31 Ocak 2017 Salı

“Modern Yaratılış Süreci” Yanılgısı



“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın, sonra Allah âhiret yaratmasını (veyâ son yaratmayı) da inşâ edip yaratacaktır. Şüphesiz Allah her-şeye güç yetirendir” (Ankebût 20).

Modern-bilim, “batı modernitesi”nin en büyük silahıdır ve büyük oranda uydurmalardan oluşan önermeleri, faydalı şeyler ortaya koymaktan ziyâde, insanlarda farklı bir düşünce ve zihniyet oluşturmayı amaçlamaktadır. İlk insandan bu yana yaratılma konusunda hak dinlerin görüşü ve düşüncesi olan “yokluktan bir-anda yaratılma” inancı, 20. yy.’daki modern-bilimin saçmalıkları ve zırvalıklarıyla zedelenmiş ve baskılanıp geri plâna atılmıştır. Artık vahiy-merkezli bir düşünceyle değil de bâtıl batı’nın ürettiği modern-bilimin verilerine göre düşünülmeye başlandığından ve bu düşünce mânevi-merkezli değil de dünyevî-beşerî-maddî merkezli yapıldığından, “madde” lehine bir düşünme yöntemi öne çıkmış ve hâkim olmuştur. Zîrâ bu tarz düşünceye sâhip olmayanlara “yollar” kapatılmıştır. Hem batı paradigması, hem modern-bilim hem de liberâl siyâsetin baskısı karşısında yeterli direnç göstererek karşı tezler ve teoriler ortaya konulamadığından ve zâten buna izin de verilmediğinden dolayı, önerilen teoriler ve düşünceler “tek geçerli ve doğru” önermeler olarak meydanı işgâl etmiştir-etmektedir.

İşte bu durumun sonucunda, hem kâinâtın, hem Dünyâ’nın, hem de insanın yaratılışı için (yaratılış derken “örneksiz ilk yaratılış”tan bahsediyoruz), “bir ‘ol’ emri ile bilemeyeceğimiz bir şekilde, mûcize olarak ve her-şeyin en kemâl biçimiyle, hep birlikte ve bir-anda ortaya çıkıvermesi-oluvermesi” şeklindeki yaratılış düşüncesi değersizleştirilmiş-değersizleştirilmekte ve bunun yerine de; “kâinâtın 13.8 milyar yıl; Dünyâ’nın 4.5 milyar yıl; insanın da 2 milyon yıl gibi çok-çok uzun zaman süreçleri içinde yaratıldığı” gibi absürd düşünce ve inanışlardan bahsedilmeye başlanmış ve bu zırva düşünceler için gerekli olan çeşitli “süreç teorileri” ortaya konmuş yada dayatılmıştır. İnsanlar da artık varlığın nasıl oluştuğunu, modern-bilimin önerdiği teoriler ile düşünmeye ve anlamaya başlamışlardır. Fakat bu anlayış aslında modern bir dayatma şeklinde yapılmıştır-yapılmaktadır.

Söylenen “süreçli yaratılmalar” için önerilen teoriler, sağ-duyuyla bakınca çok saçma olduğu gibi, vahye ve modern-bilimin kendisine bile aykırıdır. İşin garibi, bu teorileri Kur’ân-merkezli bir düşünceye sâhip olduğunu söyleyenler de baş-tâcı etmektedirler. Zîrâ Kur’ân’a tam da modern dayatmanın istediği gibi yaklaştıkları için vahyi “parçacı” bir şekilde ele aldıkları için, Kur’ân’ı bütünlüğünden kopararak onun rûhundan mahrûm kalıyorlar ve bu nedenle de çok önemli noktaları ıskalıyorlar. Iskaladıkları en kritik nokta “ilk yaratma” ve “sonraki yaratmalar-türetmeler”dir. Modern önermelerin bâzıları “sonraki yaratmalar” için geçerli olabilir fakat “ilk yaratmalar” için geçerli olamaz. Zîrâ “ilk yaratma” için bir önerme yapılamaz. Çünkü “ilk yaratma” “örneksiz bir yaratma” olduğundan dolayı, onun nasıllığını sâdece Allah bilebilir.

Allah, “ilk yaratma”yı bir-anda yapar, sonra da bizim de gözlemleyip durduğumuz gibi, örneklere göre tekrâr eder. Allah hiç-bir şey yokken yaratmayı ilkin en mütekâmil bir şekilde başlatır -ki bunun nasıllığını sâdece Allah bilir-, sonra da onu zâten şu-anda da gözlemlediğimiz şekilde tekrâr eder. En nihâyetinde de kâinâtı yok ederek “ebedî” “âhiret yaratmasını” yapacaktır. O hâlde yaratmada üç aşamadan bahsedilebilir ki bu; 1- “En mütekâmil şekilde her-şeyin bir-anda olu(şu)verdiği “ilk yaratma”; 2- “Şu-anda da gözlemleyip durduğumuz her-şeyin yaratılmasının tekrarlanması; 3- “Yine nasıllığını bilemeyeceğimiz “âhiret yaratması”. Yâni insan, “ilk yaratma”nın ve “son yaratma”nın nasıllığını bilemez. Çünkü bu, araştırmanın değil, îmânın ve îmân-merkezli gözlemin konusudur. Yazının başındaki âyet de bunu açıkça ortaya koymaktadır:

“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın, sonra Allah âhiret yaratmasını (veyâ son yaratmayı) da inşâ edip yaratacaktır. Şüphesiz Allah her-şeye güç yetirendir” (Ankebût 20).

İlk yaratma ile sonraki yaratmayı gösteren diğer âyetler şu şekildedir:

“Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iâde eder” (Rûm 11).

“O, sizi yer-yüzünde yaratıp türetendir” (Mü’minûn 9).

“O, yer-yüzü toprağından sizi vâr ederken de, annelerinizin karnında cenin hâlindeyken de sizinle ilgili her-şeyi bilir” (Necm 32).

“Allah sizi(n ilk yaratılışınızı) topraktan, sonra nutfeden-embriyodan yarattı. Sonra da çiftler (çok sayıda oluşturduğu âile) hâline getirdi” (Fâtır 11).

“De ki: Sizin şirk koştuklarınızdan ilk-kez yaratacak, sonra onu iâde edecek olan var mı?. De ki: Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iâde eder. Öyleyse nasıl çevriliyorsunuz?...” (Yûnus 35).

“Ya Biz artık birinci yaratış ile yorulu mu verdik?. Doğrusu, onlar yeni bir yaratılıştan şüphe içindelerdir” (Kâf 15).

“Peki, yaratılışı ilk-defa başlatan (yebdeul halka) ve sonra da onu aralıksız devâm ettirip yenileyen kimdir?” (Neml 64).

Allah’ın yaratmasında aşamalar yoktur fakat boyutlar vardır. İlk-yaratma mûcize; ikinci yaratma görüp-bildiğimiz yaratmalar; sonraki yaratma ise âhirette vukû bulacak olan yaratmadır.

Allah “El Bâri”dir. Yâni “ilk örnekleri” yaratandır. “El Hâlık ise, genel yaratma, yâni yaratmanın tamâmını yapan, yaratmaya sürekli devâm edendir. Allah ilk-yaratmayı ansızın yapmıştır, sonraki yaratmalar ise âheste-âheste devâm ediyor-etmektedir.

Allah hem “hâlık” hem de “hâllâk”tır. İlkin yarattıktan sonra sürekli yeniden yaratır. Mûcid ismi ile ilk-kez yaratır, hâllâk ismiyle ise sürekli yaratışta bulunarak yaratmayı yeniler. Kur’ân sonraki yaratılışları “hâlk-ı cedîd” diye adlandırır.

Burada ilginç olan şey, ilk-yaratmanın “belirlilik”, sonraki yaratışların ise “belirsizlik” takısıyla gelmiş olmasıdır. Çünkü ilk-yaratmada her-şey tam/tamamlanmış ve mükemmel olarak var-edilmiş ve yaratılış bitmiştir. Fakat şu-anda da devâm eden yaratış/yaratılışlar ise, henüz yaratılma tamamlanmadığı-bitmediği için insanlar tarafından mutlak anlamda bilinemeyen, bu yüzden de belirsizlik takısıyla ifâde edilen yaratılmalardır. 

“O, yer-yüzü toprağından sizi vâr ederken de, annelerinizin karnında cenin hâlindeyken de sizinle ilgili her-şeyi bilir” (Necm 32).

Âyette ilk yaratılışın topraktan, sonraki bilindik yaratılışın ise “bir damla sudan” olduğu belirtilir. Bâzıları şu-andaki yaratılmayı, ilk yaratılmanın bir örneği olarak görmek istiyorlar. Hâlbuki Allah benzersiz ve örneksiz yaratma sanatkârıdır. İlk-yaratma ile sonraki yaratma arasında fark vardır. Çünkü ilki tasavvur edilemiyor ama sonraki gözlenebiliyor. İlk-yaratmadaki “âni yaratma”, sonraki yaratmalarda “aheste-aheste yaratma”ya dönüşmüştür. Allah, sonraki yaratmayı insan idrâkine sunmak için böyle yapmıştır. İlk-yaratma örneksiz yaratmayı gerektireceği için, onun yavaş-yavaş aşamayla yaratılması gerekmez.

“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse ona yalnızca “ol” der, o da hemen oluverir” (Bakara 117).

Arapçada “ibda” kelimesi: “ilk-yaratma”, “örneksiz yaratma”, “yaratmayı başlatma”, “îcat etme”, “ortaya çıkarma” anlamlarına gelir. “İbda”, “Bedi” kelimeleri bu anlamdadır. “BDE” kökündendirler. İbdâ, “daha önce hiç yapılmamış bir şeyi örnek almaksızın yapma ve îcat etme” demektir. Hz. Âdem ve Havvâ da bu şekilde yaratılmıştır. Onlar, daha önceki atalarından/prototiplerinden örnek alınmadan yaratılmışlardır.

Netîce olarak, “topraktan yaratılma” ilk-insan (prototip) olan Hz. Âdem’in yaratılması; “sudan yaratılma” ise, meni-alâk-embriyo-bebek süreciyle devâm ede-gelen bildiğimiz yaratmadır.

“Allah’ın çocuk edinmesi olacak şey değil. O yücedir. Bir işin olmasına karar verirse, ancak ona: ‘Ol’ der, o da hemen oluverir” (Meryem 35).

İlk-yaratma Allah’a hastır. Allah ilk yaratmaya kimseyi karıştırmıyor. Sonraki yaratmalarda “biz” ifâdesi kullanılırken, ilk-yaratmalarda “biz” ifâdesi kullanılmaz.

İlk-yaratılış “hâlk”, sonraki yaratılmalar “hâlk-ı cedid”tir. “Hâlk” için “ol”ma, “hâlk-ı cedid” için “oluş” diyebiliriz. Hâlk-ı cedid kıyâmete kadar sürer ve sonunda nasıllığını bilemeyeceğimiz yeni bir “hâlk-ı cedid” (âhiret) başlar. İşte bu hâlk-ı cedid yâni kıyâmet (aynen “ilk yaratılış”ta olduğu gibi) âniden başlar, sonra da yavaş-yavaş devâm eder. Kur’ân’da yaratılışla ilgili vurgular; hâlk, hâlk-ı cedid ve kıyâmet olarak azdan çoğa doğru devâm eder. En çok kıyâmetten bahseder. Çünkü ebedî olan odur.

