17 Mart 2023 Cuma

Münâfıklık

 

“Münâfıklar sana geldikleri zaman: ‘Biz gerçekten şehâdet ederiz ki, sen kesin olarak Allah’ın elçisisin’ dediler. Allah da bilir ki sen elbette O’nun elçisisin. Allah, şüphesiz münâfıkların yalan söylediklerine şâhidlik eder. Onlar, yeminlerini bir siper edînip Allah’ın yolundan alıkoydular. Doğrusu ne kötü şey yapıyorlar. Bu, onların îman etmeleri, sonra inkâr etmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kâlplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar” (Münafikûn 1-3).

 

Münâfık lûgatta: “İki yüzlü, araya nifâk sokan. Fitnekâr. Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyânet eden. Görünüşte müslüman olup hakîkatte kâfir ve düşman olan” anlamındadır.

 

İslâm’da imtihan, hem  mü’minler ve kâfirleri birbirinden ayırmak, hem de samîmi mü’minlerle münâfıkları birbirinden ayırmak içindir. Böylece samîmi mü’minler ayrılacak, hiç-bir tâviz vermeyen ve Allah’ın dîni üzere olan bir toplum ortaya çıkmış olacaktır.

 

Münâfık, “ağzıyla söylediği şeyi yüreğinde taşımayan kişi”dir. Münâfıklar her zaman iki arada bir derede kalırlar ve pozisyonlarını çıkarlarına göre belirlerler. Çıkarlarına uyarsa dışarıdan “on numara mü’min” gibi görünebilirler. Medîne’de münâfıkların başı olan Abdullah bin Übey bin Selûl, namazını hep cemaatle kılan biriydi. Aslında İslâm ve Peygamberimiz onun dümenini bozmuştu. Çünkü Medîne’ye kral olmak için hazırlanıyordu. Peygamberimiz ve mü’minler gelince iş bozuldu. Tabi Abdullah bin Übey bin Selûl bunu hemen kabûl edemedi ama açık bir şekilde karşı çıkamadığı için içten-içe plânlar kurdu ve müslümanlardan gibi davranarak her fırsatta ihânet etti. Üstelik çıkarına aykırı olan hiç-bir şeyi yapmadı. Zâten münâfığın alâmeti budur. Fakat şunu bilmiyordu yada bilmezden geliyordu ki, insanları kandırdığını sansa da Allah’ı aslâ kandıramazdı:    

 

“Allah muhakkak îman edenleri de bilmekte ve muhakkak münâfıkları da bilmektedir” (Ankebût 11).

 

Münâfığın bâriz özelliği, çıkarına uygun bulduğu topluluğa benzemek ve dış görünüşte onlar gibi hareket etmektir. Aynen kanser hücreleri gibi. Kanser hücreleri münâfıktır. Kendini bağışıklık sistemi hücrelerine benzetirler. Bu nedenle de bağışıklık hücreleri onları “kendilerinden” zannederek saldırmazlar. Böylece kanser hücreleri zamanla tüm vücûda yayılır ve en sonunda da onu öldürür.

 

İslâm’ın henüz hâkim olmadığı yerde insanlar “mü’minler ve kâfirler” olarak ikiye ayrılırken; İslâm’ın hâkim olduğu bir yerde ise “mü’minler ve münâfıklar” olarak ikiye ayrılır. Günümüzde yâni modern zamanlarda ise müslümanlar; hem mü’minler ve kafirler olarak, hem de mü’minler ve münâfıklar olarak ikiye ayrılmış durumdadır. Zîrâ modern zamanlarda münâfıklık da artık farklılaştı ve modernleşti. Kendisine müslüman-mü’min demesine rağmen, Abdullah bin Übey bin Selûl ve onun gibi olanlardan farklı olarak müslümanlar-mü’minler gibi ibâdet etmemekte, İslâm’ı öğrenmeye çalışmamakta ve İslam için çalışmamaktadırlar. Eski münafıklar hiç olmazsa “müslümanım” dedikten sonra göstermelik kısmen de olsa İslâm’ın gereklerini yerine getiriyorlardı ve dıştan görülmesi gereken her-şeyi yapıyorlardı. Şimdiki modern münâfıklarsa hiç-bir şeyi yapmaya tenezzül etmiyorlar, İslâm için kıllarını bile kıpırdatmıyorlar ve laf edince de “Allah ile arama girme” diyorlar. Oysa Allah ile aralarına bir tek İslâm’ı sokmamaktadırlar. Modern münâfıklar münâfıklıklarında bile samîmi değiller. Sâdece “elhamdulillah müslümanım” demektedirler ve bu demenin yeteceğini zannetmektedirler. Oysa Kur’ân bunun yetmeyeceğini apaçık olarak söyler:

