31 Mart 2022 Perşembe

Allah’tan Başkasına Kulluk Etmek Ne Demektir?

 

“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Her-şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, her-şeyin üstünde bir vekildir” (En-âm 102).

 

Kıssalarda tüm peygamberlerin ortak söylemi, “Allah’tan başkasına kulluk/ibâdet etmeyin” söylemidir. Çünkü zulmün en beteri Allah’a yapılan zulümdür ki bu da O’na şirk koşmak ve küfre düşmek ile olur. Küfre düşmek ve şirk koşmak ise, kulluğu ve dolayısıyla ibâdeti, Allah’tan başkalarına ve başka şeylere yapmakla olur. Her-şeyin Yaratıcısı Allah yerine, her-şeye kulluk/ibâdet etmek şirktir, küfürdür, zulümdür. 

 

Allah’tan başkalarına ve başka şeylere kulluk/ibâdet etmek, ille de taştan-tahtadan yapılmış ve “put” denilen “bir-tâkım şekiller karşısında eğilip-bükülmek” demek değildir. Önemli olan, bunların üzerinden neye tapıldığıdır. Bu putlara tapmak, asıl tapınılan şeyin temsiline tapmaktır. Putlar, bir-şeylerin temsilidir. İşte mesele, tapınılan temsillerin “neyin/nelerin temsilleri” olduğudur. Burada şunu hemen söyleyelim ki, tasavvufçuların söylediği gibi, tapınılan putların temsil ettiği şey -hâşâ- Allah değildir. Zîrâ Allah’a putlar üzerinde tapmak söz-konusu bile olamaz. Zâten Peygamberimiz de, Allah’ın varlığına inanmasına rağmen, Allah ile aralarına taptıkları putları koyan Mekke müşriklerine, “bu taptıklarınız, kendilerine bile yararı olmayan boş şeylerdir” demek için gönderilmişti.  

 

Temsillerin neyin temsilleri olduğunu bilmeden birebir temsillere tapmak da “Allah’tan başkalarına kulluk etmek ve tapmak” anlamında şirk ve küfürdür, zulümdür. Fakat “Allah’tan başkasına kulluk ve ibâdet etmek yâni tapmak” demek, “Allah’tan başka ilah zannedilen bu taştan ve tahtadan putlara/temsillere tapmak” demek değildir sâdece. O temsiller üzerinden asıl neye tapıldığı önemlidir. Zâten o temsiller/putlar, asıl tapılan ve kulluk edilmekte olan şeyleri örtmek/perdelemek için vardırlar. Yoksa taşa-tahtaya tapmanın saçmalığı apaçıktır ve bunu Peygamberimiz zamânında bile açık-açık söyleyenler vardı. Tabi onlar, bu putları iptâl etmek için harekete geçmediklerinden dolayı bir yaptırımla karşılaşmıyorlardı.

 

Allah’tan başkasına kulluk etmek demek; Dünyâ’daki ve insanlar arasındaki istisnâsız her alanda ve her konuda yâni sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, kânûnî, hukûkî, askerî, ticârî, âilevî vs. aklınıza gelen-gelmeyen her konuda tasavvuru, düşünceyi, söylemi ve eylemi Allah’a, Allah’ın emrettiğine yâni vahye ve peygamberlerin örnekliğine göre değil de; başta şeytana, nefse, küresel gücü ellerine geçirmiş olan tâğutlara (yâni kendisinde Allah gibi bir güç olduğu zannedilenlere), çıkarlara, hevâ ve heveslere, arzulara vs. göre belirlemek, düzenlemek ve yapmak demektir. İşte “Allah’tan başkalarına kulluk ve ibâdet etmek” yâni tapmak bu demektir. Kur’ân’ın şirk, küfür ve zulüm dediği budur.

 

Bakın çok açıkça söylüyorum; nasıl ki hem göklerde hem de Dünyâ’da yâni tabiattaki-doğadaki hayvan ve bitkilerde ve insanların fizîkî yapılarında muazzam bir düzen ve işleyiş varsa ve de bu düzende en küçük bir aksaklık ve olumsuzluk olmuyorsa, bunun nedeni, “tüm bunları sâdece Allah düzenliyor” ve “her-şey Allah’a göre oluyor” diyedir. Bu düzene ve intizâma sâdece insanlar arasındaki işler ve işleyiş uymamaktadır. Zîrâ insanlar arasındaki işlere ve işleyişe Allah karıştırılmamakta, hiç-bir şey vahye göre olmamakta ve her-şey Allah’tan başkasına ve başka şeylere göre yapılmaktadır. Sürekli bir kaosun yaşanmasının ve bu yüzden de Dünyâ’nın yarısının zorluk ve perişanlık içinde, diğer yarısının ise, şirk, küfür ve ahlâksızlık içinde yaşamasının nedeni budur. Çünkü her-şey ancak Allah’a yâni vahye göre olursa, aynen göklerdeki gibi bir düzen ve intizam kurulabilir. Bunun başka bir çâresi ve yolu yoktur.

 

Bir şey Allah’a göre değil de Allah’tan başka kişilere ve şeylere göre olursa, sürekli bir kaos, düzensizlik, nizamsızlık, huzursuzluk, bozukluk, karışıklık, adâletsizlik, eşitsizlik, ahlâksızlık, haksızlık, küfür, şirk ve zulüm -aynen günümüzdeki gibi- Dünyâ’ya hâkim olur. Çünkü Allah’a göre olmadığında, insan, Allah’tan başka şeylere yada kişilere göre yapmış yâni Allah’tan başkasına ve başka şeylere ibâdet/kulluk etmiş olur ki, küfür ve şirk, dolayısıyla zulüm bu nedenle açığa çıkar ve yayılır. Tüm vahiyler ve peygamberler işte bunu değiştirmek ve düzeltmek için gönderilmiştir. Tüm vahiyler ve peygamberler, her-şeyi “Allah’tan başkasına ve başka şeylere göre” olmaktan çıkarıp, Allah’a yâni vahye göre yapmak için gönderilmişlerdir.

 

Bakın; insanlar arasındaki sosyâl-kültürel, ekonomik-ticârî-meslekî, hukûkî-kânûnî-siyâsî, askerî, insânî, dînî vs. aklınıza gelen-gelmeyen şeyler dışında, kâinatta Allah’a göre olmayan hiç-bir şey yoktur ve istisnâsız her-şey Allah’a göre olmaktadır. Yâni insan dışındaki her-şey “sâdece Allah’a” ibâdet-kulluk etmekte ve “sâdece O’na” tapmaktadır. Göklerdeki ve yerdeki hattâ insanın fizîkî yapısındaki müthiş nizam, düzen ve işleyişin nedeni budur. İnsanlar arasında bir-türlü sağlanamayan kaosun, karmaşanın ve her türlü bozukluğun nedeni ise, insanların tüm kâinâtın muazzam işleyişine uymayarak aykırı davranması ve “sâdece Allah’a” kulluk edip tapmaması yâni “sâdece Allah’a” ibâdet etmeyerek, Allah yerine “kendi kafasına, aklına, nefsine, çıkarına, beşerî istek ve arzularına, hevâ ve hevesine vs. göre düşünmesi, konuşması ve yapması”ndan dolayıdır.

 

Bakın açıkça söylüyorum; her-şey yalnızca ve sâdece Allah’a göre olmalıdır. İndirilen tüm vahiyler bunu emreder. Tüm peygamberler Allah’a yâni vahye göre olmanın nasıl yapılacağını göstermek için seçilip gönderilmişlerdir. Eğer onların yaptıkları da “Allah’a göre” olmasaydı yanlış olurdu. Bu nedenle Allah, peygamberlerin yaptıkları yanlışlıklarda onları hemen uyarmış ve düzeltmiştir ki “tertemiz bir örneklik” ortaya konulmuş olsun ve nasıl olması gerektiği Ahzâb Sûresi 21. âyette söylendiği gibi “güzel bir örneklik” olarak gösterilsin. İslâm’a göre hiç-bir şey Allah’tan başkasına göre olamayacağı yâni vahye aykırı olamayacağı için, istisnâsız şekilde mutlakâ ve mutlakâ vahye göre olması gerekmektedir.

 

İşte bu nedenle; hiç-bir şey peygamberlerin, sahabenin, tâbiûnun, mezhep imamlarının ve mezheplerin, evliyânın, şeyhlerin, hoca-efendilerin, tasavvufun ve tasavvufçuların, kutupların, gavsların, âlimlerin, târikat pirlerinin, seyyidlerin, şeriflerin, pâdişahların, hükümdarların, sultanların, vezirlerin, kahramanların, kurtarıcıların, mesih ve mehdînin, askerlerin, bürokrasinin, lîderlerin, partilerin, ideolojilerin, izmlerin, süper-sistemler olarak görülen ideolojilerin, filozofların ve felsefenin, düşünürlerin ve düşüncelerin, fikirlerin, modern-bilimin ve bilim-adamlarının, teknolojinin ve teknokratların, teorisyenlerin, internetin, sosyâl medyanın, modern insanın, nefsin, hazzın, çıkarın, arzuların, ihtirasların, şeytanın, küresel güçlerin, tâğutların, mele ve mütreflerin, sermâyedarların, ortak-aklın, üst-aklın, evrensel aklın, zenginlerin, servet-sâhiplerinin, modern Nemrut ve Firavunların, peygamberleri es geçen Kur’âncıların, modern müslümanların, hadisçilerin, târikatçıların, solcuların, sağcıların, şiilerin, sünnîlerin, türklerin, arapların ve diğerlerinin, -sözde- uzaylıların, yıldızların, gezegenlerin, burçların, falların, cinlerin, perilerin, insanın râm ve meftûn olduğu ürünlerin, kadınların, kantar-kantar altının ve gümüşün, ana-babaların, çocukların, sevgililerin, beşerî ana-yasaların, silah, makâm ve para-gücü olanların vs. söylenen-söylenmeyen, Allah’tan gayrı ne ve kim varsa, onların hiç-birinin isteği, arzusu, bilgisi, hevâ ve hevesi, arzu ve çıkarına göre değil, yalnızca ve yalnızca, kudreti sonsuz ve sınırsız olan, âlemlerin Rabbi Allah’a göre olmalıdır. İstisnâsız her-şey Allah’ın emrettiği, nehyettiği ve istediği gibi olmalıdır. Bunun aksi her düşünce, söylem ve eylem “Allah’tan başkasına kulluk etmek, O’ndan başkasına ibâdet etmek ve tapmak” demek olur. Her-şey ancak ve ancak “Allah’a göre” olursa “Allah’tan başkasına kulluk ve ibâdet edilmemiş, O’ndan başkasına tapılmamış ve O’ndan başkası ilah edinilmemiş olur. Tevhid budur, hak ve hakîkat işte tam da budur!. Şirk, küfür ve zulüm ise buna aykırı davranmak ve O’ndan başkasına göre düşünmek, konuşmak ve yapmakla ortaya çıkar.

 

Evet; tüm vahiyler bunu söylemek ve her-şeyin Allah’a göre olması için indirilmiştir. Tüm peygamberler, bunu söylemek ve Allah’a göre olmayı hâkim kılmak için seçilip gönderilmişler ve bunun mücâdelesini vermişlerdir. İnsanlar ancak Allah’a göre düşünür, konuşur ve amel-eylemde bulunurlarsa yâni her-şeyde “sâdece Allah’ı” merkeze alırlarsa o ebedî nîmet-diyârı olan cenneti kazanabileceklerdir. Aksi-takdirde Dünyâ’da çeşitli rezilliklere dûçar olacakları gibi âhirette de sonsuz cehennem ve ateş azâbıyla karşılaşacaklar ve pişmanlıklar içinde yanacaklardır. Bunun ortası, arası, yanı ve kıyısı yoktur. Ya öyledir yada böyle. Ya cennet yada cehennem.

 

Allah yüzdeyüz Allah’tır. Tevhid yüzdeyüz tevhidtir. Bu nedenle tüm kâinatta olduğu gibi insanlar arasındaki her-şeyi ya Allah belirleyecek ve tevhid hayâtın her alanına ve mekânına mutlak anlamda hâkim olacak, yada şirk, küfür, adâletsizlik, haksızlık, ahlâksızlık ve zulüm her-yeri saracaktır. Çünkü her-şey ya Allah’a göre olacak ve sâdece Allah’a kulluk ve ibâdet edilip tapınılacak, yada her-şey Allah’tan gayrısına göre olacak ve Allah’tan başkasına ibâdet ve kulluk edilip Allah’tan başkasına tapılmış olacaktır. Zîrâ sâdece Allah’a ibâdet edilip tapılmadıkça, Allah’tan gayrı her-şeye ibâdet ve kulluk edilip tapılmış olacak yâni her-şey Allah dışındaki kişilere ve şeylere göre belirlenmiş olacaktır ki bu sünnetullaha apaçık aykırı olacağı için hiç-bir zaman bir düzen ve nizam kurulamayacak ve hiç-bir zaman huzûr olmayacaktır. Allah’ın belirleyiciliği ve hüküm koyuculuğu olmadığında sâdece şeytan, nefs ve küçük mutlu azınlık olan tâğutlar sevineceklerdir. İşte İslâm bunu ortaya koymak ve değiştirmek için vardır. İslâm işte apaçık şekilde budur!.

 

Târih boyunca insanlar her-şeyi Allah’a göre değil de şeytana, nefse ve beşere göre yaparken ve dolayısı ile Allah’tan başkalarına tapar ve ibâdet ederken, yalnızca Kur’ân-vahiy ve tüm peygamberlerin ve Peygamberimiz Hz. Muhammed’in yaşarak gösterdiği ve hâkim kıldığı tek hak din olan İslâm Dîni, her-şeyi Allah’a göre belirler ve böyle olduğu için “sâdece Allah’a” kulluk edilmiş, sâdece Allah’a ibâdet edilmiş ve sâdece O’na tapılmış olur. Zâten ancak böyle olursa insanlar doğal, normâl, fıtrata uygun, hakka-hakîkate, adâlete, ahlâka, iyiliğe ve güzelliğe göre yaşayarak hem Dünyâ’da iyiliği bulurlar, hem de âhirette cennet ile ödüllendirilirler. Böylece “Allah’ım bize Dünyâ’da da iyilik-güzellik ver, âhirette de iyilik-güzellik ver” âyeti tezâhür etmiş olur. Zâten bunun başka da bir yolu yoktur. Ya her-şey Allah’a göre olur ve sâdece O’na kulluk edilir, yada her-şey Allah dışındaki kişilere ve şeylere göre olur ve O’ndan başkasına kulluk edilir ve sonuçta da hem Dünyâ’da hem de âhirette rezillik ve acı azapla karşılaşılır.

 

Allah’tan gayrısına kulluk etmemek, bütün tavır ve davranışlarda sâdece Allah’ın emir ve yasaklarını gözetmektir. Kur’ân insan için, bir-tek İlah’a kulluk edilmesini emreder ki, bu İlah, her-şeyin yaratıcısı ve hâkimi olan Allah’tır. Ancak insanların çoğu buna karşın, ya Allah ile birlikte yada onu tamâmıyla dışlayarak başka ilahlar edinmekte ve böylelikle ya çeşitli nesneleri, kimseleri yada kendi çıkar ve menfaatleriyle arzu ve isteklerini ilah edinmektedirler. Kur’ân böylesi bir tutumu aslâ uygun görmemekte, bunu, Allah’ın insan için belirlediği haddi/sınırı aşma ve “Allah’a ortak koşma” olarak ifâde etmektedir.

 

Bir insan; Allah’a, âhiret gününe yâni öldükten sonra dirilmeye, cennete-cehenneme, hesâba, meleklere, vahiylere yâni kitaplara, peygamberlerin Allah tarafından seçilmiş olduklarına vs. inanıyorsa, bu kişi için, Dünyâ’daki ve insanlar arasındaki tüm işlerde yâni sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, kânûnî, hukûkî, askerî, örfî vs. her konuda ve her alanda her-şeyin tam da Allah’a göre olması niçin sorun olsun ki?. Çünkü bunlara inanmak Dünyâ’da ve insanlar arasındaki işlerin de Allah’a, vahye ve peygamberlerin örnekliklerine göre ve bunlara uygun olmasını ve de aykırı olmamasını gerektirir. İşte “Allah’tan başkalarına kulluk ve ibâdet etmek”, Allah’a ve gaybî konulara -sözde- inanılmasına rağmen, “Dünyâ’da ve insanlar arasındaki tüm işlerin ve işleyişin Allah’a yâni vahye göre olmaması ve şeytana, nefse, tâğutlara ve beşere göre olması ve de bunun savunulması” demektir. Bu eğer bilinçsizce yapılıyorsa gizli-şirk, gizli-küfür ve cehâlet, bilinçli yapılıyorsa apaçık-şirk ve küfür olur.

 

Evet; “Allah’tan başkalarına ibâdet ve kulluk etmek” demek, Dünyâ’da ve insanlar arasında tüm işlerin Allah’ın emrettiği ve istediği, Kur’ân’ın-vahyin emrettiği ve peygamberlerin ve Peygamberimiz’in öğrettiği ve “güzel örnekliği” ile gösterdiği gibi, “İslâm’a göre” değil de; “nefse, çıkara, hazza, arzulara, hevâ-hevese, şeytana, kendisinde güç vehmedilen ve ‘tâğut’ denilen kişilere, lîderlere, kurtarıcılara, kahramanlara vs. Allah’tan başka şeylere ve kişilere göre belirlenmesi, düşünülmesi ve yapılması” demektir. Bu bağlamda cumhuriyet, demokrasi, oy kullanmak, lâiklik, kapitâlizm, liberâlizm, feminizm, komünizm, sosyâlizm ve Allah’a aykırı olan ne kadar izm varsa tamâmını desteklemek ve savunmak, “Allah’a göre” değil de “Allah’tan başkasına göre düşünmeyi, konuşmayı ve yapmayı savunmak” demektir ki, işte “Allah’tan başkasına kulluk etmek, ibâdet etmek ve tapmak” bu demektir.

 

Tüm zamanlarda insanlar Allah’tan başkalarına ve başka şeylere göre kararlar almışlar ve uygulamalarda bulunmuşlardır. Peygamberimiz zamânında Mekke’liler, ilah edinip taptıkları putlar üzerinden düşünce ve sistem geliştirmişler ve insanları buna göre yönetip-yönlendirmişler ve de çıkarlarına göre edindikleri düşünce ve sistemlere uygun putlar yapmışlardır. Bu putlara tapanlar aslında, putlarla temsil edilen o şeytânî düşüncelere ve sistemlere tapmaktadırlar. Allah’tan başkalarına yada başka şeylere tapanlar aslında birilerinin çıkarına, arzularına, hevâ ve heveslerine, aklına ve zannına tapmaktadır. Şimdi de birileri, aynı ve benzer çıkarları için modern putlar olan, cumhuriyet, demokrasi, oy kullanma, lâiklik, kapitâlizm, liberâlizm, feminizm, komünizm, sosyâlizm vs. olarak adlandırılan şeylere tapmaktadır. Tabi bunlara, bu düşünce ve sistemlerin kurucuları yada simgeleri üzerinden tapılmaktadır. Fakat şu iyi bilinsin ki, böyle yapmak, “Allah’a başka şeylere kulluk etmek, ibâdet etmek ve tapmak” demektir. Ne kadar izm varsa onları getirip ortaya koymakla, Allah’tan başkalarına ve başka şeylere ibâdet edilmekte yâni şirk koşulmakta, küfre düşülmekte ve O’na isyân edilmiş olunmaktadır. Bu işin sonu ebedî ateş-diyârı olan cehennem ile cezâlandırılmaktır ki, aslında böyle kişilerin âhiretten önce Dünyâ’da da rezillik yakalarını hiç-bir zaman bırakmaz.

 

Evet; tâ Hz. Âdem’den bêri tüm peygamberler, tüm kitaplar ve vahiy-merkezli tebliğ ve dâvet yapanlar işte bu hakîkati söylemişler, insanları uyararak, Allah dışındakilere göre değil, Allah’a göre düşünmeyi, konuşmayı ve yapmayı tavsiye ve emretmişlerdir. Allah katındaki tek hak din olan İslâm, ilk insandan bêri samîmi mü’minleriyle işte bunun mücâdelesini vermiştir-vermektedir-verecektir. İnsanların tüm düşüncelerini, konuşmalarını ve her alanda her konuda yaptıklarını şeytana, nefse, hazza, tâğutlara, çıkarlara, hevâ ve hevese, arzulara yâni Allah dışındaki şeylere göre değil de, “Allah’a göre” yapmalarını söylemişlerdir. İşte bu nedenle insanlar her-şeyi Allah’a göre yapar, belirler ve buna göre yaşarlarsa “sâdece Allah’a” kulluk ve ibadet etmiş, aksi-hâlde Allah’tan gayrı her-şeye ibâdet etmiş olurlar ki, bu, Allah’tan başkasına ibâdet etmek, O’ndan başkasına kulluk etmek ve tapmak yâni şirk koşarak küfre düşmek anlamına gelir. Şirke ve küfre düşmek böyle olur. Şirke ve küfre düşmek yâni Allah’tan başkasına kulluk etmek işte bu demektir.

 

“Ey insanlar!; Allah’ın üzerinizdeki nîmetini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah’ın dışında bir başka yaratıcı var mı?. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?” (Fâtır 3).

 

“(Allah) Geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar; Güneş’i ve Ay’ı emre âmâde kılmıştır, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte bunları (yaratıp düzene koyan) Allah sizin Rabbinizdir; mülk O’nundur. O’ndan başka taptıklarınız ise, ‘bir çekirdeğin incecik zarına’ bile mâlik olamazlar” (Fâtır 13).

