“Münâfıklar
sana geldikleri zaman: ‘Biz gerçekten şehâdet ederiz ki, sen kesin olarak
Allah’ın elçisisin’ dediler. Allah da bilir ki sen elbette O’nun elçisisin.
Allah, şüphesiz münâfıkların yalan söylediklerine şâhidlik eder. Onlar,
yeminlerini bir siper edînip Allah’ın yolundan alıkoydular. Doğrusu ne kötü şey
yapıyorlar. Bu, onların îman etmeleri, sonra inkâr etmeleri dolayısıyla
böyledir. Böylece kâlplerinin üzerini mühürlemiştir, artık onlar kavrayamazlar” (Münafikûn 1-3).
Münâfık
lûgatta: “İki yüzlü, araya nifâk sokan. Fitnekâr. Ahdini bozan, yalan söyleyen,
hıyânet eden. Görünüşte müslüman olup hakîkatte kâfir ve düşman olan” anlamındadır.
İslâm’da imtihan,
hem mü’minler ve kâfirleri birbirinden
ayırmak, hem de samîmi mü’minlerle münâfıkları birbirinden ayırmak içindir.
Böylece samîmi mü’minler ayrılacak, hiç-bir tâviz vermeyen ve Allah’ın dîni
üzere olan bir toplum ortaya çıkmış olacaktır.
Münâfık, “ağzıyla
söylediği şeyi yüreğinde taşımayan kişi”dir. Münâfıklar her zaman iki arada bir
derede kalırlar ve pozisyonlarını çıkarlarına göre belirlerler. Çıkarlarına
uyarsa dışarıdan “on numara mü’min” gibi görünebilirler. Medîne’de münâfıkların
başı olan Abdullah bin Übey bin Selûl, namazını hep cemaatle kılan biriydi.
Aslında İslâm ve Peygamberimiz onun dümenini bozmuştu. Çünkü Medîne’ye kral
olmak için hazırlanıyordu. Peygamberimiz ve mü’minler gelince iş bozuldu. Tabi
Abdullah bin Übey bin Selûl bunu hemen kabûl edemedi ama açık bir şekilde karşı
çıkamadığı için içten-içe plânlar kurdu ve müslümanlardan gibi davranarak her
fırsatta ihânet etti. Üstelik çıkarına aykırı olan hiç-bir şeyi yapmadı. Zâten
münâfığın alâmeti budur. Fakat şunu bilmiyordu yada bilmezden geliyordu ki,
insanları kandırdığını sansa da Allah’ı aslâ kandıramazdı:
“Allah
muhakkak îman edenleri de bilmekte ve muhakkak münâfıkları da bilmektedir” (Ankebût 11).
Münâfığın bâriz özelliği, çıkarına uygun bulduğu topluluğa benzemek ve
dış görünüşte onlar gibi hareket etmektir. Aynen kanser hücreleri gibi. Kanser
hücreleri münâfıktır. Kendini bağışıklık sistemi hücrelerine benzetirler. Bu
nedenle de bağışıklık hücreleri onları “kendilerinden” zannederek saldırmazlar.
Böylece kanser hücreleri zamanla tüm vücûda yayılır ve en sonunda da onu
öldürür.
İslâm’ın
henüz hâkim olmadığı yerde insanlar “mü’minler ve kâfirler” olarak ikiye
ayrılırken; İslâm’ın hâkim olduğu bir yerde ise “mü’minler ve münâfıklar”
olarak ikiye ayrılır. Günümüzde yâni modern zamanlarda ise müslümanlar; hem
mü’minler ve kafirler olarak, hem de mü’minler ve münâfıklar olarak ikiye
ayrılmış durumdadır. Zîrâ modern zamanlarda münâfıklık da artık farklılaştı ve
modernleşti. Kendisine müslüman-mü’min demesine rağmen, Abdullah bin Übey bin
Selûl ve onun gibi olanlardan farklı olarak müslümanlar-mü’minler gibi ibâdet
etmemekte, İslâm’ı öğrenmeye çalışmamakta ve İslam için çalışmamaktadırlar. Eski
münafıklar hiç olmazsa “müslümanım” dedikten sonra göstermelik kısmen de olsa
İslâm’ın gereklerini yerine getiriyorlardı ve dıştan görülmesi gereken her-şeyi
yapıyorlardı. Şimdiki modern münâfıklarsa hiç-bir şeyi yapmaya tenezzül
etmiyorlar, İslâm için kıllarını bile kıpırdatmıyorlar ve laf edince de “Allah
ile arama girme” diyorlar. Oysa Allah ile aralarına bir tek İslâm’ı
sokmamaktadırlar. Modern münâfıklar münâfıklıklarında bile samîmi değiller. Sâdece
“elhamdulillah müslümanım” demektedirler ve bu demenin yeteceğini
zannetmektedirler. Oysa Kur’ân bunun yetmeyeceğini apaçık olarak söyler:
“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“Ancak îman
edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve
bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).
Bir de
ucundan-kıyısından ibâdet edenler ve İslâm ile ilgilenenler vardır ve onlar da
kendilerini “yeterli müslüman” olarak görürler:
“İnsanlardan
kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa,
bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü
dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir
kayıptır”
(Hac 11).
Peki niçin
böyledir?. Çünkü münâfıklar hiç-bir zaman nefislerine ağır gelece ve icâbında
Allah için kendilerini paralayacak ve harâb edecek şeye yanaşmazlar. Bu yüzden
namaza üşene-üşene kalkarlar, orucu beş karış suratla tutarlar, hacca daha çok
gezmek amaçlı yada “hacı desinler” diye giderler, zekatı kırkta birini bile ver(e)mezler,
kurbanı kendileri için keserler, Kur’ân ile ilişkileri ise onu Arapçasından
okumakla ilgilidir. “Müslümanca en iyi nasıl yaşanır”ın Peygamber’deki
karşılığı olan “güzel örnekliği” hiç umursamazlar Çünkü dediğimiz gibi, onlara
ağır gelecek, sıkıntıya sokacak ve konforlarını bozacak şeyi aslâ yap(a)mazlar.
Onlarda İslâm’ı hakkıyla yaşayacak ne istek vardır ne de dirâyet:
“Ancak o, sarp
yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu
çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; yada açlık gününde doyurmaktır, yakın
olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı
bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden
olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashâb-ı Meymene)” (Beled 11-18).
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Allah Resûlü’ne
sorar: “Yâ Resûlullah!. Saçınızda ak görüyorum. Birden-bire ihtiyarladınız; bir
derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât
Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57).
İslâmî yükün altına girilmediğinde bir samîmiyetten bahsedilemez. Bedeninden
başka rûhuna da etki etmeyen şey İslâm değildir. Hiç-bir peygamber göbeğini
kaşıya-kaşıya peygamberlik yapmamıştır. Peygamberimiz de nice zorluklara
katlanmış, aç ve açıkta kalmış, savaşmış ve yaralanmıştır. Bu uğurda
vatanını-yurdunu terk etmiştir. Sahabe de aynı şekilde; büyük fedâkârlıklara
katlanmıştır. Öyle ki ana-babasını, kardeşlerini, kavmini, malını-mülkünü bile terk
edebilmiştir din ve îmânı uğruna. Bunlar ucundan-kıyısından îman etmekle ve
münâfıklıkla olacak şey midir?. Ya şimdiki müslümanlar olarak biz?.. Neyden
vazgeçebiliyoruz?. Nasıl bir fedâkârlıkta bulunabiliyoruz?. Bu dînin kurucuları
göze aldıkları ve bedelini ödedikleri zorluklara boşu-boşuna mı katlanmışlardı?.
Tabî ki de hayır!. O hâlde biz neye güvenerek, îman ettiğimizi söylediğimiz
hâlde ufak-tefek şeyler için bile mızmızlanıyoruz?. Neye güveniyoruz?. Bir garantimiz
mi var?. Cennetle mi müjdelendik?. Hristiyanlar gibi mi düşünüyoruz; Peygamberimiz
bizim bedellerimizi ödedi de günahsız mı olduk?.
İslâm, nefsin işine gelmeyen şeylerle çevrilidir. O yüzden münâfıklar
nefislerini zorlayacak bir şey yap(a)mazlar.
Modernite
ile birlikte Dünyâ çok farklı bir yöne girmiştir fakat bu yeni durum insanları
mutlu-huzurlu etmemiştir ve etmemektedir. Çünkü Dünyâ’da bir-çok aç-susuz,
evsiz-işsiz insanlar vardır. İnsan gibi yaşayamamaktadırlar ve bir-çoğu modern
köleler hâline getirilmiştir. Ülkeleri emperyâlistler ve onların yerli uşakları
tarafından sömürülmektedir ve buna karşı çıktıklarında ise üzerlerine binlerce metre
yükseklikten bombalar yağmaktadır. Dünyâ mazlum ve mâsumların azap yeri, zâlim
ve vicdansızların ise sefâ sürme yeri hâline gelmiştir. Mazlumlar ve mâsumlar
inim-inim inlemektedir. Fakat seslerini din-kardeşlerine bile
duyuramamaktadırlar. Zîrâ din-kardeşleri “sözde müslümanlar” olarak “modern
münâfıklar” hâline gelmişlerdir ve -bâzı vicdanlı istisnâlar hâriç- kendilerini
hiç umursamamaktadırlar. Allah tabî ki bu durumdan râzı değildir:
“Size ne
oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar,
bize katından bir velî (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden
yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına
savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Mü’min
kardeşleri böyle söylediği hâlde onlara madden olsa elinden gelen yardımı
yapmayanlar ve hattâ bunu düşünmeyenler aslâ mü’min olamazlar. Kardeşiniz azap
içindeyken, perişân bir hâldeyken nasıl olur da rahat edilebilirsiniz?. O
yüzden günümüzde mü’min olup da “huzurluyum” diyenler münâfıktır. Çünkü “müslümanım”
demelerine rağmen müslümanlığın gereğini yapmamaktadırlar. Gücünüz yetmiyorsa
bâri madden elinizden geldiğince yardım edin, bir şey söyleyin, bir şey yazın,
bir şey yapın. Eleştirin, îtirâzda bulunun ve isyân edin. Bâri bir gece olsun bu
nedenle uyuyamayın. İslâm, Peygamber’e ve sahabeye bunu yapma gücü ve irâdesi
verirken modern müslümanlara niçin vermiyor?. Çünkü modern müslümanlar gerçek
anlamda mü’min değildirler ve ucundan-kıyısından müslümanlık yapmaktadırlar. “Sözde
müslüman”dırlar yada daha doğrusu münâfıktırlar. Şunu çok açıkça söyleyebilirim:
“Mü’minim” dediği hâlde, mazlumlar için, Allah için, İslâm için elinden geleni
yapmayan herkes münâfıktır. Çünkü işine gelmeyen ve nefsine ağır gelen şeyi
aynen Abdullah bin Ubey bin Selûl gibi, yapmamaktadırlar.
İç-dünyâlarında
dindar, kamusal alanda ise lâik olanlar, sağlam birer münâfıktırlar. Lâik
müslümanlık “sağlama bir münâfıklıktır. Muhâfazakâr İslâmcılık, “İslâmcılık”
değildir. O, İslâm’dan sapmış bir münâfıklıktır. Muhâfazakâr demokratlık
câhillerin sandığı gibi ideâl bir müslümanlık değil, modern bir münâfıklıktır. Reel-politiğe
destek verirken ve lâik-demokrasiye kuyruk sallarken; reel-politiğin ve
lâik-demokrasinin ortaya çıkardığı ahlâksızlıklardan ve çirkeflerden dert
yanmak ahmaklık ve münâfıklıktır.
Lâik-seküler-demokratik,
kapitâlist-liberâl-emperyâl-feminist-moderniteyle Dünyâ’nın düzlüğe çıkacağını
söylemek derin bir cehâlet değilse ağır bir münâfıklıktır. Bunlar sâdece işlerine
öyle geldiği için onu savunurlar. Kendi işlerine-çıkarlarına geldiği ama
başkalarına zarar verecek olan şeyi “müslümanım” demesine rağmen savunmak âdi
bir münâfıklıktır. Câhiller idrâk edemese ve fâsık, zâlim, kâfir, müşrik,
münâfık ve şerefsizler kabûl etmese de, Dünyâ ancak vahyin hükümleriyle düzene
kavuşabilir, münâfıkça yöntemlerle değil.
Hiç eleştiri
yapmamak, bi-ince münâfıklıktır. İki tâne cümle kuralım: 1- “Beni hiç
kimse eleştiremez”; 2- “Ben âlemlerin rabbi Allah’ım”. (hâşâ). İşte bu iki
cümle arasında atom-altı parçacık kadar bile fark yoktur. Çünkü Allah’tan gayrı
eleştirilemeyecek bir varlık yoktur. Kendini hâşâ Allah gibi mükemmel görenler
eleştiriye tahammül edemezler. Eleştirilmekten nefret edenler, övülmeyi çok
sevenlerdir. Münâfıklar eleştiriden nefret ederler. Çünkü eleştiri onların
münâfıklığını açığa çıkarır yada onları “şüpheli” hâle getirir. Münâfıklar sürekli
olarak övülme beklentisi içinde olduklarından, bir eleştiri ile karşılaştıklarında
yüzlerinin rengi atar ve âdeta yıkılırlar.