Kur’ân iki tür yaratılıştan bahseder. İki tür oluştan/süreçten bahseder. İlkini açıklamaz, çünkü bu sâdece Yaratıcının Kendisine mâlûmdur. Yâni bize göre mûcizedir. Diğeriyse zâten bizim gözlemlediğimiz-bildiğimiz oluş hâlindeki yaratmalardır ki Kur’ân’ın esas konusu bunlardır. O yüzden Kur’ân ilk-yaratmaya dâir bilimsel bir tez sunmaz ve ortaya koymaz. Açıklama yapmadığı yerlerde bizim algımız bunu kaldıramayacağı ve yapılacak açıklama algımıza uygun olmayacağı için, yâni mûcize olduğu için, sâdece bir şuur ve îman oluşturuyor. Fakat gördüğümüz ve bildiğimiz “şimdiki yaratmalar”a dikkat çekerek ayrıntılı açıklamalar yapılıyor. Hattâ o yaratılışların incelenip araştırılması da isteniyor.

Yaratış ve türetiş, “ortaya çıkarmak” anlamında aynı sonucu verse de, farklı bir işleyişi vardır. Bu işleyişlerden “yaratış”ı yâni “ilk-yaratılış”ı, mûcize=“âciz bırakan” özelliği nedeniyle tasavvur edemeyiz, bilemeyiz, anlamlandıramayız. Bu anlamlandırmayı ve bilmeyi meleklerin bile yapamayacağı kanaatindeyiz. Bu nedenle “ilk-yaratılış”, ilk-prototip”, “ilk varlığın” nasıl meydana geldiğini sâdece âlemlerin Rabbi olan Allah bilebilir. “Türetiş” dediğimiz “sonraki yaratmalar” ise zâten gözlemlediğimiz yaratılışlardır ki bilim ve düşünce bunlar üzerinde çalışabilir. Bilim ve düşünce, bir çoğunu gözlemleyebildiğimiz “türetiş” dediğimiz “sonraki yaratmaları” bile daha tam olarak anlamlandıramaz ve açıklayamaz iken, ilk-yaratılışı anlamlandırmasını ve açıklamasını bekleyemeyiz. Zâten bilim de “metafizik alan” diyerek çalışma konusu dışında tutmuştur bu alanı. Hattâ pozitivist felsefe ve düşünce böyle bir alanı kabûl de etmez. Allah yaratmaya başlayan, bu yaratmayı ilkin yapan, sonra da yenileyerek sürdürendir. İşte bu “ilk-yaratma”nın nasıl başladığı/nasıl olduğu insanın algısına kapalıdır.

İlk-prototip olan insan-çifti embriyolojik bir süreç yaşamadığı gibi, “kâinâtın ilk-prototipi”nde de bir “süreç” yaşanmamıştır. Tüm canlılık “ilk-prototipinden sonra”, “sonraki yaratılış” yâni türetilişlerinde aşama ve gelişmeler yaşamıştır. İlk-yaratmadan sonraki türetmelerde geçerlidir bu aşama. Yâni aynı şey evren için de geçerlidir. Allah bu yüzden kâinâtı yaratırken bizim “şu-anda” bildiğimiz kânunları kullanarak değil; bilmediğimiz-bilemeyeceğimiz kânunları kullanarak yada kullanmadan “ilk-yaratma”yı başlatmıştır. Zâten kâinat daha ortada yokken kâinâtın kânunları da olmaz. İşte bu nedenle “ilk-yaratma”, bildiğimiz aşamalı kânunlardan mecbûren farklı olacağı için, dolayısıyla aşamasız olacağı için “bir-anda” olmak zorundadır.

Bir-anda anasız-babasız yaratılmayı anlamak tabî ki çok zordur. Fakat evrimleşe-evrimleşe bir fâreden ve maymundan gelişip bir insanın yaratılabileceğine inanmak da kolay değildir ve hattâ imkânsızdır. O hâlde burada olağan-üstü bir durum olmalıdır. Burada, modernizmin ortaya attığı Big-Bang, Evrim Teorisi ve Yaratılışçılık arasında sıkışma söz-konusudur.

Modern-bilime göre 13.8 milyar yıl önce başlayan sözde bir süreç var ve buna göre her-şey evrimleşe-evrimleşe, aşama-aşama oluşmuş. Bunu müslümanların da büyük çoğunluğu kabûl etmeye başladı ve ediyor. Bir-kaç milyon yıl öncesine kadar kâinattaki en küçük ayrıntının bile evrimleştiğini yâni aşama-aşama oluştuğunu kabûl edebilenler ve buna îtirâz etmeyenlerin büyük çoğunluğu, sıra Evrim Teorisi’ne gelince îtirâz edebiliyor. Niye îtirâz ediliyor ki?. Ne de olsa hem Big-Bang hem de Evrim Teorisi’nin ortak yönü, ikisinin de aşama-aşama yâni evrimleşe-evrimleşe oluşmasıdır. Kâinâtın evrimleşerek oluşması ile insanın evrimleşerek oluşması arasında mükemmellik(!) açısından fark yok ki!. Ya ikisini de kabûl edeceksiniz yada ikisini de reddedeceksiniz. İşte biz diyoruz ki; bir Big-Bang süreci yok ki bir Evrim Teorisi olsun. Bu bağlamda Caner Taslaman şöyle bir soru sorar:

Canlıların gelişimiyle ilgili bir teori olan Evrim Teorisi’ni Allah’ın varlığı açısından bir sorun olarak gören­lerin önemli bir kısmının şöyle bir çelişki içinde olduk­larına da sıkça tanıklık ettim: Aynı kişiler, bütün evrenin evrimsel gelişmesiyle ilgili olan ve 13,8 milyar yıllık evre­nin evrimini anlatan Büyük Patlama (Big-Bang) Teorisini veyâ Dünyâ’mızın 4,5 milyar yıllık evrimini anlatan yer­bilimle ilgili teorileri bir sorun olarak görmemektedirler. Fakat evren ve Dünyâ’mızın evrimsel süreçleriyle ilgili modern-bilimden gelen bilgiler Allah’ın varlığıyla çelişkili değilse neden canlıların evrimiyle ilgili ileri sürülen görüşlerin Allah’ın varlığıyla çelişkili olduğu düşünülmektedir?. Allah canlıların olduğu gibi tüm evrenin ve Dünyâ’mızın da yaratıcısı değil mi?”.

İşte esas sorun da budur. Hâlbuki Big-Bang, Evrim Teorisi’nin bir uzantısı yada yedekleyicisidir. Bir aşamadan bahseden Evrim Teorisi nasıl yanlışsa, aynı aşamadan bahseden Big-Bang Teorisi de o şekilde yanlıştır. Çünkü iki teorinin de bahsettiği o uzun süreçler hiç-bir zaman yaşanmamıştır.

Edward Wilson,dinlerin, beyinlerin evriminin bir sonucu olarak açıklanabileceğini ve böylelikle dinlerin ahlâkın kaynağı olduğuna dâir iddianın sonsuza kadar geçersiz olacağını” söyler. Bunun sonucunda dinlerin yerini insan-merkezli olan bilim alır ve modern-bilim ilahlaşır. Tabi bu-arada modern-bilimin özneleri olan bilim-adamları da (günümüzde olduğu gibi) toplumun en ileri, ahlâklı ve örnek insanları hâline gelirler. Aralarında belki de bu vasıflarda insanlar olsa da, içlerinde en “kaliteli şerefsiz”e taş çıkartacak olanlar da vardır. Bunu da göz-önüne alarak modern-bilim değerlendirmesi yapmalıyız.  

Sürece göre yaratılmayı kabûl ettiğimizde, bu süreç niye durmuş olsun ki?. Süreç işlemeye devâm eder ve böyle olunca da gelinen yerde Auguste Comte’un “üç hâl yasası” devreye girer ve 1-Teolojik aşama; 2-Metafizik aşama; 3-Pozitivist aşama sınıflandırması normâlleşir. Böylece dinlerin de süreç içinde gelişen beynin bir fonksiyonu olduğu yâni dinlerin de “maddî bir durumun sonucu olduğu” açığa çıkar ki sürecin sonunda teoloji, pozitivizme döner ve artık ölüm-ötesinden bahsetmek imkânsızlaşır. Âhiret bilinci ve korkusundan mahrum kalan insanların ise yapmayacağı bencillik ve kötülük yoktur. Ahlâk, dinden-fıtrattan-mânâdan değil de, “maddî olandan kaynaklanır” anlayışı çıkar ortaya. Böyle olunca da, “en çok ve kaliteli maddeye ve eşyâya sâhip olanlar en iyi ahlâka da sâhip olurlar” düşüncesini kabûllenmek zor olmaz. Zîrâ çok sayıdaki eşyâ ve madde “iyi ahlâk olasılığı”nı arttıracaktır. Mecbûren madde-merkezli olan aşamaya ve sürece bir-kez başladığınızda bunun sonu gelmez ve sonuçta maddeye kesersiniz. Hâlbuki ahlâk söylemleri “bedene-maddeye” muhâlif söylemlerdir. Ahlâk bedenin isteklerinin önüne set koyar. Eğer ahlâk bedenden kaynaklansa idi beden kendisini sınırlamayı düşünmezdi. Ahlâka muhâlif hareket edenler bunu maddî nedenlerden dolayı yapmaktadırlar. Zâten insanlar arasındaki kavganın sebebi, beden/madde-dışı olan ahlâkı yâni rûhu inkâr ederek “bedene göre hareket etme” isteğidir. Ahlâk maddeye indirgenince vahiy de maddeye-beyne indirgenecek ve dînin ilkeleri bir-süre sonra sorgulanıp değiştirilmeye, aşırı yorumlanmaya ve netîcede de tahrifâta uğrayacaktır.

Bütün bu aşamalı sürecin “Allah’ın kontrôlünde”ki bir süreçle olduğunu söylüyorlar. Fakat bir “maymuncuk” olarak kullanılan “Allah’ın kontrôlünde olan süreç” düşüncesiyle, en olmadık saçmalıklar bile “olur” durumuna gelebilir. Bu nedenle “Allah’ın kontrôlünde” olan yaratmalar, süreçle olmayan “sonraki örnekli yaratmalar” için geçerlidir. “İlk yaratma” ise, “Allah’ın kontrôlünde bir süreç”le değil, “Allah’ın yaratmasıyla bir-anda” olmuştur. Bir-anda yaratmalar için “kontrôl”e gerek yoktur.

Velhâsıl kelam; Allah, yaratmaya başlamaz; yaratır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2017


Devamını Oku »

26 Ocak 2017 Perşembe

Lâiklikle Muhâfazakârlık Arasında Sıkışıp Kalmak



“Lâiklik veya lâisizm (Fransızca: Laïcisme); devlet yönetiminde herhangi bir dînin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensip. Fransızca‘dan Türkçe‘ye geçmiş olan “lâik” sözcüğü, “din-adamı olmayan kimse; din-adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde din-adamlarına “Clerici” din-adamı olmayanlara da “Laici” adı veriliyordu. Aynı terimin İngilizce karşılığı ise secularity olup, din ve devlet işlerinin ayrı tutulması anlamına gelir. Latince bir kelime olan “çağ” anlamına gelen “saeculum” kelimesinden geçmiştir. Sekülerizm Türkçe’ye lâiklik, çağdaşlaşma veya dünyevileşme olarak üç farklı terimle çevrilebilmektedir. Fransa‘da lâiklik için Laïcité (Laicisme) terimleri kullanılmaktadır. Kavramlar, her iki biçimde de cismi ve bilimsel olan ile soyut ve dinsel olanın birbirine karıştırılmamasını ifâde etmektedirler” (Vikipedi).

“Muhâfazakârlık, ‘geleneksel sosyâl etmenlerin muhâfaza edilmesini destekleyen politik ve sosyâl felsefe’dir. Daha belirgin bir anlamda; ‘ilgili toplumun içinde bulunduğu çağın gereklerini göz-ardı etmeksizin, geçmişten gelen târihi, kültürel ve medenî birikimlerini kaybetmeden, kısaca öz dinamiklerinin değişmesine karşı direnç gösteren, toplumsal-kültürel değerlerin korunmasını savunan siyâsi bir görüş’tür” (Vikipedi).

Laisizmin târifinde, “din ve devlet işlerinin ayrılması”; “herkese inanç özgürlüğü” gibi laflar edilse de, aslında lâiklik; “devlet işlerine dînin sokulmaması ve devletten uzak tutulması” demektir. İnanç özgürlüğünü getiren lâiklik değildir ki; onu İslâm getirmiş ve 1.000 yıl boyunca en iyi şekilde uygulamıştır. Lâiklik ise, söylediği gibi tüm inançlara eşit davran(a)maz. Bu tanımlar bu nedenle bir kandırmacadır. Tâğutlar ve uşakları, devlete dîni yâni adâleti, ilâhi kontrôlü, ahlâkı, merhâmeti, vicdânı, dolayısı ile Allah’ı ve Kur’ân’ı sokmayarak, kendi çıkarlarına yönelik istedikleri hükümleri çıkarmışlar, nefislerine göre kânunlar-yasalar hazırlamışlar ve şeytanın emirlerini yerine getirmişlerdir. Devlet işlerine dîni sokmamak demek; “ahlâkı sokmamak, adâleti sokmamak, vicdan ve merhâmeti sokmamak, Kur’ân’ı sokmamak, Peygamberi karıştırmamak, Allah’ı dâhil etmemek” anlamına gelir. Zîrâ, dediğimiz gibi; vahyin nûru kan-emici vampirleri yakar ve yok eder.

Lâiklik, insanın Allah’a; -hâşâ ve sümme hâşâ- “haddini bil” demesidir. “Senin yerin göklerdir. Oradan başkasına karışma” demektir. “Güneş’i tam zamânında doğur ve batır, rüzgarları estir, yağmurları yağdır.. fakat bizim işlerimize sakın karışmaya kalkma!” demektir. İşte Kur’ân’ın baştan sona “affedilmeyecek” dediği günah olan şirk budur. Şirk, işe Allah’ı karıştırmamak demektir. Hattâ şirk, “Allah’ı işe, tam anlamıyla karıştırmamak” da demektir. Allah’ı işe “biraz karıştırmak” da şirktir. Şirk Allah’a îman etmeme, güvenmeme, O’na teslim olmama demektir. Zâten O’na teslim olunmadığında O’ndan başka her-şeye teslim olunmaktadır. 

Lâiklik, “din ile devletin ayrılması” değildir. Dînin devlet denetimine alınmasıdır. Bu, “dînin bertarâf edilmesi” demektir. Oysa İslâm’da devlet; “din-u devlet”tir. Bu nedenle de devlet, dîni değil; din, devleti denetim altına alması gerekir.  

Muhâfazakârlık ise -ki buna “neo muhâfazakârlık” demek gerekir-, “bâtıl batı paradigmasının etkisinde kalan ve bu paradigma (sistem) içinde kalarak İslâm’ı yaşamak isteyen muhâfazakârlıktır” ki böyle bir şey istemek samîmi bir müslümanlık değildir ve batı paradigması/düşüncesi-merkezli bir İslâm’cılık, mecbûren “sınırlı bir İslâm” olacağından, Kur’ân bu tarz düşünceleri “azap nedeni” olarak görür:

 “Sonra (yine) siz, bir-birinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

Evet; muhâfazakârlıkta, yâni batı’lı zihniyetten en azından teknoloji-ideoloji anlamında ayrılmadan oluşturulacağı sanılan düşüncede, Kur’ân’ın tamâmı hayatta hâkim olamaz ve hattâ görünür bile kılınamaz.

Bir zamanlar siyâseti ele geçirme hayâlini kuran muhâfazakârlar, siyâseti güyâ ele geçirmelerinden sonra “İslâm kişiseldir, devlet lâiktir”; “kişiler değil, devlet lâik olur” düşüncesini, inanarak ve savunarak İslâm’i anlamda anlaşılamayacak bir düşünce ve inanç içerisine girmişlerdir. Böylelikle İslâm hayattan da uzaklaştırılmış ve sâdece şekle-görünüme indirgenmiştir. Muhâfazakârlar devlete-siyâsete aslında İslâm’i anlamda sâhip olmamışlardır, sâdece “seküler anlamda” sâhip olmuşlardır yada muhâfazakârlara bu doğrultuda görev verilmiştir. Çünkü “değiştirilemez maddeler” aynı şekilde orada duruyor ve Kemalist devrimin maddeleri aynen geçerliliğini korumaktadır. Yâni İslâm’i anlamda değişen bir şey olmamıştır. İslâm-dışı=bâtıl bir ideolojiyi müslüman(!) olan yada namaz kılanların yönetmesiyle, gayr-i müslim yada ateist olanların yönetmesi arasında fark yoktur. Zîrâ seküler-lâik-kapitâlist-liberâl düzen devâm etmektedir. Zâten küresel emperyâlizm ve tâğutizm onlara ancak bu koşullarda bir siyâsi “iş-başılık” görevi vermiştir. Küresellik kapsamında böyle bir yapılanma işlerine geliyor çünkü. Yeni Dünyâ Düzeni’nde böyle bir yapıya ihtiyaç vardı ve oluşturuldu. İşte bir “izin” kapsamında iş-başına geçirilen muhâfazakârlar, bu nedenlerle İslâm’i anlamda bir “değişiklik” yapamazlar ve zâten artık böyle bir düşünceleri kalmamıştır ve hattâ bu tür düşüncelere düşmanlık derecesinde karşı olmuş durumdadırlar. Bu neo-muhâfazakârların “İslâm’ı yeniden diriltip hayâta hâkim kılma” düşünceleri yoktur artık.

Muhâfazakâr diye isimlendirdiğimiz kişiler aslında İslâm’cı değildirler. O nedenle onlara İslâm’cı yerine “muhâfazakâr milliyetçi” demek daha uygun olur. Mü’minler, İslâm’ı-Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmak, Allah’ın sözünü hayâta hâkim kılarak Asr-ı Saadeti yeniden diriltmeyi amaçlayan ve hak ve adâleti yeniden ortaya koymak için çalışan kişilerdir.

Kur’ân ve sünnet merkezli düşünenler sistemin zulmüne eleştiri ve îtirâz edip, adâlet-eşitlik-merkezli ve Allah’ın sözünün Dünyâ’ya hâkim oluğu bir Dünyâ kurmak için çabalamaktadırlar fakat bu çabaları lâikler ve muhâfazakârlar yüzünden akim kalmaktadır. Zîrâ tebliğ ve dâvetlerine lâikler ve muhâfazakârlar tarafından yeterli bir destek gelmediği gibi, tam-aksine; lâikler ve muhâfazakârlar mü’minlerin “İslâm’i hareket”lerine karşı çıkarak “çomak” sokmaktadırlar. Böyle olunca da Dünyâ’da zulmü ber-tarâf edip de adâleti ikâme edecek adâlet-merkezli yâni İslâm-merkezli bir devlet-medeniyet kurulmasının ilk adımı atılamamakta, sonuçta da iş sâdece ilmî yönde mesâi harcamaya dönmekte ve bu durum zamanla din hâline gelmektedir. Öyle bir hâle gelinmiştir ki, iletişimin-bilginin her yerden taştığı ve çeşitli kanallarla iletilebildiği bir zamanda artık ümmetin fertlerinin nerdeyse tamâmı âlim olmuş, yazıp-çizmeyen bir müslüman kalmamıştır. Öyle ki, yazdıkları şeyler de hep “altı çizilecek” özellikte ve değerde olan yazılardır. Fakat buna rağmen yine de ümmetin hâli içler acısıdır ve durum her geçen gün de kötüye gitmektedir. Oysa sahabeden yalnızca bir-kaç yazar-çizer kişi vardı ama o sahabe toplumu Dünyâ’da büyük bir devrim gerçekleşmişlerdi ve İslâm-merkezli bir devlet kurup medeniyeti başlatabilmişlerdi. Böylece zulüm ber-tarâf edilerek çok büyük oranda adâlet ikâme edilebilmişti.

Peki aradaki fark neydi?. Aradaki fark şuydu ki; başta Peygamberimiz olmak üzere sahabe, işin sâdece ilmî yönüne değil, amelî yönüne de ağırlık veriyorlardı. Bu bağlamda kendilerini İslâm’a adayabiliyorlardı. Oysa şimdi ilmî yolda mesâi harcamaktan ve bir tarafta lâiklerle diğer tarafta da muhâfazakârlarla ilmî alanda uğraşmaktan dolayı amele-eyleme bir türlü geçilemiyor ve amel-eylem akim kalıyor. Sonuçta da ne nefsi anlamda bir düzelme oluyor ne de ümmete ve mazluma yapılan zulme engel olunabiliyor. Böyle olunca da ümmettin durumunda bir değişim ve dönüşüm olmadığı gibi, durum giderek daha da kötü bir hâl almaktadır. Demek ki “altı çizilecek nitelikte yazılar”dan ziyâde, “altı çizilecek nitelikte amel-eylemde bulunmak” daha önemlidir. Altı çizilecek nitelikte yazılar yazanların ve bilinç-idrâk ortaya koyanların, “altı çizilecek amel ve eylemlerde de bulunmaları ve İslâm’ın bir amel-eylem dîni olduğunu herkese hatırlatmaları ve göstermeleri gerekmektedir. İşte bu durumun bilincinde olan müslümanların önündeki en büyük engel, lâiklerle ve lâik söylem ile, muhâfazkârlar ve muhâfazakâr söylemdir ki ikisi aslında siyâsi alanda birleşmektedirler. Birlik olup da sahte-uydurulan-uyutucu yada modernist yorumlara boğulmuş dîni öne çıkarıyorlar ve Kur’ân/sünnet-merkezli din arka-plânda kalıyor. Böylece insanı, ümmeti ve Dünyâ’yı değiştirecek sözler edilemiyor ve amel-eylemlerde bulunulamıyor. Bunun gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel lâikler ve muhâfazakârlar oluyor. Lâikler ve muhâfazakârlar ile uğraşmak, vahyi nefse ve hayâta hâkim kılmanın önüne geçiyor.

Dindarlıkla sekülerlik arasında yâni muhâfazakârlıkla lâiklik arasında bocalayan mü’minler, ne kendilerini ne de ümmetin mazlumlarını değiştirebiliyor ve kurtarabiliyorlar. Böyle olunca da yâni bir amel-eylem ortaya koyamayınca da Kur’ân ve Sünnet’in amele-eyleme dönük apaçık âyetleri ve uygulamaları aşırı yorumlamaya tâbi kılınıyor ve sonuçta müslümanlar, yapılan aşırı yorumlara göre düşünüyor, yaşıyor ve bu tutum ile vicdanlar baskılanıp kâlpler ve zihinler rahatlatılıyor.

“Müslümanım!” demelerine rağmen muhâfazakâr ve lâiklik yolunda gidenler, kendi yollarını “mutlak doğru yol” zannettiklerinden, artık Peygamber-örnekliği ile sâbit olan “Kur’ân-İslâm hâkimiyeti” kurulamıyor.

Ey müslümanlar!. Aç bi-ilaç olana, mazlum olana, evsize, nâmusu kirletilmiş olana, yerinden-yurdundan kovulmuşa, ezilen garibana.. ne lâiklik adına; “kendileri gibi birilerini önder ve lîder kabûl ederek yâni lâikliğe sâhip çıktıklarında kurtulacaklarını” söylemek; ne de efendi, şeyh, lîder, vatan-millet edebiyatıyla ilmî anlamda bir şeyler söylemek kâr eder. Zîrâ mevcut durum bir kader değildir ve artık bu kötü ve utanç verici aşağılık durumdan kurtulmak için belki de “ağır bedeller” ödemekten başka yapacak bir şey yoktur. Bu nedenle de lâikleri lâiklikten vazgeçirmekle ve muhâfazakârları muhâfazakârlıktan vazgeçirmekle değil; İslâm’ı, “ilmî ve amelî şekilde birlikte ortaya koyarak” bu sıkışmışlıktan kurtulmak ve hakkı görünür kılmak için çalışmak tek çâredir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2017

























Devamını Oku »

Dinozor Yalanı


 

“Biz her-şeyi bir ölçüye göre yarattık” (Kamer 49).

 

Dinozor kelimesi TDK sözlüğünde şu anlamlardadır:

 

1-Dinozorlar takımından, ilk çağlarda yaşamış, günümüze “taşılları” (taşlaşmış kalıntıları H.G.) kalmış, boyu yirmi metreyi bulabilen, uzun kuyruklu, iri gövdeli, uzun boyunlu, küçük başlı, sağlam omurgalı ve boyundan kuyruk sonuna değin omurlu, iki art ayağı öndekilerden daha uzun, karada yaşayan sürüngenlerin ortak adı.

 

2-Gelişmelere ayak uyduramamış, çağın gerisinde kalmış veyâ mevcut durumu korumak isteyen kimse.

 

Dinozorlardan (yada dinazor) ilk-defâ 1.800’lü yılların başlarında bahsedilmiştir. Bir yayında bu, şu şekilde açıklanır:

 

Dinozorların keşfedilmesinin öyküsü 1820’lerde başlar. İngiliz bir doktor olan Gideon Mantell bir taş-ocağında bâzı sıra-dışı dişler ve kemikler bulur. Dr. Mantell, bulduğu bu hayvan kalıntılarında çok değişik özellikler olduğunu fark eder. Bütünüyle yeni bir sürüngen türü bulduğuna inanır. 1841’e dek bu değişik sürüngen türlerinden yaklaşık dokuz çeşit ortaya çıkarıldı. Bunlar arasında Megalozorus ve İguanodon olarak adlandırılan türler de vardı. Tam o sıralarda yaratılışçı ünlü bir İngiliz bilim-adamı olan Dr. Richard Owen, ‘korkunç kertenkele’ anlamına gelen ‘Dinosauria’ adını türetti. İri kemikler onun bu adı düşünmesine yol açmıştır”.

 

Dinozorların “mezozoik zaman” denilen 251-65 milyon yılları (?) arasında yaşadığı söylenir. Bir yazıda bu, şu şekilde yalanlanır:

 

“Filmler, televizyon, gazeteler ve bir-çok dergi ve ders kitaplarından hepimizin duyduğu öyküye göre, dinozorlar milyonlarca yıl önce yaşamış. Evrimcilere göre, dinozorlar yeryüzünde 140 milyon yıl boyunca ‘egemenlik’ sürdükten sonra yaklaşık 65 milyon yıl önce ortadan kayboldular. Buna karşın bilim-adamları araştırmaları sırasında yaptıkları kazılarda bu kadar eski yıllardan kaldığını gösteren hiç-bir etiket bulabilmiş değiller. Sâdece ölü dinozorları (daha doğrusu, kemiklerini) buluyorlar ve bulunan kemiklerde hangi yıldan kaldıklarını kanıtlayacak hiç-bir etiket yoktur. Milyonlarca yıl süren evrim iddiası da evrimcilerin geçmişle ilgili kurdukları uydurma bir öyküden başka bir şey değildir. Dinozorların, ileri sürüldüğü gibi ‘dinozorlar-çağı boyunca’ yaşadıklarını gösterebilen hiç-bir bilim-adamı yoktur. Açıkçası, Dünyâ’nın ve bulunan fosil tabakalarının milyonlarca yıllık olduğunu gösteren bir kanıt da bulunmamaktadır. Bilim-adamları kemikleri bulmakta ve bir-çoğunun evrimci olması nedeniyle de dinozorlarla ilgili öyküyü kendi görüşlerine uygun duruma getirmeyi denemekteler”.


 

Dinozor denilen şey, Paleontologların işgüzarlığı ve saçmalamalarından başka bir şey değildir. Yaptıkları şey, buldukları ıvır-zıvırlara isim vermek ve masa-başında onlara baka-baka bir senaryo yazmak ve masal anlatmaktır.

 

Dinozor fosili denen şeyler hayvan dişleri yada kemikleridir, yumuşak dokular değildir. Çünkü yumuşak dokuların izi kalmaz. Dolayısıyle yumuşak dokuların şekillerinin nasıllığı bilinemez. Dinozorlar kalça şekillerine göre ikiye ayrılırlar. “Kuş kalçalı dinozorlar”, “sürüngen kalçalı dinozorlar”. İsimlerini Yunanca yada Latinceden alırlar. “Korkunç kertenkele” gibi isimleri vardır. Aslında saçma-sapan ve çok zor söylenen isimleri olmasına rağmen bu isimlendirmelerin bile bir anlamı olduğunu söylerler. Hâlbuki bu isimler, bir gizem yaratmak ve sözde bilimselmiş havası vermek içindir.

 

Saçma-sapan bir mantıkla şöyle derler: “Kuşlar dinozorlardır, fakat kuş kalçalı türünden değil, sürüngen kalçalı türünden dinozorlardır”. Hattâ tavukları bile dinozor olarak kabûl ederler. Böyle olunca biz de “mangalda dinozor kebabı” yapmış oluyoruz. 

 

Kuşların dinozor olduğunu söylediklerinden olsa gerek, “kuşların ve timsahların çiftleştikleri gibi çiftleşiyorlar ve yumurtluyorlardı, hattâ kuluçkaya da yatıyorlardı” diyorlar. Bu hayvanlar öyle çok hızlı koşabilen hayvanlar da değilmiş. Meselâ T-Rex saatte 18 mil koşabiliyormuş yâni 29-30 km kadar. O hâlde bir-çok hayvanı yakalayamıyordu.

 

Dinozor-bilimcileri ve dinozor hakkında konuşanları dinlediğinizde bilimsel bir-çok şey söylediğini zannedersiniz ama söyledikleri şeyler kayda değer şeyler değildir ve sürekli olarak varsayımlardan bahsederler. Öyle tam delillerle sâhip olduklarını falan sanmayın, hep farazi konuşurlar: “Elimizde yeterli delil yok”, “olabilir”, “sanıyoruz-sanmıyoruz”, “öyle olduğunu düşünüyoruz”, “yeterli çalışma yok”, “var sayıyoruz”, “tahmin ediyoruz” vs. bitmek bilmeyen laflar.

 

Neyin kemikleri olduğu belli olmayan ufak-tefek kemik parçalarını birleştiriyorlar ve istedikleri şekle sokarak istedikleri şekilde bir yaratık ortaya çıkarıyorlar. Buldukları şeyler hep toprakla iç-içe geçmiş ufalanmış küçük kemik parçalarıdır. Zâten “çok nâdir olarak büyükçe kemikler bulabiliyoruz” diyorlar. Dinozorun anatomisini ve iskelet sistemini işte bu parçalara bakarak anlıyorlarmış. O müzelerde gördüğünüz dinozor iskeletleri var ya; işte bu küçük kemiklerin bir şekilde birleştirilmesi ve onların maketleştirilerek gösterime sunulmasından başka bir şey değildir. O gördükleriniz dinozor falan değil yâni, onların maketleri. Sözde dinozor kemiklerinin hayâli iskeletlerinin maketi. Yâni suyunun suyu.

 

Dinozor maketlerini dinozor diye yutturuyorlar insanlara. Ortalık çok profesyonelce hazırlanmış maket dinozorlarla dolu. Silikon kauçuğu ve reçinelerle istedikleri kemik şeklini yapabiliyorlar. Müzelerde dinozor diye gösterilenler aslında dinozor maketleridir ve gerçek değildirler. O maketler de binlerce sözde dinozor kemiğinin kişilerin kafalarına göre bir-araya getirerek oluşturdukları hayâli şekillerdir. Barnum Brown, Tyrannosaurus Rex (T-Rex) dinozorunu, bir-çok parçayı bir-araya getirerek yapmıştı. Kemikleri istediğiniz gibi bir-araya getirebilirseniz, hayâl ettiğiniz şekilde bir yaratık çıkar ortaya.

 

Şöyle derler: “Fosil hazırlama uzmanları, doğada parçalanmış hâlde bulunan fosil kemiklerini ve dişlerini restore eden oldukça yetenekli teknisyenlerdir. Yaptıkları iş bir-nevî sanat-eseri koruma uzmanlarının hasarlı resim ve heykelleri restore etmesine benzer”.

 

Sözde dinozor kemiklerini topraktan çıkarırken gösterilen resimler ve videolar da, aslında kendilerinin toprağa koyup “dinozor bulduk” diyerek yeniden topraktan çıkardıkları maketlerdir. Biraz dikkatli bakıldığında, buldukları şeyin, yeryüzünün hemen 5-10 cm. altında olduğunu görürsünüz. Buna rağmen çok ilginçtir ki, buldukları şeylere yıllarca hiç-bir zarar gelmemiştir. 

 

Dinozorların, mevcut kemiklerden yeniden kopyalanmasını falan da beklemeyin. Bu aslâ mümkün değildir. O kadar uzun zamanda(!) üzerlerinde DNA’dan eser kalmaz çünkü. Zâten Dünyâ’nın üzerinden o kadar uzun bir zaman da geçmemiştir.  

 

O kadar büyük cüsseli hayvanlar için; “yumurtlamayla ürüyorlardı” deniliyor. Memeli değiller yâni. Yumurtaların da belli bir büyüklüğü olduğuna göre yumurtadan çıkan dinozor yavrularının hayatta kalma şanları çok-çok azdır ve hattâ mümkün değildir. Bilinen en büyük yumurta köpekbalığı ve devekuşu yumurtasıdır ki bu yumurtalar “dinozor yumurtası” denilenlerden bile daha büyüktür ve cüsselerine de uygundur. (“Filkuşu” denilen sözde nesli tükenmiş bir hayvandan da bahsedilir fakat bu hayvan büyük ihtimâlle “deve kuşu” yada iri bir devekuşu çeşidiydi). Yâni en büyük yumurta dinozor denilen en büyük hayvana âit değildir. Peki cüssesi oranında belli bir hacimde yumurtlaması gerekmez miydi dinozorların?. Ne de olsa yumurtadan çıkacak hayvan “Dünyâ’nın en büyük hayvanı” olacak.

 

Peki neden dinozorlar için “yumurtlayarak ürüyordu” deniyor?. Dinozorlara “sürüngen” dedikleri için. Tüm sürüngenler yumurtlamayla çoğalır. Dinozorlar “balık değildir, kuş değildir, o hâlde sürüngenlerdendir” mantığı var. Peki dinozorları neden sürüngen sınıfına sokuyorlar ve yumurtlamayla çoğaldığını söylüyorlar?. Dinozorların görülen resimlerine bakıldığında onların bir sürüngen olmadığı çok net olarak görülür. Bâzıları dinozorların sürüngen olarak kabûl edilmesini istiyor. Zîrâ başka türlü “taşlar” yerine oturmuyor. Acaba dinozorlarda, -çizimlerde gördüğümüz üzere- (zâten başka şekilde görülemez) görülen şey, yâni dinozor iddiâsını ortaya atanların dinozorların hayâl ettikleri yapıları, doğurarak üremeye elverişli olmadığından olabilir mi?. Çünkü yapıları hem cinsellik yönünden, hem de emzirme yönünden uygun değildir. Böyle olunca da, belki de bu sorunu sonradan fark edenler sürüngen sınıfına sokmuşlardır dinozorları. Tabi çiftleşme durumu sorun olarak hâlen devâm eder. Dinozor diye çizimlerini gösterdikleri hayvanların mevcut yapıları, başta çiftleşme olmak üzere hiç-bir şey için uygun değildir. Dinozorların anatomik yapıları hiç-bir şey için uygun değildir. Bu nedenle böyle bir canlı, yaşamını sürdüremez.

 

25-30 ton, hattâ 80 ton ağırlığında; 15-20 metre, hattâ 90 metre uzunluğunda (Spinosaurus, Tyrannosaurus, Carnotaurus) gibi dinozorların bâzıları son derece büyükken; Compsognathus (yaklaşık 5,5 kg ve 60 cm) gibileri de son derece küçükmüş!. Bir yayında şöyle denir:

 

“Bâzıları bir tavuk kadar, bâzıları da daha küçüktü. Öte-yandan bâzı dinozorlar yaklaşık 80 ton ağırlığında ve 13 metre uzunluğunda çok büyük yapıdaydılar. Dinozorların ortalama büyüklüğü büyük olasılıkla küçük bir at kadardı. Boyu 90 metreye kadar çıktı bu dinozorların, hızları saatte bilmem kaç km. oldu ve vahşi kükremeler eklendi. Ancak bu devâsâ dinozorların varlığına ilişkin en ufak gerçek bir delil yoktur. Dinozor-bilimcilik başlı-başına fantazyadır”.

 

Dinozorların bir kısmı inanılmaz derecede ve 20 yıldan kısa bir süre içinde büyük boyutlara ulaştılar. Bunlar günde 100 ton yiyecek tüketiyorlardı. Peki, sözgelimi uzun boyunlu Sauropodlar, hem günde en az 100 ton yiyip yâni bitki örtüsünü tüketip, hem de çevrelerini kurutmamayı nasıl başarmışlardı?. Tonlarca ağırlıktaki vücutlara ve metrelerce uzunlukta boyunlara sâhip olan Sauropodlar’ı ele alalım.. Bu kadar iri bir hayvan -ki başı gözdesine göre çok küçüktür- o koca vücûda nasıl oksijen yetiştirebiliyordu?. O kadar iri bir vücûda oksijenin yetmesi mümkün değildir. Yine o kadar iri bir hayvanın hareket etmesi de zordur ve bu nedenle beslenme ve avlanma zorlukları ve imkânsızlıkları olur. Bu sorunu, dinozorların yaşadığı(!) zamanki çevre farklılığı, oksijen bolluğu ve oksijenin yapısı ile açıklamaya çalışıyorlar. Besinin ve oksijenin günümüze göre çok bol olduğunu söylüyorlar. Peki bu kadar bol oksjen miktârı başka canlılara zarar vermiyor muydu?. Bu soru(n)lara şu masallarla ve zırvalıklarla cevap vermeye çalışırlar:

 

“2.5 milyar yıl kadar önce, siyanobakterilerde oksijen üretebilen fotosentez sürecinin evrimleşmesi sonucunda atmosferdeki oksijen miktârı pratik olarak 0 düzeyinden, bir-kaç milyar yıl içerisinde %32 dolaylarına kadar ulaşmıştır (özellikle de karasal bitkilerin de, siyanobakterilerden yüz milyonlarca yıl sonra evrimleşmesi sonrasında). Görebileceğiniz gibi %32 oranı, günümüzdeki %20.9 oranından fazlasıyla yüksektir. Bu sâyede, o dönemdeki hayvanların, bitkilerin ve mantarların neredeyse hepsi, günümüzdekinden çok daha iri boyutlara sâhip olacak biçimde evrimleştiler. Günümüzde yusufçuk (Anisoptera) olarak bildiğimiz ufacık canlılara benzer bir-çok böcek bile, onlarca santimetre büyüklüğe erişebiliyordu. İşte dinozorları da devâsa boyutlara eriştirmeyi başaran temel çevresel faktör, bu yüksek oksijen oranıydı. Bugün, keşfedilen fosiller üzerinde uzun yıllar boyunca yapılan çalışmalar ve ‘çeşitli bilgisayar programları yardımıyla geliştirilen modellemeler sâyesinde’ biliyoruz ki, Sauropodlar bahsedilen tüm donanımlara sâhipti”

.

Peki bu Sauropodlar suyu nasıl içiyorlardı?. Bildiğimiz gibi zürâfalar uzun boyunları nedeniyle su içmekte çok zorlanırlar. Bu nedenle büyük bir kâlpleri vardır. O hâlde Sauropodların kâlbinin çok daha büyük olması gerekir. Fakat o zaman da fazla kan basıncından dolayı dokular ve damarlar zarar görür. Bu nedenle belki de bütün Sauropodlarlar tansiyon hastasıydı. 

 

“Yumurtlayarak çoğalıyorlardı” demeleri, o kadar iri hayvanların memeli hayvanlar gibi hâmile kaldıklarında ağırlıklarının çok daha fazla artması, çok daha fazla oksijene ve besine ihtiyaç duyacakları fakat hareket zorluğundan dolayı bunu sağlayamayacakları için yaşayamayacaklarından dolayıdır. O yüzden dağa fâre doğurturlar ve o çok iri hayvanlara ufacık yumurtalar yumurtlatırlar.

 

Hayâl kurduğunuzda tüm sorunlara çözüm buluveririsiniz. Çünkü oturduğunuz ve yattığınız yerden hayâlinizi istediğiniz gibi şekillendirebilirsiniz. Böylece o devâsa hayvanın iskeletinin tonlarca ağrılığı nasıl taşıdığına, nefes alıp-vermesinin nasıl olduğuna, üremesine, beslenmesine, çiftleşmesine vs. her türlü çözümü getirirsiniz. Tabi kitlelerin bu cevaplara inanması için ilk önce sinema, medya, yayınlar, modern-bilim ve şişirilmiş bilim-adamlarıyla iyice bir ayara getirmeniz gerekir. Sonra gerisi kolayca gelir. Ne derseniz gider. Minâreyi çalan kılıfını da hazırlar elbette. Fakat dinozorlara uygun kılıf yoktur. Sahih bir bakış-açısına sâhip olanlar kılıfın açıklarını hemen göreceklerdir.

 

Rengarenk dinozorlar çiziyorlar, peki dinozorların hangi renkte olduğunu nereden biliyorlar?. Açın bakın internete, rengârenk dinozorlar var. Dergilerde, internette ve diğer yerlerde ne kadar dinozor resmi görüyorsanız, tamâmı uydurmadır. Hayâl ürünüdür. Renkler canlıların “yumuşak dokularıyla” ilgilidir ve sözde dinozorların ve yok olup gitmiş canlıların yumuşak dokularının nasıl olduğu bilinemez. Yumuşak dokular yâni canlının şekli ve rengi değişik şekillerde olabilir. Yumuşak dokuların rengi/şekli/hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde ve renkte olabilir.

 

Görülen resimlerde bir uygunsuzluk daha vardır ki o da kesinlikle o dev cüssenin sâhip olduğu minicik ellerdir. Bu şekilde bir denge sağlamaları çok zor, hattâ olanaksızdır.

 

Dinozorların yaşaması için bol besine ihtiyaçları vardır ki Dünyâ’nın her yeri ormanlarla ve bitki örtüsü ile çevrili değildir. Üstelik söylendiğine göre bir zaman önce buzul-çağı da yaşanmıştır. O hâlde bu hayvanlar dev cüsselerini doyurabilecek kadar besini nereden buldu?.

 

Peki bu dinozorlar ne ile besleniyorlardı?. “Dinozorların yaşadığı zamanda boyları 30 metreyi bulan eğrelti otları vardı” diyorlar. Tabi minâreyi çalanlar kılıfını da buluyorlar.

 

Dinozorlara bakınca çok biçimsiz ve uygunsuz bir yapıya sâhip oldukları görülür. Zâten dinozor ve benzeri -sözde- varlıklar hep biçimsiz şekilde anlatılır ve gösterilir. Meselâ ejderha, neredeyse bütün kültürlerde ve anlatımlarda şekilsiz bir varlığı simgeler. Oysa Allah, evrendeki yarattığı her varlığa yapısına-hareketine uygun şekil, biçim, özellik ve yetenek vermiş; onların yaratılışını bir-takım amaç ve hikmetlere dayandırmış, boş ve yersiz hiç-bir şey yaratmamıştır. Bu konuda Allah Kur’ân’da şöyle der:

  

“…Her-şeyi yaratan ve bir ölçüye göre düzenleyen Allah’tır” (Furkân 2).

 

“...O’nun katında her-şey bir ölçü (miktar) iledir” (Ra’d 8).

 

“Biz her-şeyi bir ölçüye göre yarattık” (Kamer 49).

 

Peki nesli tükenen bir hayvan yada canlı var mıdır?. Nesli tükendiği söylenen hayvanların aslında sâdece varyasyonları tükenmiş olabilir. Zâten yeni varyasyonlar da ortaya çıkıp duruyor. Meselâ at ile eşeğin çiftleşmesinden katırlar ortaya çıkıyor fakat katırlar kendi arasında üremesini devâm ettiremiyor. Katırların soyu, insan etkisi olmadığında bir-zaman sonra tükenebilir. Zâten artık katırlara fazla ihtiyaç duyulmadığından sayıları azalmıştır. Fakat bir “tür” olarak nesli tükenen hiç-bir hayvan ve hattâ hiç-bir canlı yoktur. Neslinin tükendiğini söyledikleri şu hayvanlara bakar mısınız?: Dinozor, mamut, moa, Tazmanya kaplanı ve kurdu, Hazar kaplanı, Pers kaplanı, Anadolu aslanı-kaplanı-panteri, mersin balığı (Karadeniz’de hâlâ yaşıyor), çizgili sırtlan.. Bunlar ana türlerin çeşitleri ve varyasyonlarıdırlar ve nesillerinin tükendiği de kesin değildir. Belki azalmış olabilir. Bâzıları gözlemleyemedikleri canlıları “nesli tükenmiş” olarak kabûl ediyor. Zâten modern düşünce, kendi kontrôlünde ve gözetiminde olmayan her varlığı ve her-şeyi “yok” sayar ve öyle kabûl eder. 

 

Allah, canlı türlerini potansiyel varyasyonlarıyla birlikte yaratmıştır. İnsanlar da potansiyel varyasyon gereği çeşitli renklerdedirler. Varyasyonların (esas tür tipine göre belirli karakterlerde görülen ayrılıklar) nesli tükense de sorun teşkil etmez, zîrâ onlar doğal olarak değil de, -katırlarda olduğu gibi- ya insanın müdâhelesiyle ortaya çıktılar yada sonradan çeşitlendiler. Orijinâl varlıklar değildirler yâni.

 

Günde 20.000 çeşit canlı türünün yok olduğu gibi aptalca bir söz söyleniyor. Hâlbuki nesli tükenmiş “orijinâl” bir varlık yoktur. Her-gün yeni keşfettikleri varlıklara da, “yeni tür ortaya çıktı” diyorlar. Hâlbuki onlar ilk baştan bêri vardırlar. Amerika ilk keşfedildiğinde çıkmadı ki ortaya!.

 

Yaratılışı ve âhireti kabûl etmeyen bilim-adamları, zamânı çok-çok uzağa atarlar ve zamânı kendi kafalarına, hevâ-heveslerine ve kendilerinden istenen ve beklenen şekilde biçimlendirirler, şekillendirirler. Bu amaçla gerekirse olmayan bir şeyi bile îcâd ederler. Bunun için onlara küçük önemsiz ve belirsiz bir parça bile yeterlidir. Evrim Teorisi’nde meselâ; yaptıkları kazılarda kime âit olduğunu bilmedikleri bir “diş” bulurlar. Bu dişi incelerken çeşitli hayâller kurarlar. En yakın dostları olan şeytan da onları vesveseleriyle destekler ve böylece masal başlar… İlk önce bu dişin ... yıl önce yaşamış olan ... atamıza âit olduğunu düşünürler, sonra bu diş üzerinden sözde sâhibinin bir resmini çizerler, hem de yumuşak dokularıyla berâber, (yumuşak dokuların şekli/hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde olabilir). Diş’in sâhibi atamız! belirlendikten sonra sıra gelir atamızın karısına, sonra oğluna, tabi bir de kızına. Artık âile tablosu ortaya çıkmıştır. Evet-evet; sâdece bir “diş”ten yola çıkarak mutlu bir âile tablosu çizilmiştir. Bunu, o mutlu âile tablosunun reklâmını yapıp cicili-bicili sözlerle çeşitli kanalardan câhillere anlatmakla tamamlarlar. Evrim Teorisi bunun gibi masallarla doludur. Eskiden anlatılan “dev masalları” da, modern zamanlarda “dinozor masalları”na dönmüştür. Böylece arzularının salıncağında sallanıp dururlar.

 

Bir dişten bir insan çıkartabilenler, bir-kaç kemik parçasından “on numara” bir dinozor çıkarmakta hiç de zorlanmazlar. Hem de “yumuşak dokuları”yla berâber. Oysa yumuşak dokuların ne şekilde olduğu belirlenemez. O hâlde dinozorlar neden o şekilde olsun?. Yumuşak dokuların ne şekilde olduğu bilinemeyeceğinden, o şeyin boyu-posu, kilosu ve rengi tam olarak belirlenemez-bilinemez. Tahminde bulunabilir sâdece. Fakat tahminler gerçeğin yerini tutmaz.

 

Bir-çoğu, onlarca dinozor fosili olduğunu sanır, hâlbuki müzelerde sergilenen dinozor iskeletleri bir yada bir-kaç kemik üzerinden yapılan rekonstrüksiyonlardır (yeniden kurma). Dünyâ’nın hangi büyük doğa-târihi müzesine giderseniz-gidin, hemen hepsinde sizi “antika modeller” karşılayacaktır. Örneğin bir ön ayak kemiğinden; koca bir kafatası, uzun ve çivi gibi dişler, kocaman kuyruklar, boynuzlar, inanılmaz büyük arka ayaklar ve çelik sertliğinde plâka deriler ile hattâ kanatlar tahayyül edilerek canlılar üretirler müzelerde. Bir sürüngen türü olmasına rağmen çoğu rekonstrüksiyonda kasıtlı olarak gergedana, zürâfaya, kuşlara vs. çeşitli hayvanlara benzetilen rekonstrüksiyonlar mevcuttur. (domuz dişinden hesperopithecus yapmak gibi).

 

Bir yazıda, bir kemik parçasından yola çıkılarak o şeyin özelliğinin bilenemeyeceği şu şekilde anlatılır:


1.jpg Bu kemik parçasından bir dinozor üretildi.

“Özbekistan’da at büyüklüğünde bir Tyrannosaur fosili bulunduğu anlatılıyordu. Bu fosilin devâsâ boyuttaki dinozorlarla küçük dinozorlar arasındaki sözde evrimsel dönüşüme şâhitlik ettiği öne sürülüyordu. Tahminlerde öylesine ileri gidilmişti ki, canlının kilosu ve boyutları bile hesaplanmış, nasıl işittiğinden tutun, avını yakalamadaki kâbiliyeti üzerine spekülasyonlara kadar varılmıştı. Oysa ki gerçekler bunlardan çok farklıydı: Elde fosil olarak yalnızca canlının beynini muhâfaza ettiği düşünülen 7 cm. büyüklüğünde küçük bir kemik vardı. Özetle tek bir kafatası kemiği parçasından yola çıkılarak tam bir dinozor resmedildi. Binlerce parçadan oluşan dev bir yap-boz bulmacası düşünelim. Parçaları dikkatle birbirlerine uyacak şekilde yerleştirirseniz tam resme ulaşabilirsiniz. Bir iki parça kayıp ise bunların tahmin edilmesinde sakınca olmaz. Ancak elinizde yalnızca ve yalnızca tek bir parça varsa ve siz de diğer tüm parçaları bu parçadan yola çıkarak ‘tahmin’ ediyorsanız,  ortada hayret verici bir durum söz-konusudur. Yukarıda gördüğünüz tek kemik parçasından yola çıkarak tamâmen hayâl-gücünün ürünü olan bir dinozorun ağzı, burnu, elleri, kolları, ayakları, kuyruğu dâhil tüm gövdesi, boyu ve kilosu ve hattâ tüylerinin varlığı bile kurgulanmıştı. Dolayısıyla burada ‘bilimsel delillere dayalı’ bir fosil inşâsından söz edilemeyeceği açıktır, çünkü tek bir kemik parçasından yola çıkılarak çizilen iskelet tamâmen hayâl ürünüdür.

 

‘Farklı kemikleri getir senin de fosilin olsun’ mantığı evrime bir fayda sağlamaz. Konuyla ilgili makâlede iddiâ edilenin aksine, bulunan kemik, yeni bir fosil de değildir. Edinburgh Üniversitesinden Stephen Brusatte 2014 yılında Rusya’da bir müzeyi ziyâret ettiği sırada bu kemikle karşılaşmıştı. Aynı bölgede daha önce bulunmuş kemiklerden yararlanılabilir umuduyla, farklı kurumlarda dağınık hâldeki başka kemik parçaları bir-araya getirildi. Bunlar farklı zamanlarda, 1997 ile 2006 yıllarında çıkarılmış fosillerdi, yâni dağınık hâldeki 7’si omurga kemiği olmak üzere, 15 adet eksik kemik parçasıydı.

 
















Farklı canlılara âit olan çeşitli kemik parçaları bulunup bir-araya getirilerek bir dinozor oluşturuluyor.

‘Bu birbiriyle alâkasız kemik parçaları ile ne yapılabilir ki?’ demeyin. Darwinistlerin her zaman yaptıkları gibi siz de hayâl-gücünüzü yüksek tutarsanız üstteki resimdekine benzer, başından kuyruğuna kadar tüm vücûduyla bir dinozor ‘çizimi’ ortaya çıkarabilirsiniz. Yapabilirsiniz yapmasına ancak bu çizim sırasında kullanılan kemik parçalarının birbirleriyle bağlantılarının olmadığını göz-ardı etmeniz ve tabî ki oldukça fazla hayâl-gücü kullanmanız gerektiğini tekrar hatırlatalım.

 

Nitekim kemiklerin aynı bireye âit olmadığı söz-konusu makâlede de şöyle îtiraf edilmişti:

 

Kemikler, Özbekistan Bisetski formasyonunda yüzeyden izole (birbirinden ayrı) örnekler olarak toplanmış, tek-başlarına farklı bireylerden gelmişlerdir. Biz, en katı şekliyle bu örneklerin aynı canlı sınıfına (takson) âit olduğunu kabûl ediyoruz.

 

Makâledeki îtiraflar bununla da sınırlı kalmıyordu. Farklı canlılara âit bu fosillerin aralarında nasıl olup da böylesine garip bir bağlantı kurulabildiğine dâir gelebilecek îtirazlara; ‘sonraki keşifler bunun yanlışlığını gösterirse T. Euotica ismi yalnızca bir beyin kemiğine âit olur’ gibi bir anlatımla cevap veriliyordu”.

 

Şu söze bakın: “Devâsâ dinozor Arjantinazorus bir-kaç kemikten tanınıyor”.

 

Modernite, bâtıl ve gerçek-dışı şeyleri insanlara kolayca benimsetebilmek için medyayı, fakat özellikle de sinemayı çok yoğun kullanır.

 

Yine bakıldığında, dinozorların dev cüsselerine rağmen kafalarının çok küçük olduğu görülür. Zâten bu yüzden beyinlerinin de küçük olduğundan dolayı “aptal hayvanlar” olarak isimlendirilirler.

 

65 milyon yıl önce! neden sâdece dinozorlar yok oldu?. Eğer bütün bu soy tükenmeleriyle ilgili tek bir neden bulacaksak, bu karada ve denizde yaşayan hayvanların aynı zamanda birlikte ölmeleri için geçerli bir neden olmalı. Ne var ki, hem karada hem de denizde tüm yaşayanların ölmeleri için bir neden olamaz. Çünkü hem karada hem de denizde yaşayanların bir çoğu yaşamlarını bir sonraki dönemde de sürdürmüşlerdir. Bütün hayvanlar tâ o zamandan bêri yaşamını sürdürüyor da, dinozorlar niye yok olmuş gitmiş?. Kargalar, papağanlar ve diğer kuşlar hep “dinozorların torunları” olarak gösterilir. Aslında dinozorların hepsinin yok olmadığı, kurtulanlarından bâzılarının evrilerek ve de küçülerek binlerce kuş türüne dönüştüğü palavrası ortaya atılıyor. Sürekli olarak buna benzer hipotezler ve yeni teoriler ortaya atılsa da, iknâ edici bir açıklama yapılmamıştır, yapılamaz da. Çünkü “dinozor” denilen bir hayvan yeryüzünde hiç-bir zaman yaşamamıştır.























Bu resimde, bulunan iskeletin nasıl da taş-toprak hâline geldiği çok net olarak görülüyor.

Yukarıdaki resimde gördükleriniz, sözde dinozor fosilleridir. İşte bu taşlaşmış yapıları yorumlayarak 65 milyon yıl önce yaşayıp yok olduklarını söyledikleri “dinozor” diye bir hayvan türü olduğunu söylüyorlar. Bakmayın siz müzelerdeki kusursuz görünen dinozor şekillerine. Sergiledikleri şeyleri, fosilleştikleri yerden, -hem de en ince kemiğine kadar- her nasılsa taşlaşmadan, erimeden, yok olmadan bulmaları ve yerinden çıkararak birleştirip mevcut şekilde sergilemeleri imkânsızdır. Yukarıdaki resim, dinozor fosiliymiş. Kim bilir hangi canlıya âit bir fosil. Fakat fosilin ne hâle geldiğine bir bakar mısınız?. Artık ortada bir fosil de kalmamış aslında. Taşlaşmış (taş olmuş) yapılardan başka bir şey yok. O hâlde o müzelerde sergilenenler, bulundukları yerden hiç parçalanmadan ve zarar verilmeden nasıl çıkarıldı ve en ince ayrıntısına kadar eksiksiz bir şekilde birleştirildi de sergilendi?. Bunlar göz boyamadan başka bir şey değil. Bir zaman gelir, bir bilim-adamı onların gerçek fosiller olmadığını ortaya koyar. Aynen evrimcilerin îcât ettikleri uydurma ara-türlerde olduğu gibi. Sonunda da haber ve gazete manşetlerini; “meğerse dinozor diye bir varlık hiç-bir zaman yaşamamış” başlıkları süsler.

 

Sağdan-soldan topladıkları kemikleri atölyede çeşitli işlemlerden geçirdikten sonra, hayâllerinde uydurdukları şekillere sokuyorlar ve de “işte dinozor iskeleti” diye yutturuyorlar insanlara. O müzelerde sergiledikleri kemiklerden müteşekkil dinozor şekilleri var ya; işte onlar, sağdan-soldan toplanmış bildiğimiz-tanıdığımız hayvanların kemik yığınları ve eksik olan tarafları da fiberglas-plastik vs. malzemelerle tamamlanmış hilkat garîbesi tarzında üretimlerden başka hiç-bir şey değildirler. O kemik gibi görünenler kemik değildir yâni. 65 milyon boyunca kemik-memik kalmaz ortada. Fosiller kemik değildir. Bir şey fosilleşmiş ise orada kemik falan kalmamıştır. O şey artık taş-toprak hâline gelmiştir. O “dinozor fosili” dedikleri şeyler, ne olduğu yada hangi varlığa âit olduğu bilinmeyen ve de bilinemeyecek olan taşlaşmış yapılardır ve onları bir-araya getirip sergilemeyi bırakın, fosil hâlde bulundukları yerden, dağılıp toz-toprak olmadan çıkarılması bile mümkün değildir. Onlar artık fosil değildirler, “resimli taşlar”dır. Yâni ortada ne kemik var ne de kemik hâlinde fosiller. Zîrâ kemikler o kadar yıl sağlam kalamazlar. Onlar sâdece taşlaşmış fosillerdir ama o fosiller de dinozor denilen varlıklara âit değil; at, deve, zürâfa, fil, gergedan, bufalo, kanguru, komodo ejderi ve belki balina, gibi hayvanların kısa bir süre önce fosilleşmiş yapılarıdır. Zâten yeryüzünde yaşamakta olan iri cüsseli (en az bir ton ağırlığında) kara hayvanlarının sayısı dördü-beşi geçmez: Filler, gergedanlar, hipopotamlar, zürâfalar ve balinalar. Bu her zaman böyleydi. Ve bu hayvanlar belki bir zaman önce bir miktar daha iri yapılı idiler hepsi bu. Bu fosilleri “dinozor fosili” diye yutturmaya çalışıyorlar. Amaçları, hem zamânı çok geriye atarak insanları âhiret bilincinden uzaklaştırmak; hem de evrimin mutlak gereksinimi olan “eski zaman” ihtiyâcını karşılamaktır. Zamânın uzaması âhiret bilincini blôke eder ve unutturur. Bu, şeytanın bir uzaklaştırma taktiğidir. Çünkü “uzun zaman” uydurmaları insanları âhiret bilincinden uzaklaştırır.

 

En çarpıcı dinozor iskeletleri “en iyi ve en eksiksiz tamamlanmış iskeletlerdir. Bu bağlamda bir yazıda şöyle deniyordu: “Dünyâ’nın en çok tamamlanabilmiş dinozor iskeleti, Londra’daki Doğa Bilimleri Târihi Müzesi’nde (Natural History Museum) görücüye çıkıyor. 2 metre 90 santimetre uzunluğa ve 5 metre 60 santimetre genişliğe sahip Stegosaurus türü dinozorun fosilleri, 11 yıl önce ABD’nin Wyoming Eyaleti’nde bulunmuştu. Bulunan dinozor fosili Dünyâ’da el değmemiş ve ‘en çok tamamlanabilmiş’ ilk dinozor olma özelliğini taşıyor. İskoç işadamı Andrew Caregie tarafından başkent Londra’daki bilim müzesine getirilen dinozorun sergiye hazır hâle getirilmesi ise yaklaşık bir yıl sürdü”. Hem “el değmemiş” diyorlar hem de “tamamlandığı”ndan bahsediyorlar.

 

Fosil oluşumu için şöyle denir: “Fosiller on binlerce ve yüz milyonlarca yılda oluşur. Ancak fosillerin oluşması için gerekli koşullardan ötürü son derece nâdir bulunurlar. Bir hayvanın vücûdunu önce çamur veyâ kum gibi tortular kaplar ve yumuşak dokular çürüyerek geride sert dokuyu (diş ve kemikleri) bırakır. Tortu zamanla kemiği kaplayan bir kayaya dönüşerek onu yıpratır. Dahası, çevredeki yer-altı suyu ve tortudan gelen minerâller çok yavaş bir şekilde kemikteki minerâlin yerini alır (fosiller bu yüzden çeşitli renklerde oluyor: Topraktaki minerâllerin rengini alırlar). Bir fosil, ayak-izi veyâ yaprak gibi korunmuş bir şekil de olabilir”.

 

Filler, yaratılmış canlılarda büyüklüğün zirvesidir. Fillerin büyüklüğü ve ağırlığı; “bundan daha büyüğü olmaz” mesajı verip durmaktadır. Ondan büyük bir canlı, Dünyâ’ya yakışmaz ve uygun olmazdı. Zâten Dünyâ da, çok daha büyük canlıları milyonlarca yıl besleyecek imkân yoktur. Fillerden daha büyük canlıların yâni dinozorların olduğunu söylemek ve buna inanmak, Dünyâ’nın formatını ve yapısını es geçmeden mümkün değildir.

 

Dinozor iskeleti diye gösterilenler, bildiğimiz-gördüğümüz hayvanların iskeletleridir. Bir-çok hayvanın iskeletini -sözde- dinozor iskeletine benzetebilirsiniz. Deve kuşu, deve, fil, ve at iskeletlerini dinozor iskeleti sanıyorlar yada öyle gösteriyorlar. Benzetmeye kalktığınızda en basit bir hayvanın iskeletini bile “dinozor iskeleti” diye yutturabilirsiniz. Fakat modern-bilim ve teorilerle beyni sulanmamış olup aklı başında olanlar o iskeletlerin dinozorla falan alâkası olmadığını hemen anlarlar. Onlar çeşitli hayvanların iskeletleri ve kemiklerinin birleştirilmesinden oluşturulmuş şekillerdir. Bir-çok hayvanın iskeleti -aslında olmayan- dinozor iskeletine benzer. Bunun için internette hayvanların iskeletlerini incelemeniz yeterlidir. Biz aşağıda bir-kaçının örneğini veriyoruz.




 Fil İskeleti





Su Aygırı İskeleti






Deve Kuşu İskeleti









 Timsah İskeleti

























Dinozorların fosilleri de her nedense genelde batı’da yada batı zihniyetine sâhip coğrafyalarda bulunuyor. Türkiye’de ve İslâm coğrafyasında yok. “Dinozorlar 65 milyon yıl önce yok oldu. Ama Anadolu yarım-adası 30 milyon yıl önce oluşmaya başladı. 2 milyon yıl önce de bugünkü şeklini aldı. Doğal olarak Türkiye’de dinozor fosili bulamazsınız” deniyor. İslâm coğrafyasında dinozor fosilinin olmaması, müslümanların ve inançlı kesimin, “yaratılışın başlangıcının çok da fazla bir zaman önce olmadığına” inanmalarından dolayıdır. Dinozorların yaşadığı 65 milyon yıllık uzun bir geçmiş yok ki 65 milyon yıl önce yaşadığı söylenen dinozorlara inansınlar ve de bunu “kabûl ettikleri için” kendi coğrafyalarında da dinozor fosili-kemiği bulsunlar. Modern-seküler insan, ne hayâl ediyorsa, neye ihtiyâcı varsa onu arıyor ve ne hikmetse genelde de buluyor. Bulamazsa da bulduğu zırvalıkların aradıkları şeyler olduğunu söylüyorlar yada buldukları şeyleri, “aradıkları şeyler”e dönüştürüyorlar.

 




3.jpg














Dünyâ’da sözde dinozorların yaşadığı bölgelerin haritası.



Modern-bilimde bir kez bir yalan söylendiğinde arkasından o yalanı sürdürebilmek için yüzlerce yalan söylemek gerekir. İşte dinozorlar hakkında da böyle bir-çok yalan söylenmek zorunda kalınmıştır ve kalınmaktadır. “Türkiye’de niçin hiç dinozor yaşamamıştır” sorusuna yine başka bir yalan (Pangea) ile şu şekilde cevap veriliyor:

 

“Anadolu coğrafyasında dinozor fosili bulmak son derece zordur, hattâ mümkün değildir. Türkiye’de dinozorlar yaşamamıştır maalesef. Neden?, çünkü dinozorlar ikinci jeolojik zamanın (mezozoik zaman) üçüncü döneminde (kretase dönemi) ortaya çıkmış ve yine aynı dönemde yok olmuşlardır. O dönemde bizim üzerinde yaşadığımız topraklar tethys denizinin tabanında uslu-uslu takılıyordu, daha hiç ortalığa çıkıp başına aktif tektonik dertler alası yoktu. Anadolu coğrafyasında dinozor fosili bulmak mümkün değildir. Zâten şimdiye Türkiye’de bulunmuş tek dinozor fosili sayılabilecek (dinozorlar karada yaşar) Kastamonu’da bulunan fosil de karada değil suda yaşayan bir canlıya âittir”.

 

Oysa bu Pangea yâni “kıtaların kayması ve zamanla şimdiki mevcut duruma gelmesi” düşüncesi masa-başında çay-kahve içerken ortaya atılan “zan”dan başka bir şey değildir. Çünkü bu konuda söylenenlerin bir delili yoktur, olamaz ve bu teori ispatlanamaz. Yalanlarını örtmek yada sürdürebilmek için sürekli olarak uzun zamanlardan bahsetmek zorunda kalırlar. Meselâ şöyle derler: “Bundan milyonlarca yıl önce Anadolu topraklarının üzerinin bir okyanusla kaplı olduğunu biliyor muydunuz?”.

 

Dinozor iskeleti üretmek sanıldığı kadar zor bir şey değildir ve bu zâten yapılıp durmaktadır. Aşağıdaki örnekler, -sözde- gerçek(!) dinozor iskeletleri ile “yapay” dinozor iskeletleri karşılaştırmalarıdır.  














Bu, -sözde- gerçek bir donozor fosili-iskeletidir.

















Bu gördüğünüz ise, yapay bir dinozor iskeletidir ve satış fiyatı da 2.000 $’dır.

















Bu da; -sözde- gerçek bir dinozor iskeletinin 3 boyutlu üretilmiş hâlidir.

Bu iskelet hakkında şöyle deniyor: “Stegosaurus dinazor iskeleti tarandı ve belirli parçalar orjinâline zarar gelmemesi veyâ gelecekteki olası kayıplar nedeniyle koruma amaçlı 3D yazıldı”.







111.jpg


































Fiberglastan yapılma yapay bir dinozor iskeleti.


Dinozor denilen sözde varlık hiç-bir zaman yaşamamıştır. Zâten Dünyâ’da “65 milyon yıl öncesi” diye bir zaman da olmamıştır. Evrenin yaşı 13.8 milyar yıl ve Dünyâ’nın yaşı 4.5 milyar yıl değildir. O kadar uzun bir zaman yoktur. Dünyâ’da ve de kâinatta hiç-bir zaman bir ilkellik yaşanmamıştır. Her-şey Hz. Âdem ile yaşıttır ve Âdem’in yaşı da yaklaşık 10.000 yıldır.

 

Dinozorcular kendi-kendileriyle de çelişiyorlar. Dinozor kemiklerinde hemoglobin bulunduğunu söylüyorlar. Bu durum, yaşayan bu sözde canlıların bir-kaç bin yıl önce yaşadığını gösterir, çünkü hemoglobin bir-kaç bin yıldan fazla dayanamaz.

 

13.8 milyar yıllık bir evren-yaşı ve 4.5 milyar yıllık bir Dünyâ-yaşı kabûl edildiğinde, istediğiniz kurguları yapabilirsiniz. İstediğiniz hayâlleri kurabilirsiniz ve olmayacak şeyleri bile oldurabilirsiniz. Ne de olsa o kadar uzun bir zaman içinde “bir-şekilde” olur. Bunu profesyonelce çeşitli kanallarla yaydığınızda bir-çoklarını hattâ hemen-hemen Dünyâ’nın tamâmını o saçmalığa inandırabilirsiniz. Meselâ çok uzun bir zaman varsa; bir fil ile bir karıncanın ilişkisi sonucu o karıncadan bir balinayı bile doğurtabilirsiniz. Yeter ki böyle bir şeye ihtiyaç olsun. Ne de olsa yeterli! bir zaman vardır. Zaman yetmezse “0”ın yanına bir “0” daha koyuverirsiniz canım!. Ne olacak?; sıfırdan bol ne var?.

 

“O Allah ki, yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı”.. (Bakara 29).

 

Allah her-şeyi bizim emrimize verdiğine göre ve her-şeyi bizim için yarattığını düşündüğümüzde, “dinozorların bize ne yararı vardır?” diye sormak gerekir. Bize yararı olmayan bir varlık mı yaşamıştır bir zaman önce?.

 

Kur’ân ve diğer semâvi kitaplar neden dinozorlardan hiç bahsetmiyor?. Bu kadar uzun süre yaşamış bir varlıktan neden hiç bahsedilmez?. Bahsedilmemesi, böyle bir varlığın yaşamadığının kanıtlarından biridir. Çünkü kutsal kitaplarda at-deve-fil gibi büyük hayvanlardan bahsediliyor. Tevrat’ı aşırı zorlayarak alâkasız âyetleri dinozorlar olarak yorumlamak bir dinozor olduğunu zinhar göstermez. Tevrat’ta “leviathan” olarak geçen bir ifâde vardır ve bu kelime; “deniz canavarı”, “dev gemi”, “ada balığı”, “iri balina” anlamlarına gelir. Tevrat’ta Yehova’nın Rahab, Rahav veyâ Levyatan diye farklı biçimde adlandırılan bir ejderha ile savaşı yer almaktadır: Eyyüb: 26, İşaya: 50-51).

 

Dinozor iskeletleri, fiberglas-plastikten îmâlatlardır ve dinozor uydurması plastiğin îcâdından (19. yy.’ın ilk yarısı) sonra ortaya atılmıştır. Zâten bunu kedileri de îtiraf eder:

 

“Bir müzede sergilenmekte olan bir dinozor iskeleti ile karşılaşan insanlar sıkça karşılarında gördükleri şeyin gerçek mi olduğunu sorar. Müzeler gerçek fosil iskeletlerin yanı-sıra, bâzen son derece hassas şekilde doğrudan fosilden kapılanan dökümler de sergiliyor. Müzeler ziyâretçilerine mümkün olduğunca gerçek olanı göstermeye çalışsa da dinozor fosillerine ek olarak dökümleri de sergileniyor. Müzelerdeki kopya dökümler, gerçek fosil kemiklerin hassas kalıpları kullanılarak yapılıyor ve çoğu müzede görebileceğiniz en doğru ve yaygın 3 boyutlu fosil çoğaltma biçimlerinden biridir. Diğer yöntemler arasında yine çok güvenilir olan CT taraması, yüzey taraması ve fotogrametriden yapılan 3D baskılar var. Bir iskelette eksik bir kemik varsa bâzen o şekil bir heykel gibi yontulur. Doğrudan fosil kemiğinden gelmediği için o kadar doğru sayılmaz. Ancak mevcut kemiklerin incelenmesine veyâ aynı yada ilgili türlere âit diğer örneklerden alınan kemiklerin referansına ve fotoğrafına dayanır. Bâzı durumlarda bilim-adamları belirli bir türe âit bir kemiği hiç bulamaz. Tamâmen bozulmamış bir dinozor iskeleti çıkarmak çok nâdirdir. Çöpçüler, çürüyen nesneleri bozuyor ve fosilleşmeden sonra görülen erozyon kemiğin bir kısmını veyâ çoğunu yok ediyor. SUE isimli T. Rex veyâ Tiranozor son derece nâdir bir örnektir ve bilim için çok değerlidir. SUE, bir T. Rex’teki yaklaşık 380 toplam kemiğin 250’si ile bugüne kadar keşfedilen en eksiksiz Tyrannosaurus rex iskeleti. Türünün tek örneği olan bu iskelet, kemik hacmi bakımından yüzde 90 oranında eksiksizdir yâni eksik kemiklerin çoğu aslında küçük parçalardır. SUE bugün ABD'deki Field Doğal Tarih Müzesi'nde sergileniyor. Eksik parçaları tamamlanarak iskeleti tam boy monte edilmiş durumda. ABD dışında düzinelerce ülkedeki müzelerde de sergilendi. Dünyâ’nın dört bir yanındaki insanlar SUE fosilini gördükçe T. Rex gibi bir dinozorun boyutunu ve ölçeğini daha iyi anlama fırsatı buluyor”.

 

Dinozorların insanlar tarafından körü-körüne kabûl edilmesi, Tabiat Târihi Müzesi denilen yerlerde gösterilen -sözde- dinozor iskeletleri sebebiyledir. Kemik müzeleridir buralar. Kemik parçalarıyla doldurulmuş yerler. Bu kemik parçalarını istedikleri gibi, birleştirerek -sözde- bir dinozor iskeleti yapmak çok da zor değildir. Çünkü çok fazla sayıda kemik var. Londra Doğa Bilimleri Târihi Müzesi’nde 80 milyon kemik parçası olduğu söyleniyor.

 

Artık insanlar da bulduğu her kemiği dinozor iskeleti-fosili zannediyor. Bu konuda şöyle bir haber çıkmıştı:

 

“Ege Üniversitesi Tabiat Târihi Müzesi, bulduğu her iskeleti ‘dinozor’ veyâ ‘canavar’ zanneden onlarca kişinin akınına uğruyor. Dinozor olduğu sanılan bir iskelet de İzmir Özdere’de bulundu. Ege Üniversitesi Tabiat Târihi Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde çalışan Araştırma Görevlisi Dr. Serdar Mayda, DHA aracılığıyla incelediği iskeletin fotoğrafının bir kediye âit olduğunu, arka bacakları kaybolduğu için vatandaşların yanılmış olabileceğini ifâde etti.

 

Ege Üniversitesi Tabiat Târihi Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin kapısını her yıl yurdun dört bir yanından ‘dinozor’ veyâ ‘canavar’ iskeleti bulduğunu zanneden yurttaşlar çalıyor. Kurum yetkilisi akademisyenler, bir-yandan başta çocuklar olmak üzere tüm yurttaşları müzeyi gezmeye ve milyarlarca yıllık târihe yolculuk yapmaya çağırırken, diğer yandan da ‘iskeletlerin dinozor olmadığını’ anlatmaya çalışıyor. Konuyla ilgili açıklamada bulunan Merkez Müdürü Prof. Dr. Tansu Kaya, her ay pek-çok yurttaşın kendilerine fosil bulduğunu söyleyerek başvurduğunu, ancak bunların büyük kısmının yakın zamanda yaşamış kedi, yaban kedisi, sansar, gelincik gibi hayvanlara âit iskeletler olduğunu belirtti. Araştırma Görevlisi Dr. Serdar Mayda da, Rize’den Doğu Anadolu’ya kadar pek-çok yerden gerek yüz-yüze, gerekse de telefon ve e-posta yoluyla bir-çok başvuru aldıklarını dile getirerek, ‘bunlar fosil değil güncel iskeletler, ama çoğu kişi dinozor olduğunda ısrâr ediyor’ diye konuştu”.

 

Müzelerdeki dinozor diye gösterilen kemiklerin gerçek dinozorlara âit olmadığı çok açıktır. İzmir’de açılan Tabiat Târihi Müzesi haberi verilirken şunlar söylenmişti:

 

“Ege Üniversitesi Tabiat Târihi Müzesi, bir dinozor türü olan Treks’in iskelet örneğine kavuştu. Evet o sâdece bir örnektir ve gerçek değildir. İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan ve bir yılda tamamlanan Treks heykeli, törenle Ege Üniversitesi Tabiat Târihi Müzesi’ndeki yerine yerleştirilerek ziyârete açıldı. Orijinâl bir örneğinin bulunduğu Frankfurt Tabiat Târihi Müzesi’nden alınan detay ölçeği ve doku çalışmaları konusunda yapılan incelemeler ve bir-çok müze ve kaynaktan elde edilen ayrıntılı bilgilerle Alsancak’taki târihi Gaz Fabrikası’nda oluşturulan atölyede yapılan bir dinozor türü olan Treks’in birebir iskelet modeli, müzedeki yerini aldı. Dinozor iskeletinin dışarıda yaptırılması durumunda 3 kat fazla masraf çıkartacağını belirten Başkan Piriştina, ‘biz bu iskeleti kendi arkadaşlarımıza yaptırdık, heykeltraş arkadaşlarımız zor çalışma koşulları altında 24 saat büyük bir özveri ile çalıştı. Yurt dışında bir dinozor iskeleti yaptırmak istedik ancak 3 trilyon lira masraf çıktı. Büyükşehir Belediyesi dinozor iskeletinin birebir benzerini kendi heykeltraşlarına yaptırdı. Türkiye’de bulunmuş tüm dinozorların kemikleri toplanarak örnek oluşturduk’ dedi. Heykeltraşlar Fulden Bak ve Bülent Bayrak tarafından çelik konstrüksiyon üzerine polyesterden yapılan Treks iskeleti 4.5 metre yüksekliğinde ve 12 metre uzunluğunda”.

 

Nerden baksan tutarsızlık nerden baksan komedi. Çünkü işe Allah karıştırılmadığında geriye yalandan, bâtıldan ve zannetmeden başka bir şey kalmıyor.Dinozor diye bir şey yoktur. Darwinist’lerin zihnimiz üzerinde oynadığı oyunlardan biridir, aldatmacadır, aklımızla alay etmedir.  

 

Fiberglas-plastik malzemelerden yapılan dinozor iskeletleri parçalanıp yeniden monte edilebilmektedir. Montajları, kuruldukları ve sergilendikleri yerde sök-tak şeklinde yapılabiliyor. Peki topraktan çıkarıldıklarını söyledikleri kemikler müzelere nasıl ulaştırılıyor?. Bunlar kemik ya; kırılmasın diye daha kırılmadan önce alçıya alıyorlarmış kemikleri. Müzelere de o şekilde taşıyorlarmış. Fakat buldukları kemikler neyin kemiğidir?. Sağdan-soldan buldukları kemikleri istedikleri gibi bir-araya getirerek dinozor denilen varlığa benzeterek birleştiriyorlar. Biraz uğraşsanız bunu siz de yapabilirsiniz. Bunun için Kurban Bayramı uygun bir zaman olur.

     

Dinozorlar, Evrimcilerle Hollywood’un ortak üretimidir. Günümüzde dinozorlardan bu kadar çok bahsedilmesi, “Steven Spielberg’in Jurassic Park filmi gişe yapsın” diyedir. Bu film, dinozor inancına tüy dikmiş ve insanların dinozorlara inanmasını çok kolaylaştırmıştır.

 

En önemlisi de 65 milyın yıl önce yaşadığı söylenen dinozorlar, Evrim Teorisi’nin mutlak gereksinimi olan “zaman ihtiyâcı”nı karşılamak için uydurulmuştur. Nasıl ki milyonlarca(!) yıl önce yaşayıp ölmüş bir hayvan kemiğini ve dişini “insan” zannediyorlarsa; büyük bir hayvan fosilini de (at, deve, zürâfa, fil) dinozor zannediyorlar.

 

Gerçek şu ki, aslında dinozorlar hakkında pek de bir şey bilinmiyor. Çünkü olmayan bir şey hakkında ne kadar bilgi sâhibi olunabilir ki?.

 

Birileri TDK sözlüğündeki dinozorun ikinci anlamını, “irticâcı” dedikleri inançlılar için kullana-dursunlar, bu ancak bir esprinin konusu olabilir. Zîrâ dindarların çoğu 65 milyon yıllık bir zamânı kabûl etmiyor. Dolayısıyla aklı modernist teorilerle bulanmamış olan müslümanlar, “dinozor” diye bir varlığın yaşadığını kabûl etmezler. Bu nedenle “dinozor kafalı” tanımlamasının “inançlı” insanlar için kullanılması uygun değildir. Eskiden dinozor yoktu ama, bu zamanda “yiyip-yiyip şişen modern dinozorlar” ortalıkta cirit atmaktadır.

 

Dinozorlar hayâli mitolojik varlıklardır. Bir hayâl-gücünün ürünüdürler. Dünyâ’da hiç-bir zaman bulunmadıkları gibi, yaşadıkları söylenen “eski çağlar” diye bir çağ da hiç-bir zaman olmamıştır. Gösterimde olan dinozor şekilleri ise, ya fiberglas/plastik-merkezli üretilmiş rekonstrüksiyonlardır, yada genelde, kısa bir süre önce yaşamış olan bildiğimiz-tanıdığımız hayvanların kemikleridir.

 

Evet; dîni “zor” bulanlar, dinozoru kolay buluyorlar. Zîrâ dîne inanmak ağır bir bedel gerektirebilirken, dinozorlara inanmanın hiç-bir bedeli yoktur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2017

 

Devamını Oku »