler.

 

Bir de “paryalar” denilen ve kendilerine dokunulması hattâ onlarla karşılaşılması bile hoş görülmeyen insanlar vardır. Tabi bu sınıflandırmanın Allah katında hiç-bir geçerliliği yoktur:

 

“Bu sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörünüze göre) isimlendirdiğiniz (keyfi) isimlerden başkası değildir. Allah, onlarla ilgili ‘hiç-bir delil’ indirmemiştir. Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) hevâ(istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uyuyorlar. Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir” (Necm 23)

 

İnsanları sınıflara ayıranların yine insanlar olması çok saçmadır. Bunu neye göre yapıyorlar ki?. Elbette bu sınıflandırmayı, genelde hak etmeden kazandıkları -daha doğrusu ele geçirdikleri- paranın miktârını, serveti ve zenginliği merkeze alarak yapıyorlar. Çünkü parsayı bulduktan sonra ev, eşya, yaşanılan muhit, araba, güzel kadın ve yakışıklı erkek, sağlık-sıhhat, eğitim, bilgilenme, iş, para kazanma, meslek, kariyer, şöhret, şehvet, servet, siyâset vs. her türlü farklılık ardından geliyor. Öyleyse birinci sınıf insan olmak paraya-servete ve parayla elde edilebilen şeylere çokça sâhip olmak demek iken, ikinci ve üçüncü sınıf insan olmak ise, daha az para elde edebilmek ve parayla elde edilen imkânlara daha az sâhip olmak demektir. Yâni aslında servetiniz çoğaldıkça sınıfınız yükseliyor, azaldıkça düşüyor. Böylece insanlar genel anlamda “birinci sınıf insanlar” ve “ikinci sınıf insanlar” olarak ikiye ayrılıyorlar.     

 

Tabi bu ayrım, şeytanın fısıltılarına ve ayartmalarına kanan ve kendini bir bok zanneden insanların yaptığı bir sınıflandırmadır ve câhil insanlar arasında geçerli gibi görünse de, Allah katında ve ferâset sâhibi mü’minler açısından geçersizdir ve hiç-bir değeri ve anlamı yoktur. Bu sınıflandırma, insanların kendi-kendilerine yaptıkları bir üstünlük gösterisi, bir övünme yarışıdır:

 

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

 

Bilin ki, (tek-başına âhiretsiz) dünyâ-hayâtı ancak bir oyun, (eğlence türünden) tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir çoğalma-tutkusudur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 

Fakat Allah bu sınıflandırmayı zinhar kabûl etmez ki zâten vahiylerini bu nedenle indirmiştir ve peygamberleri bu nedenle göndermiştir. İslâm’ın vâr olması işte böyle şerefsiz sınıflandırmaları yıkmak ve değiştirmek içindir. Zîrâ Dünyâ’da ortaya çıkan tüm adâletsizlikler, eşitsizlikler, haksızlıklar, ahlâksızlıklar, şirk, küfür, nifak, fitne, fesat, haram, günah, ayıp, suç ve şerefsizlikler işte bu keyfî sınıflandırma nedeniyle çıkmaktadır. Şeytanın ve nefsinin iti-köpeği olmuş olanların kendilerini bir bok zannederek üstün ve ayrıcalıklı görmeleri, maddî imkânlara sâhip olmaları ve bu imkânları hakkıyla paylaşmadıkları için tekelleştirmeleri nedeniyle -görece- bir farkın ortaya çıkması nedeniyle bir sınıflandırma yapılmakta ve insanlar kastlara ayrılmaktadır.

 

Allah katında ve mü’minlerin gözünde ise üstün insan, Allah korkusuna ve sorumluluk bilincinden dolayı sağlam bir îmâna sâhip olan  “takvâlılar”dır:

 

“Ey insanlar!; gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

Allah katında birinci sınıf insan takvâlı insandır ki bu sınıf farkı Dünyâ’da diğer insanlardan yeme, içme, giyme, gezme gibi farklar oluşturmaz. Takva; bilgi, bilinç, îman, amel, eylem ve davranış ile ilgilidir. Hattâ takvâ-sâhipleri yâni Allah katında birinci sınıf insanlar, Dünyâ’da insanları sınıflandırmaya ve böyle bir sınıflandırma yapanlara karşıdırlar.

 

İslâm’a göre birinci sınıf insanlar; Allah, âhiret, gayb, vahiy-Kur’ân, peygamber-Sünnet, hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve tevhid yâni İslâm-merkezli yaşayanlar ve tüm hayatlarını buna adayanlardır. Âlemleri yaratan Allah’a, âhirete, vahye yâni İslâm’a göre yaşamayanlar ise “ikinci sınıf insanlar”dır. Fakat baştaki âyette de denildiği gibi, İslâm’da “rızıkta eşitlik” ilkesi esas olduğu için, yeme, içme, giyme, gezme vs. konularında peygamberler dâhil hiç kimse ayrıcalıklı da değildir ve ikinci sınıf da değildir. Öyle ki Peygamberimiz namaz sırasında ve süresince, imam olduğunda dolayı diğer insanlardan bir adım önde dursa da, namaz bitiminde aynı saftadır ve onlardan bir farkı yoktur. Bir keresinde Medîne’ye Peygamberimiz ile görüşmeye gelen bir heyet mescide girip de herkesin birbirine benzer giyindiği ve karışık oturduğunu görünce Peygamberimiz’i tanıyamadıkları için, “hanginiz Muhammed” diye sormuşlardı. Çünkü Peygamberimiz ile mü’minler arasında fark yoktur, olamaz. Zîrâ İslâm’da liyâkat, ehliyet, tecrübe ve yetenek önemlidir ama kast sistemi ve sınıf farkı yoktur.  

 

Târih; üst-sınıf ile orta-sınıfın iktidar mücâdelesidir. Alt-sınıf ise sürekli olarak bu tepişmenin faturasını öder. İşte Allah bundan râzı değildir ve İslâm bu nedenle vardır. Çünkü Allah takvâlı insanları önder yapmak ister ki elbette “Allah katında üstün olanların” Dünyâ’da iktidar olması doğal ve normâldir:

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

Diyorlar ki “oy kullanmayanlar ikinci sınıf vatandaştır”. Bu söz liberâl-demokrasiye göre doğrudur. Evet; oy kullanmayanlar ikinci sınıf vatandaştır. Fakat oy kullananlar da “üçüncü sınıf kuldur”lar. Çünkü Allah’a âit olması gereken yasama hakkını, nefsine tapanlara vermektedirler.

 

Lâik, seküler, demokratik ülkelerde oy verilenler birinci sınıf, oy verenler ikinci sınıf vatandaştır. Demokrasilerde, ikinci sınıf olanlar, birinci sınıf olacak olanları seçerler ve belirlerler. Ne kadar ilginç değil mi?. Aslında birinci sınıfları belirleyenler ve onların birinci sınıf, kendilerinin ise ikinci sınıf olmasını belirleyenler ve kabûl edenler “ikinci sınıf” olanlardır. Birinci sınıf olanlarda bir kibir, gösteriş ve tepeden bakma varken, ikinci sınıf olanlarda ise bir eziklik, düşüklük, zayıflık ve düşüklük kompleksi vardır. Hattâ ikinci sınıf olarak görülenler bu açığı kapatmak için ve birinci sınıf olanlar gibi olabilmek için gerçek yada dijitâl paraları bol-bol harcama yoluna giderler ki o eziklikten bir nebze de olsa kurtulabilsinler. Ne kadar da zavallıca bir düşünce ve davranış. Eğer siz birinci sınıf olarak görülenlerin sâhip olduğu şeylere ihtiyaç duyuyorsanız, zâten siz baştan kaybetmişsiniz demektir. O eziklik sizden hiç ayrılmayacak demektir.

 

Allahsız-seküler devletler, ayrıcalıklı sınıfların temsilcisidir. Zâten seküler devletleri kuranlar ayrıcalıklı(!) sınıflardır. Seküler sistemlerde çoğunluğu oluşturan insanlara verilmiş tek bir hak vardır, o da; “hâkim sınıfı alkışlama hakkı”dır. Seküler devletlerde birinci sınıf olanlar için (para-merkezli olduğu için) her-şey kolaylaşmıştır. İyi bir konumda, güzel bir plân-proje ve kaliteli malzeme ve işçilik ile yapılmış sağlam ve gösterişli evlerde kaliteli eşyâlara sâhip olmak, iyi ve sağlam arabalara binmek, iyi eğitim almak, sağlıklı olmak, sağlıklı ve iyi eğitimli olmanın bir sonucu olarak iyi bir iş, kazanç, makâm, mevkî ve unvân elde etmek, güzel kadınlarla ve yakışıklı erkeklerle evlenmek, yine zekî çocuklara sâhip olmak, Dünyâ’yı bol-bol gezebilmek vs. sünnetullah gereğince çok olasıdır. Bunlar, Allah birinci sınıf insanları çok sevdiği ve onlara yollarını açtığı için değildir. İmtihan dünyâsında olunduğu ve “Allah’ın tüm kâinâta koyduğu yasalar” demek olan sünnetullah gereğince böyle olmaktadır. Dominonun taşları devrilmeye başladığında arkası gelmektedir. Dominonun taşları artı yada eksi yönde bir kere devrilmeye başlayınca artık hep o istikâmette devrilmektedir. Olan şey budur. Tâ ki İslâm işe el atana kadar. Fakat bu da, ikinci sınıf olarak görülen insanların, İslâm ile bilgilenip-bilinçlenmesi ve bir eleştiri, îtirâz, isyân ile ve sert bir hareketle dominonun taşlarının arasına yumruğunu vurması ve yıkılmasını durdurmasıyla olacak bir şeydir.

 

Seküler devlet birinci sınıf olanlar için -ki bunlara kısaca “zenginler” diyebiliriz- her olanağı hazırlamıştır ve onlar için her imkân vardı. Onlar doğumdan ölene kadar farklı ve ayrıcalıklı yaşarlar. Özel hastânelerde özel doktorların eşliğinde doğarlar, lüks evlerde yaşarlar, lüks arabalarla ve ulaşım araçlarıyla yolculuk yaparlar, özel okullar, özel hastâneler, özel muâmeleler, güzel yemekler, içecekler, giysiler, işler, bol paralar vs. içinde konforlu bir hayat sürerler. Üstelik devletin genel halk için sağladığı sıkıntılı ve sonuç alınamayan hastane, okul, iş, ulaşım vs.lerle falan uğraşıp da sıkıntıya girmezler. İkinci sınıf ise  birinci sınıf olanlar gibi muâmele görmek için, eğer varsa, uzun zaman boyunca biriktirdikleri paraları harcamak zorunda kalırlar. Meselâ bir sağlık sorunu nedeniyle devletin halka sağladığı olanaklar her zaman yetersiz olduğu için, sıkıntılar içinde olan ikinci sınıf insanlar, devlet hastânelerinden sonuç alamayınca özel hastânelerde para harcamak zorunda kalarak birinci sınıf muâmele görmeye hak kazanırlar ve sorunları da genelde kolayca geçiverir de ızdıraptan kurtulurlar.      

 

İnsan özel muâmele görmeyi ve ayrıcalıklı birinci sınıf insan olarak kabûl edilmeye ne kadar da düşkündür. Öyle ki Allah herkesi -hâşâ- birer ilah olarak yaratsaydı bile, bu ilah-insanlar, yine “birinci sınıf ilahlar” ve ve “ikinci-üçüncü sınıf ilahlar” olarak ayrılırlardı. Tabi yine Allah’ı hiç hesâba katmazlardı da O’nu ikinci-üçüncü sıraya koyarlardı. Fakat “Allah’ı ikinci sıraya koymak”, affedilmeyecek tek günah olan “şirk”tir ki şirk işte budur.

 

Peki çâre nedir?. Çâre şudur; Allah vahiylerini seçtiği bir peygambere gönderir ve onun üzerinden de Allah’ın emir ve yasakları tüm insanlara duyurulur, yâni Allah vahiy nîmetini insanlara tek bir kişi üzerinden dağıtır. “Tekten çoğa” doğru bir yol izlenir İslâm’da. İşte aynen bunun gibi; Allah mal-mülk nîmetini de bol-bol verdiği insanlar üzerinden dağıtmak ve tüm insanlara ulaştırmak ister. Bu hem imtihan hem de bizim tam olarak idrâk edemeyeceğimiz nedenlerden dolayı böyledir. O-hâlde yapılması gereken şey, kendilerine bol rızık verilenlerin zekatlarını, hayırlarını, sadakalarını, infaklarını tam olarak yapmaları ve “rızıkta eşitlik”i sağlamalarıdır. Bunu ya seve-seve yada … yapacaklardır:

 

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; (fakat) üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

Devamını Oku »

29 Nisan 2024 Pazartesi

Popüler Olanın Peşine Takılmak

 

“Ey insanlar!; yeryüzünde olan şeyleri helâl ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır” (Bakara 168).

 

Popüler: “Kalabalıkların, yığınların beğenisine uygun, halkça tutulan, beğenilen, ünü çok yaygın olan, herkesçe tanınan”. Bu sözcük Latince aynı anlama gelen “popularis” sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Latince populus “halk, kamu, cumhur” sözcüğünden “+ari° ekiyle türetilmiştir.

 

Sünnetullah ve imtihan gereğince ortaya çıkan şeytan, insanları çeşitli şekillerde kandırır. Şeytan insanları en çok, basit şeyler üzerinden kandırır. Zâten herkesi tek-tek kandırmasına da gerek yoktur, Koyun misâli; koyunlardan bir-kaç tânesini kandırdığında ve yönlendiğinde, onları gören diğer koyunlar hemen peşlerine takılacaklardır. Şeytanın insanları kolayca kandırma yöntemlerinden biri de, insanları “popüler olanın peşine takmak”tır.     

 

Modernizmin “popüler kültür ve heves uygarlığı”dır ve hayâtiyetini popüler olandan, insanların hevâ ve heveslerinden alır ve yine bu yolla devâm ettirir. Modernizm, gerekli-gereksiz her-şeyi popülerleştirir, ayağa düşürür ve halkın aşırı şekilde kullanımına açar.

 

Popüler olan şeyler, insanların nefislerine yada çâresizliğine yöneliktir. Popüler olan furya şeklinde ortaya çıkar ve koyun misâli herkes zevk almak yada menfaat sağlayabilmek adına popüler olanın peşine takılır.

 

Popüler olan abartılırdır ve abartılı olmak zorundadır. Çünkü halk yâni populus, popüler olana dikkat kesilir ve popüler olana odaklanır.

 

Popüler olan basittir, basit olmak zorundadır. Çünkü halka yönelik olan şey basit olmalıdır. Popüler olan şey üstün niteliklere sâhip olduğu için değil, “halka göre” olduğu içindir. Fakat halka göre olması halkın yararına değil, daha çok zararınadır. Çünkü popüler olan şey ahmaklaştırıcıdır. Zîrâ popüler olan şey düşünceyi, akletmeyi, tecrübeyi, haramı, günahı, suçu, adâleti ve ahlâkı blôke eder. Popüler olan şey, bir-an önce sâhip olunması ve peşinden gidilmesi gereken şeydir. Popüler olandan uzak kalmak ve popüler olana ulaşamamak halk için büyük bir tâlihsizlik, eziklik ve haksızlık olarak görülür. Çünkü popülarite “herkesin sâhip olduğu, herkesin yaptığı ve herkesin peşlinden gittiği şey iyidir” anlayışı ve düşüncesi (daha doğrusu düşüncesizliği) ortaya çıkarır.  

 

Popüler olan en iyisi, en doğrusu, en kullanışlısı, en sağlamı, en dayanıklı olanı, en güzel ve en estetik olanı, en faydalısı ve en ucuzu falan değildir. Tam-aksine popüler olan şeyde bunlar yoktur ve olmaz. Çünkü popüler olan “geçici ve değişen” olmak zorundadır ki biraz sonra popüler olan eskisin ve yeni bir popüler ortaya çıksın.

 

Popüler olanı desteklemek için bir bilince gerek yoktur. Popüler olan bir üründen başka popüler bir düşünceyi, fikri, ideolojiyi, inancı vs. desteklemek için aklı-mantığı işletmeye gerek olmaz. Herkes nasıl yapıyorsa yâni popülasyon nereye nasıl gidiyorsa onu tâkip etmek yeterlidir.

 

Popüler olmak çok kolaydır. Popülasyon neye yönelmişse, o şey doğru ve güzel olarak kabûl edilir. Halk yâni populus ne yiyor, içiyor, giyiyorsa, nereleri geziyorsa, ne alıyor ve satıyorsa, hangi işleri yapıyorsa, popüler furyalardan nemalanmak istiyorsa, nasıl konuşuyorsa, neleri okuyor ve yazıyorsa, neyi izliyor ve tâkip ediyorsa, neyin hayâlini kuruyorsa ve nasıl davranıyorsa tüm halkın aynı-şekilde, popüler olanı tâkip etmesi yeterlidir. Zâten farklı olan bir şey düşünüyorsanız, farklı bir şey konuşuyorsanız, yazıyorsanız ve yapıyorsanız halk tarafından a-normâl olarak görülmeye başlarsınız. Popüleri tâkip etmenin kaçınılmaz sonucu budur. Kendi koyunluklarına bakmayanlar sizin boş işlerle uğraştığınızı düşünecektir. Öyle ya; siz nasıl olur da popülasyondan ve popüler olandan farklı yer, içer, giyinir, gezer, okur, konuşur, yazar ve davranırsınız?. Hele yaptıklarınızı din-merkezli olarak yapıyorsanız eyvah!; siz gerici bir yobaz, orta-çağ karanlığına gömülmüş bir câhil ve şiddeti savunan bir teröristsinizdir.    

 

Popüleri bilmeye-anlamaya gerek yoktur. Popüler bir şeye sâhipseniz onu “biliyor” sayılırsınız. Modern insan, hiç-bir bilgisi olmamasına rağmen mevcut ve popüler olan şeye yalakalık yapmayı ve ona ne pahasına olursa-olsun sâhip olmayı, o şeyi “bilmek” zanneden kişidir.

 

Modern insan, popüler olan her-şeyi zihnine ve hayâtına yansıtmaya başlıyor. O şey isterse şerefsizce ve ahmakça olsun fark-etmiyor. Bir şey popüler olunca, o şeyin küfür, şirk, nifak, fitne, fesad, günah, haram, ayıp, suç, adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, merhâmetsizlik, vicdansızlık ve ahmaklık içermesi sorun olarak görülmüyor. “Popülerse yâni insanların çoğunun yöneldiği şey iyidir, hoştur, doğrudur” anlayışı modern insanın dîni olmuştur. Önemli olan şey popüler olana sâhip olmaktan başkası değildir. Bu nedenle de popüler olanın eleştirilmesi ve ona îtirâz edilmesi, zinhar mümkün olmadığı gibi, bunun düşünülmesi bir saçmalık olarak kabûl edilir. 

 

Modern insanın ve popüler zihniyetin âdetâ taptığı şeyler vardır. Okul, başarı ve popüler çok kazançlı işler. Aslında bunlar, insanın hayâtı ıskalamasına neden olan üç etkendir. Popüler olan dünyevîleşmeye yöneltir fakat aslında hayâtın ıskalanmasına neden olur. Zîrâ popüler olna, hayâtın “gerçekten” yaşanmasının önüne geçer.

Popüler olan, çok saçma, anlamsız ve uçuk-kaçık şeylere inanmaya neden olur. Özellikle modern-bilim ve teknoloji, insanların olmayacak şeyler için “neredeyse olacak ve olmak üzere” gibi bir beklentiye bile sokar. Meselâ modern bilim ve teknoloji, “bilinçsiz zekâ”nın (yapay zekâ) peşinde. Öyle ki, modern insan, yapay zekâyı Allah’ın yarattığı mûcizevî insandan daha popüler ve üstün görmeye başlamıştır ve yapay zekâyı tam bir îman-güven ve hûşû ile tâkip etmektedir.

 

Popüler demek, “insanların çoğunluğuna uymak” demektir. Fakat bu, insanların zannettiği gibi doğru bir yol ve tutum değildir. Zîrâ Allah, çoğunluğun gittiği yolun sapık ve saptırıcı olduğunu söyler:

 

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »

Kızmak ve Kızdırılmak Üzerine

 

“Şüphesiz küfredenlere de (şöyle) seslenilir: ‘Allah’ın gazaplanması, elbette sizin kendi nefislerinize gazaplanmanızdan daha büyüktür. Çünkü siz, îmâna çağrıldığınız zaman inkâr ediyordunuz” (Mü’minûn 10).

 

Kur’ân’da Allah’ın kızdığı ve kızmadığı şeyler, O’nun “sevdiği ve sevmediği şeyler” olarak söylenir. Çünkü Allah’ın bir şeye insanlar gibi öfkelenip köpürmesi ve kızması düşünülemez. Allah’ın hem Cemâl ve Celâl ismi, hem de Rahmân-Rahîm ve Müntakîm (intikâm alan) isimleri vardır. Yoksa Allah mistiklerin, ezoteriklerin, bâtınîlerin, tasavvufçuların, gevşemiş ve yavşamış olanların  ve kendini bilmezlerin zannettiği gibi ne yaparsanız-yapın affedici olan pasif bir ilah değildir. Allah elbette bir şeye kızabilen bir İlah’tır. Allah’ın indirdiği tüm vahiyler ve gönderdiği tüm peygamberler, adâletsizliğe, eşitsizliğe, merhâmet ve vicdansızlığa, haksızlığa ve ahlâksızlığa, şirkle, küfre, nifaka, fitneye, fesada, günaha, harama, ayıba, suça ve şerefsizliklere kızmasının bir sonucudur. Allah’ın râzı olduğu şeyler “sevdiği şeyler” iken, râzı olmadığı şeyler ise “kızdığı ve sevmediği şeyler”dir.

 

Peygamberler de böyledir. Peygamberler Allah’ın râzı olduklarını seven ve râzı olmadıklarına kızan ve düşman olan insanlardır. Evet; peygamberler de insandırlar ve onlar da kızarlar. Yoksa onlar câhillerin sandığı gibi ne olursa-olsun her-şeyi sâkince ve hiç tepki vermeden karşılayan pasif kişiler değildir. Peygamberler kerîm öfkelere sâhip olan, hakkın ve hakîkatin yılmaz savunucularıdır. Bu nedenle de kızdıkları şeyler vardır ve  zâten hayatları boyunca da mücâdeleleri kızdıkları şeye karşı olmuştur. Tabi bu-arada kendileri ve onlarla birlikte olanlar da kızdırılmıştır ve kızmışlardır. Çünkü kızmak ve kızdırılmak her zaman olmuş ve olması gereken bir şeydir, belli bir ölçüde doğal ve normâldir. Asıl doğal ve normâl olmayan şey, ne  olursa-olsun ilgisiz ve tepkisiz kalarak hiç-bir şeye kızmamaktır.

 

Tabi öfke ve kızgınlık insanı yıpratan bir şey olduğu için hem kızmaya neden olan şeyi ortadan kaldırmak için ne gerekiyorsa yapılmalı hem de kişisel olarak bâzı tedbirler alınmalıdır. Peygamberimiz’in bu konudaki tavsiyelerinden biri şöyledir: “Gazap, şeytandandır, şeytan ateşten yaratılmıştır, ateş ise su ile söndürülür; biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın”. Yine; “kızgın ve öfkeli insanın sâkinleşmesi için ayakta ise oturması, oturuyorsa uzanmasını” tavsiye eder.

 

Dünyâ Dünyâ’dır ve cennet değildir. Dünyâ’da genelde işler yolunda gitmez. Târih boyunca sâdece bâzı peygamberlerin zamânında işler mutlak anlamda değil ama genel anlamda yoluna girmiştir ama o zaman bile insanı kızdıracak ve kızılacak bir-çok şey olmuştur. Demek ki kızmak ve kızdırılmak kaçınılmazdır. Zîrâ sünnetullah ve imtihan nedeniyle Dünyâ’da her zaman olaylar, sorunlar ve musîbetler olacaktır ve bunların çoğu insanı kızdıracak şekilde olacaktır.

 

Peki böyle olmasına rağmen insanların çoğu niçin kızmaya ve kızdırılmaya karşıdır ve hiç sorunsuz, dertsiz ve tasasız bir hayâtı özler?. Çünkü insanların çoğu câhildir ve bencildir. Zîrâ onlar Allah’ın râzı olduğu Kur’ân ve Sünnet yolunda olmadıkları için zihinleri hakîkat ile inşâ olmamıştır ve uydurma şeylerle dolmuştur. Dîni hesâba katmayan yada takmayanlar ise insanı, aklı, maddeyi, eşyâyı, hümanizm’e taptıkları ve “cenneti Dünyâ’da kurma cinneti”yle mâlûl oldukları için, dertsiz-tasasız, sâkin, zevk, neşe, haz, huzûr ve refah içinde bir hayâtı özlerler ki günümüzde buna modern müslümanlar da dâhil olmaya başlamışlardır. Zîrâ dediğimiz gibi, zihinleri Kur’ân ve Sünnet ile inşâ olmamış ve nerede câhil ve bencil şeytanlar ve tâğutlar varsa onları izlemişler ve onların peşlerine takılmışlardır. Bu-bağlamda meselâ lâik-seküler Türklerin zihinlerini eski günler ve Allahsız düşlünceler ve uygulamalar inşâ etmişken, Türk müslümanları ise muhâfazakâr parti lîderleri ve yine muhâfazakâr târikat-tasavvuf merkezli yine muhâfazakâr cemaatler inşâ etmiştir. Bunlar Türk insanına sürekli olarak güzel, iyi, mutlu-mesut günlerin vaâdini vermişler, sünnetullahı ve imtihanı hesâba katmadıkları ve zâten bunun câhili oldukları için onları bilinçlendirememişlerdir.

 

28 Şubat sürecinden sonra sivri yerleri törpülenen, gazları alınan ve iyice bir korkutulduğu için gevşeyen ve yavşayan Türk müslümanlara, AKP-FETÖ iş-birliği içinde sürekli olarak her-şeyin yolunda gittiği ve gideceği umûdunu ve vaâdi verilmiştir. Zâten bu iki kaderci grup, her-şeyin mutlak anlamda Allah tarafından yazılan senaryo gereğince iyi olduğu ve olacağı düşüncesini aşılayarak zihniyetleri bozmuşlardır. Artık bu insanlara göre her-şey yolundadır ve yolunda olacaktır. Çünkü ne de olsa Allah kaderi önceden yazmıştır ve AKP-FETÖ iş-birliği Allah’ın Türk insanına ama daha çok da Türk müslümanlarına bir lütuf olmuştur. Sonunda da bu insanlar tarafından her-şey yolunda gitmektedir. Bu nedenle de kızmaya ve kızdırılmaya gerek yoktur. Lâkin günler geçmiş ve sünnetullah ile imtihan devreye girip de bunlar birbirlerine düşlünce birbirlerine karşı müthiş bir öfkeye kapılınca, hem kızma hem de kızdırma yarışına girmişlerdir. Sonunda da herkes bir taraflara savrulmuştur.  

 

Kızmak ve kızdırılmak istemeyenler bunu nasıl isteyebiliyorlar, anlaşılır gibi değil. Meselâ günümüzde İsrâil’in yaptıklarına bakınca kızmıyor musunuz?. İsrâil sizi kızdırmış olmuyor mu?. İnsanların orada aç, susuz, çıplak, evsiz kalmaları ve yaralanıp ölmeleri karşısında da sâkin ve huzûr içinde misiniz yâni?. Bir müslümanın adâletsizlik, eşitsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, merhâmetsizlik, vicdansızlık, şirk, küfür, nifak, haram, günah, ayıp, suç ve şerefsizlikler karşısında kızmaması ve bu yüzden de karşısındakini kızdırmaması da ne demek?. Ne yâni; o derece mi gevşediniz ve o kadar mı yavşaklaştınız!.

 

Öfkeye ve kızmaya neden olan şeyin ortadan kaldırılması ve sorunun düzeltilmesi önemlidir, yoksa sorun ortada öylece duruyorken öfkeyi yenip de sâkin-sâkin durmanın bir yararı yoktur.

 

Dünyâ târih boyunca hiç-bir zaman cennet olmamıştır ve olmayacaktır da. Çünkü Dünyâ bir imtihan, zorluk, mücâdele kızma ve kızdırma-kızdırılma alanıdır. Zâten ancak bunun mücâdelesini en iyi şekilde verenler cenneti hak edeceklerdir. Yoksa hiç-bir dert, tasa, sıkıntı olmadan ve zevk, neşe, haz, huzûr ve sevinç içinde yaşanan Dünyâ’nın sonu ancak cehenneme çıkar, cennete değil. Zîrâ öncekilerin ve şimdikilerin yaşadığı zorlukların benzerini siz de yaşamadığınız müddetçe cenneti hak edemezsiniz. Allah bu konuda bizi şöyle uyarır:

       

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

“Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah’tan ve Resûlü’nden ve mü’minlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah ‘bilip (ortaya) çıkarmadan’ bırakılıvereceğinizi mi sandınız?. Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (Tevbe 16).

 

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin!, şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).

 

Sünnetullah ve imtihan gereğince kızmak ve kızdırılmak kaçınılmaz bir şeydir ve ondan kaçmak mümkün değildir. İsteseniz de istemezseniz de bir şeylere kızacak ve birileri tarafından kızdırılacaksınız.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »