“Kendisiyle Allah’ın konuşması, bir beşer için olacak
(şey) değildir; ancak bir vahy ile yada perde arkasından veyâ bir elçi gönderip
kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yücedir, hüküm
ve hikmet sâhibidir” (Şûrâ 51).
Kur’ân’a
bakıldığında, Allah’ın bildiriminin peygamberlere gelişi; 1-Vahyetme, 2-Perde
arkasından hitâp, 3-Elçi gönderip sözlerini iletme, şeklindedir. Âyette vahyin
niteliğine ve geliş şekline bakınca, vahyin niteliğinin tam olarak anlaşılamayacağı
ve hattâ onu peygamberlerin bile, hissetse de anlamlandıramayacağı anlaşılıyor.
Çünkü arada bir “ontolojik fark” (varlık farkı) vardır ve farklı varlıkların
birbirleriyle olan iletişimleri, benzer varlıkların iletişimleri gibi olmaz.
Mutlak Varlık olan Allah’ın, sınırlı ve mukayyet bir varlık olan insan ile
direkt olarak, “rûberû” yâni karşılıklı şekilde, yüz-yüze gelerek, insan-insana
konuşma gibi bir konuşma yapması beklenemez. Bu nedenle Allah’ın vahiyleri,
insana mutlakâ bahsedilen bu üç yolla gelmek zorundadır.
Akıl, gayb
alanında çâresiz kalır. O hâlde din yâni İslâm, “yarı-dogma” bir inanç
şeklidir. Zâten akıl ile gaybın sırrı çözülebilseydi, o zaman îmâna gerek kalmazdı.
Zîrâ insanın, aklı ile çözebildiğine ve idrâk edebildiğine îman etmesi gerekmez.
Îman “gayb” ile ilgili olandır. Yâni îman, “gabya îman”dır. Peygamberimizin
vefâtı ile birlikte Peygamber de aramızda olmadığı için, “elle tutulur, gözle
görülür îman kaynağı” olarak elimizde bir tek Kur’ân vardır fakat îman edilmesi
gereken şey, Kur’ân’ın kâğıdı, mürekkebi, mürekkebinden oluşan yazıları, cildi
vs. değildir. Îmâna konu olan şey, Kur’ân’ın Allah tarafından, Cebrâil aracılığı
ile, âlemlere rahmet Peygamberimize gönderilmiş olduğu ve gönderilen vahiylerin
kıyâmete kadar bize rehberlik edebilecek yeterlilikte ve kalitede olduğudur. Bu
da onun gaybî özelliğidir. Yâni biz Kur’ân’ın kâğıdına-yazısına değil, kaynağına,
getirenine, geliş şekline ve mesajına îman ediyoruz. O mesajın Allah’tan
geldiğine ve Allah’tan geldiği gibi korunduğuna inanıyoruz. Onu tâkip
ettiğimizde bizi karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını biliyoruz ve kabûl
ediyoruz. Evet; gözle görülen şeye îman edilmez, çünkü onun varlığından emin (îmân)
olmaya gerek yoktur. O hâlde biz, îman ettiğimiz şeyin gereğini yapmakla mükellefiz,
onun ne olduğunu bilmekle değil. Zâten buna aklımız da yetmez.
Vahiyden derece
olarak daha düşük konumda bulunan akıl, vahiy ile uzlaşmadığında yada vahyi
idrâk edemediğinde, mecbûren onu yorumlamaya (te’vil) başlar ve vahyi
yorumlamayı akıl-merkezli yaptığından, bu yorumlama işini “akla uydurana kadar”
devâm ettirir. Fakat ortaya çıkan yorum, “mutlak vahiy” olmaktan çıkar. Akıl,
bu tarz bir yorumla, Dünyâ’yı “mutlak olmayan vahye göre” şekillendirmiş olur.
Akıl ancak bu şekilde iş görür. Mutlak vahyin en doğru yorumu ise ancak “sünnet”
ile olabilir. Zîrâ sünnet, Peygamberin vahyi amel-eylem şeklinde yorumlaması
ama bunu Allah’ın kontrôlünde yapmasıdır. Eğer Allah onu yaptığından dolayı
uyarmışsa ve düzeltmişse -ki uyardığı ve düzelttiği yerler de vardır- (Tahrîm
1, Ahzâb 37) o zaman sünnet, “Allah onaylı” ve mutlak vahye göre söz ve amel
ile yapılmış en doğru yorum olmuş olur. Zâten bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân
iken, amel ve eylemin kaynağı sünnettir ve bu nedenle de sünnet bağlayıcıdır.
Bağlayıcılığı ve evrenselliği bu nedenledir.
Vahyin gelişi direkt
olarak Allah’tan insana olmaz. Zîrâ arada ontolojik (vâroluş) fark vardır. Bu
nedenle de bir kula ancak yine bir “kul” olan melek Cebrâil aracılığı ile vahiy
iletilmiştir. Zâten Allah ile kul arasındaki aracılık sâdece vahiy-mesaj-emir
indirilirken olur. Allah’tan vahiy ve emir insana direkt olarak gelmezken, insandan
Allah’a duâ, yakarış, ibâdet ise direkt yapılmalıdır. Aksi-hâlde şirk olur ki
şirk denen şey zâten budur. Put, insandan Allah’a giden yoldaki aracılardır. Fakat
Allah’tan insana vahiy getiren Cebrâil’in aracılığı şirk değildir. O hâlde
“insan ile Allah arasına” aracı giremez fakat “Allah ile insan arasına” aracı
(melek-elçi) girebilir” diyebiliriz. Yâni Allah insana hitâp edeceğinde mutlakâ
bir aracı oluyor ama insan Allah’a aracısız ibâdet ve duâ edebilir ve yalvarışta
bulunabilir ki, zâten böyle yapılmayıp da aracı konulduğunda şirk başlar.
Kur’ân’ı-vahyi,
ille de; modern aklın, modern bilimin ve modern çağın ışığında yorumlama ve bunlara
uydurma düşüncesi, aslında vahyin, salt akılla mutlak anlamda idrâk
edilemeyeceğinin göstergesidir. Çünkü vahiy, tüm bu modern etkenlere karşı
bâriz bir üstünlüğe sâhiptir. Buna göre vahyin,
sahih olarak bu etkenlerin ışığında yorumlanması ve anlaşılması imkânsızdır. Peki neden
“vahyin ışığında bilim” değil de, “modern bilimin ışığında vahiy” diyoruz?.
Niçin “vahyin ışığında bilim üretmek”ten değil de, “modern bilimin ışığında
vahyi anlamak”tan söz ediyoruz?. Çünkü zamânımız, dînin yâni vahyin arka-plâna
atıldığı ve aklın aşırı şekilde öne çıkarılıp kutsandığı bir zamandır. Vahyin
akla boğdurulduğu bir zamandayız.
Akıl
kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir. Fakat
vahiy, akıl-üstü bir öğretidir. Aksi-hâlde akıl, “vahiyden üstün” yada “vahiy
ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl da bir vahiy meydana getirebilirdi. Yâni
insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi, hak bir din
kurabilirlerdi ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirlerdi. Fakat böyle
bir şey imkânsızdır:
“De ki: Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu
Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir-kısmı bir-kısmına
destekçi olsa bile- bir benzerini getiremezler” (İsrâ 88).
Âyet, “akıl ile vahiy
oluşturulamaz, bu nedenle böyle bir beklentiye girmeyin ve böyle bir düşünceye
kapılmayın” diyor. Zâten böyle bir düşünce ve beklenti Peygamberimiz’de de
yoktu. Peygamberimiz, aklının “cins” bir akıl olduğunu fark ederek kendisine
vahyedilmesini beklemiyordu:
“Kitabın sana (kâlbine vahy ile) bırakılacağını umûd
etmezdin; (bu,) Rabbinden ancak bir rahmettir. Öyleyse sakın kâfirlere arka
olma!” (Kasas 86).
Vahiy ancak bir rahmettir. Vahiy,
insanlar içinden en temiz, ahlâklı, dürüst, aklı başında ve duyarlı olanlara
gelir. Yoksa ille de bilgi sâhibi, uzman ve “dâhi” olanlara gelmez:
“Böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Sen,
kitap nedir, îman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nûr kıldık; onunla kullarımızdan
dilediklerimizi hidâyete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola
yöneltip-iletiyorsun” (Şûrâ 52).
Vahiy; ahlâk,
akıl, bilgi-sâhibi bir insanın (peygamber) o özel mânâları kâlbinden alarak kelimelere
dökmesi şeklinde ve “Peygamber’in, vahyi gökten-melekten-Allah’tan değil de, o
kelimelerin kâlbinde belirip şekillenmesiyle kâlbinden alması” şeklindeki
yaklaşım yanlıştır. Çünkü bu anlayışa göre gayb iptâl olur ve elçiye-meleğe
gerek kalmaz. Hem peygamberler, vahyi kâlbinden alıyorsa, neden daha önce ve
her-an almadılar ve meselâ Peygamberimiz neden “fetret-i vahy” denen dönemi
yaşadı ve Hz. Âişe ile ilgili “ifk hâdisesi”nde o kadar sıkıntıya girdi?. Vahyi,
istedikleri zaman kâlplerinden alıp ortaya koyabilirlerdi. Peygamberler
vahiyleri kendi iç dinamikleriyle ve özel şartlarda kâlplerinde oluşturup da
kelâma dök(e)mezler. Vahiyler o kâlbe, özel bir şekilde Allah tarafından bir elçi
aracılığı ile gönderilir ve Peygamberler de o vahyi hem tebliğ ederler hem de
bizzat kendileri de ona uyarlar ve vahyi hayâtta uygulayarak yaşarlar. Vahiy
ile arasındaki ontolojik fark bunu gerektirir çünkü. Vahiy, peygamberlerin
kâlbine “çok özel bir şekilde” Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçi
(melek) aracılığı ile gelir ve onlar da gelen emirleri-önerileri insanlara
tebliğ şeklinde, aynen geldiği gibi aktarırlar.
Aynı ontolojik
durum Allah ile melek arasında da vardır. Bu nedenle vahyin ilk başta Levh-i
Mahfûz’a indirildiği ve Cebrâil’in de oradan aldığı vahyi Peygambere ilettiği
söylenmiştir. Abdulkadir Yılan:
“Kur’ân’ın bir bütün olarak vâr olduğu
yere Levh-i Mahfûz denilmektedir. Burûc, 85/21,22; Vâkıa, 56/77-80; Zuhrûf,
43/4; Allah’ın melekler ve insanlarla olan ontolojik farklılığın bir sonucu
olarak ilâhî hitâbın meleklere bildirimi, ancak onların ontolojik düzlemine
uyarlanmasıyla mümkündür. Kur’ân’ın ilâhî bilgi yada kelâm boyutundan, daha
sonradan insânî boyuta ulaştırılmak üzere, melek düzlemine indirgenmesi için
oluşturulan alana Levh-i Mahfûz diyebiliriz” der.
Tabi bu düşüncelerin
ne kadar doğru olduğu tartışılır. Zîrâ vahyin hem ne olduğu hem de geliş şekli
kesin anlamda belli değildir. Hattâ peygamberler bile vahyin etkisine mâruz
kalmış olmalarına onu iliklerine kadar hissetmelerine rağmen, vahyin mâhiyetini
aklın anlamlandırabileceği bir şekilde açıkla(ya)mamışlardır. Zîrâ insan ile
vahiy arasında ontolojik bir farklılık vardır ve gaybî olanı insânî olanın
açıklaması da beklenmese gerektir. Peygamberler sâdece vahiy aldıkları andan
bir-an önce ve sonrası hakkında kendilerinde olan hâli açıklamışlardır. Yusuf
Şevki Yavuz: “Vahiy yoluyla bildirim, vâsıtasız gizli bir yolla ve süratlice
Peygamberin kâlbine veyâ zihnine ilâhî kelâmın bırakılması yâni kavratılması
şeklindedir” der.
“Kur’ân’ın levh-i
mahfûzdan topluca bir defâda Kadir Gecesi’nde Beytû’l-İzze’ye (en yakın Dünyâ
semâsı) indirildiği” düşüncesi de doğru olmasa gerektir. Zîrâ Allah, vahyin
tamâmını bir seferde Beytû’l-İzze’ye indirmişse, o hâlde hayâtın akışı hesâba katılmamış
olur ve vahyi hayatla bütünleştirme sorunu yaşanır. Yok, “Allah zâten ne olacağını
biliyordu” denirse, o zaman da cebriyeci bir kadercilikten bahsedilmiş olur ki,
bu “irâdesizlik” demektir. Yâni bu sefer de irâdeye ve akla çok gerek kalmazdı.
Bir de şu var ki,
Kur’ân bir “îman kitabı”dır. Ona îman etmek gerekir. Eğer Kur’ân sâdece
elimizde tuttuğumuz bir kitaptan ibâret ise, o hâlde onun neyine îman etmemiz
istenmektedir?. Îman etmek, gayba olacağından, -çünkü elimizde tuttuğumuz ve
gözümüzle gördüğümüze îman etmemize yâni ondan emin olmamıza gerek yoktur-
Kur’ân’a îman onun maddî yönüne değil, mânevî yönüne olmalıdır. Onun Allah’tan
geldiğine ve kesin gerçek ve hakîkat olduğuna îmân etmemiz isteniyor. Aynen Peygamberlerin
de, etine-kemiğine değil, resûllüğüne-nebîliğine îman ettiğimiz gibi. Yoksa
Peygamberimizi her gören îman etmiyordu. Demek ki îman, maddî olana değildir. O
hâlde akıl da, îmâna yönlendirse ve tasdik etse de, asıl tasdik kâlp ve eylemle
ile olur.
Aklın
önermelerinin doğruluğu ancak vahiyle bağlantılı ve doğrulanmışsa kabûl
edilebilir. Vahiyle onaylanmamış hiç-bir yorum
bağlayıcı değildir. Bu yorumu yapan isterse Hz. Ömer olsun.
Peygamberlerin
diğer insanlardan tek farkı vahiy almasıdır. Kur’ân’da Peygamberimiz şöyle der:
“De ki: Ben ancak benzeriniz olan bir beşerim. Bana
yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunur. Öyleyse O’na yönelin
ve O’ndan mağfiret dileyin. Vay hâline o müşriklerin” (Fussilet 6).
Peygamberimiz
diyor ki; “Ben de sizin gibi akıl-sâhibi bir insanım. Aramızda fark yok. Fakat
benim tek farkım bana vahyediliyor olmasıdır. Vahyin sizlerden birine değil de
bana yapılması, benim çok üstün bir akla sâhip olmam falan değil, ahlâki
üstünlüğümden dolayı, Allah’ın içinizden beni seçmesi ve bana vahyetmesidir”.
Bu nedenle vahiy almak hâriç, Peygamber için kullanılan, “örnek alınamayacak”
tüm nitelemeler şirktir.
Akıl
ile din -sözde- uzlaştırılınca ve aynılaştırılınca, din ortadan kalkar. Akla
bire-bir uygun olan bir vahiy varsa, vahye gerek yoktur. Çünkü akıl da bire-bir
vahye uygundur ve akıldan sâdır olan her-şey de vahiy gibi olur. Varılan yer
artık “deizm”dir.
İbni Rüşd, akıl
ile îmânı kesin çizgilerle birbirinden ayırır ve bu dünyâda mutlu olmak için
salt aklın yeterli olduğunu söyler. Böylece İslâm’ı “dünyâ işleriyle hiç-bir
ilgisi olmayan bir inanç sistemi” hâline getirir. Bu düşünce din ile devleti
birbirinden ayırır ve devletin dinden bağımsızlaşmasına neden olur-olmuştur.
Din ile devlet ayrıldığında ve farklı alanların konusu yapıldığında, hayâtı düzenleyip
yönetme yetkisi yalnızca dünyevî olana âit olur ve hattâ zamanla din devletin
himâyesi ve denetimi altına sokulur. Din ile devlet birleştiğinde devlet dînin
himâyesi ve yönetmesinde; ayrıldığındaysa dünyevî olanın himâyesi ve
yönetmesinde olur. Lâkin şu da var ki; hak din hâkim olduğunda Dünyâ’yı da
hakkıyla yönetecekken, dünyevîlik hâkim olduğundaysa dîn sürekli olarak baskı
altında tutulur ve dînin alanı daraltılır. Îman ile aklın ayrılması ve aklın,
dînin ve îmânın yörüngesinden çıkarılması, aklı şeytanın, nefsin ve tâğutların
denetimine ve yönlendirmesine sokarak yanlış işletilmesine neden olur
Akıl, vahiy
süzgecinden geçirilmelidir; vahiy, akıl süzgecinden değil. Vahyin süzgecinden
geçen akıl, vahiy-merkezli akletmeye başlarken; akıl süzgecinden geçen vahiy
ise, beşer-merkezli akletmeye başlar. Fakat beşer aklı sınırlı olduğu için,
sınırlı olandan sınırlı ve dolayısı ile eksik bilgi çıkacaktır. Eksik bilgi ile
de hiç-bir şey yerli-yerinde yapılamaz ve ortaya adâletsizlikten ve zulümden
başka bir şey çıkmaz.
Birileri de, kendi
sınırlı akıllarıyla ortaya koydukları mezheplerini-meşreplerini vahiyden üstün
görüyorlar ve diyorlar ki, “bizim mezhebimize-meşrebimize uymayan âyetler neshedilmiştir,
hükmü kaldırılmıştır”. Yâni, “bizim aklımız vahiyden üstündür” demeye
getiriyorlar. Sâdece âyetler de değil, hadislerin de mensuh kabûl edileceğini
söylüyorlar. Böylece akıllarını; “Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4) ve “Biz
seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107)
denilen Peygamber’den de üstün tutuyorlar. Mezheplerine aykırı olan âyetleri ve
hadisleri, ya te’vil ederek kabûl edeceklerini, yada mensuh (hükmü kaldırılmış)
olduklarını söylüyorlar. El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne
ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yahut mensuh kabul edilir” (Risâle
fi’l-Fusûl).
İslâm târihinde
de bir-çokları aklın nas ile çelişmesi durumunda aklın tercih edileceğini iddia
etmiştir. Fahreddin Râzi bile: “Akıl ile nas çelişirse akıl tercih edilir”
diyebilmiştir. Esas ve asıl olanın hangisi olması gerektiğini söylerken şöyle
der:
“Naklin zâhir ifâdelerini, aklın kat’i
delâletine tercih etmek yanlıştır, çünkü nakil, aklın feridir (naklin-nassın
anlaşılması akla bağlıdır). Eğer asıl olanı (aklı) delil olmaktan düşürürseniz,
bu çürütme işi hem aslı (aklı) hem de fer’i (nakli) birlikte ortadan kaldırır.
Bunun yanlışlığı ise ortadadır. O hâlde tek bir çıkış-yolu vardır ki, o da
aklın -kesin olan- delâletini asıl kabûl etmektir”.
Vahyi akıldan
üstün tutmak, aklı ıskartaya ayırmak demek değildir tabî ki. Vahyi akıldan
üstün tutmak, “aklı vahyin kılavuzluğuna vermek” demektir. Zâten hem mukatta’a
harfleri hem de müteşâbih âyetlerin 1.400 yıldır net bir açıklaması ve tefsiri
yapılamamıştır. Çünkü aklın gücü buna yetmemektedir. Sanki Allah bu harflerle
ve âyetlerle; “aklınız vahiyden üstün değildir” mesajı vermek ister gibidir.
Aklı vahiyden
üstün tutma sapması eski zamanlarda kalmış bir şey değildir. Aklı ilahlaştıran
ve kutsayan modern zamanlarda da akıl vahiyden üstün tutuluyor ve hattâ akıl
vahyin yerine geçirilerek vahiy yok sayılıyor. Bu en çok da modern ve pozitivist
bilim ile yapılıyor. Fakat unutmamak gerekir ki, aklın vahiyden üstün olduğu
iddiâsı, vahiy Allah’tan olduğu için, -hâşâ- “aklın Allah’tan üstün olduğunu
söylemek” anlamına da gelir.
Vahiy ebedî ve
ezelî olandan gelir. Bir “sonsuzluk bildirimi”dir. Akıl ise sonsuzluktan
bahsedemez. Çünkü onu kavrayamaz. Bu nedenle ona bir isim bile verememiştir ve
ona “sonsuz” yâni “sonu olmayan” demiştir. Fakat o sonu olmayanın ne olduğunu
idrâk edemediğinden dolayı ona bir isim bile verememektedir.
Akıl, Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak
içindir. Zâten akıl, Allah’ı, “O’nun ne olduğunu bilerek” değil, “ne olmadığını
bilerek” idrâk edebilir. Vahiy,
akıl yetmediğinde(n) yada yetmeyeceğinden gönderilir. Bu nedenle algılarınızı-aklınızı vahiy inşâ etmiyorsa,
bildiklerinizin %90’ı yanlıştır.
Vahyin emirleri-önermeleri
her zaman akılla uzlaşır da değildir. Meselâ tutulması farz olan orucun yaz
günlerine denk geldiğini düşündüğümüzde, sıcağın altında açlıktan-susuzluktan kavrulmanın
akılla bağdaşır bir yanı bulunamaz. Çünkü bu, îman ile alâkalıdır ve zâten oruca
dayanıklılık daha çok îmandan gelir. Yoksa akıl, susuzluk başladığında bir-an
önce su içilmesini emreder. Bu nedenle de oruç tutanlar akıllıca bir iş yaptıklarından
dolayı değil, îmanlarının zorlamasıyla ve istemesiyle oruçlarını tutarlarken,
oruç tutmayanlar da, akıllarının almamasıyla ve îman eksikliği nedeniyle oruç tutmazlar.
İnsan, “tam inandığı” bir şeyi yapmaktan geri durmaz çünkü. Yâni oruç
tutmamanın nedeni, îmânın değil de, aklın baskısıdır.
Aklın görevi, “vahiy-merkezli
kıyaslamalar yaparak olası sorunlara çözüm getirmek” ve “vahyin emirlerini-tavsiyelerini
yerine getirmek” şeklindedir. Böyle olmadığında bir “akıl-merkezlilik” ortaya çıkar
ve aynen günümüzde olduğu gibi, akıl kısa zaman sonra ilahlaştırılır.
Şu da
unutulmamalıdır ki; peygamberlerin örnekliği, akıllarının üstün olmasından
değil, îmanlarının üstün olmasındandır. Zîrâ Dünyâ’yı Allah’ın istediği gibi
îmar edecek olanlar, vahiy-merkezli akleden îmanlı mü’minler olacaktır.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2017