Münâfıklar,
kendilerinin de İslâm üzere olduklarını söylemelerine rağmen dînin tümünü kabûl
edemedikleri için şöyle derler:
“Münâfıklar ve kâlblerinde hastalık olanlar şöyle diyorlardı: ‘Bunları
(müslümanları) dinleri aldattı’. Oysa kim Allah’a tevekkül ederse, şüphesiz
Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Enfâl 49).
Mü’mini
münâfıktan “infâk” ayırır. Münâfıklık kendini en çok infâk konusunda gösterir
ki infâk ve münâfık kelimeleri aynı köktendir. İnfâk etmemek münâfıklaşma
belirtisidir. Kişiyi münâfıklıktan ancak infâk kurtarabilir. O yüzden İslâm ilk
âyetlerinde ve ilk örnekliklerinde infâkı çok bâriz ve yoğun bir şekilde ortaya
koymuştur. İnfakla nifâkın aynı kökten olmasının nedeni, yeterince infâk
yapmayınca nifâk doğacağından dolayıdır. Servetin tek elde toplanmasıyla nifâk
doğabilir. Bunu yapana da münâfık denir.
Münâfık,
mü’min gibi görünen kimsedir. “Ol”mak, “görünmek”ten önce gelir. Hattâ İslam,
“ol”mak için vardır, “görünmek” için değil. İki çeşit insan vardır: “Olan” ve
“görünen”. İlki ihlaslı, ikincisi ise münâfıktır.
Münâfıkların
infâktan sonra aslâ yapamayacağı şey “Allah yolunda savaş”tır. Zîrâ îmanları
tam olmadığı ve İslâm’a çıkarları yada dikkat çekmemek ve zarar görmemek için
girdiklerinden dolayı savaşamazlar. Öyle ya; insan inanmadığı bir şey için ölüm
riskini göze alarak niçin savaşsın ki:
“Münâfıklık
yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: ‘Gelin, Allah’ın yolunda savaşın yada
savunma yapın’ denildiğinde, ‘Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik’
dediler. O gün onlar, îmandan çok küfre daha yakındılar. Kâlplerinde olmayanı
ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir” (Âl-i İmran 167).
Münâfıklar
hiç kimseyle dost olamazlar ve o yüzden yüz-üstü bırakırlar ve sürekli ihanet
ederler. Sözlerine aslâ güvenilmez:
“Münâfıklık
edenleri görmüyor musun ki, Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine derler ki:
‘Andolsun, eğer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlakâ biz de
sizinle birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiç-bir zaman itaat
etmeyiz. ‘Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz’. Oysa Allah,
şâhidlik etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar” (Haşr 11).
Münâfıklar
her-şeyin para ile çözülebileceğini zanneden kişilerdir. Modern münâfıklar bu
konuda çok bâriz öne çıkarlar Gerçekten îman etmedikleri için îmânın gücünü
bilmezler ve Allah’ın yardımını hesâba katmazlar:
“Onlar
ki: ‘Allah’ın Resûlü yanında bulunanlara hiç-bir infâk (harcama)da bulunmayın,
sonunda dağılıp gitsinler’ derler. Oysa göklerin ve yerin hazîneleri
Allah’ındır. Ancak münâfıklar kavramıyorlar” (Münâfikûn 7).
Münâfıklar çok
kibirlidir. Zâten o yüzde tam olarak îman edemezler. Zîrâ îmân, kibri yere
sermeyi gerektirir, yüzü yere sürmeyi gerektirir ve kara-derili bir köle de
olsa, îman ettikten sonra onunla “kardeş” olmayı gerektirir. Bu ise
kibirlilerin yapacağı bir şey değildir:
“Derler
ki, ‘Andolsun, Medîne’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve
zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır’. Oysa izzet (güç, onur ve
üstünlük) Allah’ın, O’nun Resûlü’nün ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar
bilmiyorlar” (Münâfikûn 8).