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

  

 “Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

 

Bir de ucundan-kıyısından ibâdet edenler ve İslâm ile ilgilenenler vardır ve onlar da kendilerini “yeterli müslüman” olarak görürler:

 

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

 

Peki niçin böyledir?. Çünkü münâfıklar hiç-bir zaman nefislerine ağır gelece ve icâbında Allah için kendilerini paralayacak ve harâb edecek şeye yanaşmazlar. Bu yüzden namaza üşene-üşene kalkarlar, orucu beş karış suratla tutarlar, hacca daha çok gezmek amaçlı yada “hacı desinler” diye giderler, zekatı kırkta birini bile ver(e)mezler, kurbanı kendileri için keserler, Kur’ân ile ilişkileri ise onu Arapçasından okumakla ilgilidir. “Müslümanca en iyi nasıl yaşanır”ın Peygamber’deki karşılığı olan “güzel örnekliği” hiç umursamazlar Çünkü dediğimiz gibi, onlara ağır gelecek, sıkıntıya sokacak ve konforlarını bozacak şeyi aslâ yap(a)mazlar. Onlarda İslâm’ı hakkıyla yaşayacak ne istek vardır ne de dirâyet:

 

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; yada açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashâb-ı Meymene)” (Beled 11-18).

 

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Allah Resûlü’ne sorar: “Yâ Resûlullah!. Saçınızda ak görüyorum. Birden-bire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57). 

 

İslâmî yükün altına girilmediğinde bir samîmiyetten bahsedilemez. Bedeninden başka rûhuna da etki etmeyen şey İslâm değildir. Hiç-bir peygamber göbeğini kaşıya-kaşıya peygamberlik yapmamıştır. Peygamberimiz de nice zorluklara katlanmış, aç ve açıkta kalmış, savaşmış ve yaralanmıştır. Bu uğurda vatanını-yurdunu terk etmiştir. Sahabe de aynı şekilde; büyük fedâkârlıklara katlanmıştır. Öyle ki ana-babasını, kardeşlerini, kavmini, malını-mülkünü bile terk edebilmiştir din ve îmânı uğruna. Bunlar ucundan-kıyısından îman etmekle ve münâfıklıkla olacak şey midir?. Ya şimdiki müslümanlar olarak biz?.. Neyden vazgeçebiliyoruz?. Nasıl bir fedâkârlıkta bulunabiliyoruz?. Bu dînin kurucuları göze aldıkları ve bedelini ödedikleri zorluklara boşu-boşuna mı katlanmışlardı?. Tabî ki de hayır!. O hâlde biz neye güvenerek, îman ettiğimizi söylediğimiz hâlde ufak-tefek şeyler için bile mızmızlanıyoruz?. Neye güveniyoruz?. Bir garantimiz mi var?. Cennetle mi müjdelendik?. Hristiyanlar gibi mi düşünüyoruz; Peygamberimiz bizim bedellerimizi ödedi de günahsız mı olduk?. 

 

İslâm, nefsin işine gelmeyen şeylerle çevrilidir. O yüzden münâfıklar nefislerini zorlayacak bir şey yap(a)mazlar.

 

Modernite ile birlikte Dünyâ çok farklı bir yöne girmiştir fakat bu yeni durum insanları mutlu-huzurlu etmemiştir ve etmemektedir. Çünkü Dünyâ’da bir-çok aç-susuz, evsiz-işsiz insanlar vardır. İnsan gibi yaşayamamaktadırlar ve bir-çoğu modern köleler hâline getirilmiştir. Ülkeleri emperyâlistler ve onların yerli uşakları tarafından sömürülmektedir ve buna karşı çıktıklarında ise üzerlerine binlerce metre yükseklikten bombalar yağmaktadır. Dünyâ mazlum ve mâsumların azap yeri, zâlim ve vicdansızların ise sefâ sürme yeri hâline gelmiştir. Mazlumlar ve mâsumlar inim-inim inlemektedir. Fakat seslerini din-kardeşlerine bile duyuramamaktadırlar. Zîrâ din-kardeşleri “sözde müslümanlar” olarak “modern münâfıklar” hâline gelmişlerdir ve -bâzı vicdanlı istisnâlar hâriç- kendilerini hiç umursamamaktadırlar. Allah tabî ki bu durumdan râzı değildir:

 

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir velî (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

 

Mü’min kardeşleri böyle söylediği hâlde onlara madden olsa elinden gelen yardımı yapmayanlar ve hattâ bunu düşünmeyenler aslâ mü’min olamazlar. Kardeşiniz azap içindeyken, perişân bir hâldeyken nasıl olur da rahat edilebilirsiniz?. O yüzden günümüzde mü’min olup da “huzurluyum” diyenler münâfıktır. Çünkü “müslümanım” demelerine rağmen müslümanlığın gereğini yapmamaktadırlar. Gücünüz yetmiyorsa bâri madden elinizden geldiğince yardım edin, bir şey söyleyin, bir şey yazın, bir şey yapın. Eleştirin, îtirâzda bulunun ve isyân edin. Bâri bir gece olsun bu nedenle uyuyamayın. İslâm, Peygamber’e ve sahabeye bunu yapma gücü ve irâdesi verirken modern müslümanlara niçin vermiyor?. Çünkü modern müslümanlar gerçek anlamda mü’min değildirler ve ucundan-kıyısından müslümanlık yapmaktadırlar. “Sözde müslüman”dırlar yada daha doğrusu münâfıktırlar. Şunu çok açıkça söyleyebilirim: “Mü’minim” dediği hâlde, mazlumlar için, Allah için, İslâm için elinden geleni yapmayan herkes münâfıktır. Çünkü işine gelmeyen ve nefsine ağır gelen şeyi aynen Abdullah bin Ubey bin Selûl gibi, yapmamaktadırlar.

 

İç-dünyâlarında dindar, kamusal alanda ise lâik olanlar, sağlam birer münâfıktırlar. Lâik müslümanlık “sağlama bir münâfıklıktır. Muhâfazakâr İslâmcılık, “İslâmcılık” değildir. O, İslâm’dan sapmış bir münâfıklıktır. Muhâfazakâr demokratlık câhillerin sandığı gibi ideâl bir müslümanlık değil, modern bir münâfıklıktır. Reel-politiğe destek verirken ve lâik-demokrasiye kuyruk sallarken; reel-politiğin ve lâik-demokrasinin ortaya çıkardığı ahlâksızlıklardan ve çirkeflerden dert yanmak ahmaklık ve münâfıklıktır.

 

Lâik-seküler-demokratik, kapitâlist-liberâl-emperyâl-feminist-moderniteyle Dünyâ’nın düzlüğe çıkacağını söylemek derin bir cehâlet değilse ağır bir münâfıklıktır. Bunlar sâdece işlerine öyle geldiği için onu savunurlar. Kendi işlerine-çıkarlarına geldiği ama başkalarına zarar verecek olan şeyi “müslümanım” demesine rağmen savunmak âdi bir münâfıklıktır. Câhiller idrâk edemese ve fâsık, zâlim, kâfir, müşrik, münâfık ve şerefsizler kabûl etmese de, Dünyâ ancak vahyin hükümleriyle düzene kavuşabilir, münâfıkça yöntemlerle değil.

 

Hiç eleştiri yapmamak, bi-ince münâfıklıktır. İki tâne cümle kuralım: 1- “Beni hiç kimse eleştiremez”; 2- “Ben âlemlerin rabbi Allah’ım”. (hâşâ). İşte bu iki cümle arasında atom-altı parçacık kadar bile fark yoktur. Çünkü Allah’tan gayrı eleştirilemeyecek bir varlık yoktur. Kendini hâşâ Allah gibi mükemmel görenler eleştiriye tahammül edemezler. Eleştirilmekten nefret edenler, övülmeyi çok sevenlerdir. Münâfıklar eleştiriden nefret ederler. Çünkü eleştiri onların münâfıklığını açığa çıkarır yada onları “şüpheli” hâle getirir. Münâfıklar sürekli olarak övülme beklentisi içinde olduklarından, bir eleştiri ile karşılaştıklarında yüzlerinin rengi atar ve âdeta yıkılırlar.

 

Münâfıklar, kendilerinin de İslâm üzere olduklarını söylemelerine rağmen dînin tümünü kabûl edemedikleri için şöyle derler:

 

“Münâfıklar ve kâlblerinde hastalık olanlar şöyle diyorlardı: ‘Bunları (müslümanları) dinleri aldattı’. Oysa kim Allah’a tevekkül ederse, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Enfâl 49).

 

Mü’mini münâfıktan “infâk” ayırır. Münâfıklık kendini en çok infâk konusunda gösterir ki infâk ve münâfık kelimeleri aynı köktendir. İnfâk etmemek münâfıklaşma belirtisidir. Kişiyi münâfıklıktan ancak infâk kurtarabilir. O yüzden İslâm ilk âyetlerinde ve ilk örnekliklerinde infâkı çok bâriz ve yoğun bir şekilde ortaya koymuştur. İnfakla nifâkın aynı kökten olmasının nedeni, yeterince infâk yapmayınca nifâk doğacağından dolayıdır. Servetin tek elde toplanmasıyla nifâk doğabilir. Bunu yapana da münâfık denir.

 

Münâfık, mü’min gibi görünen kimsedir. “Ol”mak, “görünmek”ten önce gelir. Hattâ İslam, “ol”mak için vardır, “görünmek” için değil. İki çeşit insan vardır: “Olan” ve “görünen”. İlki ihlaslı, ikincisi ise münâfıktır.

 

Münâfıkların infâktan sonra aslâ yapamayacağı şey “Allah yolunda savaş”tır. Zîrâ îmanları tam olmadığı ve İslâm’a çıkarları yada dikkat çekmemek ve zarar görmemek için girdiklerinden dolayı savaşamazlar. Öyle ya; insan inanmadığı bir şey için ölüm riskini göze alarak niçin savaşsın ki:

 

“Münâfıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: ‘Gelin, Allah’ın yolunda savaşın yada savunma yapın’ denildiğinde, ‘Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik’ dediler. O gün onlar, îmandan çok küfre daha yakındılar. Kâlplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir” (Âl-i İmran 167).

 

Münâfıklar hiç kimseyle dost olamazlar ve o yüzden yüz-üstü bırakırlar ve sürekli ihanet ederler. Sözlerine aslâ güvenilmez:

 

“Münâfıklık edenleri görmüyor musun ki, Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine derler ki: ‘Andolsun, eğer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlakâ biz de sizinle birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiç-bir zaman itaat etmeyiz. ‘Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz’. Oysa Allah, şâhidlik etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar” (Haşr 11).

 

Münâfıklar her-şeyin para ile çözülebileceğini zanneden kişilerdir. Modern münâfıklar bu konuda çok bâriz öne çıkarlar Gerçekten îman etmedikleri için îmânın gücünü bilmezler ve Allah’ın yardımını hesâba katmazlar:

 

“Onlar ki: ‘Allah’ın Resûlü yanında bulunanlara hiç-bir infâk (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler’ derler. Oysa göklerin ve yerin hazîneleri Allah’ındır. Ancak münâfıklar kavramıyorlar” (Münâfikûn 7).

 

Münâfıklar çok kibirlidir. Zâten o yüzde tam olarak îman edemezler. Zîrâ îmân, kibri yere sermeyi gerektirir, yüzü yere sürmeyi gerektirir ve kara-derili bir köle de olsa, îman ettikten sonra onunla “kardeş” olmayı gerektirir. Bu ise kibirlilerin yapacağı bir şey değildir:

 

“Derler ki, ‘Andolsun, Medîne’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır’. Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah’ın, O’nun Resûlü’nün ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar bilmiyorlar” (Münâfikûn 8).

 

Münâfıklar samîmi değildirler ve sorumluluktan kaçmak için en küçük bir fırsatı bile kaçırmazlar. O yüzden Allah onlara uyulmasını yasaklar:

 

“Ey Peygamber!, Allah’tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir. Sana Rabbinden vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır. Allah’a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter” (Ahzâb 1-3).

 

Münâfıklarla yola çıkılmaz hele savaşa hiç çıkılmaz. Zîrâ insanı yarı yolda bırakırlar yada ihânet ederler:

 

“Onlar (münâfıklar, düşman) birliklerinin gitmediklerini sanıyorlardı. Eğer (askeri) birlikler gelecek olsa, çölde bedevi-araplar arasında olup sizin haberlerinizi (oradan) sormayı cidden arzu ediyorlardı. Fakat içinizde olsalardı ancak pek az savaşırlardı” (Ahzâb 20).

 

Münâfıklar ibâdet konusunda çok sıkıntı yaşarlar ve çok isteksiz ibâdet ederler:

 

“Gerçek şu ki, münâfıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar” (Nîsâ 142).

 

Şu âyetler münâfıkların durumunu özetler:

 

“Münâfıklar, kâlblerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin aleyhlerinde indirilmesinden çekiniyorlar. De ki: ‘Alay edin. Şüphesiz, Allah kaçınmakta olduklarınızı açığa çıkarandır’. Onlara sorarsan, andolsun: ‘Biz dalmış, oyalanıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile, O’nun âyetleriyle ve elçisiyle mi alay ediyordunuz?’. Özür belirtmeyiniz. Siz, îmanınızdan sonra inkâra saptınız. Sizden bir topluluğu bağışlasak da, bir topluluğunuzu gerçekten suçlu-günahkâr olmaları nedeniyle azablandıracağız. Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar, bâzısı bâzısındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular; O da onları unuttu. Şüphesiz, münâfıklar fıska sapanlardır. Allah, erkek münâfıklara da, kadın münâfıklara da ve (bütün) kâfirlere, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşini vaâdetti. Bu, onlara yeter. Allah onları lânetlemiştir ve onlar için sürekli bir azab vardır. Sizden önceki (münâfıklar ve kâfirler) gibi. Onlar sizden kuvvet bakımından daha güçlü, mal ve çocuklar bakımından daha çoktular. Onlar kendi paylarıyla yararlanmaya baktılar; siz de, sizden öncekilerin kendi paylarıyla yararlanmaya kalkışmaları gibi, kendi paylarınızla yararlanmaya baktınız ve siz de (Dünyâ’ya ve zevke) dalanlar gibi daldınız. İşte onların Dünyâ’da âhirette bütün yapıp-ettikleri (amelleri) boşa çıkmıştır ve işte onlar kayba uğrayanlardır” (Tevbe 64-69).

 

Münâfıklarla iş yapılmaz ve onlara hiç-bir konuda güvenilmez. Hattâ onlarla bir-arada bulunak bile doğru değildir. O yüzden Allah onlara aman verilmemesini ister:

 

“Ey Peygamber!, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yataktır o!” (Tevbe 73).

 

Nüzûl sırasına göre verdiğimiz âyetlerde de görülüyor ki münâfıklar hiç-bir zaman güvenilecek kişiler değildir ve İslâm onlara fırsat verilmemesini ister. Münâfıkların verdiği zarâr, kafirlerin verdiğinden daha kötüdür.

 

Klâsik zamanlarda kâfirler ve müşrikler İslâm’ın “dış düşmanları”yken, modern zamanlarda ise hem dış hem de iç-düşmanlarıdır. Klâsik münâfıklar ise “İslâm’ın iç-düşmanları”yken, modern münâfıklar ise hem iç hem de dış düşmanlarıdırlar. Mallar ve canlar Allah yolunda infâk edilirse mü’min olunur; fakat dîne ucundan-kıyısından yaklaşılıp da işine gelmeyen ve nefsin hoşuna gitmeyen yerlerde İslâm-dışı hareket edilirse her türlü nifâk açığa çıkacak ve münâfık olunacaktır.

 

Nifâkın panzehiri infâktır vesselam.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2019

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder