28 Ekim 2016 Cuma
Eşitlik
21 Ekim 2016 Cuma
Altı Vakit Namaz
“Gündüzün
iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz
iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür” (Hûd 114).
Bu âyet, 5 vakit namazdan
bahseder ve namaz-vakitleri ile ilgili olan diğer âyetler, bu âyetin
açılımıdır.
Gündüz kelimesi “gün” den
gelir ve “gün” Güneş demektir. O hâlde gündüz, “Güneş’in olduğu zamanlar”
anlamına gelir. Dolayısı ile “gündüzün iki tarafında” yâni “Güneş varken” kılınan
namazlar, Öğle ve İkindi namazlarıdır. Zîrâ sâdece bu vakitlerde Güneş gözükür
ve “gün-düz”, Güneş’in gözüktüğü zamandır. O hâlde bu âyetten ilk 2 vakit
(Öğle-İkindi) namazı bulduk.
“Gecenin gündüze yakın
saatleri” ise, Akşam, Yatsı ve Sabah namazlarıdır. Çünkü bu vakitler “gecenin zifiri
karanlığının olmadığı” zamanlardır. Sabah ve Akşam vakitleri “aydınlığa yakın” vakitler
olduğu için, “gündüze-Güneş’e yakın vakitler” olarak görülüyor ama aslında Yatsı namazı vakti de
“gündüze yakın” zamandır. Çünkü henüz zifiri karanlık oluşmamıştır Yatsı vakti
girdiğinde. Abdulaziz Bayındır “gecenin gündüze yakın saatleri”nin açıklamasını
şöyle yapar:
“Âyetin metninde, “yakınlık” anlamında olan zülfe’nin
çoğulu zülef kelimesi vardır. Arapçada çoğul, en az üç şeyi gösterir. Âyetteki
“gecenin zülfeleri”, gecenin gündüze yakın en az üç zamanıdır. Bunlar gündüzden
işâret taşıyan Akşam, Yatsı ve Sabah namazlarıdır.
Gece üçe ayrılır; birinci bölümü, Akşam ve Yatsı
namazlarının vaktidir. Güneş’in batmasıyla başlar ve karanlığın iyice
çökmesine (ğaseku’l-leyl’e) kadar sürer. İkinci bölümü, teheccüd namazının
vaktidir, ğaseku’l-leyl’den tan yerinin ağarmasına kadar sürer. Buna,
“gecenin yarısı” veyâ “gecenin ortası” denir. Üçüncü bölüm ise, tan-yerinin
ağarmasıyla başlayan Sabah namazının vaktidir. Bu andan îtibâren oruçlu
için yasaklar başlar. Sabah namazı, Güneş’in doğmasına kadar kılınır.
Akşam namazı, Güneş’in batmasından, “batı
ufkundaki “kızıllığın” kaybolmasına kadar” kılınır. Bundan sonra Yatsı namazının vakti girer. “Batı ufkundaki “beyazlığın”
kaybolup havanın tam kararmasına kadar” devâm eder. Hava “tam kararınca”
gecenin gündüze yakın birinci bölümü bitmiş olur”.
Yâni, Yatsı
namazı vakti, hava “daha tam kararmadan” biten namazdır aslında. Sabaha kadar
sürmez. Bu nedenle “gündüze yakın” olan namazdır. Henüz “zifiri karanlık” vakti
girmediği için, gündüze yakındır. Gündüz, “gün” ile alâkalıdır ve Abdulaziz
Bayındır’ın dediği gibi, henüz “batı ufkundaki beyazlık” kaybolmamıştır. Yâni
bir ışık vardır ki, “ışık” demek “gün” demektir, Güneş demektir. Işığa yâni “gün”e
yakınlık devâm etmektedir. Işık kaybolduğunda “gündüze yakınlık” da biter.
Dolayısı ile buradan da 3 vakit (Akşam-Yatsı-Sabah) namazı bulduk ve 5 vakit
namazın olduğunu sâdece Hûd 114. âyete bakarak gördük. Hattâ muhteşem bir
belâgat ile, konunun anlaşılması için âyetin yarısı bile yetti.
Yatsı
namazının Sabah namazı vaktine kadar sürebileceğini söyleyenler
yanılmaktadırlar. Yatsı namazının bir vakti vardır ve bu süre, “batı
ufkundaki “beyazlığın” kaybolduğu zamâna kadar”dır. Bu beyazlık kaybolduğunda
Yatsı namazının vakti de geçmiş oluyor. Artık bundan sonra Teheccüd namazının
vakti giriyor. Zâten bizim “altıncı vakit” dediğimiz de, Sabah namazı vaktine
kadar süren “Teheccüd namazı-duâsı-okuması” vaktidir.
Yatsı
namazının Sabah namazı vaktine kadar sürmediğinin delîli şu âyettir:
“Ey îman edenler!, sağ ellerinizin mâlik olduğu ile
sizden olup da henüz erginlik çağına ermemiş olan (çocuk)lar, (odalarınıza
girmek için şu) üç vakitte izin istesinler: Sabah namazından önce,
öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit ve Yatsı namazından sonra. (Bu) üçü
sizin için mahrem (vakitleri)dir…”
(Nûr 58).
Âyette;
“Sabah namazından önce” ve “Yatsı namazından sonra” deniyor. Çok basit bir
mantıkla; eğer Yatsı namazı Sabah namazı vaktine kadar sürecek olsaydı, ikisi
arasında “izin istenilecek” bir aralıktan bahsedil(e)mezdi. İmsaktan bir sâniye
önce Yatsı namazını kılıp bitirdiğimde, kısa bir aralık bile olmayacağı için,
“Yatsı namazından sonra” denilen zaman ne zamandır?. İzin alınacak zaman ne
zamandır?. Bir aralık kalmıyor ve Nûr 58. âyet boşa çıkıyor. “Sabah namazı
öncesi izni” için de geçerlidir bu mantık. Demek ki Yatsı namazının bir süresi
vardır ve en azından Sabah namazı arasında bir boşluğun olduğu anlaşılıyor. O
hâlde tüm namazlarda olduğu gibi, Yatsı namazının vaktinin de bir sonu vardır
ve bu “son” Sabah namazı vaktinin başlangıcı değil, “batı ufkundaki beyazlığın
kaybolduğu vakit”tir Yatsı namazının bittiği zaman.
Yatsı namazı Sabah namazına
kadar sürecek olursa, Yatsı namazının ardından “bir süre yattıktan sonra kalkıp
kılınması gereken” Teheccüd-vitr namazı ne zaman kılınacak?. Çünkü Sabah
namazından hemen önceye kadar kılınabileceği söylenen Yatsı namazı arasında
“biraz uyuyup kalkılacak” bir zaman olmuyor.
Aslında sâdece gece ve
gündüz vardır ve gündüz Güneş’in doğmasıyla başlayıp batmasıyla biterken; gece
ise, akşam ile başlar, sabaha kadar sürer. Akşam, geceden ayrı değildir:
“Kararmaya ilk başladığı
zaman geceye andolsun"!” (Tekvir
17).
İmam Şâfii: “Yatsının son
vakti, gecenin birinci üçte-biri geçinceye kadardır. Gecenin bu bölümü geçince
namazın vakti geçer. Nebi sallâllahu aleyhi ve sellemden rivâyetlerin hepsi, bu
vakitten sonra vaktin çıktığı dışında bir şeyi göstermez” (Şâfiî, Muhammed b.
İdris, el-Um, Beyrut 1393/1973, c. I, s. 74) der.
5 vakti gösteren ve emreden
Hûd Sûresi 114. âyetin açılımı şu âyetlerdir:
“Güneşin sarkmasından gecenin kararmasına kadar
namazı kıl, fecir vakti (namazda okunan) Kur’ân’ı, işte o, şâhid olunandır” (İsrâ 78).
Bu âyetler, Akşam, Yatsı ve
Sabah namazı vakitlerini gösterir ve vakitleri farklı ifâdelerle ortaya koyar.
“Güneş’in sarkmasından gecenin kararmasına kadar” kılınan namazlar, Akşam ve
Yatsı namazlarıdır. “Fecir vakti” denilen zamanda da, Sabah namazının kılındığı
vakittir.
“Şu hâlde onların söylediklerine karşı sabırlı ol,
Güneş’in doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et (yücelt).
Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut
olabilesin” (Tâ-hâ 130).
Bu âyet de; “Güneş’in
doğmasından önce” diyerek Sabah namazını; “Güneş’in “tam olarak batması”ndan
önce” diyerek Akşam ve Yatsı namazlarını; “gündüzün uçlarında” diyerek de Öğlen
ve İkindi namazları belirtir. Âyetin “tesbih et” şeklinde söylenmesi, “namazdan
ayrı bir tesbih etme” değildir. “Namazdan sonra tesbih etme”dir. Tesbih etme,
“tesbih çekme” değil, Allah’ın “subhan” olduğunu söyleme-düşünme-anma demektir.
“Subhânallah” demektir. Allah’ın noksanlıktan münezzeh olduğunu tekrâr-tekrâr
dile getirme, söyleme ve anlatma demektir. Bu bir zikirdir. Zâten bu zikrin namazdan
sonra yapılacağını Nîsâ 103. âyet de söylüyor:
“Namazı bitirdiğinizde, Allah’ı ayaktayken, otururken
ve yan yatarken zikredin. Artık güvenliğe kavuşursanız namazı dosdoğru kılın.
Çünkü namaz, mü’minler üzerinde vakitleri belirlenmiş bir farzdır” (Nîsâ 103).
Namazdan sonra Allah’ın
“subhan” olduğunu söylemek yâni O’nu tesbih etmek, sâdece savaş-zamânı
yapılması gereken bir-şey değildir tabî ki. Tüm namazlardan sonra yapılabilir. Dolayısı
ile “tesbih”, “namazdan sonra” yapılır.
“Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz
vakit de Allah’ı tesbih edip (yüceltin). Hamd O’nundur; göklerde ve yerde, günün
sonunda ve öğleye erdiğiniz vakit de” (Rûm 17-18).
Bu âyette de; “akşama
girdiğiniz vakit” diyerek Akşam ve Yatsı namazını, “sabaha erdiğiniz vakit de”
diyerek, Sabah namazını; “günün sonunda ve öğleye erdiğiniz vakit de” diyerek
İkindi ve Öğle namazını emredilmiştir. 5 vakit namazın açılımı bu şekildedir.
Bu âyetle ilgili Abdullah
İbni Abbas’tan şöyle bir rivâyet gelmektedir: “Bu âyet beş vakit namazı içinde
toplamaktadır. Akşamlarken akşam ve yatsı, sabahlarken sabah, günün sonunda
ikindi, öğleye eriştiğinizde öğle namazına işâret etmektedir”.
“Namazları ve orta-namazını (üstlerine düşerek,
titizlik göstererek) koruyun ve Allah’a gönülden boyun eğiciler olarak (namaza)
durun” (Bakara 238).
Âyet “orta namaz”dan
bahseder ki bu namaz “Öğle namazı”dır. Orta-namaz için; “orta-namazı koruyun”
denir. Neden sâdece bu namaz için “korumak”tan bahsedilir?. Çünkü Öğle namazı
vakti, “kaylûle uykusu”nun da vaktidir ve müslümanlar “kaylûle” için
yattıklarında uyuyup kalıyorlar ve Öğle namazı vakti çıkıveriyordu. Uyandıklarında
vaktin geçmiş olduğunu görüyorlardı ve bu durum “namazın disiplini” açısından
sorun teşkil ediyordu. İşte bunun için Allah, orta-namaz olan “Öğlen namazını,
Kaylûleye dalıp da kaçırmayın” diyor. “Kum”, “kalkın” ifâdesi, “kaylûle
uykusundan kalkın da namaza durun” anlamına gelir kanımızca. Ayrıca; “öğleyin üstünüzü çıkardığınız vakit” (Nûr
59) denir. İnsanlar üstlerini, uyumak için çıkarıyorlar tabî ki de. Aynen, Sabah
namazından önce izin istenmesinin gerekçesinde olduğu gibi. “Orta namaz”, “günün
ortasındaki” namazdır. (Allâh-u âlem).
5 vakit namaz açıklandı.
Fakat bizim yazımızın konusu 6 vakit namazdır. Peki 6. vakit namaz hangisidir?.
Bu namaz “Teheccüd Namazı”dır ve Teheccüd namazı “isteğe bağlı” kılınması gereken
bir namaz değil, herkesin “farz olarak” kılması gereken bir namazdır. Bu
namazın ayırıcı özelliği, vaktinin kişiye göre değişebilmesi serbestisidir:
“Ey örtüsüne bürünen!, az bir kısmı hâriç olmak
üzere, geceleyin kalk: (Gecenin) Yarısı kadar. Yada ondan biraz eksilt. Veyâ
üzerine ilâve et. Ve Kur’ân’ı belli bir düzen içinde (tertil üzere) oku.
Gerçekten senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız. Doğrusu
gece-neşesi (gece ibâdeti, insanın iç-dünyâsında uyandırdığı) etki bakımından
daha kuvvetli, okumak bakımından daha sağlamdır. Çünkü gündüz, senin için uzun
uğraşılar vardır. Rabbinin ismini zikret ve her-şeyden kendini çekerek yalnızca
O’na yönel” (Müzzemmil 1-8).
“Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz
eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilir; seninle
birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilir). Geceyi ve
gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi
(O’na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun.
Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah’ın fazlından aramak için
yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını
bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’ân’dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru
kılın, zekatı verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi
nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük
bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfiret
dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Müzzemmil 20).
“Gecenin bir kısmında kalk, sana âit nâfile (ilâve) olarak
onunla (Kur’ân’la) namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makâma
ulaştırır” (İsrâ 79)
“Bizim âyetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı
zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük
taslamayan (müstekbir olmayan)lar îman eder. Onların yanları (gece-namazına
kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve
kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler” (Secde 15-16).
“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve
kıyâma durarak gönülden itaat (ibâdet) eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin
rahmetini umud eden (gibi) midir?. De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).
Biz namazlarımızın
ayrıntılarını Peygamberimizden öğrendik. Fakat niçin Teheccüd namazının ayrıntısını
da ondan öğrenmiyoruz?. 5 vakit namazı Peygamberimize bakarak öğrendik ve
kılıyoruz. Onun kıldığı 6. vakit olan Teheccüd namazını niye “o kıldığı için”
kılmıyoruz?. “Sana âit” denince ne anlamalıyız ki?. Sâdece 1.400 yıl önce
yaşayan Hz. Muhammed’e midir bu hitâp ve emir?. Bu hitâp ve emir sâdece
Peygamberimize ise, şimdi ne oldu?, âyet ve âyetler nesh mi oldu yâni?. Tabî ki
de hayır. Âyet şimdi de bize hitâp ve emrediyor ve “Teheccüd için kalk ve namaz
kıl, Kur’ân oku” diyor. Aksi-hâlde tüm Kur’ân Peygamberimize indirildiğine göre
Kur’ân’ın hiç-bir âyeti bize hitâp etmiyor demektir. Hayır!; Kur’ân’ın diğer
tüm âyetleri gibi Teheccüd namazı ile ilgili âyetleri de bize hitâp ediyor ve Teheccüdü
emrediyor. Görüldüğü gibi Teheccüdü emreden âyet bir tâne değil. Beş tâne âyet
var Teheccüdden bahseden. Dolayısı ile “sana âit” denilirken, ben bu sözü kendi
üstüme alırım. Çünkü Kur’ân sâdece târihsel olan bir metin değildir. Lafzı
târihsel olsa da hitâbı ve emri tüm zamanlar içindir ve Kur’ân 1.400 yıl önce “sana”
derken Peygamberimizi kastettiği gibi, şu-anda “sana” diyerek “beni” kastediyor
ve “bana” sesleniyor. Tabi bu hitâp herkese olduğu için tüm ümmetin
kastedilmesidir. “Bu namazı kendine âit kıl” diyor. “Teheccüdü kendi özel ilmî
ve kalbî gelişimin için yap” anlamında yâni. Evet; Teheccüd namazı farz bir
namazdır ve sâdece Peygamberimize değil, tüm ümmete ve tüm zamanlar için farzdır.
Müzzemmil Sûresi’nde teheccüd namazını kısaltmanın kolaylığı, “hastalar, rızık
peşinde koşanlar ve Allah yolunda savaşanlar” nedeniyledir. Yoksa keyfî bir şey
değildir. Teheccüd namazı farzdır ve farz olduğu için cemaatle de kılınabilir.
Zâten ilk-başta Peygamberimiz ve sahabe cemaatle kılıyorlardı.
“Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki,
namazı zâyi ettiler, şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır” (Meryem 59).
Vitir namazı aslında 3 rekat
değil, 1 rekatlık bir namazdır ki, teheccüd vakti kılınır. Birileri onu
kolaylık olsun diye Yatsı namazının 2 rekatlık son sünnetinin ardına koymuş
fakat yanlış yapmıştır. Vitir namazı tek rekattır ve Yatsı namazından sonra
değil, Teheccüd namazı sırasında 1=”tek” rekat olarak kılınır. Hz. Âişe: “Hz.
Peygamber (s.a.) namazına kısa iki rekâtla başlar, sonra virdini on bir rekât
olarak tamamlardı. Her iki rekâtta bir selâm verirdi. Bir rekâtla da vitir
kılardı” der. Başka bir rivâyette de: “Hz. Peygamber (s.a.), dokuz rekât
vitir kılar, sekizinci rekâtta otururdu. Ancak çok sayıda ve güçlü
hadislere göre vitir, bir rekâttır. Benim görüşüm de budur” der.
Peygamberimizin Teheccüd namazını 11, 9 ve 7 rekat kıldığına dâir
rivâyetler vardır ve bu rivâyetlerin hepsi de doğrudur. Zîrâ Peygamberimiz 11,
9 ve 7 rekat olarak Teheccüd namazı kılmıştır. Fakat burada ilginç olan,
rekatların sayısının hep tek-rekat olmalarıdır. Çünkü Peygamberimiz, 1 rekat
olan Vitir namazını, kıldığı 10, 8 ve 6 rekatlardan sonra 1=tek-rekat olarak
kılınca, 11, 9 ve 7 rekatlık Teheccüd namazı olmuştur. Teheccüd namazı, zamânı
ve dolayısı ile rekat sayısı kişinin durumuna göre düzenlenebilir.
Ramazan Yılmaz Teheccüd namazı
için şunları söyler:
“Kur’ân’da, bir-çok âyette, açıkça ortaya konulan
altıncı vakit, gece (Vitir) namazıdır. Bugün, Kur’ân’ı anlamaktan ve ilimden
yoksun, Kur’ân gerçeğinden habersiz şeytanın insan cinsinden bir-kaç
yardımcısı, namaz vakitlerinin üç vakit olduğunu iddiâ ediyorlarsa da bunun
Kur’ân’la, İslâm’la ve İslâm’i gerçeklerle hiç-bir ilgisi yoktur. Yüce Allah’ın
kendisini râzı etmemizin ve kurtuluşumuzun vesîlesi saydığı ve örnek almamızı
istediği en güzel örnek Hz. Muhammed(as), beş vakit üzerine fazla olarak
emredilen Gece (Vitir) namazını ümmetine şöyle bildirmektedir:
“Allah size bir namaz daha fazladan
ilâve etmiştir. Bu namaz da vitirdir. Vitir namazını yatsı ile sabah vakti
doğuncaya kadar geçen zaman içinde kılın” (Sekiz sahabeden
rivâyet edilen bu hadisi, Ebu Davud, Tirmizi ve ibn-i Mâce nakleder).
Resûlullah(as)’ın, “Allah size bir namaz daha
fazladan, ilâve etmiştir” sözü, bu namazın, yüce Allah(cc) tarafından farz
kılındığını gösterir. İlim-ehlinden bir-çok kimse, gece namazının farz bir
namaz olduğunu kabûl etmiş ve bunu yazdıkları eserlerde belirtmişlerdir. Rahmetli
Seyyid Kutup Gece (Vitir) namazı ile ilgili olarak Fizilâl’inde şu ifâdelere
yer verir:
“Gecenin bir kısmında, uykuyu
bırakarak gece namazı kıl. Bu senin için ayrı bir ibadettir” (İsrâ 79).
Gece namazı, gecenin ilk saatlerini
uykuyla geçirdikten sonra kalkıp kılınan namazdır. (Bi hi) deki zamir Kur’ân’a
râcidir. Çünkü Kur’ân namazın rûhu ve temelidir”.
Mevdûdi ise, Tefhimu’l Kur’ân’ında şu
ifâdelere yer vermiştir.
“Teheccüdün sözlük anlamı, “uykuyu bölüp kalkmak”tır.
Bu nedenle cümle ‘tehecciid namazı kıl’ diye tercüme edilmiştir, yâni “gecenin
bir bölümü geçince uykudan kalk ve namaz kıl”. ‘Nâfile’ sözlükte ‘zorunlu
görevin yanı-sıra yapılan bir şey’ anlamına gelir. Bu, Teheccüdün ‘beş vakit
namazın dışında olduğunu gösterir”.
Elmalılı M. Hamdi Yazır da konuyla ilgili olarak, Hak
Dîni Kur’ân Dili adlı tefsirinde, bir-çok görüşe yer verdikten ve bu farz
ibâdetin, âyette belirtilen kimseler olan hasta, yolcu ve savaşta olanların durumunu
inceledikten sonra gece-namazının onlardan bile kaldırılmadığını, ancak
hafifletildiğini belirtir:
“Bundan böyle Kur’ân’dan kolay geleni okuyun”. Gece
ibâdetinden, kıraatten büsbütün vazgeçin değil, asıl “gece kalk” emrinin hükmü
kaldırılmıyor, yine ‘kalkın’ fakat gecenin yarısı veyâ daha azı veyâ daha çoğu
miktarlarıyla ve uzun-uzadıya tertil üzere okumak kaydına bağlı olmadan, ‘Kur’ân’
ve ‘Kıraat’ denilebilmek şartıyla, ne kadar kolayınıza gelirse o kadar okuyun,
o kadar gece ibâdeti yapın. İkincisi, emrin görünen mânâsı yine vücup yâni
gereklilik içindir. Yâni gece-ibâdeti ve okuma yine farz, ancak, önceki
gibi sayılmayacak şekilde çok olmak şart değil, kolayınıza geldiği kadar
demektir”.
Önce beş, sonra altı vakit namaz.
Kimi insanlar, Resûlullah(as)’ın bir Arâbi ile olan konuşmasını ileri sürerek,
namaz vakitlerinin beş olduğunu iddiâ ederler.
“Hz. Peygamber( as)’a bir bedevi ‘benim üzerinde farz
bir namaz var mıdır?’ diye sorduğunda: ‘Beş vakit namaz’ cevâbını vermiştir.
Bedevi; ‘üzerimde bundan başka bir borç var mıdır?’ sorusunu tekrarlayınca Hz.
Peygamber (as), ‘Hayır, ancak nâfile kılarsan bu müstesnâ” buyurmuştur” (Buhâri
ve Müslim ittifâk etmişlerdir).
Şimdi bu hadis ile “Allah size bir namaz daha fazladan
ilâve etmiştir...” hadisini karşılaştıracak olursak şu gerçek ortaya çıkar.
Resûlullah(as) İsrâ 79. âyeti gelmeden önce beş vakit namazı söylemiş, İsrâ 79.
âyeti gelince de ikinci hadisi söylemiştir. Bu iki hadis birbirini bütünleyen
ve aralarında çelişki bulunmayan hadislerdir. Birinci hadisi kabûl edip
ikincisini görmezlikten gelmek ciddiyetle, samîmiyetle ve müslümanlıkla
bağdaşmaz. Müslüman olmak, hepsini objektif olarak görüp Kur’ânî olanlarını
almayı gerektirir.
Evet, görüldüğü üzere âyetlerde altı vakit namaz
bildirilmiş, Resûlullah(as) da buna uygun olarak namazlarını edâ etmiştir. Îman
edenlere düşen sorumluluk, Kur’ân ve Sünnet gerçeğine îtirâz etmeden teslim
olmaktır. Çünkü îman etmek bunu gerektirir”.
Teheccüdün farz olmadığını
kabûl ettiğimizde, özellikle kış aylarında günün yarısı yâni yaklaşık 12 saati
ibâdetsiz geçecek demektir. Bu kadar uzun bir zaman-dilimin ibâdetsiz yâni “Allah’sız”
geçmesi İslâm’a da, sağ-duyuya da aykırıdır. Zîrâ insan bu kadar zaman boş
bırakılmaya gelmez. İnsan, günün yarısına yakın bir zaman-dilimini ibâdetsiz
olarak geçirdiği takdirde gafletten kurtulması söz-konusu olmayacaktır.
Evet, teheccüd bir “gece
dirilişi”dir. Gecesini diriltemeyenler, gündüzlerini hiç diriltemezler. Sonuçta
da bir “diriliş” gerçekleşmez.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2016
Cemaat
Allah’ın Dilemesi Ne Demektir?
“Allah barış-yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru
yola yöneltip-iletir” (Yûnus 25).
Allah’ın dilemesi, irâdesiz
varlıklar için “tek-yönlü bir dileme” olsa da, şuurlu varlıklar için yâni
insanlar için “iki-yönlü bir dileme” şeklindedir. İrâde verdiği kulun, yanlışı yâni
hayırsız olanı seçmesi-dilemesi, Allah’ın da o şeye “izin vermesi” anlamında
dilemesi olur. Tabî ki bu, Allah’ın dilediği her-şeyden râzı da olacağı
anlamına gelmez. O, kulun seçtiği yâni dilediği şeye izin vermek anlamında o
şeyi diler. Eğer o şey iyi bir şey değilse, Allah o şeyden râzı olmaz. Bu
bağlamda şu âyet, Allah’ın dilemesinin ne olduğunu açığa çıkarır:
“Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz
dileyemezsiniz” (Tekvir 29).
Yâni “Allah dilemezse”
demek, kulun, irâdesinden yâni seçme kâbiliyetinden dolayı seçtiği-dilediği
şeye “izin vermesi”dir. Allah, kulun seçtiği-dilediği iyi şeylere yâni Allah’ın
râzı olacağı tüm şeylere izin verir yâni o şeyi Allah da diler. Fakat bâzen
rahmetinden dolayı, kul dilese de Allah dilemez. Zâten dilememesi de iyi olur.
Kul dileğinin olmamasının iyi bir şey olduğunu bir-zaman sonra anlayabilir ve
“iyiki de olmamış” diyebilir. Yada, kul bir şeyi dilemeyebilir ama Allah o
şeyin kul için iyi olduğunu bildiğinden dolayı onu diler ve o şey olduğunda da
kul bundan râzı olur ve “iyiki de böyle olmuş” diyebilir. Şu da var ki, Allah’ın
dilememesi de aslında bir dilemedir. Allah dilememeyi diler. Yâni meselâ “Allah
bir şeyin olmasını dilerse “ol” der, olmamasını dilerse “olma” der, dilediği zaman
yaratır, dilemediği zaman yaratmaz” ifâdesinden ziyâde, “dilediği zaman yaratır,
dilediği zaman yaratmaz” demek daha doğrudur. Allah bilir de biz bilemeyiz. Meselâ
savaş konusunda biz ondan hoşlanmasak ve onu dilemesek bile Allah savaşı
üzerimize farz kılmıştır. Zîrâ savaş, hiç-bir şeyin düzeltemeyeceği şeyleri
düzeltebilir ve savaş, Allah yolunda olup da ölenleri şehit, kalanları gâzi
eder. Allah yolunda şehit olanlar ebedî cennette ağırlanacakları için, ilk
başta kulun gözünde iyi gibi görünmeyen bir şeyin sonu “hıtâmuhu misk” olur:
“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı
(farz kılındı). Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve
olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).
Neyin hayırlı
olup-olmadığını biz bilemeyiz ama Allah bilir. Bu nedenle Allah’ın mü’minler
için diledikleri şey iyidir. Mü’minler için dilediği savaşta ölenler şehit
oluyorlar ve bu durum Dünyâ’da kötü gibi görülse de şehitler bu durumdan pek
memnundur. Zâten Kur’ân’da şehâdet için olumsuz tek bir söz bile söylenmez:
“Allah’ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç
içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki
onlara hiç-bir korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır” (Âl-i İmran 170).
Rabbin dilemesi, “bir şeyi
sâdece Allah’ın bilmesi” anlamında da kullanılır. Sâdece Allah’ın bilebileceği
şeyler için; “Rabbin dilemesi dışında” ifâdesi kullanılır:
“Onlar, Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp
gittikçe, orada süresiz kalacaklardır. Çünkü Rabbin, gerçekten dilediğini
yapandır” (Hûd 107).
Allah’ın dilemesi, kulun
dilemesini dilemesidir. Kula dilemeyi vermesi O’nun bir dilemesidir. Allah bizi
“dileyebilen” bir varlık olarak yaratmıştır ki bu Allah’ın bir dilemesidir.
İnsanın dileği ile Allah’ın dilemesi şu şekilde örtüşür:
“İşte böylece biz yeryüzünde Yûsuf’a güç ve imkân
(iktidâr) verdik. Öyle ki, orada (Mısır’da) dilediği yerde konakladı.
Biz kime dilersek rahmetimizi nasib ederiz ve iyilik yapanların ecrini
kayba uğratmayız” (Yûsuf 56).
Allah yeryüzüne dilediğini
mîrasçı yapar. Bu diledikleri, emâneti yüklenmeye lâyık olanlardır. Lâyık
olmayanları zaman içinde gidererek yerine, bu emânete lâyık olanları getirir.
Hakka uygun olan budur çünkü:
“Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını
görmüyor musunuz?. Dilerse sizi giderir-yok eder ve yeni bir halk getirir” (İbrâhim 19).
Bu bağlamda Allah’ın
dilemesi demek, “uygun bulması, lâyık görmesi” demektir. Allah kimi uygun ve
lâyık bulursa ona vahyeder; kimi lâyık bulursa ona zafer verir; kimi lâyık
bulursa onu doğru oyla ulaştırır vs.
Allah’ın dilemesi, “izin
verirse” anlamında da kullanılır:
Ancak: ‘Allah dilerse’ (inşallah yapacağım de).
Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: Umulur ki, Rabbim beni bundan daha
yakın bir başarıya yöneltip-iletir” (Kehf
24).
Allah’ın dilemesi demek; kişinin
yaptıklarının sonucuna göre davranması, ama bunu, rahmetini de ortaya koyarak
yapmasıdır. Yâni Allah’ın yargılaması, adâlet ve rahmetiyle hüküm vermesidir:
“Ve onları kötülüklerden koru. O gün Sen kimi
kötülüklerden korumuşsan, gerçekten ona rahmet etmişsin. İşte büyük ‘kurtuluş
ve mutluluk’ budur” (Mü’min 9).
Şu âyete bakarak bir yanlış
anlamaya düşenler oluyor:
“Ve de ki: Hak Rabbinizdendir; artık dileyen îman
etsin, dileyen inkâr etsin…” (Kehf
29).
Bu âyet yanlış anlaşılıyor
yada çarpıtılıyor ve sanki; “dilerseniz inanın, dilerseniz inanmayın fark-etmez,
ikisi de aynı şeydir” deniliyormuş gibi, inanmakla inanmamayı aynı kefeye
koyuyorlar. Tabi bu durumda îmânı boş bir îman olmayanlar yâni amele-eyleme
dönük olan îman sâhiplerini amelleri-eylemleri de boşa çıkıyor. “Dilerseniz
inanın, dilerseniz inanmayın” âyeti ile liberâl-demokratik-lâik şeytâni
ideolojilere atıf yapıldığı zannediliyor. Oysa îman edenlerle etmeyenlerin
farkı Kur’ân’da çok açık bir şekilde gösterilir:
“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) îman
etmişseniz en üstün olan sizlersiniz”
(Âl-i İmran 139).
Hattâ Allah, îman edenler
içinde aktif ve pasif olanları bile ayırır ve şöyle der.
“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah
yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla
ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır.
Tümüne güzelliği (cenneti) vaâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara
göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır”
(Nîsâ 95).
Yâni Allah, “dilerseniz
inanın, dilerseniz inanmayın” derken; “ancak lâyıksanız inanabilirsiniz, lâyık
olmadığınızda zâten inanmazsınız” demek istiyor. Yoksa keyfî bir şey değildir. Mustafa
İslamoğlu:
“Allah dilediğine/dileyene hidâyet nasip eder” âyeti;
“Allah lâyık olana hidâyet nasip eder” anlamındadır. Allah için seçilmiş ve
kayırılmış bir toplum yoktur, Allah, İslâm liyâkatini kim taşımaya lâyık ise,
bayrağı ona verir. İlk önce Araplara verdi, sonra Endülüs’e, sonra Eyyubiler’e,
Selçuklular’a, Osmanlılar’a. Allah hiç-bir kimseye de hiç-bir topluma da muhtaç
değildir, gerekirse yeni bir toplum oluşturur ve İslâm sancağını ona verir”
der.
Bir insan neden namaz
kılmaz?. Bu sorunun cevâbını: “Allah dilemediği için” diye cevaplayabiliriz.
Peki Allah’ın dilemesi ne demektir?. “Allah’ın uygun görmesi” demektir. Allah
bir şeyi kimler için uygun görür/bulur?. Lâyık gördüklerine uygun görür. Yâni
bir insan, Allah lâyık görmedikçe namaz kılamaz. Namaz bir nîmettir. Allah o
nîmeti namaz kılmayan kişiye uygun görmediği için lâyık görmez. Peki o kişi ne
zaman lâyık olur o nîmete yâni namaz kılmaya?. Namaza başladığında ve namaz
kıldığında. Namaz için zaman ayırdığında. Yâni bizzat kişi
dilediğinde/istediğinde/başladığında. Namaz kılmaya başladığı zamanda. İşte o
anda Allah da o kişi için namazı lâyık görür ve onun namaz kılmasını dilemiş
olur. Bu, Allah ile kulun aynı-anda/zamanda verdikleri bir “dileme”dir, lâyık
bulmadır. Yâni kul kendine namazı lâyık bulduğu anda/zamanda, Allah da lâyık
bulur. Allah lâyık bulduğu anda/zamanda kul da lâyık bulur. Namaz kılmaya zaman
ayırdığında ve namaz kıldığında, Allah da o kul için namaz kılmasını diler. Bu,
“Allah ile yaşamak” demektir. Dilemelerin birleşmesidir bu.
Zulüm bir şeyi yerli-yerine
koymamak demektir. Allah zâlim değildir. Yâni yerli-yerinde olmayan hiç-bir şey
yaratmamıştır. Bu bağlamda Allah’ın dilemesi, bir şeyi lâyık olduğu ve dilediği
yere koymasıdır. Yaratmayı en hârika şekilde yapmasıdır.
Allah hakîkati ona lâyık
olmayana vermez. Bu “vermeme” O’nun dilememesidir. Eğer lâyık bularak verseydi,
“dilemesi” olurdu. Allah’ın “dilememesi”, olumsuz anlamda bir dilemesidir.
Allah’ın, kulu için bir şeyi
dilemesi için, kulun o şeyi istemesi gerekir. İnsanın insana yaptığı duâ da
böyledir. Karşıdaki kişinin istemediği bir şey için sonsuza kadar duâ edilse de
o duâ boşa gider. O hâlde Allah’ın iyi bir şeyi dilemesi için, kulun doğru
yolda bulunması-gitmesi gerekir. Yanlış yolda giden bir kul için Allah’ın iyi
bir şeyi dilemesi ve o dileğin gerçekleşmesi, kulun “özür dilemesiyle” olur
ancak. Dileklerin karşılaması şarttır yâni.
Allah’ın birisi için iyi bir
şey dilemesi, o kişide o dilek için ehliyet ve liyâkat bulmasıdır. O kişinin o
dileğe lâyık olmasıdır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2016