“Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl
her zaman yok olmaya mahkûmdur”
(İsrâ 81).
İnsanlık
târihi, “bâtılın ‘hakîkat’ diye gösterilmesi ve mü’minlerin buna karşı çıkması”nın
târihidir. Târih boyunca kitleler, hakkı ve hakîkati hatırlatanlardan nefret
etmişler ve onları “aşırılık”la yaftalamışlardır. Zîrâ hakîkati hatırlatmak “sorumluluğu
hatırlatmak” demektir. Sorumluluğun duruma göre çok ağır bedelleri de olabileceğinden
dolayı, nefsini merkeze almış olanlar için hakîkatten bahsedilmesi bile çok
rahatsız edicidir. Çünkü yalan içinde yaşamak kolaydır; hakîkat ise adamın
belini büker.
Modernite
ile birlikte hakîkatin imaja kurbân edildiği bir dünyâda yaşıyoruz. İmaj ne
kadar parlak ve çekici ise onu o kadar hakîkat zannediyoruz. Görüntüye tav
oluyoruz çünkü. Modernite zâten bir “görüntü uygarlığı”dır. Görüntüyü ve
görüneni ideâlize eder. Fakat hakîkat “görünür” olmak zorunda değildir. Hattâ
hakîkatin çıkış noktası gayb yâni “görünür olmayan”dır. Yunan-batı aklı, hakîkati
“gözlemlenebilir olan”a indirgemiştir. Bu yüzden göremediğini ve
gözlemleyemediğini inkâr eder. Tabi bu, “hakîkati inkâr etmek” anlamına gelir.
Sonunda da görünür olan yâni maddî olan “hakîkat” olarak algılanmaya başlanır.
Böylece hakîkat ters-yüz edilmiş olur ve bâtıl, hakîkat olarak görülüp kabûl
edilir. Bu, “hakîkatin parçalanması” ve “bâtıllaştırılması” demektir.
Yaratılmış
olan her-şey hakîkattir fakat “mutlak hakîkat” değildir. Mutlak hakîkat “gaye”
olandır. Çünkü görünür olan yok olmaya mahkûmdur. Ne ki görünürdür, o mutlak değildir.
Zîrâ görünür olan bir gün gelir “görünmez” olmaya yâni yok olmaya başlar. Zîrâ
görünür olan, yok olmaya mahkûmdur.
Hakîkat
“mutlak hakîkat”tir. Yarım-yamalak hakîkat olmaz. O yüzden hakîkat Mutlak
Olan’dan gelmek zorundadır. “Mutlak olmayan”dan gelen mutlak olmaz. Mutlak
olmayınca hakîkat de olmaz. O hâlde beşerî olan ve hakîkat zannedilenler
aslında hakîkat değildir.
Günümüz
müslümanları; hakîkat zannettikleri lâik, kapitâlist, liberâl, milliyetçi,
muhâfazakâr, demokrasi ve modernite içinde kendilerini kaybetmiş durumdadır.
İnsanlar son 200 yıldır, ekonomik büyüme (modernite-kapitâlizm) ile
kandırılıyor. İslâm “vazgeç” derken, modernite ise “vazgeçme” diyor; hiç-bir
tutkundan vazgeçme.. Hakîkati modernite içinde aramak, “tutkuların içinde aramak”
anlamına geliyor ki tutkuların ve hazların içinde hakîkatin bulunması imkânsızdır.
Hakîkat tutkuların ve hazların içinde değil, bedellerin ve adanmışlıkların
içinde ve bir arayış hâlindeyken bulunur. Hakîkat ucuz bir şey değildir ki öyle
bedel ödemeden bulunsun. Ucuz olan bâtıldır ve hemen her yerde bulunur. Modernite
bâtılın her yerde bolca bulunduğu ve hattâ bâtıl tarafından tüm Dünyâ’yı
sarıp-kuşattığı şeytânî bir kandırmacadır.
Müslümanlar hakîkati
zorla ve ille de modernite içinde aramak ve kabûl etmek istiyorlar. Hattâ bu
uğurda Kur’ân’ı aşırı yorumlarla moderniteye uydurana kadar zorlamaya tâbi tutuyorlar.
İslâm’ın kavramları modernite nedeniyle “anlam genişlemesi”ne uğratılmakta ve
bu da mânâyı değiştirmektedir. Mânâ değişince ve vahye uygun değil de moderniteye
uygun hâle getirilince hakîkat de oradan çekiliyor. İslâm’ın; îman, câhiliye,
tâğut, şirk, infâk, hicret, cihad ve şahâdet gibi ana kavramları, modernitenin
etkisiyle “yeniden yorumlama”ya tâbi tutularak unutturuluyor yada yok
sayılıyor. Oysa bu kavramlar hakîkatin ta kendisidir. Modern müslümanlar,
Kur’ân’ın -modern çağ da dâhil- tüm zamanlarda bağlayıcı olduğu hakîkatini
değiştirmek için kendilerini paralıyorlar.
İslâm yerine
modernite merkeze alındığında hakîkat değil, bâtıl bulunur ve bâtıla “hakîkat”
muâmelesi yapılmaya başlanır. Böylece bâtıl ölümüne savunulurken hakîkat ise
“bâtıl” olarak görülür ve gösterilir. İnsanlık târihi işte bu yanlışın bu
yanlışa karşı cihadın târihidir.
İslâmî hayat
ve modern hayat karşısında ikilemde kalan müslümanlar, İslâm iddiâlarına rağmen
modern hayâtı seçtiler. Böylece “îtikatta İslâm”, “amel ve eylemde modernite”
olarak absürd bir durum ortaya çıktı. Bu, “hakîkatin parçalanması” durumudur.
Bu nedenle ne yazık ki sonuçta vardıkları yer hakîkat değil bâtıl oldu. Çünkü
hakîkatin bedelini ödemekten kaçındılar. Zîrâ hakîkatin bedeli ağırdır. Bâtıl
ise nefis-merkezli olduğu için onun bir bedeli olmaz. Bedeli olmadığından
dolayı da -bâtılda olmak haz içinde olmak demek olduğundan dolayı- bâtıla
kapılmak ve onun peşinden gitmek zor olmaz ve hattâ nefsin hoşuna gider. Modern
insan nefsinin hoşuna gittiği şeye çabuk adapte olmakta ve onu hakîkat olarak
kabûl etmektedir.
Kur’ân’ı
(moderniteye uygun olarak) aşırı didiklemek ve moderniteye yâni bâtıla uygun
düşürmek, Peygamber’i ve 1.400 yıllık târihi hafifletmek ve tümden yok saymakla
sonuçlanmıştır. Oysa Kur’ân âyetlerinin hakîkati ve en doğru anlamı, “Peygamber’in
pratiğe döktüğü” gibidir. Peygamber örnekliği, pratiklik içerdiğinden ve yoruma
açık olmadığından ve de Allah tarafından “güzel örneklik” (Ahzâb 21) olarak
gösterildiğinden dolayı, müslümanların bu örnekliği mutlakâ izlemesi ve
değerlendirmesi gerekir. Sünnet’in izlenmesi, “hakîkatin hayattaki izdüşümünün
izlenmesi” demektir ki bu izdüşüm “vahyin en ideâl izdüşümü”dür. Fakat böyle
bir yaşam “Dünyâ’yı ıskalamayı” gerektireceğinden dolayı çok da tâlibi olmaz.
Bu durum hikmet gereği tüm zamanlarda böyle olmuştur. İnsanlık târihi boyunca
hakîkatin tâlibi çok olmamıştır ama bâtılın peşinden gidenler Dünyâ’yı
doldurmuştur. Fakat sonunda cehennemi dolduracak olanlar da onlar olacaktır.
Çünkü cehennem, hakîkati unutmuş ve kâlpleri taşlaşmış olanlarla dolacaktır:
“Ey îman
edenler!, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve
taşlardır…” (Tahrîm 6).
Kur’ân’ı
modernite-merkezli yorumlayarak hakîkate ulaşacağını zanneden ahmaklar çoğaldı.
Kur’ân’ı; moderniteye, nefse ve çıkara uydurmak için yorumlamaya bir başladınız
mı, şeytan en büyük destekçiniz olur. Şeytan, lâikliğe-kapitâlizme bürünmüş,
“modernite” diye görünmüştür ve hakîkati işte bu şekilde örtmektedir.
Modernitenin
kaynağı “atalar dîni”dir. Modern uygarlığın atası Roma ve Yunan’dır. Modernite
Greko-Romen uygarlığının yeniden diriltilmesidir. Mekke müşrikleri de atalara
dayanıyordu. Fakat Kur’ân, hakîkatin “ataların yolunda” olmadığını söyler. Hattâ
“ataları körü-körüne izlemekle hakîkate değil ancak bâtıla ulaşılır” der. Modernitenin
geldiği yer de burasıdır. Modernite hakîkatten kopmuş ve bâtılı diriltmiştir.
Öyle ki bâtılı tüm Dünyâ’ya yayarak onu hak gibi göstermiştir. Bâtıl tüm
Dünyâ’da “hak ve hakîkat” olarak kabûl edilince, artık bâtılı kutsamayanları
zor bir hayat beklemektedir. İnsanlık dinden yâni Kur’ân’dan ve Sünnet’ten
kopunca hakîkatten de kopmuş ve bâtılı hakîkat zannetmeye başlamıştır. Modernite
bâtılı hakîkat, hakîkati ise bâtıl olarak gösteren şeytânî bir sistemdir.
Modern
sistemin en büyük düşmanı, “nefsin dizginlenmesi”dir. Zîrâ modernite
hayâtiyetini, “nefsin kışkırtılması”ndan alır. Modernizm, bir “kışkırtma
uygarlığı”dır. Nefisleri kışkırtır. Kışkırtılmış nefisler, hakîkati idrâk
edemezler. Nefisler dizginlenemeden hakîkat bulunamaz, görülemez ve yaşanamaz.
Hakîkat
ancak ve ancak Kur’ân-merkezli olarak kavranabilir, nefis-merkezli” olarak
değil. Hakîkat, “Kur’ân’dan çıkarılan”dır, “Kur’ân’a giydirilen” değil. Hakîkat,
“reyting”in gösterdiği de değildir. Bir şeyin çok olması onun hakîkat olması
anlamına gelmez. Hattâ tam-tersine, çoklukta her zaman bir bâtıl vardı. Kur’ân
çokluktan hep olumsuz olarak söz eder. Hakîkatin temsilcilerinin sayısı tüm
zamanlarda az olmuştur. İşin rajonu budur. Çünkü hakîkatin ağır bedelini
ödeyecek olanlar tüm zamanlarda azdır ve az olacaktır. Hakîkatin bâzı bedelleri
vardır. O bedellerden biri de “yalnızlaşmak” ve “az sayıda olmak”tır. Hakîkati,
o bedeli ödemeyi göze alanlar taşıyabilirler ve ortaya koyabilirler.
Tasavvuf
ile de hakîkat bulunamaz. Hattâ tasavvuf hakîkati perdeler, köreltir ve hakîkat
olmayanı “hakîkat” diye gösterir. Mistikler, bâtınîler ve tasavvufçular, önce
Peygamber’i buharlaştırıp sonra adına “Hakîkat-i Muhammediye” diye bir
absürdlük ortaya atarlar. Hakîkat-i Muhammediye düşüncesi ile Peygamberimiz’in
sahih hadis ve sahih Sünnet’ini perdelerler ve bâtıl sözleri Peygamber’e isnât
ederler. Oysa Hz. Muhammed’in hakîkati, 23 yıl boyunca Kur’ân’ın emirlerini
yerine getirmekten başkası değildir ki, ona Sünnet denir. Hakîkat târih boyunca
çeşitli sapıklıklar ile blôke edilip örtülmek istenmiştir ki Hakîkat-i
Muhammediye ile tasavvufçular da hakîkati gizleyip bâtıllardan bir bâtılı
ortaya çıkarmışlardır.
Hakîkat
“apaçık olan”dır. Bâtında değildir, gizli değildir. Hakîkat yer altına
indirilemez. Bulmaca-bilmece değildir. Hakîkat apaçıktır ve Kur’ân onu apaçık bir
şekilde ortaya koymuştur. Hakîkati bulmak için birilerine yalakalık yapmaya
gerek yoktur. Allah’a hakkıyla kulluk yapıldığında hakîkate göre yaşanmış olur.
Hakîkat o kadar apaçıktır ki, onun idrâk etmek için yoruma bile gerek yoktur.
Fakat bâtıl, bâtıl olduğunu gizlemek ve aslında güyâ hak olduğunu göstermek
için çeşitli yorumlara ve te’villere ihtiyaç duyar. İşte bâtınîlik denilen şey,
“bâtılı yorumlayarak hak gibi gösterme”nin adıdır. Hakîkatin bâtını falan
olmaz. Hakîkatin peşinde olanlar hakîkatle meleke kazandıklarında hakîkat üzere
olmuş olurlar.
Modern batı
bâtıl-merkezli koşullar ortaya atmış ve bunu tüm Dünyâ’ya dayatarak yaydığı için
neredeyse tüm Dünyâ’da modern-merkezli bâtıl hayat-tarzı ve düşüncesi hak ve
hakîkat gibi görülmektedir. Oysa bâtıl, “hakîkatin yokluğu hâli”dir. Bâtıl,
hakîkatin içine atılmış bir zehirdir. Bir kazan bala bir damla zehir katılınca
o bal nasıl ki zehir oluyorsa, hakkın içine karışacak olan en küçük bâtıl da hakkı
zedeler ve zehirler. Zîrâ hakîkat bâtıl kabûl etmez.
Hakîkate
modern-bilim ile ulaşacağını sananlar da var. Modern-bilim Allah’sızdır. Allah’sızlıkla
hakîkate ulaşmak da ne demek?. Nerede görülmüş?. Modern-bilim madde üzerinde
çalışır. Maddeyi yaratan Allah’ı hesaba katmadan hakkın bulunacağını zannetmek
ağır bir ahmaklıktır. Modern-bilim, Allah’ı hesâba katmamakla hakîkati
perdeliyor. Modern-bilimin hakîkate ulaşmak gibi bir derdi yoktur zâten. Hattâ
hakîkatten kaçar. Onun derdi, seküler paradigmanın yalakalığını yapmaktan ve
çıkar elde etmekten başkası değildir. Modern-bilimin ortaya koyduğu bir iyilik
örneği yoktur. Modern-bilim geliştikçe bir tezat olarak Dünyâ’daki zulümler de
artıyor. Zîrâ modern-bilim hak ve hakîkat üzere değildir. Çünkü modern-bilim “yanlışlanabilir”
ve “değişebilir” olandır. Öyle ki bugün söylediğini ve kabûl ettiğini yarın
inkâr eder ve değiştirerek onun tam tersi bir şey söyleyebilir. Oysa hakîkat
değişmez. Çünkü hakîkat tamdır ve yetkindir.
Modern
ideolojiler de hakîkate ulaştıramaz ve ulaştırmamıştır. Lâikliğe ve demokrasiye
sarılarak hakîkate ulaşılabileceğini beklemek “boşuna bir bekleyiş”tir.
Demokrasi, hakka-hakîkate, adâlete-eşitliğe düşmandır. Hayâtiyetini de zâten bu
düşmanlıktan alır. Hak, “Hak”tan gelendir, şeytânî bir ideoloji olan
demokrasiden değil. Zâten demokrasi, “Allah’ı yâni hak ve hakîkati işe
karıştırmamak” demektir. Öyle ki sâdece Allah’a âit bir hak olan kânun koyma
yetkisini O’ndan alır ve beşere verir. Demokrasi, Allah’ın kânunları yerine
beşerin kânunlarını dinleştirmek için ortaya atılmış bir sapıklıktır. Böylece
Allah’ın kânunlarına düşman olmuştur. Allah’ın kânunlarına düşman olan bir
ideolojiden hakkı ve hakîkati ortaya koymasını beklemek, bâtıl ile zihinlerin
iğdiş edildiğinin ve kâlplerin karardığının bir göstergesidir.
Hakîkate, uydurma gelenek
ve rivâyet ile de ulaşılamaz. Allah’ın Kitab’ı ve Peygamber’in sahihi Sünnet’i
yerine birilerinin uydurmalarıyla yola çıkanların varacağı yer ağır bir yanılgı
ve derin bir gaflet ile bâtılın içine düşmek olacaktır. Hakîkatin otoritesini
birilerinin otoritesine boğdurmak şirktir, küfürdür ve zulümdür. Hakîkatin
otoritesi yanında rivâyetin otoritesine .ok yemek düşer.
“Bana göre” ve “sana
göre” sözlerinde hakîkat yoktur. “Kur’ân’a ve Sünnet’e göre” olanda ancak hakîkat
ortaya çıkar. Allah’ın dediğinden başkası hakîkat değildir.
Hakîkati “modern”
bir söylem olan “sâdece Kur’ân” yoluyla aramak ve bulmak da mümkün değildir.
Zîrâ Kur’ân bizim “temel kaynağımızdır” ama “tek kaynağımız” değildir. Çünkü
İslâm sâdece zihinlerin kitabı değildir ve onun “örnek ve ideâl bir hayat
pratiği (Sünnet)” de vardır. Sünnet, Kur’ân’ın en doğru kavlî ve fiîli
yorumudur ki böylece “sâbit doğrumuz” açığa çıkar. O hâlde hakîkat “Kur’ân-Sünnet
bütünlüğünde bulunabilecektir. Hakîkati ararken sâbit doğrularınız yoksa eğer,
aynen günümüzde olduğu gibi rüzgârın savurduğu yöne doğru gitmek zorunda kalırsınız.
Aslında modernite,
insanlığın önündeki bir deneme ve imtihandır. İnsanlar moderniteyle
olmayacağını, modernite içinde hakîkatin bulunamayacağı yakında öğrenecekler
ama yine de hakka ve hakîkate yönelmeyecekler ve nefis-merkezli bir başka bâtıl
düşüncenin peşine takılacaklardır. Sâdece az bir topluluk, Hz. İbrâhim gibi “Allah’tan
başka her-şeye” düşman olacaklardır. Beşerî olan her-şey yakın yada uzak vâdede
insanlara zarar olarak dönecektir. Zîrâ sünnetullah bunu gerektirir.
Bugünkü değişim temposunun hızı
nedeniyle, eğer müslümanlar aynı çıkmaz sokağa, hattâ daha da kötüsüne girmek
istemiyorlarsa, batı’nın ve modernitenin izlediği yolda gitmeyi hiç-bir zaman
ümit etmemelidirler. İslâm’ın kendine has bir hakîkat ve medeniyet anlayışı
vardır. O yüzden hakîkat, yine hak olan dînin yâni İslâm’ın içinde aranmalıdır.
Hakîkat,
“Aşkın Olan”dan gelir, “beşerî olan”dan değil. O hâlde hakîkati beşerî olanda
aramak abestir, boştur. Demek ki hakîkat beşerin ürettiği ideolojilerde, Allah’sız
düşüncelerde ve sistemlerde bulunamaz. Bu nedenle hakîkat, modernite içinde
bulunamaz. Hakîkati bulmak için hakîkatin kaynağına bakmak gerekir ki o,
vahiydir. Hakîkati görmek için ise, hakîkatin yaşandığı zamâna -ki hakîkatin en
ideâl olarak yaşandığı zamandır-, Allah’ın örnek gösterdiği Peygamber ve
sahabenin (Ahzâb 21) yaşadığı “asr-ı saadet” dönemine bakmak gerekir. Çünkü asr-ı
saadet, hakîkatin ete-kemiğe büründüğü ender zamanların çıkış noktasıdır.
Hakîkat
bireycilik ile de bulunamaz. Bir yazıda şöyle denir:
“Bireyi
kutsayan modernizm, bireycilik (individualisme) ile birey-üstü olabilecek
ilkelerin inkârını esas alarak uygarlığını insan ile sınırlandırmıştır. İşte batı’dan
başlayan çöküşün esas nedeni bu bireyciliktir. Modern felsefe bireycilikten
yola çıkarak aklî/rasyonel uygulamalar ile bir-takım varsayımlar ortaya
koymuştur. Sonra bu varsayımlara hakîkat olarak inanmış ve bunu kendine
patentleyerek egodan bir uygarlık kurmuştur. Hakîkat olarak ifâde edilecek bir
düşünce insan aklının ürünü olamaz ve insandan bağımsız olarak varlık
kazanmıştır. Batı felsefesinde İntelligence olan entelektüel aklın ürettiği
meta-fiziksel bilginin inkârı sonucunda ‘fayda’, hakîkatin yerine geçmiş ve
böylece modern sapma pragmatizm ile son aşamasına varmıştır”.
Modernitenin
ahlâkı yoktur. Ahlâkın olmadığı yerde ise hakîkatin aranması boşunadır. Zîrâ
hakîkat ahlâk olmadan ortaya konamaz. Peygamberimiz “muhteşem bir ahlâka sâhip
olduğu” için peygamber olarak seçilmiş ve hakîkati ortaya koymuştur. Ahlâkın olmadığı
yerde bulunacak olan şey ahlâksızlıktan başkası olmayacaktır.
Eşyânın
hakîkatini araştırmak, “eşyâyı olduğu gibi kabûl edememek” demektir. Eşyânın hakîkati,
Allah’ın târif ettiği gibidir. “Eşyânın hakîkati” gibi sözlerle eşyâ
ideâlleştirilip kutsanmaktadır.
Vahiy,
hakîkati “aklın ötesinde” idrâk etme bildirimidir. Akıl kullanılmadığında
üzerimize “pislik” yağacağı (Yûnus 100) gibi; akıl ilahlaştırıldığında da
üzerimize “pislik” (modernite) yağar. Bu nedenle aklı ilahlaştırmış olan
modernite içinde hakîkat bulunamaz.
Hakîkat,
“apaçık olan”dır ve o “bâtın”da falan değildir. Hakîkati sâdece bilmek yetmez,
onu dile getirmek ve sonra da hakîkati hayâta hâkim kılmak da şarttır. Hak
olanı “halk” değil, “Hak” tâyin eder. Îman etmek ve sâlih amel üzere olmak,
“hakîkatin bulunmuş olması” durumudur. Hakîkatin hatırı her hatırdan üstündür. Parçalanan
hakîkat, hakîkat olmaktan çıkar. Hakîkat, eskimez olandır.
Modern insanı
ürperten en büyük hakîkatlerden biri de ölümdür. Ölüm net bir hakîkattir.
Hakîkat insanı
rahatsız eder. Rahatsız etmeyen hakîkat yoktur. Zîrâ hakîkat pasif bir şey değildir
ve pasifleştirmez. Tam-aksine pasif olanı aktif hâle getirir. Eğer aktif
değilseniz ve pasifliğe devâm ediyorsanız “kendinizi hakîkate adamamışsınız”
demektir.
Hakîkat çok
yalındır ve apaçıktır. Hakîkat bulunduğunda çok ilginç bir şey bulunmuş olmaz.
Hakîkat gâyet doğal ve normâldir. Hakîkat modernite ile gizlendiği için hakîkati
unuttuk ve onu çok olağan-üstü bir şey zannediyoruz.
Hakîkatten
bahsetmek ve hakîkat üzere olmak, ödülü “cennet” olan ağır bedelleri ödemeyi
gerektirir. Bu bedelleri göze alabilenler ancak hakîkati ortaya koyarlar ve onu
hayâta hâkim kılabilirler.
Dünyâ’da
hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik ancak, Allah’ın kânunları olan Kur’ân ile
hükmedildiğinde gerçekleşir ve böylece bâtıl defolup gider.
Aristo: “Hocamı
severim fakat hakîkati daha çok severim” der. Çünkü hakîkatin önüne geçirilebilecek
bir şey yoktur. İnsanda “hakîkat sevgisi” varsa tüm sevgiler onun altında kalır.
Hak ve hakîkat
gelince bâtıl yok olmaya mecburdur. Zîrâ hakîkat ile bâtıl aynı-anda aynı yerde
bulunamaz.
En doğrusunu sâdece
Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019