“Hiç
şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan
ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak
bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).
Vahdet-i Vücûd; “Yaratan ile
yaratılanı -mutlak anlamda- eşitlemek ve bir saymak” demektir. “Varlık içinde
her-şey Allah’tır” düşüncesidir. Bu düşünceye göre; “bütün varlıklar Allah’ın
bir parçası olarak bizzat O’dur. Yaratan da yaratılan da birdir ve hepsi
-mutlak anlamda- O’dur.
Tasavvuf, TDK sözlüğünde;
“Tanrı’nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği (vahdet-i vücûd)
anlayışıyla açıklayan dînî ve felsefî akım, İslâm mistisizmi” diye tanımlanır.
Vahdet-i Vücûd yâni varlık
birliği, tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini
ve “bir”=”aynı” olduğunu savunan görüştür.
Câvit Sunar, Vahdet-i Vücûd
için şöyle der:
“Tasavvuf demek Vahdet-i Vücûd yâni, Vücûd Birliği
demektir. Vücûd Birliği demek de, her-şey ortaklaşa bir-tek Vücûd’a bağlıdır;
dolayısıyla , bu bir-tek Vücûd da, zorunlu olarak, Bir Tek Yaratıcı olan Allah’ın
Vücûd’undan ibârettir, “vücûd’un asıl sâhibi Allah’tır” demektir. Şu hâlde,
Vücûd Birliği demek, “yalnız Allah vardır, O’ndan başka hiç-bir şey yoktur”
demektir. Vahdet-i Vücûd, bütünlüğü ile Allah’ta yok olup Allah ile bâki
olmanın sonucudur ve bir felsefedir”.
Haçlı Seferleri ile sarsılan
İslâm dünyâsı, daha sonra da Moğol akınları ile karşılaşmış ve oldukça
yıpranmıştır. Fakat çok sağlam bir temele sâhip olan İslâm ve müslümanlar,
vahyin ve sünnetin de yardımıyla kısa zamanda toparlanabilecek potansiyele
sâhipti. İşte müslümanların toparlanmasını engellemek ve parçalanmasını
hızlandırmak için, sapık bir felsefe olan vahdet-i vücûd düşüncesi, (belki de
bir “hristiyan ajanı” olarak gönderilen) Muhyiddin İbn-i Arâbi ile Şam-merkezli
yayıldı ve özellikle Anadolu topraklarında merkezîleşti. Muhyiddin İbn-i Arâbi
bu sapık düşünceyi, Avrupa’dan; Yunan (yeni eflâtunculuk), Îran ve Hint (İskender)
kanalıyla almıştı. Vahdet-i Vücûd düşüncesinde Allah’tan başka “varlık” yoktur
ve bu nedenle de her-şey Allah’tır. Her-şey Allah olunca, her-şeyi yapan-eden (lâ
fâile illallah) Allah olunca ve -bu düşünceye göre- zâten Allah’tan başka bir
varlık da olmadığından (lâ mevcûde illallah), insanlar vahyi de bu felsefeye
göre yorumlamaya ve düşünmeye başladılar ve kötü duruma karşı bir şeyler yapmak
için bir neden bulamaz hâle geldiler ve bir dirençsizlik oluştu. Çünkü, her-şey
ve herkes -hâşâ- Allah olduğunda, kime karşı durulacak ve savaşılacaktı ki?. Toparlanma
bağlamında, niye yeni bir fikir üretmek için uğraşılacaktı?. Vahdet-i Vücûd
düşüncesi (daha doğrusu sapıklığı), işte insanlardaki ilmî ve fizîki direnci
kırınca, “medeniyet” ve “ilim” anlamında bir toparlanma ol(a)madı. Dolayısı
ile; bâtıl, İslâm’dan öcünü tasavvuf ve onun en güçlü felsefesi olan vahdet-i vücûd
ile almaya başladı.
Vahdet-i Vücûd, yada; panteizm-panenteizm
gibi saçma ve sapık fikirler şizofrenik bir durumu ifâde ederler aslında. Zîrâ
akıl kârı değildir bu düşünce. Tasavvuftaki “lâ fâile illallah” ve “lâ mevcûde
illallah” sözleri vahdet-i vücûd düşüncesinin mottolarıdırlar. Bu sözler
sonunda; “lâ mevcûde illâ ene”=(benden başka mevcud yoktur) cümlesine gelir ve
kişi -kim olursa-olsun- kendini Allah îlan eder. İnsanların târih boyunca
ürettikleri ve söyledikleri en sapık düşünceler ve söylemlerdir bunlar.
