“O, ümmîler içinde, kendilerinden olan ve
onlara âyetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve
hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça
bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a 2).
Modern/post-modern
zamanlarda lâik-seküler-kapitâlist-liberâl-demokratik sistemin hâkim olması ve
bu sistemin kuşatması altında kalan müslümanlar, “sâdece Kur’ân” diyerek “sünnet”
denen “güzel örneklik”i umursamamaları hattâ inkâr etmelerine rağmen, bu dinsiz
ideolojilere ve bu ideolojilerin sunduğu (daha doğrusu dayattığı)
yaşam-tarzlarına yamanabiliyorlar. Hâlbuki vahyin indiği ve 23 yıllık “örnek
yaşanmışlık”ın lîderi, “âlemlere rahmet”, “güzel örneklik” (Ahzâb 21)
Peygamberimiz Hz. Muhammed için; “o sâdece vahyi duyurur, başka da bir görevi
yoktur” demektedirler. Peygamber için; “Allah’tan aldığı vahiyleri insanlara
duyurmuş ve başka bir şeye karışmamıştır” diyorlar. Tabî ki bu, “çok büyük bir
iftirâ” ve “Peygamber’i çok hafife almak” anlamına geliyor ki, “indirgemeci
peygamber düşüncesi” budur. Söylediğimiz gibi, buna inanmak ve böyle bir şey
söylemek, seküler kuşatmanın ağır baskısı altında olunduğu içindir. Çünkü
“Kur’ân’dan başkasına bakmam”, “sâdece Kur’ân” diyenler ve bu bağlamda
Peygamber’i, hadisi-sünneti yok sayanlar, sıra seküler ideologlara-ideolojilere
ve onların gösterdiği hayat-tarzına gelince hemen değişiveriyorlar. Meselâ
demokrasiye ve oy kullanmaya gelince, bu bâtıl sapık ideolojileri “Kur’ân’a tam
uygun ideolojiler” olarak görüp kabûl edebiliyorlar. Herhâlde bu tutum, Peygamber’i
es geçmenin ve o’nu -hâşâ- “adamdan saymamanın” bir cezâsı olsa gerek. Çünkü
“Kur’ân’a uyuyor” diye kapıldıkları seküler sistemler, Allah’ın kânunları
yerine, beşerin nefsîne uygun çıkar-merkezli sapık kânunlardır ve işte
müslümanlar bu kânunlara uyuyorlar ve bu kânunların hâkim olması için hiç çekinmeden
oy kullanıp seküler sisteme destek olabiliyorlar.
Baştaki âyette
de söylendiği gibi, Peygamber’in, vahyi duyurmaktan başka; “onları arındırıp
temizlemek”, “onlara kitap ve hikmeti öğretmek” görevi de vardır.
“Peygamber’in görevi sâdece
vahyi iletmekten ibârettir” diyen “sâdece Kur’ân”cılar; Peygamber’in
vahiy-merkezli uygulaması olan, Kur’ân’ın “güzel örneklik” dediği sünneti ve
bizzat Peygamber’in ağzından çıktığı besbelli olan hadisleri inkâr edenler şu
âyeti ya es geçecekler yada aşırı yoruma boğarak anlam kaymasına uğratmak
zorunda kalacaklardır:
“Öyle ki size,
kendinizden, size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve
hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik” (Bakara 151).
Bu âyette Peygamberimiz’in görevinin
sâdece vahyi iletmek olmadığı, Kitab’ın âyetlerini iletmek vazîfesinden sonra
“hikmeti öğretmek” de olduğu belirtiliyor. Hikmet, Peygamberimiz’in sözleri,
fiilleri yâni “güzel örneklik” (Ahzâb 21) olan sünnetidir. “Kitap ve Hikmet”in
ayrı-ayrı söylenmesi, İslâm’ın sâdece zihinleri ve vicdanları inşâ bir din
değil, iç-âlemlerin inşâsından sonra dış-âlemi de inşâ etmek ve “hayâta hâkim
olmak” gibi bir hedefi olduğu görülür.
Peygamberin vahyi
bildirmek ilk görevidir tabî ki. Fakat Peygamber’in görevi aslâ bu kadarla
sınırlı değildir. Aksi-hâlde peygamberlik kurumuna gerek kalmaz ve vahiy meselâ
“Kâbe’den bir ses” şeklinde ve herkesin duyabileceği bir şekilde yankılanabilir
ve insanlar da Allah’ın âyetlerini bu şekilde duyup öğrenebilirlerdi. Fakat bu
çok ruhsuz bir iletişim şekli olurdu. Vahyi duyurmak Peygamber’in ilk görevidir
ama vahyin hayâta nasıl geçirileceğini ve hâkim kılınıp vahye göre nasıl
yaşanacağının ideâl şeklini göstermek de Peygamber’in ve peygamberlerin görevidir
ki “güzel örneklik”, bu “örnek yaşanmışlığın örnekliği”dir.
“Peygamber 23
yıl boyunca yan gelip yattı” demeye gelen, “Peygamber sâdece vahyi bildirir ve
de başka hiç-bir şey yapmaz, hiç-bir şeye de karışmaz” düşüncesi, bunu
diyenlerin, “Kur’ân’ı dilediği gibi okuma ve dilediği gibi yaşama sevdası”nın
bir sonucudur. Dilediği gibi okuduğunda dilediği gibi uyacak yada uymayacaktır
çünkü. Yâni Allah’ın emrettiği gibi ve Peygamber’in gösterdiği gibi değil de,
kendi dilediği gibi yaşayacaktır. Vahye “Peygamber gibi” uymak zorunda kalmayacaktır.
Peygamber gibi 23 yıl boyunca hakkı ortaya koymak ve hakkı hâkim kılmak zorunda
kalmayacak ve bir bedel ödemeden yaşayabilecektir. Fakat vahye Peygamber gibi
uyarsa, Peygamber’in 23 yıllık örnek ve ideâl yaşamı onu bağlamış olacak ve
kafa ve beden konforu bozulacaktır ki, bu, “sâdece tebliğ” diyenlerin nefsine çok
ağır gelir. Zîrâ Peygamber 23 yıl boyunca üstün bir cehd-ü gayret göstermiş ve
sahabelerle birlikte nice zorluklara katlanmıştır.
Şimdi,
“Peygamber’e düşen sâdece tebliğdir” âyetlerini ortaya koyalım ve bir değerlendirme
yapalım…
“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de
ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle
ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten
hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca
tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 20).
“Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat
edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, elçimize düşen, ancak
apaçık bir tebliğdir”
(Mâide 92).
“Bilin ki, Allah gerçekten cezâsı pek
şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Elçiye tebliğden
başka (yükümlülük) yoktur. Allah açığa vurduklarınızı da, gizli
tuttuklarınızı da bilir” (Mâide
98-99).
“Onlara (azab olarak) vâdettiklerimizden
bir kısmını sana göstersek de, senin hayâtına son versek de, sana düşen
yalnızca tebliğ etmek, hesap (sormak) bize âittir” (Ra’d 40).
“Şirk koşmakta olanlar dediler ki: ‘Eğer
Allah dileseydi, O’nun dışında hiç-bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız
da; ve O’nsuz hiç-bir şeyi haram kılmazdık’. Onlardan öncekiler de böyle
yapmıştı. Şu-hâlde elçilere düşen apaçık bir tebliğden başkası mı?” (Nâhl 35).
“Fakat onlar yüz çevirirlerse, sana
düşen yalnızca apaçık bir tebliğdir” (Nâhl 82).
“De ki: ‘Allah’a itaat edin, Resûl’e
itaat edin. Eğer yine yüz çevirirseniz, artık onun (peygamberin) sorumluluğu
kendisine yüklenen, sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat
ederseniz, hidâyet bulmuş olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir tebliğden
başkası değildir”
(Nûr 54).
“Eğer yalanlarsanız, sizden önceki
ümmetler de (elçilerin çağrısını) yalanlamışlardır. Elçiye düşen, yalnızca açık
bir tebliğdir” (Ankebût
18).
“Dediler ki: ‘Siz, benzerimiz olan bir
beşerden başkası değilsiniz, Rahmân (olan Allah) da herhangi bir şey indirmiş
değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz’. Dediler ki: Rabbimiz, gerçekten
size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir. Bizim üzerimizde de (sorumluluk
ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur” (Yâsin 15-17).
“Şâyet onlar, sırt çevirecek olurlarsa,
artık Biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana
düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, Biz insana tarafımızdan bir rahmet
tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri
dolayısıyla bir kötülük isâbet ederse, bu durumda insan bir nankör kesiliverir” (Şûrâ 48).
“Allah’a itaat edin ve Resûle de itaat
edin. Şâyet yüz çevirecek olursanız, artık elçimiz üzerine düşen (yalnızca)
apaçık bir tebliğ (gerçeği size iletmek)dir” (Teğâbün 12).
Âyetlerde de
görüldüğü gibi, söylenmek istenen şey; Peygamber’in “ben sâdece bir
tebliğciyim, âyetleri duyururum ve gerisine karışmam” demesi değildir ve
âyetlerde de bundan bahsedilmez. Âyetlerin tamâmını okuduğumuzda yada âyetleri
bağlamları yâni siyâkı ve sibâkı ile birlikte okuduğumuzda, Peygamber’in, İslâm’ı
apaçık anlattıktan sonra söylediği şey; “eğer Allah’ın emrettiği
yapılmazsa, Allah’ın azâbıyla karşılaşırsınız” demektir. “Allah’ın emirlerini
yerine getirmeyenlerin cezâ göreceğini” söylemektedir. Tabi Peygamber, Allah’ın
emrettiklerini en başta kendisi yapar. Yoksa karşıdaki muhâtap “sen niye
yapmıyorsun” demez mi?.
Peygamber,
Allah’ın emirlerini en iyi şekilde ilk önce kendisi yerine getirir ve ondan
sonra da Allah’ın emirlerini bildirir ve “bana uyun” der. İşte buna rağmen
muhâtaplar yine de Peygamber’e uymazsa, “hidâyet Allah’tandır, Peygamber’e
düşen sâdece tebliğdir” âyeti iner. Yoksa, Allah; “bakın size bir Peygamber
gönderiyorum, fakat o sâdece vahyi seslendirir ve gerisine karışmaz, o’nunla
muhâtap olmayın” dememektedir. Söylenen şey şudur: “Peygamber kendine gelen
âyetleri ilk önce kendisi en ideâl şekilde yerine getirir ve uygular. Sonra da
herkese duyurur. Fakat Peygamber bir zorlayıcı ve zorba değildir. Siz o’nun söylediklerini
yerine getirirsiniz yada getirmezsiniz, Peygamber sizi buna zorlayacak
değildir. O zorlayıcı değil, tebliğcidir. Artık inanmak yada inanmamak ve
uygulayıp-uygulamak size kalmış, fakat o’nun dediklerine uymazsanız âhirette de
acı azâbı görürsünüz”. “Yâni “o sizi îmâna ve amele zorlayacak değildir, o
sâdece tebliğ eder” denmek istenmektedir. Bu apaçık gerçeği ifsâd edip de
“Peygamber sâdece tebliğcidir ve başka hiç-bir şeye karışmaz” demek bir cehâlet
değilse, apaçık bir küfürdür. Vel hâsıl kelam; âyetlerde, “Peygamber sizi zorla
müslüman yapacak değildir, o zorba değildir, ona düşen sâdece bir tebliğdir”
denilmektedir.
Peygamber, kendisine indirilen vahyi tebliğ ettikten
başka, vahyi en ideâl şekilde uygulayarak hayâta geçirmek ve hattâ hayâta hâkim
kılmak görevi de vardır. “Güzel örneklik” görevi vardır tüm peygamberlerin. Teoman
Duralı bu konuda şunları söyler:
“Peygamberlerin, öncelikle de Hz. Muhammed Mustafa’nın
(570-632) tek ödevi, Allah tebliğini insanlara iletmekten ibâret değildir.
Tebliğin nasıl uygulanacağını dâhi, îzahla ve îzahlarını hayâtın binbir
vechesinde kendi yaşayışını örnek kılarak göstermekle yükümlüdür(ler). Şu
durumda, genellikle sanılanın tersine, Hz. Peygâmber, edilgin bir
alıcı-aktarıcı olmayıp, son derece etkin bir yorumcu ve uygulayıcıdır.
‘İnsanlar, nasıl olsa belli bir görüş ile inanca saplanıp kalmışlar; artık
onları inatlarından vazgeçirmek benim harcım değil’ demek, bir vâize, bu-arada,
Peygamber’e düşmez. Sabırla ödevinin gereklerini yerine getirmek, “dîni bütün
kişi”nin başta gelen görevidir”.
Mevdûdî:
“Peygamberlerin vazîfesi, yeryüzünde Müslümanları teşkilatlandırarak Allah’ın
hâkimiyetine dayalı bir sistem kurmaktır. Peygamberler bir medeniyet ve kültür
têsis etmek üzere gönderilmişlerdir” der.
Tabi Peygamber
aynı-zamanda dîni ve siyâsi lîder olduğu için, “insanların uygulayabileceği”
cezâları uygulayabilir ve uygulamıştır da. Meselâ yalan, iftirâ, zinâ ve
hırsızlık suçlarının cezâsını keser. O hâlde Peygamber sâdece “duyurucu” değil,
“uygulayıcıdır” da. Demek ki Peygamber’in, yaşantısıyla ve davranışlarıyla, “Kur’ân’ın
esaslarını pratik olarak göstermek ve bir örneklik sergilemek” görevi de vardır.
“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun,
aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme,
içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle teslim olmadıkça,
îman etmiş olmazlar”
(Nîsâ 65).
Aslandan kaçan
yaban eşeklerinin kaçtığı gibi “güzel örneklik” demek olan sünnetten kaçanlar
şunu bilmelidirler ki, Sünnet; Peygamber’in, Kur’ân’ın pratik metodolojisini-yöntemini
göstermesidir. O hâlde “Peygamber’in bir sünnet-örneklik oluşturmak görevi var”
demektir. Zihinlerin cehâletini vahiy ile değiştirmek, davranışı da vahiy ile
değiştirmeyi gerektirir. Demek ki peygamberler bir “sünnet” ortaya koymak için
gönderilirler. Ali Şeriati, sünnetin
târifini şu şekilde yapar:
“Aslında Peygamber’in sünneti, sâdece sözleri ve hadisleri değildir. Bilakis,
sünnet’in gerçek mânâsı: ‘Metod’, ‘çalışma
yöntemi’, ‘nereden başlamak gerektiği’ ve hedefe ulaşmak için hangi
seyir-çizgisini, hangi stratejiyi tâkip etmek gerektiğidir”.
Demek ki mü’minler,
Peygamber’in söylediklerine inandıktan sonra, o söylenenleri, Peygamber’in
örnek uygulamasına bakarak uygularlar. Israr Ahmed Han: “Allah’a ve Peygamber’e itaat ediniz” (Nîsâ 59) âyeti için şunları
söyler:
“Allah’a itaat etmek Kur’ân’da yer alan
emirlere uymaktır. Peygamber’e itaat ise, Peygamber’in sahih hadislerinde yer
alan metodolojik hayat-tarzına uygun hareket etmektir. Hadis ve sünnetin toptan
reddedilmesi, İslâm’ın farklı yorumlara açık bir felsefe hâline gelmesine yol
açar. Günümüz müslümanlarının bu üzücü durumu, basma-kalıp dindarlığın yaygınlığından
kaynaklandığı sıklıkla öne sürülse de, bundan hadis sorumlu tutulamaz. Aksine, müslümanlar,
Hz. Peygamber’in sünnetine sıkı-sıkıya bağlılıkları yüzünden değil, düşünceleri
ve pratiklerinde Kur’ân ve sünnetten uzaklaştıkları için sıkıntı çekmektedirler”.
Peygamberlerin görevlerinden biri de,
sahih olan ile bâtıl olanı ayıklamak ve ayırmaktır. O hâlde bu, bir sünnettir.
Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Muhammed’in
hedefi ve amacı aynıdır: Hayâtı vahiy-merkezli inşâ etmek. Mevdudi bu konuda
şunları söyler:
“Peygamberler Allah-ü
Tealâ tarafından sâdece kelâmını yaymak, buyruklarını duyurmak ve açıklamakla
değil, aynı-zamanda bunların nasıl tatbik edildiğini ve başkalarına nasıl
örnek olabileceklerini göstermek için de görevlendirilmişlerdir.
Peygamberler aynı-zamanda, Kur’ân’ın belirlediği amaçlara varılabilmesi için,
fenler ile toplumu denetlemeye, insan hayâtının eksikliklerini düzeltmeye de
mêmurdurlar”.
“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet
ettiğimiz (farz kıldığımız) ‘Allah’ın
dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd
dîn) ve bu konuda görüş
ayrılığına düşmeyin’ direktifini
sizin için bir ‘hayat düsturu’ olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın
bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine
seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).
Allah; “dîni
hayatta hâkim kılın” diyor. Bir şeyi ikâme etmek, “o şeyin gereğini yerine getirmek”
demektir. “Dîni ikâme etmek” demek ise, “dînin gereğini yapın ve onu hayatta
hâkim kılın” demektir. Zâten dînin “gereği” yapıldığında yâni ikâme
edildiğinde, din mutlakâ hayâta hâkim olacaktır. Dînin hayâta hâkim olmamasının
nedeni, onun gereğinin yapılmaması ve onun hakkıyla yaşanmaması nedeniyledir.
İşte peygamberler, dîni hakkıyla yaşamayan ve dolayısı ile onu hayâta hâkim
kılmayan toplumlara, dîni eksiksiz bir şekilde tebliğ ettikten sonra, bir
örneklik sergileyerek, İslâm’ı hayâta hâkim kılarak yaşamak ve yaşatmak için
gönderilmişler ve bunun için görevlendirilmişlerdir. Bu, tâ Hz. Nûh’tan bêri
böyledir. Çünkü şirk ve dolayısı ile zulüm, Hz. Nûh ile birlikte kurumsallaşmış
ve ortaya çıkmıştır.
O hâlde
Peygamber’in ve tüm peygamberlerin görevi, âyetin de söylediği gibi, vahyin
tebliğini yapmaktan başka; vahyin en ideâl örnekliğini göstererek “İslâm’ı
hayâta hâkim kılmak”tır.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Hazîran 2018