 

O-hâlde ey müslimler ve mü’minler!:

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla (yâni küfür-kâfir ve şirk-müşrik) savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

“Doğrusu Kur’ân bir öğüttür. Artık dileyen, onu düşünüp-öğüt alsın” (Abese 11-12).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

25 Mart 2022 Cuma

Görmek ve Görünmek Tutkusu

 

“Şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören (biri) kıldık” (İnsân 2).

 

(Kârûn) Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler” (Kasas 79).

 

Modernizm bir “görüntü uygarlığı”dır. Her-şeyi görmek ve herkese görünmek ister. Görmek ve görünmek isteği ve arzusu insanlık târihi boyunca hep olmuştur fakat görmenin ve görünmenin bir tutku ve “hayâtın en yüce amacı” hâline gelmesi modernizm ile birlikte başlamıştır. Görmeyi ve görünmeyi ilahlaştıran teknoloji ile birlikte ise artık insan, görmeyi ve görünmeyi putlaştırmıştır ve ona huşû ile tapmaktadır; görmeye ve görünmeye tapmaktadır.

 

Modern insan her-şeyi görmek ve herkese görünmek istiyor. İletişim teknolojisi insana bu imkânı sunuyor ve artık bir “tık” ile her-şeyi görebilmek ve herkes tarafından görünebilmek mümkün hâle gelmiştir. Böyle olunca da görmek ve görünmek tutkusu modern insana en olmadık şeyleri bile yaptırabilmekte, her türlü ayıbı işletebilmekte, en ağır haramı, günahı ve yasak olanı yaptırabilmektedir.

 

“İnsanın gözünü ancak bir parça toprak doyurur” sözü ne kadar da doğrudur. Çünkü görmek ve de görünmekte bir sınır yoktur ve insanın “tamam bu kadar yeter” diyerek iknâ ve tatmin olabileceği bir görme-görünme sınır yoktur, kalmamıştır.

                                 

Modern insanın görmek ve görünmekle bir türlü tatmin olamamasının nedeni, modern dünyâda görülenlerin doğal, normâl ve gerçek olmamasından dolayıdır. Her-şeyde bir sûnîlik, sanallık, maske ve modernizmin ona giydirdiği bir örtü vardır. Hormonlu gıdâların insanı gerçek anlamda doyurmaması gibi, gördükleri de insanı gerçek anlamda tatmin etmemektedir. Artık ne modern dünyâ göründüğü gibidir ne de modern insan göründüğü gibi. Hiç-bir şey göründüğü gibi değildir ve gördüğünüz hiç-bir şey de gördüğünüz gibi değildir. Her-şey özüne göre çok başkalaşmış ve değişmiştir. Orijinâl ve doğal olarak kalanlar bile modern yorumlara tâbi tutularak görüldüğü gibi algılanmamaktadır. Modern insan doğal, normâl ve orijinâl bir şey görmek istemeyecek hâle gelmiştir.

 

Özellikle modern kadın, görmeye ve görünmeye tutkuncasına bağlıdır. Şeytan ve tâğutlar el-birlik edip moderniteyi kadınlar üzerinden kurdukları ve yine kadınlar üzerinden sürdürdükleri için, kadının görmesi ve görünmesinin önü alabildiğine açılmıştır. Zîrâ modernite hayâtiyetini kadının görmesine ve görünmesine borçludur. Öyle ki, kadının görmesi ve görünmesi doğal hâline çekilip bir miktar sınırlandırılsa bile modernizm çöker. Modernizm, “kadının dışarıda yâni görünürde olmasıyla” hayat bulur. Zâten İslâm’da kadın için tesettür ve ev-merkezli olma emrinin verilmesi bu nedenledir. Çünkü kadınlar kendilerinde bulunan güzellik ve çekicilikten ve bu güzellik ve çekiciliği gösterme arzusundan dolayı açılıp-saçılmaya ve “göstermeye” daha meyyâldirler. Bunu önlemek ve dengelemek isteyen Allah onlara tesettürü emreder. Kadının görme ve görünme tutkusunu iyi bilen modernite ise, tüm oyunlarını kadın üzerine ve kadın üzerinden kurar. Kadının görülmesini önlediğinizde yada sınırlandırdığınızda modernizm çöker. Kadın “görünür” oldukça İslâm “görünmez” olur. İslâm görünmez oldukça da her türlü absürdlükler aşırı görünmeye ve görülmeye başlar. İslâm medeniyetinde kadın çok da fazla görünmez. Kadının; başörtüsü-cilbab, bahçe ve ev olarak üç farklı tesettürü vardır. İslâm medeniyetinde kadın bu üç tesettürün ardındadır.

 

Modern insan göze tapan bir varlık hâline gelmiştir. Bu tapınış görerek ve görünerek yapılır. Tabi bu aşırı görme arzusu gözleri bozarken, görünme arzusu ise gönülleri bozmaktadır. Zâten aşırı olan ne varsa mutlakâ bir yerleri bozar-bozuyor.

 

Modern dünyâda görüntünün iktidârı vardır. Üstelik kurulan iktidar gerçek görüntüler üzerinden değil, kurgu görüntüler üzerinde olmaktadır. Sanal, sûnî ve kurgusal olanın gerçek ve hakîki olana galebe çalması anlaşılır gibi değildir. Bu durum olsa-olsa bir travmanın ve sersemliğin sonucudur. Belki de bu bir cezâdır. Öyle ya, günahın cezâsı kendi türünden olur.

  

Modern insanı en çok etkileyen şey görmenin ve görünmenin sanal şeklidir. Sanaldan görünce ve görününce bir sınırsızlık oluyor. İstediği kadar bakıyor, görüyor ve görünebiliyor. Ekran aracılığı ile bakılan şeyler en ince ayrıntılarına kadar görülüyor ve gösterilebiliyor. Hâlbuki görünenler gerçek değildir. Hattâ gerçek olanın ta kendisi bile değil, benzeridir. Çünkü sanal âlemde maskesiz bir şey ve maskesiz kimse yoktur. Çeşitli maskeler, filtreler ve modern örtüler kullanılmakta ve sanal ortamda görünenler kendileri olmaktan çıkmaktadırlar. O sanal ortamda gördüğünüz kişiler var ya; onları gerçek olarak yüz-yüze görseniz şaşırırsınız. Çünkü hiç de göründükleri gibi değildirler. Hattâ çok iyi tanıdıklarınız bile göründükleri gibi değildirler yada oldukları gibi görünmemektedirler. En yakınlarınız, âilenizden birileri bile sizin her-gün bildiğiniz-gördüğünüz kişilerden çok farklı görünürler de onları tanıyamazsınız. Yâ bırakın başkasını; ekrandan görünen kendi resminiz bile kendiniz gibi değildir. Kendinizi bile tanıyamazsınız sanal ortamda. Zâten resmin-fotoğrafın özünde vardır bu. Doğal ve çıplak gözle göründüğü gibi göstermez nesneleri ve kişileri. Fakat bu durum modern insan için hiç de sorun değildir ve hattâ bu durumdan memnun olmaktadır. Çünkü modern insan ideâlleştirilmiş olanı sevmekte ve mükemmelleştirilmiş olana hayranlık duymaktadır. Sanal, sahte, sûnî ve gerçek-dışı olanı daha çok görmek istemektedir.  

 

Sosyâl medya denilen ama aslında a-sosyâl alanlar olan siteler, insanların aşırı ve çok fazla görmeleri, görünmeleri ve göstermeleri için hazırlanmış olan alanlardır. Bu alanlar modern insanın her-şeylerini gösterdikleri yerlerdir. Sanki sosyâl medyada gösterince ve görünce görülen ve gösterilen her-şey meşrû ve normâl oluyormuş gibi davranıyorlar. Fakat tabi bu durumun Dünyâ’da bir cezâsı vardır. O da, saçma-sapan şeyler yapmak, paylaşımlarda bulunmak ve sapıp gitmektir. Bakın modern gençliğe; sosyâl medya olmasa bir hiçe döneceklerdir. Çünkü tüm varlıklarını sosyâl medya denilen şeytan-işi pislik olan yerlerde heder etmektedirler. Bu alanlarda iyi ve güzel şeyler de olmaktadır tabi. Fakat iyi ve güzel şeylerin yapılması için bu alanlar şart değildir. Zarârı faydasından çok olan bu yerlere aslında hiç gerek yoktur. Sosyâl medya kötü bir alışkanlıktır. Üstelik târihte hiç olmadığı kadar, küresel ve kitlesel olarak insanlar sanal-sosyâl medya nedeniyle zehirlenmekte, yozlaşmakta ve netîcede cehenneme doğru sürüklenmektedir.     

 

60 yaşındayken 18-20 yaşındaymış gibi görünen kişiler vardır. Tabi çeşitli rötuşlarla ve makyajla. Fakat dikkatli bakıldığında ve biraz düşünüldüğünde bu davranışın ne kadar da absürd olduğu hattâ bir sapkınlık olduğu çok bellidir. Modern insan bir görme ve görünme sarhoşluğu yaşamaktadır. Yeter ki görünsün de isterse en rezil, ayıp ve günah hâlde görünsün fark-etmez. Ekranda görünmek bir tutku hâline gelmiştir. Ekranda görünmek ânında artı bir değer katmaktadır Dünyâ’da kişiye. Yavuz Bahadıroğlu: “Görücüye çıkmaya utanan ninelerin torunları, eşlerini ekranlarda arıyor. ‘BBG Evleri’, ‘Gardrop Savaşları’ ve ‘Moda Yarışları’ âile mahremiyetini zir-u zeber ediyor” der.

 

Görünmenin bir ucu da “göstermek”tir. Göstermeye bir kere başlanıldığında sonu gelmez. Zamanla kırmızı çizgi kaybolur ve görülmedik yer kalmaz. Fakat sürekli ve çok aşırı görülen şeylerin etkisi ve değeri de kısa-zamanda azalıp kaybolur. Sonunda da gösterecek yeri kalmayanlar bunalıma girmeye başlarlar. Bir-süreliğine çok fazla görünenlerin bir zaman sonra görünemediklerinde bunalıma düştükleri çok görülmüştür. Görünmek bağımlılık yapar. Bu bağımlılık tatmin edilemediğinde de bunalım başlar. Zîrâ ancak göstermeyle ve görünmeyle tatmin buluyorlardı ve prim yapıyorlardı. Tabi aynı şeyi hep aynı-şekilde görmek de bıktırıcıdır ve sürekli olarak bir-ilerisini ve daha fazlasını görmek hastalığı başlar. Bu durum özellikle çıplaklık, erotizm ve pornoda böyledir. Gördükçe görmenin, baktıkça bakmanın sonu gelmez ve sonunda insan görmenin ve görünmenin esîri olur. Üstelik ayıp, çirkin, pis, günah ve haram olanı çok fazla görmek, bunları görüp duran kişinin gözünde zamanla normâlleşmeye ve meşrûlaşmaya başlar. Çünkü insan, “sürekli olarak gördüğünü, söylediğini ve yaptığını” meşrû görmeye başlar. Eleştiri ve îtirazda bulunmayanlar ve de isyân etmeyenler, bir-zaman sonra her-şeyi hoş görmeye başlarlar. Bir şeye olan körü-körüne ve aşırı bağlılık, o yapının günahlarını-kötülüklerini görmeyi blôke eder.

 

Eski Yunanlılarda fizîkî güzellik, ahlâkî güzelliğinin de bir simgesiydi, çünkü her iki güzellik de tanrılardan gelen bir güzelliğe bağlanıyordu, olmak ve gözükmek aynı şeydi. Şimdi de, birileri ne kadar çok görüyor ve görünüyorsa o kadar bilgili ve o kadar “etik insan” olarak görülüyor. Medyada vs. çok göründüğü için, aslında yüzüne bile bakılmayacak kadar itici olanlar bile “güzel” olarak kabûl edilebiliyorlar. 

 

İnsan gören ve görünebilen bir varlıktır ve elbette görecek ve görünecektir. Fakat bu insanoğlu görmeye, görünmeye ve göstermeye ne kadar da meraklıymış, hayret doğrusu. Minâre gibi, sürekli görünmek istiyor. Önemli olan, insanın ne için, hangi telakkiyle ve ne kadar göreceği ve görüneceğidir. Görmenin ve görünmenin mutlakâ bir sınırı olmalıdır. Zîrâ şeytan, nefs, tâğut ve madde-merkezli görme ve görünme tutkusu insanları mahvediyor. O-hâlde görmeye, görünmeye ve göstermeye mutlakâ bir sınır konulmalıdır.

 

İnsana yakışan ve onu Dünyâ’da huzûr içinde yaşatacak ve âhirette ebedî cennet nîmetlerine ulaştıracak olan görme ve görünme şekli İslâm-merkezli görünmedir. İslâm’ın izin verdiği kadar görmek ve görünmektir bu. Allah’ın “bak ve gör” dediğini görmek yeterlidir.

 

İslâm’ın samîmi bir mü’mini olanlar, görmeye ve görünmeye mutlakâ bir sınır koyarlar. Göründükleri gibi olanlardır. Görme ve görünme ancak İslam-merkezli olursa meşrû olur ve zâten gerçek görme ve görünme budur.

 

Her-şey göz ile ve o ilk-bakış ile başladı. Bir kez bakınca ardından diğer bakışlar geldi. Oysa Peygamberimiz, refleks ile olan ilk bakıştan sonraki ikinci bakışı yasaklamıştı ve kötülemişti. Meşrû olmayan tüm görünmeler ve göstermeler yasaktır İslâm’da.

        

Gönül-gözü körelenler çoğalınca, kafa gözleriyle görmek isteyenler kat-kat çoğalmıştır. Çünkü gönüller köreldikçe gözler açılır ve her-şeyi görmek ister. Fakat Dünyâ’da her-şeyi sınırsızca görme isteği, kişinin âhirette cehennemi de tüm ayrıntılarıyla görmesine sebep olur. İşte o zaman “bakışlarınızı yere indirin” âyeti en geniş anlamıyla tezâhür eder ve akılları başa getirir. Çünkü insan acı azâbı görmedikçe aklı başına gelmez. Lâkin son pişmanlığın da faydası yoktur.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2021

 

Devamını Oku »

19 Mart 2022 Cumartesi

Allah Rızâsı İçin

 

“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vâdetti. Allah’ın rızâsı (rıdvan) ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur” (Tevbe 72).

 

Rıdvan: “Memnunluk, râzılık, hoşnutluk” anlamındadır.

 

Vâr olmamızın nedeni olan “imtihan”, en-nihâyetinde Allah’ı râzı etme çabasıdır. Tabi bu, ancak îman edenler ve sâlih amel işleyenler için anlamlıdır.

 

Allah’ı râzı etmenin dolayısı ile cenneti kazanmanın asgârî şartları ve kısa-yolları vardır. Bunlar Kur’ân’da şu şekilde gösterilir:

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar ise; elbette onları sâlihlerin arasına katacağız” (Ankebût 9).

 

“Şüphesiz, îman edenler(le) yahudiler, hristiyanlar ve sâbiiler(den kim) Allah’a ve âhiret gününe îman eder ve sâlih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır” (Bakara 62).

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır” (Bakara 82).

 

Lâkin cennetler de derece-derecedir. En yüksek cennetlere ulaşmak ve kavuşmak için yâni Allah’ın rızâsını tam kazanmak için bâzen malları ve canları bile ortaya koyarak kişinin kendini Allah yoluna adaması, tüm yaşamı boyunca Allah yolunda olması ve sonunda da Allah yolunda ölmesi gerekir ki peygamber örnekliklerinde görülen budur:

 

“Gerçek şu ki, îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velîsi olanlar bunlardır… Allah, yaptıklarınızı görendir” (Enfâl 72).

 

“Andolsun!; mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir” (Âl-i İmran 186).

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm (yâni tüm hayâtım) âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır” (En-âm 162).

 

Bu imtihan dünyâsında insanın yapabileceği en iyi şey, Allah’ın rızâsını-hoşnutluğunu kazanabilmektir. Ödüllerin en âlâsı olan cennetler bile, Allah’ın rızâsının bir sonucudur: Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır” (Âl-i İmran 133). İslâm’da yarış, sâdece takvâ konusundadır; “takvâ yarışı”. Bu âyetteki cennet için yapılacak olan yarış da elbette takvâ üzere olan, dolayısıyla Allah’ı râzı edecek şekilde yaşanan bir hayat ile olacaktır. İşte bu râzılığın sonu da cennet olur.

 

Şeytanı “şeytan” yapan şey, Allah’a inandığı hâlde O’nun hükümlerine-emirlerine râzı olmaması idi. Târih boyunca insanlar Allah’a inansa da, O’nun emir ve hükümlerine râzı ol(a)mamaktadırlar. Zîrâ îmânın ispâtı ve bedeli yâni Allah’ı râzı etmek, kuru-kuruya “îman ettim” demekte değil, Allah’ın emirlerine-nehiylerine uyma noktasında açığa çıkmakta ve gözükmektedir. Yoksa sırf “inandım” demekle olmuyor: “İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). İşte bu nedenle Allah’ın rızâsı, bir sınanmanın ve imtihanı kazanmanın netîcesinde olmaktadır.

 

Son 200 yıllık târih, “Allah rızâsının en az gözetildiği” zaman-dilimidir. Yaşadığımız çağda Allah rızâsı yerine, “gücün rızâsı” gözetiliyor. Modern insan “En Güçlü” olanın değil de, “görece güçlü” olanların rızâsını kazanmak için kendilerini paralıyorlar. Tüm hedefleri -başta şeytan olmak üzere- nefsi ve tâğutları râzı etmektir. Oysa bütün hedefler, “Allah’ı râzı etme hedefi”ne göre “tâli hedefler”dir. Allah rızâsından başka hiç-bir şey “kesin amaç” ve “nihâi hedef” olamaz.

 

Modern insanlar gibi modern müslümanlar da, “Allah’ı râzı etme”yi bırakıp, “şeytanın gönlünü yapma”nın peşine düştüler. Şu kesin ki, Allah rızâsı için yapılmayan işler mutlakâ şeytanın, nefsin ve tâğutların rızâsı için yapılır ve yapılmaya başlanır. Fakat Allah rızâsı için yapılmayan işlerin Dünyâ’da görece bâzı yararları olsa da, âhirette kişiye hiç-bir faydası olmaz. Allah rızâsı için yapılan en küçük bir amel-eylem; Allah rızâsının dışında bir hedef ve amaç için yapılan tüm eylemlerden üstündür.

 

Modern hayat-tarzı ve yaşayış biçimi, Allah’ın rızâsını kazanmayı büyük oranda blôke ediyor. Modern kentlerde Allah rızâsı için bir şeyler yapmak hem absürd görülüyor hem de boşa yapılan bir şey olarak kabûl ediliyor. Ne yazık ki artık modern müslümanlar da “Allah rızâsı için bir şey yapma”yı, “bedâva ve boş iş” olarak görüyor.

 

Allah rızâsını kazanmanın bâzı bedelleri vardır. Meselâ malının en asgarî şekilde 1/40’ını infâk etmek şarttır. Fakat Allah rızâsını bayraklaştırmak yerine matematiği dinleştirmiş olan modern insana göre bu yanlış ve zararlı bir hesaptır. Zîrâ 40’tan 1 çıkınca geriye 39 kalır, yâni bir zarar vardır. İşte îmânı ve Allah’ın rızâsını işe karıştırmayınca ortaya çıkan hesap böyle oluyor. Oysa îmâna ve Allah rızâsına dönük olan hesâbına göre 40’tan 1 çıkınca geriye 700 kalır:

 

“Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin örneği, yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tânenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat-kat arttırır. Allah (ihsânı) bol olandır, bilendir” (Bakara 261). 

 

Bir şeyin “İslâmî” olması için, o şeyin “Allah rızâsı amacıyla” yapılması gerekir. Fakat modern müslümanlar, “dikey İslâm”dan vazgeçip, “yatay İslâm”a râzı” olmuşlar ve Allah rızâsını gözetmekten vazgeçmişlerdir. Lâkin şu da var ki, Allah’ın rızâsından gayrı vazgeçilemeyecek şeyler, mü’minlik önündeki engellerdir.

 

Allah rızâsını gözetmekten vazgeçmiş yada en azından artık Allah rızâsını merkeze almayan modern müslümanlar zannediyorlar ki, Allah da, aynen bu mevcut Dünyâ’yı hayâl ediyordu ve insanlardan her yönüyle aynen böyle bir Dünyâ inşâ etmelerini istiyordu. Şimdi böyle bir Dünyâ bulunduğuna göre Allah çok memnun ve râzı mıdır mevcut durumdan. Allah, “rızâ”yı unutmuş olan modern dünyâdan râzı mıdır?. Elbette hayır!; râzı olmadığı bir dünyâdan niçin memnun olsun ki?. 

 

Allah’ı râzı etmenin en kolay yolu, insanlardan “Allah râzı olsun” duâsını almaktır ki bu da en çok, insanlara yapılan maddî-mânevî yardımların sonucunda olur. Zâten maddî ve mânevî yardım isteyenler bu nedenle “Allah rızâsı için” sözünü kullanırlar. Çünkü Allah’ın rızâsı her-şeyden üstündür:  

 

“Kadınlara, oğullara, kantar-kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünyâ-hayâtının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır. De ki: Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi?. Korkup sakınanlar için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızâsı vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 14-15).

 

“Ki o, malını vererek temizlenip-arınır. O’nun yanında hiç kimsenin, karşılığı verilecek bir nîmeti (borcu) yoktur. Ancak yüce Rabbinin rızâsını aramak için (verir). Muhakkak kendisi de ileride râzı olacaktır” (Leyl 18-21).

 

“Ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızâsı) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür” (İnsân 8-9).

 

“Allah’ın rızâsına uyan kişi, Allah’tan bir gazâba uğrayan ve barınma yeri cehennem olan kişi gibi midir?. Ne kötü barınaktır o” (Âl-i İmran 162).

 

Dünyâ’yı İslâmî yönde değiştirmek çok zor bir şeydir. Fakat bunun bir kısa-yolu da vardır: “Allah’ı râzı ederek O’nun yardımını celb-etmek”. Çünkü ancak O’nun yardımı ile başarabilirsiniz bu işi. O yardım ederse mutlakâ olur, aksi-hâlde aslâ!. Bu yüzden Allah’ı râzı etmek, gâlibiyetin başlangıcı ve göstergesidir. Allah’ı râzı edenler mutlakâ kazanırlar.

 

 Bir çoğunluk yönetimi olan demokrasi, rızâya dayalı değildir. Seçim ve rızâ kelimeleri yan-yana kullanılamaz. Zîrâ seçmenin %49’u sonuçtan râzı değildir. O-hâlde demokrasilerde herkesin râzı olması imkânsızdır. Bu yüzden demokrasilerde oy-birliğine değil, oy-çokluğuna göre hareket edilir. Müslümanların demokrasiye râzı edilmesi; “ölümü gösterip sıtmaya râzı etme”nin diğer adıdır.

 

Bilim para için, ilim rızâ için yapılır, birincisinde bir zaman sonra para bilimin önüne geçer. Artık parayı kim daha çok verirse onu rızâsına göre bilim yapılır. Oysa genel anlamda ilim, Allah rızâsı için olmalıdır. Allah rızâsı için olunca, hakka ve hakîkate uygun olmaması düşünülemez. O yüzden Allah rızâsını kazanmak yolunda bâtıl bir şey yapılamaz. “Allah rızâsı için hadis uydurdum” diyenler olmuştur. Fakat bu, hem Peygamber’e yalan isnât etmek, hem de Allah’ı yalana ortak etmek anlamında çifte günahtır.

 

Gayri İslâmî siyâset ve siyâsetçiler; küresel sermâyedarları, tâğutları, nefislerini ve dolayısı ile “şeytanı râzı etmek” ile görevlidirler. Tüm çabaları bunun içindir. Allah rızâsı için bir şey yaptıklarını göremezsiniz. Hâlbuki Allah rızâsı için bir şey yapmak, mutlakâ “halkın yarârına olacak bir şeyler yapmak” demektir.  

 

Ticârette alanın ve satanın râzı olması, o şeyden Allah’ın da râzı olduğu anlamına gelmez. Önemli olan, satıcının ve alıcının birbirlerinin mallarını haksızlıkla yememesidir. Meselâ satıcı, alıcıyı râzı ederek ona fâhiş fiyatla bir şey satsa, Allah o satıştan râzı olmaz. Önemli olan Allah’ın rızâsıdır. Alıcının rızâsı sonra gelir. Allah’ın râzı olmadığı hiç-bir şey rızâya müstahak değildir. İnsanın râzı olması, Allah’ın râzı olmasıyla örtüşmek zorundadır. Allah’ın senden râzı olması için, senin tüm işlerde Allah’a göre hareket etmen yâni O’ndan râzı olman gerekir. Allah’ın senden râzı olmasının ön şartı, senin Allah’tan râzı olmandır. Allah’tan râzı olmak, O’nun indirdiği vahye göre yaşamakla olur. Allah’tan râzı olmayı da yine Allah’tan dilemek gerekir; “Allah’ım beni Sen’den râzı kıl” diye duâ etmek gerekir.

 

Tesettür, “Allah rızâsı için giyinmek” iken, çıplaklık, “insanların ilgisi için soyunmak”tır. Yâni tesettür “Allah’ı râzı etmek için giyinmek” iken, çıplaklık, “insanları râzı etmek için soyunmak”tır. 

 

İslâm’da esas olan Allah’ın rızâsını kazanmak, Allah’ın rızâsına kavuşmaktır. Tasavvufta olduğu gibi, amaç “Allah’ın rızâsını kazanmak” yerine “Allah’a ulaşmak” değildir. İslâm’ın emri ve mü’minin amacı “Allah’ı bulmak” değil, “Allah’ın rızâsını kazanmak”tır.

 

Mutluluk bir amaç-hedef değil, bir sonuçtur. Amaç ve hedef, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Allah’ın rızâsını kazananlar Dünyâ’da olmasa da âhirette-cennette mutlu olurlar.

 

Allah rızâsı kaybolmaz ve fânî olmaz. Her-şeyden geriye bir-tek Allah rızâsı kalır.

 

O-hâlde ey mü’minler!; Allah rızâsı için, Allah’ın rızâsını kazanmaya bakın. Çünkü Allah râzı olursa, ne olursa-olsun kazançlı olmuş olursunuz. “Allah râzı olsun da, ne olursa-olsun” sözü şiarımız olmalıdır. Öyleyse şu âyeti baş-tâcı etmek şarttır:

 

“Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis!; dön Rabbine, O’ndan râzı olarak ve rızâsını kazanmış bulunarak” (İrci’î, ilâ rabbiki râdiyeten mardiye) (Fecr 27-28).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2021

 

Devamını Oku »

11 Mart 2022 Cuma

Din ve Şeriat

 

“Yoksa onların bir-takım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler ?. (bir şeriat kıldılar= şeraû lehum). Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acı bir azap vardır” (Şûrâ 21).

 

Din kelimesinin tanımı bir yazıda şu şekilde yapılır: “Yol, inanç, âdet, bağ, töre, kulluk”. Din kelimesinin, Arapça ‘dâl, yâ, nûn’ kökünden türetilmiş mastar veyâ isim olduğu kabûl edilir. Sözlüklerde “âdet, durum, cezâ, mükâfat, itaat, hesap, hüküm ve ferman, bağlılık gibi anlamlara gelir. Terim olarak din, müşahhas olması zorunlu olmayan insan-üstü bir güçle insanın ilişkisini açıklayan inanç, ibâdet ve ahlâk kurallarından oluşan sistemlere verilen genel bir isimdir. Din, sözlük anlamı ile ‘insanların yaratıcı olarak kabûl ettikleri üstün güce olan îmanlarını, ona yapacakları ibâdetlerin bütününü ve bu îmâna göre davranışların nasıl olması gerektiğini düzenleyen inanış yolu’ olarak târif edilir”.

 

Târihselciler dînin tanımını yaparken; “başta Allah’a îman olmak üzere, boyun eğme, teslîmiyet, minnettarlık, saygı, ibâdet, ahlâk ve O’nun emirlerini yerine getirmedir” derler. Fakat İslâm’ın sosyal, kültürel, ekonomik, siyâsî ve hukûkî yönünü zinhar kabûl etmeyen modern zihniyet, içten-içe bunlara bile karşı çıkar ve bunları dînin belirlediğini inkâr eder. Çünkü inkâr başladığı yerde durmaz. İslâm’ın hayâta dâir yönleri inkâr edilince, bunlar da zamanla inkâr edilmeye başlanır.

 

Şeriat: “Sözlükte ‘bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hâle getirmek’ anlamlarındaki şer’ kökünden türeyen şerîat (çoğulu şerâi’) ve şir’at. Yasa. Özellikle İslâm hukûku. Doğru yol. Hak din yolu. Büyük ve geniş cadde. Nûr, aydınlık, ışık. Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm’ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Kur’ân’ın âyetlerine, Hazreti Muhammet’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Allah’tan olduğu için sâbiteleri hiç-bir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar bütünü, İslâm hukûku” anlamlarındadır.

 

İslâm’da şeriat denilen şey “emir-nehiyler ve Kur’ân-merkezli olan yâni vahye uygun olan ama aykırı olmayan kânun ve kurallar”dır. Emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker=“iyiliği emretmek ve kötülüğü kaldırmak” İslâm’ın ana kuralıdır. Emir ve nehiyler vahye dayanmak zorundadır. Âlimler eskiden bêri şeriatın sâbit, evrensel, târih-üstü, indiği toplumu aşan bir tabiatı olduğu” kanaatindedir. Tabi bu, “şeriatta hiç-bir zaman hiç-bir değişiklik yapılamaz” demek değildir. Gerektiğinde Kur’ân ve Sünnet-merkezli güncellemeler (değişiklikler değil) yapılabilecektir. Bu güncelleme Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmalı ve aykırı olmamalıdır.

 

Modern insanın “şeriat” denince aklına gelen şeyler; saltanat, hilâfet, el kesme, çarşaf, kadınların evlere kapatılması, dört kadınla evlilik, “boş ol” deyince hemen kadının boşanmış olması gibi, irticâ ile neredeyse eş-anlamlı bir kavramdır. Bunu her kesimden şeriat câhilleri ve şeriat düşmanları böyle anlar. Bir zamanlar Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı görevini yapmış olan bir gâfil; “Türkiye’de şeriat özlemcilerinin amaçlarına ancak bir iç-savaş çıkararak kavuşabileceklerini” belirterek, “şeriat çok büyük bir tehlikedir, bunlarla uğraşmak da çok büyük bir sevaptır” demişti.

 

Oysa şeriat yâni İslâm şeriatı,”Allah’ın kâinâta ve toplumlara koyduğu yasalara (sünnetullah) uygun olarak, Kur’ân tarafından belirlenmiş ve Peygamber tarafından ete-kemiğe büründürülmüş, insanın iç-âlemlerini inşâya yönelik olmaktan başka; sosyâl, kültürel, hukûkî, siyâsî, ahlâkî ve ekonomik, insanın olduğu her alana hitâp eden ve her alanı hâkim olarak düzenleyen kânunlar ve kurallar bütünüdür.

 

Dünyâ’nın görünümünün ve insanın düşüncesinin sürekli olarak değişmesi yeni bir şey değildir. Yeni olan, Dünyâ’nın değil ama insanların, değişmeyi ve değişimi doğal, normâl ve fıtrata uygunluktan çıkarması, şeytanın-nefsin etkisiyle saptırarak hızlandırması, bu nedenle de bu hıza uymak için normâlden hızla uzaklaşmasıdır. Çünkü normâlde ne insanların, ne doğanın, ne Dünyâ’nın ne de kâinâtın hareketi-döngüsü bâriz bir oranda değişmez. Zîrâ kâinâtı mutlak anlamda Allah yönetmekte ve kâinât tam da Allah’ın kânunlarına yâni şeriatına göre hareket etmektedir. Normâle aykırı olarak değişen ve farklılaşan sâdece insandır. Zîrâ insan, Allah’ın kânunlarına-şeriatına göre değil, kendi beşerî aklına göre çıkardığı kânun ve kurallara göre hareket eder.

 

Demek ki farklılaşan şey, Allah’tan, dinden, vahiyden ve mâneviyattan kopan insanın; şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde ve yönlendirmesinde tüm normâllere ve tüm değerlere aykırı davranarak sapması ve bu sapmanın sonucunda yoldan çıkmasıdır. Koca kâinatta meydana gelen tek bâriz farklılaşma budur. İnsanlığın hızlanması ve her-şeyi hızlandırması, uçuruma doğru yuvarlanmasından dolayıdır. Modern insan sapkınlığa ve yok oluşa doğru hızla yuvarlanmayı “hızlı değişim” zannediyor. Fakat aslında normâl olan, değişimin yavaş-yavaş olmasıdır. Zîrâ tüm kâinatta böyledir ve böyle olduğu için Dünyâ’da da değişimler yavaş-yavaş ve âhenkli bir şekilde olmalıdır. Mevsimler yavaş-yavaş, sabah-akşam yavaş-yavaş ve yaşlanma-ölme her-şey yavaş-yavaş olur.

 

İşte bu yavaş-yavaş oluşta ortaya çıkan yeni sorulara ve sorunlara cevap ve çâre üretilmesi zor olmaz ve dinler de bunlara gerekli ve yeterli cevâbı verirler. Fakat bir sapmanın sonucu olarak her-şeyin hızlandırılmasının sonucunda ortaya çıkan sorular ve sorunlar doğal, normâl ve fıtrî olmadığı için, dînin bunlara cevap vermesini beklemek abestir. Bu nedenle de sürekli ve hızlı bir şekilde “dîni reforma sokmak, şeriatı değiştirmek” gibi sapkınlıklar ortaya çıkmaktadır. Din niçin normâl, fıtrî ve doğal olmayan ve netîcede sapkın olan şeylere cevap versin?. Dînin sorulara ve sorunlara cevap vermesi için her-şeyin dîne göre olması gerekir. Zîrâ din nesne değil öznedir. Kendisine uygun olmayan koşulların sonucunda ortaya çıkan sorulara ve sorunlara cevap üretmeye girişmek yerine, işi temelden hâlleder ve şeytanın, nefsin ve tâğutların etkileri nedeniyle ortaya çıkan sapkınlıkları kökünden temizler ve her-şeyi normalleştirir. Kur’ân’da bu: “De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81) şeklinde ifâdesini bulur.

 

Târihselciler; “din sâbit olsa da şeriat dinamiktir ve bu nedenle müslümanlar şeriatı sürekli olarak değiştirebilirler” derler. Hem de yeni şeriatı oluşturmada dîne dayanmaya lüzum görmeden ve sâdece aklı ve mevcut paradigmayı kullanarak bunu yapabileceklerini söylerler. Bu konuda da Hz. Ömer’i örnek göstermeye çalışırlar ama yaptıkları şey bir iftirâdan öteye gitmez. Hz. Ömer için şöyle derler: “Doğru anlayış, hükümlerin vâzediliş esprisini kavrama ve Allah gibi yeni hükümler koymaktır. Bunu bir tek Hz. Ömer kavramıştı”. Hz. Ömer’in geçici olarak belli bir süre için uygulanan hükümleri yeniden ihtiyaç duyulana kadar askıya almasını “kesin bir uygulama” ve “şeriatı değiştirme” gibi görmektedirler. Nasıl ki kâlpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara verilen pay geçici bir uygulama ise, bu uygulama gün gelir yeniden gündem olup ortaya çıkabilir. Çünkü sürekli bir değişim var ya!. Fakat târihselciler böyle bir durumun bir daha yaşanamayacağını sanarak o âyetlerin hükmünün Hz. Ömer tarafından ebedî olarak kaldırıldığını ve düştüğünü zannederler.

 

Târihselciler; “Hz. Ömer müellefe-i kulûb’un ödeneğini keserek Kur’ân’a aykırı hareket etti. O hâlde biz de gerektiğinde Kur’ân’a aykırı olan hükümler verebiliriz” derler. Oysa Hz. Ömer ödeneği kesmekle âyeti inkâr edip iptâl etmedi ki!. Yeniden böyle bir ihtiyaç duyulana kadar âyetin uygulamasına ara verdi yada sınırlandırdı. Çünkü aslında kestiği ödenek sâdece iki kişinin ödeneğiydi ve hattâ kendisi de ondan sonra bâzılarına, “kâlpleri İslâm’a ısınsın diye” ödenek vermişti. Hz. Ömer müellef-i kulûb’a verilen ödeneği tümden kesmemiş, bunu sâdece iki kişiyle sınırlandırmıştır. Serdar Demirel bu konuda şunları söyler:

 

“Özetle meselenin aslına bakalım. Kur’ân’da zekat verilmesi gereken sınıflar şöyle sıralanır: ‘Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar (miskinler), o işte çalışan görevliler, müellefe-i kulûb (kâlbleri İslâm’a ısındırılacaklar), köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından böyle farz kılındı. Allah her-şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir’ (Tevbe: 9/60).

 

Görüldüğü üzere bu âyet zekat malının kimlere verileceğini hükme bağlamaktadır. Bu sınıflardan birisi de müellefe-i kulûb’tur. Bu sınıfa girenler, hem müslüman hem de gayr-i müslim kişi ve toplumlardan oluşur. İslâm’a kazandırılacaklar, kâfirlerin tarafında bulunup müslümanlara yardım edebilecek kimseler, kendilerine maddî yardım yapılmadığı takdirde küfre döneceğinden korkulan yeni müslümanlar ve benzer konumda olan bir-çok kişiyi, sınıfı ifâde eder. Bu uygulamadan amaç, onları İslâm’a kazanmak yada en azından onlardan gelecek zararları onların gönüllerini hoş tutarak def etmektir. Sâdece zekat malından değil, gerektiğinde ganîmet ve diğer gelirlerden de bu sınıfta olan kişilere bu tür harcamalar yapılabilir.

 

Peki, Hz. Ömer’in Kur’ân’ın bu hükmünü yorumla ortadan kaldırdığı ve sahabelerin de bu yeni uygulama üzerinde ittifâk ettiği doğru mudur?. Dillerine pelesenk ettikleri olayın özeti şudur: ‘Müellefe-i kulûb’tan olan Uyeyne b. Hısn el-Fezârî ile ez-Zibrikân b. Bedr, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti döneminde kendisine gelerek, Bahreyn’den gelen haraç (dikkat edin zekat değil, haraç) gelirlerini kendilerine bağlaması durumunda kavimlerinden hiç kimsenin İslâm’dan dönmeyeceği güvencesini vereceklerini söylediler. Hz. Ebû Bekr bu teklifi kabûl etti ve bir vesîka hazırladı. Vesîka hakkında ihtilâfa düştüler. Hazırlanan bu vesîkaya şâhit olarak yazılan isimler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu. Onaylaması için söz-konusu vesîka kendisine getirildiğinde, onaylamayı reddetti ve vesîka metnini sildi. Hz. Ebû Bekr de bu görüşü benimsedi’.

 

Kaynakların aktardığı bu olaydan hareketle Hz. Ömer’in Kur’ân’ın ve Sünnet’in hükmünü şahsi görüşüyle ortadan kaldırdığını iddiâ etmek ve bunu târihselciliğe kaldıraç kılmak doğru değildir. Hz. Ömer âyetin hükmünü ortadan kaldırmamıştır. Müellefe-i kulûb sınıfına giren kişilere yapılan ödemeden sâdece iki kişinin (Uyeyne b. Hısn el-Fezârî ile ez-Zibrikân b. Bedr) ödemesine son vermiş, asalak bir sınıfın üremesinin önüne geçmiştir. Zîrâ hükmün illeti, yâni kâlbin telifini gerektiren şey, o iki kişiye has olarak ortadan kalkmıştır, illet kalkınca da onlara dâir hüküm de sona ermiştir. Bu da bir usûl kâidesidir. Hüküm illetiyle vardır. Bu müellefe-i kulûb hükmünün ve bu sınıfa giren kişilere ödemelerin durdurulduğu anlamına gelmediğini yine kaynaklar bildirmektedir.

 

Meselâ Hz. Ömer, Sasani ordusunun önemli komutanlarından Hürmüzân’a kâlbini İslâm’a ısındırmak gâyesi ile iki bin dirhem maaş bağlamıştır. Yine ‘Hutay’e’ lâkaplı meşhûr şâir Cervel b. Mâlik’e -ki kendisini etrâfındakileri hicvetmekten alamayan güçlü bir şâirdi- müslümanları şiirleriyle rahatsız etmemesi için aynı fondan ödeme yapmıştır. Daha başka örnekleri de olan bu olaylar bizzat Hz. Ömer’in mevzu-bahis âyetle amel ettiğini ortaya koymaktadır”.

 

Kur’ân: “Bugün size dîninizi tamamladım” diyor. Fakat târihselciler “tamamlanmamıştır, biz tamamlayacağız” diyorlar. Peki neye göre, elbette “kutsal konjonktür”e göre.  Oysa tamamlanmış din, “tamamlanmış şeriat” da demektir. “Bu gün size dîninizi tamamladım ama şeriatı tamamlamadım, onu da siz tamamlarsınız” demiyor ki!. Tamamlanmış bir din tüm zamanlar ve mekânlar için “sâbit” iken, tamamlanmış şeriat da tüm zamanlar ve mekânlar için “sâbite”dir.

 

Peygamberimiz’e Hz. İbrâhim’in milletine yâni dînine-şeriatına uyması emredilmiştir. Böylece İslâm’a uyulmuş olacaktır. Millet “din ve şeriat” anlamındadır. Zîrâ din ile şeriat birbirinden ayrılamaz. Dînin olduğu yerde mutlakâ şeriat da vardır. Dinden kaynaklanan ve bir peygamberin somutlaştırdığı şeriat nasıl ki Peygamberimiz’e emredilebiliyorsa, “güzel örneklik” olarak Peygamberimiz’in şeriatına uymak vardır. Bu, Ahzâb Sûresi 21. âyetle emredilir. Doğal değişimlerde yapılacak şeriat güncellemeleri bu nedenle dîne ve “ideâl şeriat”a aykırı olamaz.

 

“Seni de dîne uygun olan bir şeriat üzere kıldık” diyor Kur’ân. Bu şeriat Hz. İbrâhim’in de, diğer peygamberlerin de uyduğu dîne uygundur. Zîrâ İslâm tektir ve tüm zamanlarda aynı mesajı verir. İşte tüm zamanlarda şeriat bu mesaja uygun olarak ortaya çıkar. Sâdece bâzı küçük ve geçici değişiklikler olmuştur. İslâm şeriatı tüm peygamberlerde genel anlamda aynı ve benzerdir. Sâdece bâzı küçük değişiklikler yapılmıştır ki bu değişiklikler vahyin ana-metnine aykırı değildir. Her peygambere özel bir şeriatın olması, “temelde bir farklılık” değildir. Zîrâ İslâm’ın tüm şeriatı İslâm’a uygundur ve İslâm’dan kaynaklanır. Nasıl ki İslâm, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar sâbit ise, şeriatlar da -peygamberler İslâm’a uygun olmayan bir şey yapmayacağı için- İslâm’a uygundur. Bu da tüm şeriatların İslâm’a uygun olması ve aykırı olmaması demektir. Şu da var ki, son peygamber gelmiştir ve İslâm da en kâmil şeklini bulmuştur. Artık “yepyeni bir şeriat” ortaya konulamaz. Eğer konulursa bu İslâm’dan olmaz. Fakat meydana gelen doğal ve normâl değişimler nedeniyle yapılacak şeriat güncellemeleri İslâm’a uygun olmak ve aykırı olmamak zorundadır.

 

Elbette “mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” yâni apaçık bir nass varsa ictihada ve şeriat güncellemesine izin yoktur. “Günümüze uymuyor” diye şeriatı değiştiriyorum diyerek din değişimi yapmak isteyenler, kendilerini “din koyucu” olarak görmekten çekinmemektedirler. Meselâ apaçık şekilde “tâğutların yâni kendinde Allah gibi hüküm koyma yetkisi görenlerin çıkardığı kânunlara değil, Allah’ın kânun ve kurallarına yâni hükümlerine uyun” emri varken bunu yoruma tâbi tutmak, ancak modernizm tarafından tuzağa düşülmüş olduğunu gösterir.

 

Esasen Kur’ân, uyulması gereken şeyin örnekliğini “ileride ortaya çıkacak şey” için değil, “geride ortaya çıkmış ve uygulanmış şey” için (kıssalar) yapar. Hedef olarak ileriyi değil geriyi göstermiştir ve; “eğer sizden önceki sâlihler gibi olursanız ana-amaç olan cennete kavuşursunuz” demiştir. Çünkü cennetliklerin çoğu eskilerden, çok azı ise yenilerdendir (Vâkıa 12-14).

 

Oryantâlistlerin mukallitliğini yapanların, dîni ve şeriatı ayrı görmeleri ve şeriatı dinden bağımsız şekilde ayrı olarak istedikleri gibi düzenleyebileceklerini söylemelerine şaşmamak gerekir. Zîrâ oryantâlizmin ana-amacı, İslâm’ı pasifleştirmektir. Bu da onlara göre, her istenildiği zaman, akla göre yeni şeriat değişiklikleri yapmakla olacaktır.

 

İslâm tamamlanmış ve kurumlaşmış bir dindir ki amelî olarak hayatta sürekli olarak uygulanışı, onun ne ve nasıl olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyar. Fakat bu amelî-pratik yönü görmek istemeyenler, İslâm’ın ne olduğunu aşırı yoruma boğulmuş olan kitaplardan ve lûgatlardan öğrenmeye kalkıyorlar. İslâm’ı dîne, ahlâka ve ibâdete indirgeyenlerin kullandığı kaynaklar çoğunlukla oryantâlistlerin ve gayr-i müslimlerin kitaplarıdır. Zîrâ müslümanların böyle yorumlar yapmaları pek de mümkün değildir. Bunu ancak, modernizm nedeniyle beyni sulanmış ve aklı bulanmış olanlar yapabilir.

 

Kur’ân’da nesh olan ve değişen tek bir hüküm bile yoktur, olmayacaktır. Yerine göre bâzı farklı uygulamalar yapılabilir. Fakat o uygulamalar hem sınırlıdır, hem geçicidir, hem de “örneklendirilmiş şeriat”a aykırı olamaz.

 

Şeriatı belirlemede coğrafyanın etkisi vardır. Fakat coğrâfî şartlar açık bir emri iptâl edemez. Mûsâ Cârullah “kutuplarda oruç tutmaya gerek yoktur” demişti. Demek ki her türlü şartta güncellenebilecek olan şeriat, yine ancak Kur’ân’a ve Sünnet’e uygunluğuna göre olabilir. Aksi-hâlde şeriat uygulanamaz hâle gelmeye ve din de iptâl edilmeye başlanır ki dînin tahrifi-tahribi ve iptâl olup yok olması böyle olur-oluyor.

 

Şeytanın, nefislerin ve tâğutların etkisi ve baskısıyla değişen kâlpler, artık “âlemlere rahmet” ve “muhteşem bir ahlâka sâhip” olan Peygamberimiz gibi bir şeriatı beğenmiyor ve uygulamak istemiyor da akıllarına göre oluşturdukları beşerî şeriatlar oluşturmak yoluna koyuluyorlar. Allah “aklınızı kullanın” der ama hiç-bir yerde “aklınıza uyun” demez. “Aklınızı kullanın da Allah’a-Peygamber’e ve ideâl şeriata uyun” der.

 

Din ile şeriat farklı değildir ve olamaz. Dîne uygun olmayan bir şeriat olamaz. Olursa din ile alakası olmayan bir belirleme olur. Hiç-bir peygamber böyle bir şeriat ortaya koymadığı ve düşünmediği gibi hiç-bir insan da böyle bir şey düşünemez. İslâmî şeriat tüm zamanlarda ve mekânlarda vahyin emri ve nehiylerine ve de Peygamber’in Sünnet’ine göre olur. Tüm zamanlarda ve mekânlarda şeriat, Kur’ân bütünlüğüne ve Sünnet örnekliğine göre düzenlemeyecekse neye göre düzenlenecek, ortaya çıkarılacak ve ikâme edilecektir. İlhami Güler (küfre ve şirke düşerek) bunun “evrensel ed-dîn” ve “akıl” ile olacağını söyler:

 

“Şeriat, vahiy/kitap ve peygamber aracılığı ile indiği toplumun somut sorunlarını ‘evrensel ed-din’ açısından çözer. Fakat, şeriatların değişmesi gösteriyor ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için veren nihâi, ebedî ve evrensel çözümler değil; zamâna ve mekâna, toplumsal yapıya, kavimlerin etnik, antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına bağlıdır. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah'a tapınma (ubûdiyet) din’dir; fakat bunun menâsiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriattır. Bir şeyin din olmasını belirleyen şey, zorunlu olarak onun vahiyde/kitapta yer alması değildir. Kur’ân, bütünüyle ‘ölçü’ değildir, örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mü’min, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar”.

 

Dînin sâbit olduğu gibi şeriatın da “sâbiteli” olduğunu ve olması gerektiğini idrâk edemeyen yada kabûl etmeyen İlhami Güler, -sözde- “din sâbit” derken şeriatın dinamik yâni tamâmıyla değişken olduğunu ve “işi bilen herkesin bir şeriat yapabileceğini” söyleyerek küfre düşer. Böylece aslında dînin de sâbitliği kalmaz. Çünkü işi bilen herkesin Allah gibi kitap yazıp, hüküm koyup sorun çözebileceği söyleniyor. Böyle olunca da Allah’a, Kitab’a ve Peygamber’e gerek kalmıyor. Zâten dinamik yâni yeni bir şeriat yapmak için Kitab’a ve Peygamber’e gerek duymuyor. Zîrâ bunları “ölçü” olarak görmüyor. Bir ölçüsü olmayan şey elbette “din” değildir. Böyle olduğu için de dîni, sonuna kadar bağlılık duymaya lâyık bulmuyor.   

 

Şeriatı terk-etmek insanı kâfir değil günahkâr yapar ama inkâr etmek kâfir yapar. Şeriatın güncellenmesi (değişmesi değil) eğer Vahye ve Sünnet’e uygun olmak ve aykırı olmamak kaydıyla olacaksa bir sorun olmaz. Fakat târihselciler, yeni şeriatın; “insanın aklına, yeni ideolojilere, modern-bilim ve teknolojiye, seküler düşünce, felsefe ve inanışlara ve de modern hayat-tarzına uygun olmalıdır” diyorlar. İşte sorun burada ortaya çıkıyor. Çünkü yeni şeriatı bu şekilde belirlemek, İslâm’ın belirleyiciliğini kısıtlayıp yada yok edip onu hayattan uzaklaştırmak anlamına gelir. Sonra da Mûsâ Cârullah’ın dediği gibi kutuplarda oruç farz olmaktan çıkar. Bunu zamanla diğer farzlar izler. Şeytan, bunu yapmaları için dostlarına yeterli ilhâmı verecektir. Sonuçta da süreç içinde din adına ortada bir şey kalmaz. Böylece ortaya, herkesin kendi aklına göre belirlediği “kelle-başı şeriatlar” çıkar ve birbirlerinin şeriatlarını beğenmeyenler birbirlerine düşman olurlar ve kavgaya tutuşurlar. Mezhep ayrılıkları ve düşmanlıklar böyle ortaya çıkmamış mıydı?.

 

Şu da var ki, modern zamanlarda yâni günümüzde “ed-dîn”e uygun olan şeriatı kim belirleyecektir?. Herkes aynı şeriatı belirleyecek ve benimseyecek midir ki?. Ya bir-takım insan toplulukları Hz. Muhammed’in belirlediği şeriatı beğenirler ve benimserlerse ne olacak?. “Hayır devlet belirleyecek” denirse o zaman da şeriat dayatması yapılacak demektir. Yok eğer “geleneklere ve örfe uygun bir şeriat olacak” deniyorsa, o zaman da gelenekler din yapılmış olur ki zâten ulus-devletlerin hepsi -sözde- müslüman olsa da hem şeriatları hem de inanışları farklılaşmıştır. Öyle ki ulus-devletlerden bâzıları müslüman olarak bilinmesine rağmen lâik, seküler ve demokratik bir yola girerek dinden uzaklaşmış ve hattâ dîni inkâr etmiştir-etmektedir. Lâik devletlerin en azından kurumlarının dinden uzak olduğu bilinen bir şeydir.

 

Şeriatı din belirlemesi gerektiği gibi, dîni de şeriatın aynı ve benzer olması korur. Allah’ın, dîni koruması bu şekilde olur. Kur’ân sâdece raflarda durarak değil, hayâtta benzer şekilde uygulanarak korunur. Meselâ tüm müslümanlar aynı-zamanda oruca ve hacca başlarlar. Ezan her yerde aynı sözlerle okunur. Aynen bunun gibi, içlerinden birine saldırıldığında da destekleşmek mecbûriyetindedirler. Fakat din; -aynen şimdi olduğu gibi- îmâna, ahlâka ve ibâdete indirgenirse ümmet bütünlüğü yok olur ve ümmet darmadağın olur. Parçalanmış olan ümmeti kim gelse bir lokmada yutuverir.

 

Modern zamanlara gelinceye kadar ümmetin şeriat konusunda bâriz bir farklılaşması yoktu ve buna ihtiyaç da duyulmamıştı. Târih boyunca yoğun şeriat tartışması yapılmaması bunun delilidir. Dört mezhebin hangisine uysanız İslâm’a uymuş kabûl edilirsiniz. Vahye aykırı olan mezhepler zâten sapkındır. Fakat ne zaman ki küresel sapkın bir akım olan modernizm ortaya çıktı, modernizmin baskısı ve dayatması altında gevşeyenler, dîne ve şeriata aykırı uygulamaların “modern şeriatlar” olarak uygulanabileceğini söylemeye başladılar. Yâni bu düşünceyi zorlayan ve dayatan şey aslında modernizmdir. Modernizm ağır kuşatması ve baskısı, birilerine “modern şeriatlar”ı düşündürtüyor. 

 

Şeriat amel-eylemle ilgilidir. Bu nedenle İslâm şeriatı daha ziyâde Medîne’de ortaya koyulmuştur. Peygamberimiz’in Medîne’de yaptıklarını din’den görmüyorlar ve ortaya konan şeriatı da târihsel olarak kabûl ediyorlar. Bu ise Peygamberimiz’in Medîne sürecinin bir anlamı kalmadığını söylemek demektir.

 

İslâm şeriatının temeli, Kur’ân ve Peygamberimiz’in 23 yıllık bir süreç içinde Kur’ân’a uygun olarak (Kur’ân’a aykırı olarak değil) yaptığı uygulamalardır. İşte Kur’ân’dan sonra bağlayıcı olan ve dayanılması ve aykırı düşülmemesi gereken şeriat budur. Yoksa Peygamberimiz’den sonra şeriat güncellemeleri yapılabilir ve birileri bu güncellemeleri beğenebilir fakat Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olarak belirlenen bu şeriat, bir-sonraki zamanlarda güncellenecek şeriat için kaynak olamaz. Tüm zamanlarda ve mekânlarda yapılacak olan her yeni şeriat güncellemesi yine Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne uygun olmalıdır. Zîrâ Peygamberimiz’den sonra yapılan şeriat güncellemeleri bağlayıcı değildir. Çünkü bu güncellemeler Allah’ın kontrôlünde ve O’nun uyarmasıyla düzeltilerek yapılmamıştır. Bir-önceki güncellemelere göre yeni şeriat güncellemeleri yapılamaz. Kur’ân’a ve Sünnet’e göre belirlenmiş olan bir şeriata dayanarak yeni bir şeriat güncellemesi yapılması uygun olmaz. Çünkü tavşanının suyunun suyu, “tavşanın suyu” olmaktan çıkmaya başlar. Fakat Kur’ân ve Sünnet’e göre belirlenmiş şeriat güncellemelerine atıf yapmakta bir beis yoktur. Bağlayıcı ve belirleyici olan İslâm şeriatı, Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca Allah kontrôlünde ve icâbında yapılan yanlışları düzeltmesiyle ortaya koyduğu vahiy-merkezli şeriattır. İşte bu şeriata Sünnet denir. Dînin pratiğe şeriat olarak çevrilmesine Sünnet denir. O hâlde “bağlayıcı şeriat”ları pratik anlamda ancak Peygamberler ortaya koyabilirler. Peygamberlerin ete-kemiğe büründürdüğü bu şeriatlar %100 Kur’ân’a uygun şeriatlardır.

 

Târihselcilerin îtirazları ancak “müslümanların târihi” boyunca birilerinin mezhep ve meşrep kaygısıyla ortaya çıkardığı şeriata karşı olursa tutarlı olur.

 

İslâm şeriatı tüm insanlar arasında aynı olduktan başka, tüm hayvanlar ve bitkiler hattâ tüm kâinât için de aynıdır. Çünkü hepsi de Allah’ın dîni olan İslâm nizâmına göre hareket ederler. Zâten tevhid, “göklerdeki düzenin yâni şeriatın aynısının yada benzerinin Dünyâ’da da kurulması” demektir. Çünkü göklerde muhteşem bir âhenk ve düzen vardır. Gökler tam bir barış ortamıdır yâni İslâm’dır. İşte bunun gibi, yeryüzünde de böyle bir barış ortamı ve âhenk kurmak, yeryüzünde de İslâm ve Sünnet’e yâni İslâm şeriatına göre bir düzen belirlemekle olabilir.

 

Mesele şu ki, târihselcilerin Kur’ân ile sorunu olduğu için, vahye dayalı olan şeriatla da sorunları olmuş oluyor. Kur’ân’ı târihe hapsettikleri gibi şeriatı da târihe hapsetmek istiyorlar. Kur’ân’ı nesh ettikleri gibi, şeriatı da nesh etmek istiyorlar. Aslında sonuçta, “üzerinden uzun zaman geçtiği için” dîni nesh etmek istiyorlar. Zîrâ “şeriat modern hayatla uyuşmuyor ve aykırı düşüyor” diyorlar. Fakat nedense 2.500 yıllık cumhûriyet ve demokrasiyi nesh etmeyi hiç düşünmüyorlar ve tam-aksine bunları baş-tâcı yapmaya ve bunlara râm ve meftûn olmaya devâm edebiliyorlar. “Yunan’ın peygamberleri”ni, “İslâm’ın Peygamberi”ne tercih ediyorlar. Çünkü târihselciler İslâm’dan umutlarını kesmişler ve beşere yâni akla tapmaya başlamışlardır. Zîrâ “neye uyuyorsanız ona tapıyorsunuz” demektir.

 

Tarihselcilerin açık bir çelişkisi şudur.. Hem diyorlar ki “Kur’ân’ın nesh olan âyetleri vardır ve bu dinamik bir toplum yapısı kurmak için şarttır”, hem de Mekkî âyetleri baş-tâcı yaparlarken, pratiklik içeren Medenî âyetleri nesh edilmiş sayıyorlar. İyi de nesh, “sonrakinin öncekini iptâl etmesi” değil midir?. O hâlde önce olan Mekke, sonra olan Medîne’yi nasıl nesh edecek?. Tam-tersine, Medîne Mekke’yi nesh etmesi lâzım. Fakat o zaman, târihselcilerin -sözde- çok beğendikleri ve evrensel saydıkları Mekkî âyetler nesh edilmiş olacak ve târihselcilik çöpe gitmiş olacaktır. İşte bundan dolayı olsa gerek, bu çelişkiyi gören Mahmut Muhammed Taha, “İslâm’ın İkinci Mesajı” kitabında ilk mesajın Medîne, ikinci mesajın ise Mekke olduğunu söyleyerek târihi aptalca bir davranışla değiştirmeye çalışır. Oysa ortalığı daha da beter batırmaktan başka bir şey yapmaz. Çünkü Kur’ân’da aslâ nesh yoktur, olmamıştır, olmayacaktır ve olmaz da.

 

Batı’nın modernleşmesi, dinden vazgeçerek olmuştur. Modernizm bâtıl bir şeriattır. Müslümanlar dinden kopmayı düşünmedikleri için tümden modernleşmemektedirler. Çünkü modernleşme, “din yerine aklı merkeze almak” demektir ki bu, beşerin ilahlaşmasını da yanında getirir ve getirmiştir. Oysa son cihangir devlet Osmanlı, Fâtih ve Kânûnî ile bir-çok yeni kânunlar yaptılar. Bu kânunlar İslâm şeriatı gözetilerek yapılan ama merkeze örfün alındığı kânun ve kurallardı.

 

Şeriat, sâbit dîni vâz eden Kur’ân’a ve de onun pratikliği olan Sünnet’e dayanmalıdır ve bunlardan neş’et etmelidir. Fakat bu her zaman böyle yapılmalıdır. Şeriatın güncellemesi bir zamanda iptâl edilip de dondurulamaz. Yanlış olan budur. Şeriat güncellemesi her zaman Kur’ân ve Sünnet’e dayanarak tüm zamanlarda ve mekânlarda yapılmalıdır. İctihad budur. İctihad kapısının kapanması müslümanları durgunluğa iten ana sebeptir. İctihad kapısının kapanması “şeriatın Kur’ân’a ve Sünnet’e göre yapılmasının kapanması” demektir. Yoksa müslümanları durgunluğa ve gerilemeye iten sebep, şeriatın Kur’ân ve Sünnet’e göre yapılmasından dolayı değildir. Çünkü ictihad kapısı kapanana kadar müslümanlar şeriatı, örfü merkeze almış olsalar da, Kur’ân’ı ve Sünnet’i gözeterek düzenlemişler ve güncellemişlerdi. Böylece uzun yıllar boyunca Dünyâ’nın hâkimi olmuşlardı. Demek ki şeriat tamâmen Kur’ân’a-Sünnet’e göre olsa ve mâruf örf gözetilerek yapılsa, Dünyâ cennetin bir şûbesi olacaktır.

 

Şeriat, bir toplumda yada coğrafyada olan bir farklılığın, ortaya çıkan bir sorunun yada “sorun”un, toplumun yapısına uydurularak giderilmesi değil, (çünkü bu pek mümkün değildir), o soru ve sorunların Kur’ân ve Sünnet’e dayanarak bir çözüme kavuşturulması ve güncellenmesidir. Yâni Kur’ân ve Sünnet’e dayanmak esastır. Topluma yâni insana dayandığındaysa şeriat güncellenmiş olmaz, değişmiş olur. Şeriatın değişmesi “dînin değiştirilmesi” demektir ki bu işin sonu “dînin iptâli”ne kadar varır.

 

Târihselciler değişim ama özellikle modern değişim karşısında kendilerini ezik hissettiklerinden ve kompleksten dolayı değişimi düşünüp durmaktadırlar ve “değişmeyen”e gıcık olmaktadırlar. Din gibi şeriatın da sâbit yada sâbiteli olmasına katlanamamaktadırlar. Târihselcilerin böyle düşünmesi, sürekli değişimi ifâde ede modernizme meftûn olmalarından olsa gerektir. Çünkü târihselcilerin tüm düşünceleri ve teorileri modernizme uygun düşüyor ve modernite ile örtüşüyor. Hiç aykırı düşen bir taraf yok çünkü. Bu ilginç değil midir?. Utanmasalar daha doğrusu halktan (haktan değil) korkmasalar, batı’nın ve modern insanın, Peygamber’e daha uygun yaşadıklarını söyleyecekler. Tabi bunu söylerken batı’nın yaptığı şerefsizliklerin hiç-birini akıllarına bile getirmeyeceklerdir.

 

Din sâbittir. Zîrâ Kur’ân kıyâmete kadar bâkidir. Allah’ın kontrolünde ve gerektiğinde düzeltmesiyle ve de mutlak anlamda Kur’ân’a uygun olan ve aykırı olmayan, Peygamber ile uygulaması gösterilmiş şeriat ise, coğrafya, zaman ve mekân değişimi nedeniyle “sâbit” olmasa da “sâbiteli”dir. Böyle olduğu için de doğal, normâl ve fıtrî değişimler olduğunda güncellenecek olan şeriatın, hem “sâbit dîn”e yâni Kur’ân’a tam uygun olması ve zinhar aykırı olmaması, hem de sâbiteli şeriata yâni Sünnet’e uygun olması ve aykırı olmaması gerekir. Güncellenmiş (değiştirilmiş değil) şeriat üzerinden tekrar güncel bir şeriat yapılamaz. Güncellenmiş şeriat yetersiz geldiğinde yeniden güncellenecek şeriat da yine Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmalıdır ve aykırı olmamalıdır. Zîrâ, her zaman dediğimiz gibi:

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Şubat 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »