12 Kasım 2015 Perşembe

Müslümanların Modern Eğitim Furyası


Âlemlerin Rabbi Allah’ın, melek Cebrâil vâsıtasıyla, âlemlere Rahmet Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (sav) “yedi kat gökler”den gelen kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in bir bilgiden bahsetmemesi; bir anlam-idrâk-bilinç ortaya koymaması düşünülemez. Çünkü Kur’ân, bir soyut sezgi-duygu değil, zihne-kâlbe-hayâta hitâp eden somut bir kitaptır ve içindeki sözler-mesajlar da kişinin zihnine-irdâkine ve kâlbine hitâp eden mesajlar taşır. Bu mesajların, kendini “îman eden” olarak tanımlayan tüm mü’minlerce okunup incelenmesi ve onu idrâk ederek bir bilince ulaşılması istenir: “Neden Kur’ân'ı araştırıp incelemezler? Yoksa kâlpleri-beyinleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed 24). İşte, âyetin de belirttiği gibi, mü’minlerin, Kur’ân’ı okuyup incelemeleri, bir bilgi ve bilince ulaşmaları îman etmiş olmanın ya da sağlam bir îmâna ulaşmanın olmazsa-olmaz şartıdır. Okuma-yazması bulunmayanlar bu bilgi-bilince birilerini ya da bir şeyleri dinleyerek ulaşacaklardır. İnsanlar, bilgi olmadan sâdece duygularıyla-güdüleriyle hareket edebilecek bir varlık değildir zîrâ. İnsanı diğer varlıklardan ayıran etken de budur zâten.

İşte bu nedenlerden dolayı insanlar târih boyunca ister dînî, isterse dînî olmayan konularda bilgilenmeye ve hayatlarını bu bilgiye göre düzenlemeye çalışmışlardır. Dînî alanda eski zamanlarda insanların çoğu okuma-yazma bilmediği için, bir “bilen” etrâfında toplanmış, bilgiyi o kişiyi dinleyerek almışlardır. Okuma-yazmayı bilmeyen günümüz insanı bu bilgilenmeyi artık televizyon-radyo gibi araçlarla sağlayabilmektedir. Zâten post-modern zamanlarda bu tür cihazlar-aletler o kadar çoğaldı ve gelişti ki, bilgiye ulaşmak artık işten bile değildir. Günümüzde bilgisayar-internet ve hattâ cep telefonundan bile insanlar artık bilgiye kolayca ulaşabiliyor.

Fakat bir sorun var… Bilgiye ulaşmak, bilince de ulaşmak demek değildir. Bilgili olmak tek-başına yetmez, “bilgelik” lâzım. İnsanlar kuru bilgiye ulaşmayı çok matah bir şey zannediyorlar ve özellikle sosyâl medyada bu bilgileri paylaşarak (ya da doğru ifâdeyle, bilgiyi piç ederek) kendilerini tatmin (ya da orgazm) etme yoluna kapılıyorlar. Bu bilgiler “harekete geçirmeyen bilgiler” olduğu için hiç-bir sorumluluğu da yok. Artık cihazın ve internetin hızı-sınırı onların bilgi derecesini gösteriyor.

Kur’ân, işte bu mevcut bilgilenme şekline îtirâz ederek, bilince ve dolayısıyla eyleme dönecek olan bilgi-türüyle geliyor ve insanların bu kitaptaki bilgilerden sorumlu olduğunu söylüyor. Bilgiden sorumlu olmak, o bilgiyi üretmeyi ve dolayısı ile bilince dönüştürmeyi ve hem diğer insanlara hem de hayâta aktarmayı gerektirir. Kur’ân’ın değerini bilmeyenler ve o bilgiye-bilince îtibâr etmeyenler modern bilgi çöplüğünde oyalana-dursunlar; bizim mahâllenin çocukları olan müslümanlar da bu tarz bilgilenme şekline adapte olup, “salt bilgilenmeyi amaç edinme”ye başladılar. Sürekli bilgi biriktiriyorlar. Biriktirdikleri bilgi eğer zihinlerinde-kâlplerinde birikse bu iyi bir şey olabilirdi, bir-gün açığa çıkma umûdu olarak değerli olabilirdi, fakat biriktirdikleri bilgileri elektronik hâfızlardaki gibi sâdece biriktiriyorlar ya da harddisklere kopyalıyorlar. Bu nedenle de bilgilerinin çokluğu harddisklerin hacmiyle orantılı oluyor. Fakat buradaki bilgiler bir-türlü bilince dönüşüp eyleme geçmiyor. Zâten harddiskten bir bilinç-eylem ortaya koyması da beklenemez. Bilince dönüşen bilginin eyleme geçmemesi düşünülemez. Bilinç eyleme zorlar zîrâ. Bilince geçmemesinin nedeni, bilgisini bilince geçiren kişinin ön-hissetmesi (apriori) olarak bildiği, değiştirmek zorunda kalacağı hayat-tarzıdır. Bu, büyük vaz-geçişleri de berâberinde getirir. Tabi bu, büyük bir zorluk taşır. Bu zorluğu hissedenler ve dolayısıyla göze alamayanlar bu vaz-geçişleri yapamazlar.

Modern müslümanlar da özellikle 2. Dünyâ-savaşından sonra bir “furya” başlattılar. Salt bilgilenme furyası. Haftalık toplantılar, dernekler, sohbetler vs. ile bir bilgilenme sürecine girdiler. Yine söyleyelim ki bilgilenme, arkasından bilinç ve eylemi getiriyorsa sorun yok ve hattâ olması gereken şey budur. Fakat bu iş öyle bir duruma geldi ki, bilgilenme sâdece “salt bilgilenme” için, “bilgi-merkezli” yapılmaya başlandı. Bir yemeği “yemek için” yapabilirsiniz ama, bilgiyi sâdece bilgilenmek için yapamazsınız. Çünkü vahyin  bilgisi, bir amaca mâtuf olan bilgidir. Tüketip atılacak bir şey değildir. Müslümanların başlattığı bilgilenme tarzı, zamanla kitap-sünnetten de kopmaya başladı ve sekülerleşti ve bu durum hızla çığırından çıktı-çıkıyor. O kadar bilgilenmeye rağmen değişen bir şeyin olmaması, yapılan şeyin değersizliğini-başarısızlığını ve bir işe yaramadığını-yaramayacağını gösteriyor. Allah bize: “Bilgi biriktirin, olanca gücünüzle bilgi biriktirin ki Ben kimin bilgisi daha fazla ise o kişiyi en üst cennete koyacağım, az ya da hiç bilgisi olmayanlar ise ebedî cehenneme gideceklerdir” demiyor ki!. Aynı şey, sonu gelmez ve beş para etmez sohbetler-muhabbetler için de geçerlidir. Bilgilene-bilgilene, sohbet ede-sohbet ede, dernek kura-dernek kura cennete girileceğini zanneden aptallarla doldu İslâm âlemi. Oysa İslâm dünyâsında toplumsal yaşamın nabzı camide atar. İslâm’i hareketin kâlbi târih boyunca hep mescid olmuştur. Bu dernekler, “sivil toplum kuruluşu”dur ki direkt devlete bağlıdır. Bu nedenle de devletin borusunu öttürürler. Farklı sesler çıkarttığında da devlet hemen keser ve susturur bu sesleri. Bu kadar çirkefliğin içindeyken bile böyle düşünmeleri, yaptıklarını çok doğru görüp iyi bir şey yaptıklarını zannetmeleri acınası bir durumdur. Allah da bu durumu şöyle eleştirir: “De ki: "Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?" Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104). Bilgilenme sürecinden sonra bilince ve  dolayısı ile eyleme geçemeyen 2. dünyâ-savaşı sonrası müslümanları, Allah’ın sünnetullahı ve bir cezâsı olarak, İslâm düşmanı toplumların, tağutların ideolojilerine entegre olarak eklemlendiler ve artık onların güdümünde düşünüyor, konuşuyor, edip-eyliyorlar. Onların ilahlığında yaşıyorlar yâni. Çünkü Allah’ın belirlediğine göre değil de tağutun belirlediğine göre yaşamak, “onun gösterdiği yolda yürümek” demektir ki, bu, o mercînin ilahlaşması demektir.

Peki modern müslümanlar ne yapıyorlar? Hemen söyleyelim ki; yapılması gereken şeyleri yapmayanlar, yapılmaması gereken şeyleri yapmaya başlarlar. İşte post-modern müslümanlar da bu şekilde boş işlerle uğraşıyorlar. Hiç-bir yaraya merhem olmayacak işler için heyecanlanıyorlar. Uğraştıkları işler, müfredatlar, hedefler, zannettiklerinin aksine  İslâm’ın uğraşları-işleri-müfredatları değildir. Yâni yaptıkları şeyler İslâm-merkezli ve kökenli değildir. Peygamber örnekliği de yoktur yaptıklarında. Yaptıkları çalışma şekli olan seküler (din-dışı) batı-merkezli çalışmaları İslâm’i çalışmalar zannediyorlar. “Bu yaptığınız işin İslâm’i dayanağı nedir” diye sorduğunuzda Kur’ân’dan ya da Sünnetten bir örnek de getiremiyorlar. Çünkü yaptıkları çalışmalar İslâm’i değil, batı-merkezli, laik/seküler/demokratik/liberâl/kapitâlist/konformist/modernist/parti-merkezli çalışmalardır. Müfredatlarını İslâm-Kur’ân değil, bu modern görüşler belirliyor çünkü.

Meselâ ne yapıyorlar? Bir-türlü anlayamadığım ve kaynağını İslâm’da bulamadığım bir şey yapıyorlar: Çocuk ve kadın eğitimi için özel günlerde özel sohbetler, özel dersler. Peki Kur’ân’da böyle bir emir, böyle bir istek ve öneri mi var? Ya sünnette? Kadınların ricâsını kıramayan Peygamberimiz, haftanın bir gününde kadınlara öğütler anlamında bir zaman sohbetler yapmıştır fakat bunu İslâm’i bir yükümlülük olarak yapmamıştır. Çünkü Peygamberin hedef kitlesi içinde kadınlar ve çocuklar yoktur. İslâm’da aslolan; erkeğin kişisel ve grup olarak çok gayretli, bir-çok şeyden fedâkârlık yaparak başlattığı ve yürüttüğü bilgilenme-bilinçlenme sürecini, âilesi yâni eşi ve çocukları ile paylaşması, onları da bilgilendirmesi ve bilinçlendirmesi ve bunu bir ömür sürdürmesidir. İslâm’da bulûğ çağına gelmiş gençler çocuk olarak kabul edilmediği için bu yaştan önceki çocuklar, hanımlar ve diğer âile üyeleri için yapılması gereken şey budur: “Ey îman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır” (Tahrîm 6). Bulûğ çağındaki gençler ise bu bilgi-bilinç çalışmasına bizzat katılmakla mükelleftirler. İslâm’da özel anlamda çocuk ve kadın eğitimi emri yoktur. Bu, yahudilerde vardır. “Çocukları 7 yaşına kadar bize verin, biz eğitelim, ondan sonra nereye isterseniz gönderin” derler. Çünkü verilere göre çocuklar 6-7 yaşlarında karakterini kazanır. Ondan sonra kendi içinde büyük devrimler yapamazsa değişemez artık. Tabi kadınlar kendi komşularıyla bir-araya gelerek bilgilerini paylaşabilirler ve sohbet edebilirler. Fakat günümüzdeki gibi; bir kadının gecenin bir yarısında, şehrin bir ucundan kalkıp diğer ucuna sohbet-ders yapmak için çoluğu-çocuğu bırakarak gitmesi de ne demek? Bunun İslâm’daki örneği nedir ki? Allah kadınlara böyle bir emir mi vermiş? Kadının böyle bir sorumluluğu yoktur: “Ey peygamberin ve mü’minlerin kadınları!, siz kadınlardan her-hangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kâlbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü kırıtarak değil, mâruf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey Peygamber âilesi-ümmeti!, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır” (Ahzab 32-34).

Kendinden büyük ferâgat ve fedâkârlıklar ederek bilgi ve bilinç edinme zorluğuna katlanamayan tembel-pısırık-ilkesiz anne-babalar, kendileri zahmete girmeden yâni bir bedel ödemeden, çocuklarını “bir yerlere” göndererek bu bilgiye ulaşmaları için neredeyse kendilerini yırtacaklar. Ünlü ve popüler merkezlere çocuklarını gönderebilmek için yapılan torpiller, ricâlar ise zâten mîde bulandırıcı olduğu için ona girmek bile istemiyorum. Hele ki birilerinin çocukları oralara gidemezken diğer birilerinin gitmesi zâten müslümanlıkla alâkalı değildir. O merkezlere çocuklarını gönderebilenlerin bir de çıkıp, o merkezin “olağan-üstülüğünü” ballandıra-ballandıra anlatmaları yok mu… İşte fitnenin başladığı yer orası. O merkezler artık “farklı bir sapmanın merkezleri” olmaya başlıyor.  

Özellikle post-modern müslüman kadın, bu furyaya öyle bir kapıldı ki.. düşman başına. Bu kadınlardan birisi şöyle demişti: “Çocukları eğitmek için, haftalarca ev işlerini yapmadım, ortalığı toplamadım, evi leş götürdü ama ben yine de çocukların eğitimi ile ilgilendim”. İyi de bu-arada çocuklara dağınıklığı, pisliği, pasaklılığı da öğretmiş oldun. Onları dengesiz besledin. Bu çocuk artık, pis-dağınık olmanın çok da kötü bir şey olmadığını öğrenmiş oldu ve tüm yaşamında da buna göre yaşamaya başladı. Bu kişi iş hayâtında da bu şekilde davranacağı için bir-çok kişiyi tertipli-düzenli bir iş yapmamasından dolayı mağdur edecek. Bunu da öğrettin çocuklara? Hem ne öğrettin ki bu kadar? Kur’ân’daki peygamber isimleri; Kur’ânda geçen meyve isimleri; en kısa-uzun âyet vs. vs. mi? Bu-arada hayâtı ıskaladıklarını kaçırdın ama. Aşırı pohpohlanıp dikte edilen “eğitme” işi kadınlara iyi bir annelik yapmaktan daha câzip hâle geldi. Akşam işten gelecek kocasına, okuldan gelecek çocuğuna yemek yapmayan kadın; evini pislikten bok götüren kadın, iş %90 zırvalıktan bahsedilen sohbetlerin yapıldığı evlere-derneklere gitmeye gelince âdeta uçarak gidiyor. Bunu Allah mı emretti? Bu mu Allah’ı murâdı?. Toplum böyle mi kurtarılacak?. Yoksa bu da, kadını evden nefret ettirip sokağa çıkarmanın başka bir yolu ve taktiği mi?.. Yâni Allah’ın değil de tağutların (Şeytan uşağı) emrimi bu?.

"Biz de Mûsâ ve kardeşine; “Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble (karargâh), namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü'minleri (zaferle) müjdele!” diye vahyettik" (Yûnus 87).

Ahmet Kalkan bu âyet bağlamında eğitim konusunda şunları söyler:

“Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sâhip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid hâline getirip kurumlaştırmak şarttır.

Mekke döneminde, İslâm'ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: "Erkam'ın evi." Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hattâ bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi hâline gelmekten koruyan bir kale idi.

Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah'ın evi hâline getirmeleri Kur'ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.

Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhûr beyti şöyle değiştirebiliriz: "Sâhipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sâhip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!" Evlerimizi ihmâl etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe namazdan ve evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar hâline getirmenin tam zıddıdır bu. Namazı kılınıverip ondan kurtulmak değil; namazı ikâme edip onunla kurtulmak, evi otel ve lokanta hâlinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzûra kavuşmanın yoludur bu.  
   
Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yâni mescidlerimizdir, okullarımızdır, cephelerimizdir, kalelerimizdir.  
 
Kitle imhâ silâhlarıyla evler devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgâle uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki!... Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırdetmek çok mu çok zor. Bu kadar yabancı işgâlin içinde âile bireylerinin bir-birleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.

Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini yitirmiş, sâdece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz, hattâ bedâva geleceğini umuyor. Hiç-bir bedel ödemeden Allah'ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.

Âile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayâtına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Âile yuvası okuldur, mesciddir; huzur-evi ve çocuk-yuvasıdır. Ham-madde hâlindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sâhibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Anne-sütünün yerini hiç-bir mamanın tutamadığı gibi, gerçek ananın öğretmenliğinin yerini de, hiç-bir anaokulundaki öğretmen tutamaz. 

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır” (Tahrîm 6).

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idâre ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz” (Buhâri, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20)

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok âile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, âile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, "altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devâm eder" görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat-boyu önem taşır. Çocuğun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideâl tip, anne ve babadır. Sağlam bir îman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu âilenin çocuklarına verdiğini hiç-bir okul ve kurum veremez.

"Dünyâ’ya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar" (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264). (Bunu, laik, kemalist, seküler, kapitâlist, modernist diye de söyleyebiliriz. H.G.)

Fıtrat hadisindeki  "...sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar" ifâdesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve îman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir. Hadisteki bu ifâde, çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir yapı sürdürmesinin, ya da fıtratı bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı, ârızalı bir hayâtın sebebi olarak sâdece anne ve babayı gösteriyor. Çevre şartları denilen şey, aslında ana-babanın oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz tercih ettiği ortamlardır. Çocuğu yönlendiren okul ve medya da yine ebeveyn tarafından seçilip rızâ gösterilmektedir.   

Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir. Çünkü âiledeki eğitim, yirmi dört saat devâm eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ancak âilede kazanılabilir.

İnsanın temel görevi, Allah'ı tek rab kabûl edip O'na kulluk yapmak, çoluk-çocuğunu da Rabb'ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Tevhid, Allah'ı tek rab ve tek ilâh kabûl etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da ilâhî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû (şeriata uygun) eğitim kapsamına girmediği kabûl edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa-olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle berâber bulunması mümkün değildir.

Anne-babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir.

Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir (Bkz. İbn Mâce, Edeb 3).

Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlakî fazîletleri, sosyâl kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâm’i değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve fazîletli, ayrıca meslek ve hüner sâhibi olabilmesi için ana-babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarf-etmeleri gerekir. Çocuğun hem Dünyâ hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı "en güzel miras" olarak nitelendirilmiştir (Tirmizi, Birr 33).

Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri-diri toprağa gömen insanlardan daha fecîsini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sâdece Dünyâ hayatlarını mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise âhiretini. Onlar sâdece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını”.

Eğitime insan olarak giren bir çok çocuk “mal” olarak çıktı bu lânet müfredatlara sâhip eğitim sistemlerinden ve merkezlerden. Ülkemizde bunun süper-örneği mevcut zâten. “Mal yetiştirme kurumları” olan Nur Cemaati’nin eğitim-merkezleri içinde normâl bir insan var mı bakın bakalım.. Hayattan, realiteden kopmuş, ana-babası ile, konu-komşusu ile, akrabâsı ile ilişkileri kopmuş, a-normâl bir duruş-bakış-konuşma-hareketlere sâhip insanlar çıkarttılar ortaya ve bunlar bir mal gibi, “çobanları” nereye sürüyorsa oraya gidiyorlar. Onun sözlerine bir nesne gibi yankı oluyorlar. Bu kişiler insanlarla konuşamaz duruma gelmiş a-sosyal kişilerdir. Matematik problemlerini çözmekten başka bir işe yaramayan ve içeriğini bilmediği aşırı bağlılıklara sâhip birer mal olmuşlardır. Yine cemaat üzerinden gidersek; Kendilerini en iyi eğitime sâhip zanneden bu zümreler, onlarca yıl dersini yaptıkları kitaplarının isimlerinin ne anlama geldiğini bile bilmiyorlar ve üstelik bu kişiler içinde bir ilin-ilçenin imamları bile var. (Risâlenin ne demek olduğunu sorduğum 10 kişinin hiç-biri cevap veremedi). Çünkü eğitim falan aldıkları yok. Onlar öğütülmüş-öğütülen kişiler. Öğütülerek tüketilen-sömürülen kişiler. Onların ortamlarında bir kişiye ya da kuruma olan bağlılıklar arttırılıyor ve o kişinin ya da kurumun tâlimatları-istekleri okunuyor.

Bu durum sâdece Nur Cemaati için geçerli değil. Çok üzücü bir durum ki, kendilerinin Kur’ân-merkezli eğitim yaptıklarını söyleyenler de aynı şekilde davranıyorlar. Ellerinde Kur’ân var, sürekli Kur’ân dersleri yapıyorlar fakat temellerini Şeytan’ın attığı, müteahhitliğini tağutların yaptığı projelerde-ideolojilerde işçi olarak çalışıyorlar. Laik-seküler-modernist-konformist-demokratik ideolojilere, çok sevdikleri hocalarına-âlimlerine ve hayrân oldukları parti-lîderlerine göre hareket ediyorlar. Hem de bir meftûn olarak. Kur’ân’a rağmen, Peygambere rağmen, Allah’a rağmen. Allah-Peygamber-Kur’ân ile yüzdeyüz çatışan-çarpışan kişiler ve fikirler şiarları oluyor. Zâten kurdukları ve yenilerini kurmak için kendilerini yırttıkları sivil-toplum (cemaat değil) kuruluşları yâni dernekleri; büyük bir aşkla oy verdikleri partilerinin ileri karakolları, şûbeleri, arka bahçeleri olarak görev yapıyorlar. Orada İslâm’dan çok, parti-gündemi konuşuluyor ve okunuyor.  

Ramazan Kayan sivil toplum için şunları söyler:

“STK (Sivil Toplum Kuruluşları)’nın sivil hayâtın vazgeçilmezleri hâline geldiği bilinen bir gerçeklik. Devletin soğuk ve itici yüzüne karşı sivil toplumun daha sıcak ve çekici bir özelliği bulunuyor. Hattâ fertle devlet arasında resmi ideolojinin baskılarına karşı korunak, sığınak, barınak da diyebiliriz.

Statükonun dışladığı insanlar STK’lar üzerinden var oluş ve direniş zemini arıyorlar. Bu arayışın “nasıllığını” ve “niceliğini” iyi tahlil ve tetkik etmemiz gerekiyor. Batı’daki serüveninden tutun, bu topraklardaki yerli tutumuna kadar tüm boyutları ile İslâm’i bir hassasiyetle irdelenmesi zorunluluk arz ediyor. Çünkü STK’lar bir kuşatma mı, yarma mı? sorusu hâlâ doyurucu bir cevap bekliyor.

Doksan yıllık Cumhuriyet târihinde resmi ideolojinin refleksi genelde şöyle şekilleniyordu: “Bu ülkeye STK lâzımsa onu da ben kurarım”. Bu şartlarda karşımıza devletin kayıt altına aldığı “devletin sivil toplumu” çıkıyor. Bu da sivil toplumun sivilliğini yok ediyor; “Sivil toplum ne kadar sivil?” sorusunu berâberinde getiriyor. Sistem muhâlif hareketleri kendisinin belirlediği alana çekerek etkisizleştirmek istiyor.

Sivil toplumun teorik tanımında şu vardır: Devletten farklılaştırılmış faaliyet alanı. Devletin dışında özgürlük sahası. Pratikte böyle olduğunu söyleyebilmek ise güç. Kavramlar birer özgürleştirme aracı olabileceği gibi köleleştirme vesilesi de olabiliyor. Bu-gün şu riskin de altını çizmek gerekiyor: STK’lar üzerinden müslümanları ılımlılaştırma, dönüştürme, statükoya eklemleme tuzaklarına duyarlı olmak durumundayız.

İslâm’i kimliği bulandırma ve İslâm’i ilkeleri sulandırma, hîlelerini hesâba katmak gerekiyor. Bu açıdan rasyonel, seküler, liberâl söylemlerle bulanık ve kaygan bir zeminde farklı mecrâlara savrulma riski göz-ardı edilemez. Soru şudur: STK’lar üzerinden bize biçilen rôle râzı mı olacağız? Yoksa sorumluluklarımızı yerine getirmek için yeni alanlar ve açılımlar için şartları zorlayacak mıyız? Ya ehlileştirilmiş kitleler. Ya da her zeminde haklı taleplerini sürdüren oluşumlar.

Soros’un acenteliğini yapacak, Batı müsveddesi sivil toplum olsa-olsa yozlaşmanın ve ihânetin adresi olacaktır. STK’lar yoluyla modernleşme projelerine entegre olma, bilâhare entegre edici bir misyona sürüklenme tehlikesini de önceden görmek gerekiyor.

Bu-gün sivil toplum yelpâzesi alabildiğine geniş, ne bulursa içine alabilecek bir mâhiyet kazandı. Doğru-yanlış. Hak-batıl. İyi-kötü. Her türlü müdâhaleye açık olan STK’lar süreçlere bağlı olarak sırasınca askerleşebiliyor, tüccarlaşabiliyor, alabildiğine politize olabiliyor. Sivil demekle sivil olunmuyor. Sivil olmanın kriterleri var; öncelikle bağımsızlık ve özgürlük başta gelir.

Söylem sivil, zihin sivil değil. Resmî ideolojinin popüler kültürü ile yoğrulmuş kafalar ne kadar sivil kalabilir? Öncelikle zihinlerin Batı normlarına göre değil, şer’î ve fıtrî değerlere göre sivilleşmesi ve şekillenmesi lâzım.

STK’lara rengini kim verecek? İçini kim, neye göre dolduracak? Referanslarımız ne olacak? Vahyin bildirimlerinden soyutlanmış bir STK müslümanların hangi amaçlarına hizmet edebilir?

Evet, sivil toplumun bizde neye tekâbül ettiği önemlidir. Daha çok bizde cemaat, târikat, vakıf ve derneğe çağrışım yaptığını söyleyebiliriz.

Devletin veya siyâsal iktidârın bir “ötekisi” olmanın ötesinde bir misyona sâhiptir. Özgür bir Dünyâ. Âdil bir sistem. Güvenlikli bir iklim arayışıdır.

Silik ve sinik bir sivil toplum değil, sessiz yığınların sesi ve nefesi olacak saygın bir yapılanma.

İktidâra angaje olmuş güdümlü ve gölge STK’lar değil, güne ve geleceğe yönelik iddiaları ve idealleri olan irâdi bir oluşum.

Bu toplum, askeri ve siyâsi vesayetten arınmış örgütlü bir toplumdur. Çünkü örgütlenmeden özgürlük olmuyor. Örgütlenmeden özgüven oluşmuyor. Örgütlenmeden önümüz açılmıyor.

Bu değer-merkezli örgütlenmenin dört temel dinamiği vardır.Güvenirlilik. Gönüllülük. Güç birliği. Gayretlilik.

Bu sivil irâde süreç içerisinde neyi hedefleyecek? Önce bir zihniyet inşâsı.Sonra bir şahsiyet inşâsı.Ve sonrasında medeniyet inşâsı”.

Yine modern müslümanlar, çocuklarını laik-seküler eğitim kurumları olan okullara göndermek için yırtınıyorlar. Bâzıları çocuklarını diğer müslüman kardeşinin çocuğunun da gittiği okuldan sözde daha iyisine gönderebilmek için her-türlü çâreyi düşünmekten uykuları kaçıyor. Böylece mü’min kardeşinden de farklılaşıyor. Hâlbuki post-modern zamanlarda müslümanlar çocuklarını bırakın iyi okullara göndermeyi, çocuklarını okula göndermemenin yollarını aramalıdır. Çocukların İslâm’la-Kur’ân’la bire-bir çatışan okullarda aldıkları seküler din-dışı eğitimden sonra, bu okullarda zerk edilen “din-dışı öğretiden aldıkları zehri” haftada bir-iki saatlik İslâm’i eğitim ile yok edeceklerini düşünmeleri ise, ağızdan sonra, başka yerlerle de gülmeyi gerektirir. Gençlerin 1.000-1.200 kişiden oluşan okullarda etkileşimle yâni göre-göre, yaşaya-yaşaya görerek ve deneyerek, üstelik de karşı konulması çok zor olan nefse yönelik olarak elde ettikleri edinimleri, haftada bir gittikleri, üstelik modern ideolojilere ve fikirlere îtirâzın da olmadığı bu yerlerde ber-taraf edeceklerini düşünmeleri, modern müslümanların kafayı yediklerinin bir göstergesidir. Okullar, eğitimin değil, modanın, manşet sözlerin, hava atmanın, sevgili edinmenin, kötü alışkanlıklar edinmenin merkezleridir. Evde sıkılan çocukların zamanlarını geçirecekleri eğitim-merkezli olmayan yerlerdir okullar ve durumları da içler acısıdır. Bu yerlerde, kendini bilen, ilkeli, hedefleri olan bir-kaç çocuktan başka diğer çocukların eğitim anlamında bir şey edinmeleri imkânsızdır. O özel çocuklar ise, okula gitmeseler bile yine de başarılı olacak olan çocuklardır. Bu okullar çocukları-gençleri toplu olarak, eğitmekten ziyâde, modern tüketici yetiştirmek, modern ideolojilerle formatlamak, vatandaş olmak (müslüman olmak değil) vs. için kurulmuş kurumlardır. Modern ideolojilere, akımlara, kapitâlizme, modernizme, konformizme, nefse hayır! diyemeyen müslümanların kurdukları özel kuruluşlar da kaliteli bir nesil yetiştiremezler. Şeytan-tağut temelli yapıların üzerine kurulan yapılar da, tağut-merkezli olmaya mecburdur. Yıkmadan yapılacak-kurulacak tüm yeni kuruluşlar, bir değişiklik yapamayacak, entegrasyona devâm edecek, mevcudu sürdürecektir yalnızca. Yâni oyalanma devâm edecektir.

Müslümanlar bu laik-seküler okullara çocuklarını göndermekle yetinmiyorlar, bir de bu kurumlarda bulunan “okul âile birliği” gibi yapılanmaların içinde görev alma çabası içinde oluyorlar ki dîni işe karıştırmayan bu öğretim sistemine bekçilik yapmak demektir bu. Yaa siz neye inanıyorsunuz kardeşim!?

Müslümanların uyguladığı bu modern eğitim tarzı, İslâm’i bir yöntem değildir, hristiyanlığın bir tarzıdır ve “strateji” denilen kelimenin özü bununla ilgilidir. Aytunç Altındal:

“Kilise siyâsetinde “strateji”, siyâset aracılığıyla hristiyan misyonerliğini özellikle yabancı gençler arasında yaygınlaştırmaktır” der.

Âileler çocukları okullara göndererek güyâ sorumluluktan kurtuluyorlar ve keyiflerine bakıyorlar. Ne de olsa okula gidiyor çocuklar. Sorumluluğunu bilsin, derslerine çalışsın da eğitimini alsın. Kendileri de istedikleri gibi yaşasınlar. Evet; -özellikle kız çocuğunu- çocukları laik okullara göndermek, diri-diri mezara (okullara) gömmektir.

Atasoy Müftüoğlu:

“Müslümanlar olarak seküler bilgi yaklaşımlarının, seküler eğitim modelinin, zaman ve mekân sınırlarını aşarak küreselleşmesi ve İslâm’i dünyâ-görüşünün, hayat-tarzının meşrûiyetini etkisiz hâle getirerek, tartışılabilir hâle getirmesi karşısında ortak bir eleştirel tavır oluşturabilmiş değiliz. Seküler bilginin evrenselleştirilmesi, seküler bilgi yapılarının îtibârını/prestijini arttırırken, dîni bilgiyi îtibârsızlaştırdı. Günümüzde müslümanlar bile çocuklarını en seküler okullarda okutabilmek için canhıraş bir çaba harcıyor” der.

İvan İllich Okulsuz Toplum’u yazalı yıllar oldu. Bir-çok ülkede uygulanıyor da. Fakat gel gör ki bizim gibi câhil olmasına rağmen “modern” olmak için kıçını yırtan toplumlarda böyle bir şeyi düşünmek bile gericilik, yobazlık, câhillik, devlet düşmanlığı vs. yapmaktır.

Ahmet Kalkan:

“Unutmamalıyız ki, hiç-bir kişi ve kurum, anne-babanın yerini tutamaz. Herkes istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin, yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına devrederek zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle gücümle uğraşırken başkalarının yetiştireceği çocuğumdan Dünyâ’da ve âhirette faydalanayım. Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevi ölçüler ön plândadır. Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kâlbini başkaları doldurabilir. Hattâ neyle doldurulduğunu araştırmak, uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.       

Ebeveynin çocuklarının mîdesini doldurup, kafa ve kâlbini ihmâli, kapitâlistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl mîdelerini mikropsuz, zehirsiz gıdâlarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdâların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdâlardan seçmemiz gerekmektedir. Abur-cuburla mîdenin doldurulması gibi, abur-cuburların okunması da insanı hasta eder. Bâzı ana-babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî îman ve ibâdet bilincine sâhip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyâcını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayâta atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.

Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü îmânı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samîmi ise, mutlakâ alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.
     
Hz. Âişe'ler, Ümmü Seleme'ler, Fâtıma ve Zeyneb'ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz. 
                     
Çocukla en fazla meşgûl olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dînini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfâiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok-yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm’ı ve naklî ilimleri ana-hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yâni çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sâdece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

Hiç-bir çocuk okulu, adına ana-okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, Dünyâ ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.

İnsanları Allah'ın dîninden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine, ciddî, özgür ve özgün alternatifler oluşturmak gerekmektedir.

Haydi evlerimizi mescid; yâni ma’bed, kurs, mektep ve okul yapmaya” der!

“En iyi yatırım çocuğa yapılan yatırımdır” diyorlar. Doğru.. fakat çocuğa yapılan yatırım modern-laik-seküler yatırım mıdır? Bu yatırım, onu doktor-hâkim-subay yapmak ve hemen-hemen onun kadar maaş alan bir hanımla evlendirip iyi bir gelire sâhip kılmak ve sıfır ev, araba, yazlık, giyim-kuşam alabilecek bir dünyâlık elde etmeleri midir? Hayır! İyi bir müslüman olması ile alâkalı bir yatırım olmalıdır bu. Terbiyeli, ahlâklı.. ondan sonra iyi bir işi olması düşünülebilir. Peygamberimiz: “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” der. Modern müslüman ve anne-baba, en iyi yatırımın çocuğa yapılan yatırım olduğunu söylüyor. Fakat bu yatırım onun mîdesini alabildiğine şişirebilecek bir gelire sâhip olacağı bir yatırımdır onlara göre ki, böyle düşünmelerini sağlayan şey de yine, mîdeleri patlarcasına şişmiş olanların ortaya atmış olduğu bir fitnedir. Bu yatırım çocuğun neresine olacak? Mîdesine mi, kâlbine mi? Bu yatırım sonuçta çocuğun en çok neresini doyuracak? Âhireti düşünmeyenlerin “mîdesi” cevâbı, fıtratı göz-ardı edersek normâl görülebilir. Fakat mü’minlerin de aynı cevâbı vermeleri fecaattir. Peygamberimiz, “bir insanda kâlp sağlamsa diğer organlar da sağlamdır” der. Şimdi, çocuğa yapılacak yatırım, dünyâsı için mi, âhireti için mi yapılacak yatırımdır?. Dünyâsı için yapılan yatırımdan âhirete bir pay çıkmaz ama âhireti için yapılan yatırımdan dünyâsına pay çıkar: İnsanlardan öylesi vardır ki: “Rabbimiz, bize Dünyâ’da ver” der; (böylelerin) âhirette nasibi yoktur. Onlardan öylesi de vardır ki: “Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru” der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri vardır. Allah, hesâbı pek seri görendir” (Bakara 200-202). Kâlbe yapılan yatırımdan mîdeye pay çıkar ama mîdeye yapılan yatırımdan kâlbe pay çıkmaz. Hattâ mîde şiştikçe kâlbi sıkıştırır ve en sonunda boğar onu. Ayrıca Peygamberimiz der ki: “Amel defteri kapanmayan müslümanlardan biri, “arkasından duâ edecek hayırlı bir evlât yetiştirendir”. Öldükten sonra bile sevâbım/amelim artmaya devâm edecek. Çocuğum yaşadıkça benin de sevâbım-amelim-hayrım artacak. Bundan daha büyük yatırım mı olur?

Ahmet Kalkan:

“İnsanları  başka insanların fikir ve hevâları doğrultusunda eğitmek hem zor, hem tehlikeli ve hem de gayr-ı meşrûdur. Zâten vahyin yönlendirmediği akıl, mükemmel bir eğitim görüş ve uygulayışı oluşturmakta yetersizdir. Eğitimle ilgili Rabbânî ilkelere ters ve evrenlerin Rabbı’ndan bağımsız olarak insanları eğitmeye kalkışmak rablık taslamaktır” der.

Yusuf Kaplan:

“Bizim sorunumuz aşağılık kompleksi ve bu aşağılık kompleksinden kurtulmamız lâzım. Bundan kurtulmamızın yolu da kendi dinamiklerimizi, kültürümüzü ve İslâm’ın nasıl bir nîmet olduğunu kavrayabilmekten geçiyor. Bu ülkede İslâm’ı ciddiye alan müslüman bir Dünyâ’nın oluşması için çaba gösteren bir devlet olmalıdır. Devlet bu yozlaştırıcı, yabancılaştırıcı eğitim, kültür ve medya sistemini yıkıp yeniden inşâ edecek” der..

Hiç-bir hayrı olmayan ve olması da söz-konusu olmayan modern okulların eğitim sistemlerini tâkip etmek uğruna yapılanlar nedir böyle?

Evet; artık “post-modern” dememiz gereken müslümanların yaptıkları sözde eğitim etkinlikleri (amelleri değil), İslâm’i değildir. İslâm’ın emirleri-tarzları-eğitim modelleri değildir. İslâm’i eğitim modelli, daha ziyâde kişiselden toplumsala doğru gider. Kişisel olarak edinilen bilgiler toplum içinde düzeltilir ve paylaşılır. Daha sonra bu bilgi-bilinç âileye döner ve her âile bu bilgi-bilinçlenme sürecinden geçer ve sonunda toplum bilinçli bir toplum olur. Bilgi ve daha sonra da bilinç, kişisel gayret olmadan olgunluğa eremez. Bu modern zamanlarda, kölelik sistemine bağlı çalışma koşullarında, vicdansız ticâret koşullarında insanların bilgilenme-bilinçlenme çalışmalarına fırsat bulamamaları nedeniyle ve çeşitli bağlılıkları-alışkanlıkları nedeniyle mecbûren haftada bir-iki kez gittikleri ve sâdece yarım saat-bir saat süreyle yapılan derslerde bâzı eksik bilgilere ulaşsalar da bir bilince (İslâm’i-Kur’ânî bilince) ulaşılamaz. Çok gayretli çalışmalar yapmadan ulaşamazlar. Bunun için ise, gereksiz dünyevî-nefsâni şeylerden vazgeçip bilgi-bilinç çalışmaları hem kişisel hem de toplum olarak başlatılmalı ve sürdürülmelidir. Fakat bunu başlatabilmek için ilk önce yüksek sesle bir “kella!”, “kesinlikle hayır!” demek gerekir ve mevcut düzenleri-tağutları inkâr etmeli ve onlara “küfr”etmelidir.

Lâ ikrâhe fid dîni gad tebeyyener ruşdu minel ğayy, femey yekfur bittâğûti ve yué'mim billâhi fegadistemseke bil urvetil vusgâ, lenfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm.
 
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan kesin olarak ayrılmıştır. Artık her kim Tağut'a küfredip Allah'a îman ederse, işte o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah, işitir, bilir” (Bakara 256).

Aksi hâlde bilgi bilince dönmeyecek, bilinç eyleme dönmeyecek, eylem devlete dönemeyecek, devlet de medeniyeti yeniden başlatamayacaktır. Bu nedenle de bilgilenme çalışmaları bâzı eski zamanlarda örneği görüldüğü gibi boşa gidecektir ve bir yarar sağlamayacaktır:

“Andolsun, onları sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde yerleşik kıldık ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine her-hangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. (Allah’ın âyetlerini bilince dönüştürüp eyleme dökmüyorlardı) Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp-kuşattı” (Ahkaf 26).

İmdi; Ey müslümanlar! Şu sorulara cevap verin: Edindiğiniz bu bilgiler size bir sorumluluk yüklemiyor mu? Yüklüyorsa, bu sorumluluğun gereği nedir? Edindiğiniz-biriktirdiğiniz bu bilgileri nerede ve ne zaman kullanacaksınız?

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Kasım 2015
















Devamını Oku »

9 Kasım 2015 Pazartesi

Bilginin Türü ve Delikanlılık


İnsanlar görüşlerini-fikirlerini çok doğru buldukları için onlara çok inanırlar ve onlarda bir hatâ da bulmazlar. Zâten öyle olmasaydı o görüşler o kişilerin görüşleri olmazdı. Fakat neredeyse her insanın farklı görüşü vardır ve bu görüşler çok çeşitlidir ve hattâ diğer kişilerin görüşüyle tamâmen farklıdır. İnsanların görüşlerine bu kadar sâhip çıkmaları, o görüşlerin bir düşünceye bağlı olması ve düşüncenin, insanı diğer varlıklardan ayıran ana-faktör olmasıdır ve de bu nedenle düşüncenin çok değerli bir şey olmasından dolayı, insanların düşüncelerine-görüşlerine sâhip çıkması normâldir.

İnsanların bu görüşleri kişisel durumları ile de ilgilidir. Sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, fizîki yapı, yaşadığı yer, coğrafya, dil, din, mezhep, görüş vs. ayrıca okuduğu kitaplar-yazılar, dinlediği kişiler, sohbet-muhabbet ettiği insanlar, duydukları, gördükleri vs. Bir de nefsâni yön vardır tabî ki. Çoğunlukla çıkarlarına göre düşünür insanlar ve bunu kolay-kolay da değiştirmezler. Çünkü düşüncelerini değiştirmek demek, çıkarlarını, âile yapılarını, davranışlarını, eylemlerini vs. hayat-tarzlarını değiştirmek demektir. Zîrâ düşünce, kişiyi değişime zorlayan bir etkendir ve insanlar genel durumları iyi ise bundan vazgeçemezler.

Özellikle modern zamanlarda bu kadar çok ve farklı fikirlerin-düşüncelerin olması bir yandan da toplumu aşırı farklılaştırıyor, bölüyor ve kardeşlik rûhunu çok fazla zedeliyor. Bu durum müslüman toplumlarda da görülünce bir umutsuzluk oluşuyor ve “ümmet” fikri giderek değerini-hedefini kaybediyor.

İnsanlar arasındaki farklı düşünceler, doğal ve normâl olduğu müddetçe pek sorun çıkarmaz. Fakat bu durum anormâl bir seviyeye gelince fırkalaşmalar, bölünmeler, ayrışmalar kaçınılmaz oluyor.

 Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 21). Âyetin hizip-fırkalaşma anlamındaki Ahzâb Sûresi’nde olması mânidardır. Peki örnek almamız gerektiği Kur’ân ile de emredilmiş olan Peygamberimiz ve sahabenin kardeşliği nasıl gerçekleşti ve onların bilgileri-düşünceleri-fikirleri onları niye ayırmadı?. Tabî ki doğal farklılar olmuştur, fakat aralarındaki kardeşlik şuuru evlerini-aşlarını-işlerini paylaşacak derecede nasıl oluştu ve bilgileri onları niçin ayrıştırmadı?. Neydi onlardaki bilginin mâhiyeti?.

Evet; bilginin olması kardeşliğin-birliğin olmasını her zaman sağlamıyor. Bâzen bilginin olması iki tarafı bir-birine düşürebiliyor ve hattâ dünyâ-savaşları çıkarabiliyor. Çeşitli bilgilerin-düşüncelerin oluşturduğu ideolojilerin meydana getirdiği savaşlar yüzünden milyonlarca insan hayâtını kaybedebiliyor. O hâlde bilgiden ziyâde bilginin türü önemlidir. Hangi bilgi ayrıştırır, hangi bilgi birleştirir.?

Bilindiği gibi Kur’ân, arap yarım-adasında, çok büyük çoğunluğunun okuma-yazma bile bilmediği, hattâ hayatında bir kitap bile görmeyenlerin bulunduğu bir topluma inmişti-gelmişti. Bilgi konusunda tam bir ümmî idiler. İşte Peygamberimiz böyle bir toplum içinden bir kardeşlik rûhu oluşturdu ve böyle bir toplum ile ümmet-devlet-medeniyet süreci başladı.

İletişimin, bilginin her yerden fışkırdığı, elimizin altındaki cep-telefonlarında bile hayâtımız boyunca uğraşsak okuyamayacağımız genişlikte külliyatlar-kitaplar-bilgiler var ve insanlar bilgiye çok kolay ulaşıyorlar fakat modern zamanlardaki gibi insanlar bu kadar düşünce ayrılıkları da yaşamamışlardır. Öyleyse sahabeyi birleştiren bilgi nasıl bir bilgiydi?.

Evet; bilgi önemlidir fakat her bilgi iyi değildir. Peygamberimiz “kişide ahlâka dönüşmeyen bilgiyi faydasız ve boş bir bilgi” olarak değerlendirmiş ve bundan Allah’a sığınmıştır.

Hz. Ali:

“Seni ıslah etmeyen bilgi sapıklıktır” der.

Bilginin türü önemlidir. Yoksa varlıkta bilgiden daha bol bir şey yoktur. Zamânımızda çok büyük ve mîde bulandırıcı oranda bir bilgi-kirliliği var meselâ. Seküler/dünyevî/din-dışı bilgi, birleştirmekten ziyâde bölmeye-ayırmaya dönüktür. Çünkü maddî ve nefsîdir, geçicidir. Âhirete dönük olan bilgi ise birleştirici ve yapıcıdır. Bu bilgi vahiy-merkezli bilgidir. Vahyin oluşturmuş, inşâ etmiş olduğu bilgidir. Kur’ânî bilgidir. İşte bu bilgi-türü insanlık târihinin gördüğü en büyük medeniyeti meydana çıkarmıştır. Bir-birlerine düşman kişileri-kavimleri “kardeşler” yapmıştır. Bu bilgi-türü, canlarla ve mallarla cihadı hoş göstermiştir. “Ölüm sevgisi” oluşturmuştur. “Süper îman” denilen bir îman inşâ etmiştir. Adanmanın zirvesi bu bilgi-türüyle (vahiy) ortaya konmuştur. “Kerim vazgeçişler” bu bilgi-türünden zuhur etmiştir.

Fakat…Kur’ân/vahiy-merkezli bilgi edinme yolunda olanların aralarındaki çelişkiye, kavgaya, ayrışmaya ne denilecek?. Bu olumsuz durum nasıl açıklanacak ve îzah edilecek?. İnsanın olduğu yerde illâ ki bâzı farklılıklar-sorunlar oluşacaktır eyvallah. Bunlar gâyet normâl ve doğal durumlardır. Darılma olur, sonra barışılır gider. Fakat birinin “ak” dediğine diğerinin “kara” demesi gibi bir farkı nasıl anlayacağız?. İki tarafı (şii-sünnî) bir-birlerini öldürecek kadar bir-birlerinden nefret ettiren nedir?. Üstelik aynı kitabın ve Peygamberin toplumu-ümmeti. Tüm bunları nasıl açıklayacağız?. Ümmetin hâl-i pür melâlinin nedeni nedir?. İşte burada da farklı bir neden var… “Dünyevî bilgi”ye göre yapıcı birleştirici bir bilgi-türü olan Kur’ân-merkezli bilgi, “bilgi” olduğu için bir yerden, bir durumdan, bâzı şartlardan sonra yetersiz kalıyor. Benzer durumlar Peygamberimiz döneminde de olmuştu. Onlar bu sorunu çözdüler. İşte burada sorunu çözecek olan şey, yine bu vahiy-merkezli bilgi-türünün oluşturmuş olduğu ve daha sonra da “muhteşem bir ahlâka sâhip, âlemlere rahmet Peygamberin” Kur’ân’ın-sünnetin ahlâkıyla ahlâklandırdığı sahabelerdir Bu sahabeler ve toplum bu sorunları delikanlılık ile aştılar, yada aşmaya çalıştırlar. Bunda çok büyük ölçüde başarılı olduklarının delîli, 1.000 yıl boyunca yaşanan muhteşem İslâm medeniyetidir.

Delikanlılık ilk-başta “vazgeçiş” ile ilgilidir. Feragât etmekle; fedâkârlıkla; “kadan almak”la; kardeşini kendine tercih etmekle; merhâmetle; sevgi ile; azâmet ile; kerim olmakla.. İşte böyle yiğitler ve bu tarz bir yiğitlik, Peygamber öncülüğünde bu sahabeler arasında oluşturuldu, yaygınlaştırıldı ve sağlamlaştırıldı. Artık fikirler farklı olsa bile bunlar sorun edilmedi. Farklılıklar fırkalaşmaya değil, zenginleşmeye neden oldu. Farklı düşünceler kardeşlik rûhunun önüne geçemedi. Delikanlılık sürdüğü müddetçe kardeşlik; kardeşlik sürdüğü müddetçe sağlam bir toplum; sağlam bir toplum sürdüğü müddetçe sağlam temellere sâhip bir devlet ve bu devlet ile süper bir medeniyet başladı ki bu medeniyet hâlen özlenen, bahsedildikçe gözleri yaşartan bir medeniyettir. İslâm medeniyetidir.

Şu-hâlde, dünyevi bilgiyi iyice belledikten sonra vahiy-merkezli bilgi-türünü idrâk etmeli, (hattâ bunu berâber yapmalı) sonra bu bilgi-türü davranışlara yansıtılarak hayâta aktarılmalı ve bu bilgi-türünün delikanlı bir topluma dönerek, Dünyâ’daki perişanlıkların, mazlûmiyetlerin, zulümlerin, adâletsizliklerin, şerefsizliklerin ve her-türlü melânetin kökünü kazıyarak yok olmasını sağlamalı ki, “Rabbim bize hem Dünyâ’da iyilik ver  hem de âhirette” (Bakara 201) diyerek edilen duâ tezâhür etsin ve bu duâ kabûl olarak Dünyâ bir “dârü-s selâm”a, bir “barış yurdu”na, “cennetin bir şûbesi”ne dönsün ve mutluluk, güzellik, barış, sevgi, merhâmet, iyilik, delikanlılık, ayyuka çıkarak zirveye ulaşsın.

Evet; bilgi tek-başına yetmez. Vahiy-merkezli olan bilgi-türü de bir yerden sonra tek-başına yetmez. Ahlâka dönüşmüş, meleke hâline gelmiş bir delikanlılık şekline dönüşen o özel bilgi-türü ve durumu ancak, toplumu huzûra kavuşturacaktır. İşte; tüm zamanlardaki “bâzıları”, ne kadar bilgili olurlarsa-olsunlar, ne kadar allâme olurlarsa-olsunlar, onlardan daha az, hattâ çok-çok daha az bilgilerinin olmasına rağmen sahabeleri bu kişilerden üstün yapan şey budur: Delikanlılık. “Vahiy-merkezli bilgi-türü/durumu kaynaklı delikanlılık. Samîmiyet, ciddiyet ve gayretin bir sonucu olarak. Bu delikanlılığa; korkmakla, tembellikle, uyuşuklukla, pısırıklıkla, taklit ile, birilerini körü-körüne tâkip ve taklit etmekle ulaşılamaz. Bu delikanlılık; kaşânelerinde, fildişi kulelerinde modern araştırmalar yapanlara; ticâretlerinin içine gömülmüş vaziyette olanlara; “halk”tan alabildiğine kaçanlara; sapık-şerefsiz ideolojilere kulluk yapanlara; kişilere kapılanlara; paraya meftûn olanlara; gölgesinden bile korkanlara; ölümü bir trajedi olarak görenlere vs. nasip olmaz. Bu delikanlılık; Üstün bir bilgi-türü olan vahiy-merkezli bilginin, belli şartlarda ve koşullardaki kişilere, yâni; Kerim öfke sâhiplerine, ezilmişlere, âleme yerin en düşük rakımından bakanlara, yer-yüzünün lânetlisi sayılanlara, Dünyâ’nın neresinde olursa-olsun, ölen, tecâvüz edilen, aç bırakılan kardeşleriyle berâber ölen, aç bırakılan, bu nedenle de boğazı yumruk-yumruk düğümlenen, aziz haykırışlara-feryatlara sâhip ve eyleme dönük ciddî-samîmi-gayretli çalışmalarını sürdürenlere nasip olur. İşte bunlardır peygamberlerin vârisleri. Çünkü asıl âlimler bu delikanlılardır. “Bilinen şeyler, eylenen şeylerdir zîrâ. Bilmek, “yapmak” demektir. Vahiy-merkezli bilgi-türü ile inşâ olmuş delikanlıların bildikleri, edip-eyledikleridir.

Artık orada akıl değil; takvâ, yiğitlik-delikanlılık ve “göze-alma” vardır. “Göze almak” bedel ister. İşte bu “göze alma” bedelini göze alamayanlar, harekete geçemiyorlar ve de geçemezler. O bedeli göze alanlar, göze alamayıp da oturanlardan elbette ki daha üstündürler: Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va’detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsa 95).

Peygamberimizin ve sahabenin farkı “bilgi”nin farkından çok aslında “karakter farkı”ydı. Yoksa bilginin çokluğu karakterin yüceliğini göstermez. Karakter sağlam olunca yüzeysel bilgi de yeter ve amele-eyleme sevk-eder kişiyi. Böylece bu karakter sâyesinde gösterdiği gayret onu cennete kadar taşır. Evet; Peygamberimizin ve sahabenin “ayırıcı özellikleri” bilgilerinden ziyâde karakterleriydi.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Kasım 2015
Devamını Oku »

Ben Neremim



“Sana rûh’tan sorarlar; de ki: Rûh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir” (İsrâ 85).

İnsanlık târihinde belki de en kadim tartışma; madde-rûh, beden-bilinç konusudur. İnsanın gerçekten de bir rûhu-bilinci var mıdır?, varsa vücûdunun neresidir yada neresindedir?. Yoksa rûh-bilinç-özbenlik denilen şey bedenin bizzat kendisi midir?, bedenin yâni maddî varlığın içinde mündemiç (özdeş) olarak mı vardır?. Yoksa ateist-materyâlistlerin dedikleri gibi öyle bir meta-fizik, madde-ötesi bir varlık yok mudur?. (Epifonomonalizm=rûh maddenin sonucudur diyen felsefe). İnsanlar farklı ve üstün yaratılışlarının bir sonucu olan düşünme-duygu vs. özelliklerinden dolayı mı böyle bir varlık inancını edinmişlerdir?.

Bunların ayrı-ayrı hepsine inananlar vardır. Tabi tatmin edici bir açıklama yoktur. Zâten tatmin edici bir açıklama beklemek de yanlıştır. Çünkü idrâk etmeye çalıştığımız şey maddî bir şey değildir. Aksi-hâlde çoktan bulunurdu. Sâdece hissedilebilen bir şeyden bahsediyoruz. Buna “şudur” denecek bir şey yoktur. Bu nedenle hissettiğimiz o gizemli şeyin ne olduğundan değil, ne olmadığından yola çıkararak belli ve sınırlı bir yere varabiliriz ancak. Şimdi; bedenimizdeki bir organı meselâ kâlbimizi hissettiğimiz gibi bir hissetme değildir rûhumuz-bilincimiz hakkında hissettiğimiz şey. Gözümü kapayıp odaklandığımda karşımda-içimde bir varlık duruyor. O şey sürekli olarak orada. Onu her zaman duyumsayabiliyorum. Fakat insanlık târihinde kimsenin bilemediği gibi biz de onun ne olduğunu bilemiyoruz. Fakat şurası kesin ki, hissettiğimiz bir varlık var. Ve o bizim bedenimizle aynı şey değil. Bu nedenle tasavvuf câmiâsının Peygamberimizin hadisi diye söyledikleri: “Ruhlarınız vücutlarınızdır, vücutlarınız ruhlarınızdır” sözünü hiç kâle bile almıyoruz.

Şimdi onun ne olduğunu değil de ne olmadığını, “soyutlama” yöntemiyle tartışalım.. Bakalım ne çıkacak?..

Bir insanın ayak baş-parmağını kestiğimizde insanda bilinç olarak bir şey eksilmiyor. Hattâ diğer parmaklarını kestiğimizde de bir eksilme olmuyor. Bunu ilerletip o insanın sol ayağını kestiğimizi düşünelim.. kişi yine aynı kişi. Ayağın kesilip atılması yâni kişinin ayaksız kalması onu fizîki olarak etkilese de rûhen, bilinç olarak etkilemiyor. Kişi kendini yine aynı oranda duyumsuyor. Bu insanın diğer ayağını kestiğimizde de, yada sol ve sağ bacaklarını kalçanın olduğu yerden kestiğimizde o kişi artık yürüyemeyebilir ama o gizemli benliğinde bir farklılaşma olmaz ve o kişi meselâ muhteşem fikirler üretmeye devâm edebilir. Hâfızasında da her-hangi bir azalma olmaz. İşi daha da ilerleterek bu kişinin kollarını da omuz başlarından îtibâren keselim ve o insan iki ayak ve iki koldan mahrum kalsın; bu durumda da o kişinin öz-benliğinde bir değişiklik yine olmuyor. Zâten toplumumuzda böyle insanlar var ve onlar gâyet aklı başında insanlar. Yâni henüz o gizemli varlıkta bir azalma ve değişme olmadı. Bu kişinin iki böbreğini alsak ve diyaliz ile böbreğin görevini devâm ettirtsek, toplumda bu şekilde bir-çok insan olduğunu gördüğümüze göre yine değişen bir şey olmayacak. Bu kişinin mîdesini alsak ve farklı bir beslenme şeklinde hayâtına devâm etse de olur. Bedenin dışında yapay karaciğer, kâlp (ki dış kâlpler var), dalak ve diğer iç-organların görevini yapan bir makine bulunduğunu varsaydığımızda, aslında o kişinin kafasından aşağısı olmasa da o kişi yine “o kişi” olacaktır. Yâni kafasına-beynine bir makine vasıtasıyla gerekli kanı-oksijeni vs. göndersek, kişi yine o kişi olarak bizimle konuşabilir.

Tüm bunlardan sonra ilk başta şöyle bir yargıya ulaşabiliyoruz: İnsan, “kafasından aşağısı olan bedeni” değildir. Bu durumda artık aranacak şeyi kafada aramaya devâm etmemiz gerekiyor. Bu kişiyi biçmeye devâm edip iki kulağını, iki gözünü de alsak, o kişi bizimle iletişimi kesilse de kendi iç-âleminde kendini duyumsamaya devâm eder. Nitekim toplumda kör ve sağırlar var ve bu kişiler kendilerini hissediyorlar. “Bu kişinin bundan sonra burnu ve ağzı olsa ne olur, olmasa ne olur” diyerek ağız ve burnunu da keserek onların işini de bir makineye yaptırdığımızı varsayalım. “Oldu-olacak beyni hâriç kafatasını komple atalım” diyerek beyin hâriç kafatasını da atıyoruz ve beyni özel korunma yollarıyla koruyoruz ve canlı tutuyoruz. Beyin, sanki tüm bedeni varmış gibi ihtiyaçları karşılandığında yine bir şey fark etmeyecektir. Kişi kendi içinde özel bir şekilde kendini düşünmeye-hissetmeye-duyumsayabilmeye devâm edecektir. Ve hattâ kendinde bir eksiklik de hissetmeyecektir. O hâlde bizim rûhumuz-bilincimiz-özümüz, beynimiz midir?. Tabî ki de hayır!. Çünkü beyin de kana-oksijene muhtaç ve bunlar makine yardımıyla ona gönderiliyor. O gizemli şeyin “maddî şeylere ihtiyaç duymayan bir şey” olması gerekir. O hâlde o şeyi, beyne de imkân/bilinç sağlayan şeyde aramak gerekir. Buna “kan” diyebilir miyiz?. Bâzılarının dediği gibi “ben” dediğimiz şey “nöronlar” mıdır?. İyi de nöronlar da bilinçli varlıklar değildir ki?. Onlar da başka şeylere bağlı olarak işlevini sürdürüyor. O hâlde anlıyoruz ki biz “kan” da değiliz. Nitekim kan yerine başka bir sıvı ile de süreç devâm ettirilebilir.

Geriye bir tek hava, oksijen kalıyor. “Evet evet; biz oksijeniz o zaman” diyecek oluyoruz ama “hayvanlar ve bitkiler de oksijen almalarına rağmen onlar neden bilinçli değiller” diye düşünerek havanın da “biz” olmadığını anlıyoruz. İyi de geriye bir şey kalmadı. O zaman biz nereye gittik? ve ne zaman gittik?. Bundan ziyâde şu önemlidir: “Biz” yada “ben” dediğimiz o gizemli varlık, bedenimizde artık sığınacağı yer kalmayınca -ki bu bedenin ölümü demek-, bir şekilde çıkıp gidiyor. O hâlde bu varlık madde-ötesi bir varlıktır. Başka türlü açıklayamıyorum/uz. Çünkü ben kendimi bedenimin hiç-bir yeriyle aynılaştıramıyorum. O şeyi bedenimden nasıl ayrıştırabileceğimi de bilmiyorum, fakat ben, et-kemik-kan olan maddî bedenim olmadığını biliyorum ve görüyorum. Kendimin o gizemli varlık olduğumu ve bu varlığın maddî bedenimle aynı olmadığımı sağduyusal olarak ve ispât etmeye gerek olmadan (a-priori) hissediyorum ve kabûl ediyorum. Ne olduğunu-olduğumu bilemeyeceğimi de biliyorum aslında. Ama o orada duruyor ve kendini bana her dâim hissettiriyor.

“İnsan rûhu, gül-suyunun güle sirâyeti gibi bedene sirâyet eden lâtif bir varlıktır” diyen İslâm âlimleri vardır. (Mâturidi, Râzi). Fakat gül başkadır, su başka.

Rûh, “düşünüyorum öyleyse varım” sözündeki “düşünen şey”dir. Descartes bu sözle, kendini o “düşünen varlığı” ile kanıtlamış ve var saymıştır. Hâlbuki bedeni sürekli onunlaydı. O, bedeniyle vâr-olmayı yeterli bulmamış. Tabi Descartes, madde ile rûhu ayırmakla, ileride, madde lehine bir tercih yapılacağını, yâni materyalist felsefeye zemin hazırladığının farkında değildi.

Plâton da sâdece rûha gerçeklik yükler; dolayısıy­la varlığı tek, yâni rûh olarak tanımlar ve açık­lar.

Ruhçuluğun karşısında yer alan maddecilik, rûhun varlığını kesinlikle inkâr eder. Antik Çağda Demokritos, Epikuros, Lucretius her-şeyin madde olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bu anlayışı 18. yüzyılda La Metrie, d’Holbach, Helvetius, Diderot, 19. yüzyılda Büchner ve Malcschott savundular.

Bilincin, vücûdun her yerine dağılmış olduğu görüşleri de vardır (panpsişizm). Fizikalizm denen “zihin-maddeden bağımsız değildir” diyen felsefe de aynı şekilde. Fakat bu durumda bir organımız, kolumuz-bacağımız koptuğunda bilincimizde bir eksilme ve bir sorun olması gerekmez mi?. Ayrıca bilinç gibi bir değeri indirgemek anlamına gelmez mi?. Bilinç demek, yağ tabakasından oluşan beynin bir fonksiyonu mudur yâni?.

Bilinci hücresel alanda aramak, bilinci indirgemektir. Zâten bilinç denilen şey bilimin konusu değildir. Bilinç, beyindeki yada kandaki biyo-kimyasal bir yapıya indirgenemeyecek kadar hârika bir şeydir. Maddî yasalardan farklı yasaları vardır. İşleyişi de tabî ki farklıdır bu yüzden. Bilinç, maddenin olası milyonlarca kombinasyonunda ortaya çıkamayacak ve oluşmayacaktır. Ne kadar kompleks bileşikler yaparlarsa yapsınlar, bilinç denen özel şey çıkmaz ortaya. Bilinç, “oluşan” değildir, “verilen”dir. Bilinç, varlığını ortaya koyarak bilinç açığa çıkarması için maddî bir yapıya ihtiyaç duyar ama bilinç bu maddî yapıların bir sonucu değildir. Bu nedenle epifenomenalizm denilen, bilincin bir şeyin neticesi, yan ürünü olduğu fikri yanlıştır. Bilinç, bilinçli bir eylem ortaya koyduğunda görülür ve bilincin vâr-olduğu ispatlanır böylece.

Fonksiyonalizm denilen şey de bilinci açıklamakta sonuca ulaşamaz. Bu düşüncede bir şeyin yapısı değil de fonksiyonlarının sonucunda bilinç açığa çıkar denilir. Bu, bir şeyi hareket ettirdiğimizde bilincin açığa çıkacağını söylemek demektir ki, bir şeyi hareket ettirdiğinizde o şeyden sâdece, harekete bağlı maddî şey (ısı gibi) çıkar. Fakat açığa çıkan o şey bilinç değildir. O yine bilincin ve bilinçli bir eylemin sonucudur sâdece. Bilinçli bir harekettir yâni o hareket.

Ateist ve materyalistlerin söylediği; “bilincin aslî bir varlığının olmadığı ve sâdece bir illüzyon olduğu” fikri de, bu söz de bir bilinçle söylendiğinden dolayı yanlıştır.

Bilinç özneldir. Ve herkeste farklı bilinç durumları olarak görülür. Bu, bilincin madde-dışı bir şey olduğunu gösterir. Aksi-hâlde benzer fizîki yapılara sâhip olanlarda benzer bilinçler olurdu.

Bilinci insan beyniyle alâkalandırırsanız, bir insan beynini yediğinizde o kişinin bilincini de yemiş olursunuz. Böylelikle o kişinin bilincine de erişerek bilincinizi yükseltmiş olursunuz. Hâlbuki bilinçlenmenin ne şekilde artacağı çok açıktır.

Nevzat Tarhan: “İnsan kendini oluşturan parçaların bütününden ibâret değildir. Vücutta dizilen inorganik maddelerimiz var, bunların bütününden fazlasıdır insan. İnsan psişik bir varlıktır. Çünkü zihnî yetilerimizi incelediğimiz zaman, zihinsel olarak çözülemeyen spiritüel bir alan var” der.

İşin ilginç bir yanı da, yaptığımız bu “bilinç arayışı”nı da yine bir bilinç ile yapmakta olduğumuzdur.

Rûh ile Madde arasındaki kadim “bilinmezlik sorunu”, ilk başladığında neredeyse, şimdi de o seviyededir. Bilim ve modernizm ne kadar ilerlediğini söylese ve bilinci-düşünceyi-rûhu maddîleştirmek istese de; o gizemli şey arka-plânda düşünmesini sürdürüyor ve diyor ki: “düşünüyorum, öyleyse varım”. O gizemli şeyin (nesnenin öznesi) maddî olduğunu söyleyenlerin bile arka-plânında o gizemli şey var.

Hiç-bir maddî bileşen, aklı ve duyguları açığa çıkaramaz.

“Rûh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir” (İsrâ 85) demekten başka mantıklı bir açıklama yoktur. Evet; demek ki “o şey” bilimin-bilmenin konusu değildir. İnanmanın ve kabûl etmenin konusudur ve onun ne olduğunu âhirette göreceğiz artık..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Kasım 2015






















Devamını Oku »