Üstelik tasavvufun bağlıları bunları, bir akide olarak kabûl ederler ve hattâ
vahdet-i vücûd düşüncesini “mutlak tevhid” zannederler. Hâlbuki “sınırsız bir
şirk”tir bu düşünce. Öyle ki, şeytan bile böyle bir söz söylemekten hicap
duyar. Mehmet Âkif Ersoy, böyleleri için: “Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi
oldu Hudâ” der.
Tasavvuf ve vahdet-i vücûd,
“yeni Eflatun’culuk”un başarılı bir kopyasıdır. Bu düşünceyi en çok da şu âyeti
öne çıkararak savunuyorlar: “Onları siz
öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah
attı. Mü’minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı).
Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir” (Enfâl 17). “Bak gördünüz mü, Peygamberin
savurduğu “kum” yada toprak için Allah; “Ben attım diyor” diyorlar.
Bu düşüncedeki ana-yanlış;
“Lâ kudrete illallah” tevhid sözü yerine, “lâ fâile illallah” şirkini koymaktır.
Oysa sâdece attığı zaman değil; yürüdüğü zaman, uyuduğu zaman, savaştığı
zaman.. vel hâsıl kelam, yaptığı tüm şeyleri yaptığı zaman, kudret vererek
Allah yaptırıyor kişiye her-şeyi. Kudreti Allah verdiği için “Allah yapmış gibi”
oluyor. Fakat bu yapma, vahdet-i vücûd ve tasavvuf müşriklerinin zannettiği
gibi değildir. Allah bu yapmaları bizzat ve bil-fiil olarak değil, kudretini
vererek yapar-yaptırır. O’nun yapması-yaptırması, yasalarına uygun olarak,
sünnetullah gereği kişinin irâdesini gerçekleştirmesine izin vermesidir. Yâni
“insanın eyleminin-amelinin kudretini Allah’tan alması” anlamındadır. Yoksa
Allah bizzat gelip de düşmana bir şey atacak değildir. Zâten ortada olağan-üstü
bir şey de yoktur. Peygamber’in, “o anda içinde bir güç bularak kumu-toprağı
fırlatması ve savaşa başlamasıdır” olan şey. Allah zâten mü’minlere üç bin, beş
bin melekle yardım etmektedir. Meleklerin gücü yetmedi de bizzat Allah mı geldi
Bedir kuyuların yanına?. Allah’ın yardımı, insanın içine meleklerle bir huzur
ve güç vermesi, o gücü kullanacak kudreti vermesidir. İşte o anda gelen
kudretin bir nişânesidir Peygamber’in atması. Allah diyor ki Peygamber’e; “o
attığın şeyi sakın kendinden zannetme, onun güç ve kudreti bendendir”. Yâni “lâ
kudrete illallah”. Yâni Peygamber’e diyor ki; sakın olanı kendinden bilip de
“lâ fâile illallah” deme!, gücün-kudretin kaynağı olarak Beni bil ve “lâ
kudrete illallah” de!. Bu âyetle yaptığım imtihan ancak böyle demekle kazanılır”.
“Lâ fâile illallah” yâni her-şeyi
yapıp-edenin Allah olması, Allah’a tevekkül ederek, kudreti ve irâdeyi Allah’a
vererek işleri ona havâle etmenin fâsıklaşmış şeklidir. Evet; “Lâ kudrete
illallah” ifsâd olunca, “lâ fâile illallah”a dönüyor.
Vahdet-i Vücûd tasavvuftur.
Tüm bâtıniliğin söylediği yada söylemek istediği şey, vahdet-i vücûdtur. Bâtıniliğin,
tasavvufun, mistisizmin, işrâkiliğin vs. temel ve en güçlü felsefesi ve inancı,
vahdet-i vücûdtur. Vahdet-i Vücûd düşüncesini kaldırdığınızda ortada tasavvuf
ve diğer bâtıni sapıklıklar da kalmayacaktır. Bu nedenle vahdet-i vücûd; “tek
ilah” düşüncesine karşı oluşturulmuş, “genişletilmiş çok tanrıcılık” ve
sonunda da “sınırsızlaştırılmış tanrıcılık” diyebileceğimiz sınırsız bir şirk
şeklidir. Şirkin zirveleştiği yerdir vahdet-i vücûd. Öyle ki, insanlık,
târih boyunca böyle bir şirk üretmemişti. Artık vahdet-i vücûd şirkinin
üstüne üretilecek ve küresel anlamda etki edecek bir şirk şekli kalmamıştır.
Çünkü vahdet-i vücûd şirki Dünyâ’yı aşıp, tüm kâinâtı da içine almış ve
sınırsızlaşmış bir şirktir. Vahdet-i Vücûd İslâm karşıtı bir şirk dînidir.
Modern-teknolojik-ideolojik-bilimsel tüm şirkler de, vahdet-i vücûd şirkinin
türevleri ve şûbeleridir.
Modern-bilimin vahdet-i vücûdçuluğu
da “Big-Bang Teorisi”dir. Bu teoriyle her-şeyi -sözde- açıklayabilmektedirler.
“Big-Bang ile her-şey yerli-yerine oturur”; “Big-Bang, varlığın en güçlü
açıklamasıdır” gibi laflar her yerde edilip durur ve “elinizi” nereye sallasanız
çarpacak olan şey Big-Bang’tir. “Yüzünüzü nereye dönerseniz dönün, Big-Bang’in
yüzü oradadır” demeye getirirler. Vahdet-i Vücûdta nasıl ki her-şey Allah’tır;
bu teoride de her-şey Big-Bang’tir. İlhâmını vahdet-i vücûdtan almıştır çünkü.
Şirk; “her-şeyi, Allah’tan başka bir şeyle açıklamak” demektir.
İnsanlar sapık fikirler de
üretebilmişlerdir ve bu fikirleri “güzel” ve felsefî kelimelerle bezeyerek onu
hakîkatmiş gibi gösterebilmektedirler. Meselâ Hristiyanların Baba-Oğul-Kutsal
Rûh miti, Panteizm-Vahdet-i Vücûd felsefesi gibi. Bu felsefelerin bağlılarına
bakarsanız, her-şeyin bu felsefelere tam anlamıyla uygun olduğunu, tam da
söylendiği gibi olduğunu, her-şeyin tam açıklamasını yaptığını ve bu
felsefelerde hiç-bir çelişkinin olmadığı yalanı söylenir durur. Fakat vahyin
penceresinden bakıldığında bu fikirlerin ne kadar sapık ve yanlış fikirler
olduğu “âlim”ler için âyan-beyan apaçık bir şekilde görülür. Bir fikrin var
olmuş olması onu ille de meşrûlaştırmaz.
Vahdet-i Vücûd felsefesine
göre âlem -hâşâ- Allah demek olacağı ve Allah da yok olmayacağı için kâinat
ezelîdir. Hâlbuki kâinat “gerçek”tir ama “hakîkat” değildir. Bu nedenle de yok
olacaktır ve bunun belirtisi de Termodinamiğin 2. yasası olan entropi
kânunudur. Bu kânunun gösterdiği gibi, kâinât bir ölüme yâni yok oluşa doğru
gitmektedir. Bu nedenle Allah, kâinâtın hiç-bir yerinde “mutlak varlığı” ile
yoktur. Yasalarıyla ve sanatı ile vardır ve yasaları-emirleri ile etki eder
âleme.
Varlık “hak”tır fakat “el
hak” değildir. Allah, mutlak zatıyla varlığıyla kâinâtın hiç-bir yerinde
yoktur. Sanatıyla ve yasalarıyla vardır. Çünkü Allah, ebedî ve ezeli Olan’dır
ve fâni olan kâinâtın hiç-bir şeyi de değildir, hiç-bir yerinde de değildir. Aksi-takdirde,
kâinât fâni olduğundan ve bir gün mutlakâ yok olacağından, Allah da fâni
olurdu.
Muhyiddin ibn-i Arâbi,
tasavvuftaki Vahdet-i Vücûd (Panteizm) sapıklığını düzenleyip tertip eden ve en
ideâl durumuna getiren kişidir. Der ki: “Mekke-müşrikleri putlara Allah olarak
değil de put olarak taptıkları için müşrik oldular, eğer o putlara, (panteizmden
mülhemle geliştirdiği vahdet-i vücûd (her-şey Allah’tır) bağlamında) Allah
olarak tapsalardı, on numara muvahhid olacaklardı”. Buna benzer bir-çok sapıkça
düşünceler ve yorumlar bulursunuz kitaplarında. Bu bağlamda, İbn-i Arabi’nin
sıkı izleyicilerinden Abdülkerim el-Ciyli, İnsan-ı Kâmil adlı kitabında aynen
şunları kaydetmektedir:
“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk
etmişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yâni özü ve ta
kendisi) olduğuna göre -ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler- öyleyse
Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yâni onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla
O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yâni kesin genel anlamdaki ) ilâh
O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için
varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular”.
İbn-i Arâbi’nin
sistemleştirdiği Vahdet-i Vücûd inancı bir şirk ve sapıklıktır. Hattâ şirkin ve
sapıklığın kemâlidir. Vahdet-i Vücûd düşüncesi bir sapıklıktır ve bu düşünce
üzerine İslâm’a aykırı nice sözler söylendi-söyleniyor ve nice zihinler iğdiş
ediliyor.
“Mevcut olan her-şey
Allah’tır” (vahdet-i vücûd) düşüncesi bağlamında diyorlar ki; “Allah’tan başka
mevcut olan bir şey olsaydı şirk olurdu”. Peki bu şirkten güyâ nasıl
kurtuluyorlar da tevhide(!) dönüyorlar?. Şöyle diyerek: “Her-şey Allah’tır.
Çünkü ikilik yoktur. Varlık Allah’tır. (panteizm-panentezim). Bunu kabûl
etmeyenler müşriktirler”. Tasavvufun pîri olan İbn-i Arâbi diyor ki bu
bağlamda: “Şeytanın Âdem’e secde etmemesi en büyük muvahhidliktir. Zîrâ o
Allah’tan başkasına secde etmemiş oldu”. Allah’ın “secde et” emrine aykırı
davrandığını es geçiyor tabi. Yine aynı zat: “Peygamber zamânındaki müşriklere
müşrik denmesinin nedeni, onların o putlara Allah olarak değil de, Allah’tan
başka varlıklar olarak tapmalarıydı. Yâni onlar o putları ‘Allah’tan başka
varlık’ olarak kabûl ettiler ve şirke düştüler. Hâlbuki onlara Allah olarak
tapsalardı muvahhid olurlardı”.
Tasavvufa göre herkes
“mecbûren tevhid ehli”dir. Zîrâ şirk bile “tevhid” olarak görülür tasavvufta. Yeter
ki “kaliteli uydurmalar” yapılmış olsun. Evet; tasavvufçular iyi
uydurukçulardır. Ne lâzımsa uyduruverirler.
Tevhid, tasavvufun dediği
gibi, “her-şeyi aynılaştırmak” yâni “her-şeyi bir görmek” demek değildir.
Tasavvuftaki vahdet-i vücûd anlayışında tevhid, “her-şeyi Allah kabûl etmek”
demektir. “Her şey birlenip Allah îlan edildiğinde tevhid olur” diyorlar.
Allah’tan başka bir varlık kabûl etmemeyi (lâ mevcûde illallah) tevhid
zannediyorlar. Hâlbuki tevhid, “Allah’tan başka hüküm koyucu, otorite,
güç-kudret sâhibi olmaması” anlamındadır. “Allah’ın göklerde olduğu gibi
yeryüzünde de ilah yâni hüküm koyucu olması”dır. Göklerin Rabbi olduğu gibi
yerin de Rabbi olmasıdır. “Varlığın
toplamı Allah’tır” demekle tevhid ettiğini zannedenler var. Oysa ki bu, en
büyük şirktir. Sonsuz ve sınırsız şirk. Tabî ki sonsuz şirkin cezâsı da ebedî
cehennem olacaktır.
Evet; tasavvufta yanlış bir “tevhid”
düşüncesi vardır. “Tersinden bir tevhid” düşüncesidir bu. İslâm’a göre
tevhid; “Allah’ın gökte ilah olduğu gibi yerde de ilah olması” iken; tasavvufa
göre tevhid; “yerde ve gökteki her-şeyin Allah olması”dır. “Fâni olan
şeylerin de Bâki Olan Allah olduğunu” söylüyorlar ve zırvalıyorlar. Bu zırvalık
Vahdet-i Vücûd sapıklığıdır. Tasavvuf zırvalığının dibi, Muhyiddin İbn-i
Arâbi’nin panteizmi İslâmîleştirerek son şeklini verdiği Vahdet-i Vücûd
düşüncesidir. İbn-i Teymiyye, vahdet-i vücûd felsefesini inançların en
eklektiği ve tüm hatâların karışımı olarak görmüştür. Şöyle der:
“Vahdet-i Vücûd görüşü, Dünyâ’daki tüm şerlerin bir
buluşmasıdır. Onların hatâlarının başlangıç noktası, mahlûkâtın varlığına
benzemez bir yaratıcı varlığı kabûl etmemelerinde yatar. Onlar görüşlerini
biraz filozofların öğretilerinden, biraz sahte sûfî ve kelamcıların yanlış
öğretilerinden, bir kısmını da Karmati ve Bâtınilerin görüşlerinden meydana
getirmişlerdir. Onların çeşitli mezheplerin kapılarına gitmeleri en karışık
dönüşü elde etmek içindir”.
İbn-i Arâbi, vahdet-i vücûd
düşüncesi bağlamında şu sözleri etmiştir:
“Noksan sıfatlardan münezzeh olan
Allah, eşyâdan en parlak şekilde görünür ve O, O’nun aynıdır”.
“Şüphesiz yaratıkların sonradan olma
varlığı, Yaratıcının varlığının aynıdır. Yaratıcının vücûduyla, yaratıkların
vücûdu arasında fark yoktur”.
“Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman îtikad
sâhibinin îtikâdıyla bağlanmaz. Yâni; hiç-bir dîne veya inanca bağlı olmaz,
onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; îman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir
ve aynı şeydir”.
“Kul Allah’tır, Allah da kuldur. Ya
mükellef olan kimdir?. Yâni mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye
bir şey yoktur”.
“Allah hakkında her denen şey
doğrudur ve birlik (Vahdet)in ifâdesidir. Çünkü, vücûdta yalnız Allah vardır”.
Tabi bu düşüncelere
(şathiye) meftûn olunca insanlar, tüm sorumlulukları da üstünden atmaktadır,
atabilmektedir. Üstelik bu düşünceye göre her-şey serbesttir. Çünkü vahdet-i vücûd
düşüncesine göre, bir “ikilik”ten bahsedilemeyeceği için bir şeyin zıddı yoktur;
günah yoktur, yasak yoktur, kötülük yoktur, çirkinlik yoktur, aldatma yoktur,
adâletsizlik yoktur, şerefsizlik yoktur, zulüm yoktur, cennet-cehennem yoktur,
hattâ ölüm yoktur, ahlâk-ahlâksızlık yoktur ve en nihâyetinde de
din-Kur’ân-Peygamber-âhiret yoktur ve hattâ özel anlamda bir Allah da yoktur.
Eğer olsaydı şirk olurdu.
Allah’tan başka mevcut
olmadığını söylemek, varlığın “mutlak varlık” olduğunu söylemektir ki, bu
bilimsel olarak da yanlıştır. Varlık mecbûren bir bozuluşa ve yok oluşa doğru
gider. (Termodinamiğin 2. Kânunu=Entropi). Eğer varlık bizzat Allah olsaydı
bozulmaz ve yok oluşa doğru gitmezdi.
Varlığın Allah olmadığını,
dolayısı ile vahdet-i vücûd inancının şirk olduğunu kanıtlamak için âyetler
ışığında bir mantık kuralım:
“Böylece İbrâhim’e, -kesin bilgiyle inananlardan
olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gece, üstünü örtüp
bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: ‘Bu benim rabbimdir’?. Fakat
(yıldız) kayboluverince: ‘Ben kaybolup-gidenleri sevmem’ demişti. Ardından
Ay’ı, (etrâfa aydınlık saçarak) doğar görünce: ‘Bu benim rabbim?’ demiş,
fakat o da kayboluverince: ‘Andolsun’ demişti, ‘Eğer Rabbim beni doğru yola
erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum’. Sonra Güneş’i (etrâfa
ışıklar saçarak) doğar görünce: ‘İşte bu benim rabbim?, bu en büyük’
demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, doğrusu ben
sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım’. Gerçek şu ki, ben bir muvahhid
olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden
değilim” (En-âm 75-79).
Görüldüğü gibi; Hz. İbrâhim,
kavminin de taptığı yıldızları, Ay’ı ve Güneş’i (ki bunlar vahdet-i vücûd
felsefesine [daha doğrusu sapıklığına] göre -hâşâ- Allah’tır), “mutlak varlık”
olarak değerlendirip-değerlendiremeyeceğinin mantıklı bir muhâsebesini yapmış
ve batıp giden, kaybolan ve dolayısı ile “sınırlı” olan bu varlıkların “mutlak
varlık” olan Allah olamayacağını ve olmadığını idrâk etmiş ve bu varlıkları
ilahlaştırarak, onları Allah gibi gören kavminin dîninden uzaklaşmış ve; “ben
sizin şirk koşmakta olduklarınızı kabûl etmiyorum. Bunlar ilah değil, fâni ve
sınırlı varlıklardır. Ben yüzümü, bunları ve tüm varlığı yaratan Allah’a
çeviriyorum ve O’ndan başka bir ilah tanımıyorum” diyerek tevhîdi
bayraklaştırmıştır. Yâni Hz. İbrâhim, vahdet-i vücûdun Allah kabûl ettiği Güneş
ve Ay için, “Allah değildir” demiştir. Hz. İbrâhim, Allah’ın dışındaki
varlıkların, hem de en büyükleri olanlarının, vahdet-i vücûdçuların
zannettiğinin aksine, sınırlı ve fâni olduğunu, dolayısı ile ilah olmadıklarını
göstermiştir. “Yıldızlar, Ay ve Güneş Allah değildir” demeye getirmiştir. O
hâlde biz de vahdet-i vücûd gibi sapık şirk düşüncelerinden uzak durarak Hz.
İbrâhim’i örnek edinmeliyiz. Zîrâ bunu Kur’ân da söylemektedir:
“İbrâhim ve
onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi
kavimlerine demişlerdi ki: Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan
gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a
bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir”
(Mümtehine 4).
“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde
kim var, tümü Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları
varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve
onlar ancak ‘zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler” (Yûnus 66).
Vahdet-i Vücûd düşüncesine
göre Allah, “yaratan” değil, “vâr olan”dır. Çünkü “O’ndan başak bir şey mevcut
değildir” denir. Böyle olunca da yaratma iptâl olmuş olur.
Vahdet-i Vücûda göre “her
şey O’dur. Aslında O’ndan başka bir şey yoktur. Zaten yapıp-eden de O’dur”
denir. Fakat:
“Onlara bir musîbet
isâbet ettiğinde, derler ki: Biz Allah’a âit (kullar)ız ve şüphesiz O’na
dönücüleriz” (Bakara 156).
Bu âyete göre vahdet-i vücûd anlamsızlaşır ve gümler. Çünkü her-şey zâten
-hâşâ- Allah ise, Allah’a dönecek bir şey olamaz, olmamalıdır. Çünkü vahdet-i
vücûd düşüncesine göre hiç-bir şey Allah’tan kopuk değildir ve aslında
Allah’tan ayrılmamıştır, çünkü -hâşâ- her-şey Allah’tır. Bu durumda ney,
nereden ve nasıl Allah’a geri dönecektir?. Allah’ın dışında bir varlık mı vardır
ki dönüp Allah’a gelsin?. Vahdet-i vücûd böyle derken, Kur’ân ise, “Allah’a
dönek”ten söz eder. Böyle bir çelişkide iptâl olup güme gidecek olan şey
elbette vahdet-i vücûd sapıklığıdır.
Varlığın her zerresinde
Allah’ın sanatının ve yasalarının izleri vardır. “Allah’ın imzâsı” görülür her-şeyde.
Fakat böyle olması, o varlıkların “Allah” olması demek değildir. Lâkin vahdet-i
vücûd bunu söylemiyor ki!. Açıkça; “vâr olan her-şey Allah’tır” diyor. “Bizzat
Allah’tır” diyor. Her-şey “mutlak varlıktır” diyor. “Vahdet-i Vücûd, Allah’ın
her varlıkta imzâsının olmasıdır” demekle, vahdet-i vücûd sapıklığını yumuşatıp
İslâm’a eklemlemeye çalışmak yanlıştır, şirktir. Şirke aracılık etmek de
şirktir çünkü. Dediğimiz gibi; vahdet-i vücûd, her-şeyde Allah’ın imzâsının-sanatının-yasalarının
olduğunu değil, apaçık bir şekilde “bizzat her-şeyin Allah olduğunu” söylüyor.
Kıvıracak bir durum yok. Mekke’deki putlara Allah demeyenleri ve onlara Allah
olarak tapmayanları müşrik îlan ediyorlar.
Şu âyetler, tasavvufçuların-vahdet-i
vücûdçuların en çok istismâr ettikleri âyetlerdir:
“O
(yâni Allah) evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır” (Hadîd 3).
“Maşrık
ve Mağrıb, Allah’ındır. Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır” (Bakara 115).
“İşlerin
hepsi O’na döner”
(Hadîd 5).
“Ben
insana onun şah-damarından daha yakınım” (Kâf 16).
“Siz
nerede iseniz O sizinle berâberdir” (Hadîd 4).
“Ben
sizinle berâber işitir ve görürüm” (Tâ-hâ 46).
“Onları
siz öldürmediniz ve lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmamıştın ve lâkin
Allah atmıştı”
(Enfâl 17).
Tek ilah Allah’tır ve O’ndan
başka yaratılmış varlıklar fâni olmaları sebebiyle Allah değildirler. Zîrâ
Allah fâni değildir. Şu âyetler de bundan bahseder:
“(Yer) üzerindeki her-şey yok olucudur; Celâl ve
ikram sâhibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) bâki kalacaktır” (Rahmân 26-27).
“O’nun yüzünden (zâtından) başka her-şey helâk
olucudur” (Kasas 88).
Panteizm yada İslâm’daki
adıyla vahdet-i vücûd öğretisi, “mutlak materyâlizm”dir. Varlığı Allah îlan
etmekle maddeye olmayacak şekilde çok büyük bir pâye vermişler ve maddeyi
ilahlaştırarak “mutlak” hâle getirmişlerdir. Böylece “mutlak bir materyâlizm”
ortaya çıkmıştır.
“De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed’dir (her-şey
O’na muhtâçtır, dâimdir, hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayandır). O, doğurmamıştır ve
doğurulmamıştır. Ve hiç-bir şey O’nun dengi değildir” (İhlâs Sûresi)..
Vahdet-i Vücûd, -Allah ile birlikte
her-şeyi ilah yapmak olarak- sınırsız bir şirktir. Bu sapık felsefenin
bağlıları her ne kadar kendilerini tevhîdin yolunda görseler de, aslında Allah
onları düştükleri bu şirk düşüncesiyle cezâlandırmaktadır:
“Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri âyetlerimden
engelleyeceğim. Onlar her âyeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu
(rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu
gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların âyetlerimizi
yalanlamaları ve onlardan gâfil olmaları dolayısıyladır” (A’raf 146).
Muhtemelen dıştan gelen etkilerin de teşvikiyle
tasavvufçularda; “yegâne vâr olanın Allah olduğu” görüşü vardır. Buradan da
“Allah’ın, her-şeyin yegâne hakîkati olduğu” nazariyesine ulaştılar. Eş’ari ve
Maturidi kelâmı, -Mu’tezile'ye karşı- “Allah’ın her türlü fiilin fâili olduğunu
iddiâ ederek yayılmaya başlayınca, tasavvuf felsefesi vakit geçirmeden bu
ilkeye sarıldı. Fakat onu kendi esasları içinde yorumladı ve şu sonuca vardı: “Vârolan
yalnız Allah’tır”. İşte Kur’ân’ın Allah’ın vahdâniyeti hakkındaki görüşü,
sufilerin kendi dînî tecrübelerinde uyguladıkları
İslâm-dışı metodlar sâyesinde bu şekle dönüştürüldü.
Demek ki Allah’ın
“ehadiyet”inden verilen tek bir tâviz, tüm varlığın -hâşâ- Allah olduğu
kabûlüne yâni “sınırsız şirk”e kadar götürüyor kişiyi.
Vahdet-i Vücûd sınırsız bir
şirktir ve panzehiri ise tevhidtir. Tevhide göre, Allah göklerin ve yerin tek
rabbidir. Ondan başka olan her-şey ise, Allah’a muhtâç zavallı fâni
varlıklardır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir
Hârûn
Görmüş
Hazîran 2017