Münâfıklar
samîmi değildirler ve sorumluluktan kaçmak için en küçük bir fırsatı bile
kaçırmazlar. O yüzden Allah onlara uyulmasını yasaklar:
“Ey
Peygamber!, Allah’tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!. Şüphesiz
Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir. Sana Rabbinden vahyedilene uy.
Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır. Allah’a tevekkül et; vekil olarak
Allah yeter” (Ahzâb 1-3).
Münâfıklarla
yola çıkılmaz hele savaşa hiç çıkılmaz. Zîrâ insanı yarı yolda bırakırlar yada
ihânet ederler:
“Onlar
(münâfıklar, düşman) birliklerinin gitmediklerini sanıyorlardı. Eğer (askeri)
birlikler gelecek olsa, çölde bedevi-araplar arasında olup sizin haberlerinizi
(oradan) sormayı cidden arzu ediyorlardı. Fakat içinizde olsalardı ancak pek az
savaşırlardı” (Ahzâb 20).
Münâfıklar
ibâdet konusunda çok sıkıntı yaşarlar ve çok isteksiz ibâdet ederler:
“Gerçek
şu ki, münâfıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır.
Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve
Allah’ı ancak çok az anarlar” (Nîsâ
142).
Şu âyetler
münâfıkların durumunu özetler:
“Münâfıklar,
kâlblerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin aleyhlerinde
indirilmesinden çekiniyorlar. De ki: ‘Alay edin. Şüphesiz, Allah kaçınmakta
olduklarınızı açığa çıkarandır’. Onlara sorarsan, andolsun: ‘Biz dalmış,
oyalanıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile, O’nun âyetleriyle ve elçisiyle mi
alay ediyordunuz?’. Özür belirtmeyiniz. Siz, îmanınızdan sonra inkâra saptınız.
Sizden bir topluluğu bağışlasak da, bir topluluğunuzu gerçekten suçlu-günahkâr
olmaları nedeniyle azablandıracağız. Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar,
bâzısı bâzısındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini
sımsıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular; O da onları unuttu. Şüphesiz,
münâfıklar fıska sapanlardır. Allah, erkek münâfıklara da, kadın münâfıklara da
ve (bütün) kâfirlere, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşini vaâdetti. Bu,
onlara yeter. Allah onları lânetlemiştir ve onlar için sürekli bir azab vardır.
Sizden önceki (münâfıklar ve kâfirler) gibi. Onlar sizden kuvvet bakımından
daha güçlü, mal ve çocuklar bakımından daha çoktular. Onlar kendi paylarıyla
yararlanmaya baktılar; siz de, sizden öncekilerin kendi paylarıyla yararlanmaya
kalkışmaları gibi, kendi paylarınızla yararlanmaya baktınız ve siz de (Dünyâ’ya
ve zevke) dalanlar gibi daldınız. İşte onların Dünyâ’da âhirette bütün
yapıp-ettikleri (amelleri) boşa çıkmıştır ve işte onlar kayba uğrayanlardır” (Tevbe 64-69).
Münâfıklarla
iş yapılmaz ve onlara hiç-bir konuda güvenilmez. Hattâ onlarla bir-arada bulunak
bile doğru değildir. O yüzden Allah onlara aman verilmemesini ister:
“Ey
Peygamber!, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et ve onlara karşı sert ve
caydırıcı davran. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yataktır o!” (Tevbe 73).
Nüzûl
sırasına göre verdiğimiz âyetlerde de görülüyor ki münâfıklar hiç-bir zaman
güvenilecek kişiler değildir ve İslâm onlara fırsat verilmemesini ister.
Münâfıkların verdiği zarâr, kafirlerin verdiğinden daha kötüdür.
Klâsik zamanlarda
kâfirler ve müşrikler İslâm’ın “dış düşmanları”yken, modern zamanlarda ise hem
dış hem de iç-düşmanlarıdır. Klâsik münâfıklar ise “İslâm’ın iç-düşmanları”yken,
modern münâfıklar ise hem iç hem de dış düşmanlarıdırlar. Mallar ve canlar
Allah yolunda infâk edilirse mü’min olunur; fakat dîne ucundan-kıyısından
yaklaşılıp da işine gelmeyen ve nefsin hoşuna gitmeyen yerlerde İslâm-dışı
hareket edilirse her türlü nifâk açığa çıkacak ve münâfık olunacaktır.
Nifâkın
panzehiri infâktır vesselam.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder