29 Temmuz 2018 Pazar

Barut, Elektrik, Motor


“O, gökten su indirendir. Bununla her-şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, ondan birbiri üstüne bindirilmiş tâneler türetiyoruz. Ve hurma ağacının tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen- üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz.) Meyvesine, ürün verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Şüphesiz inanacak bir topluluk için bunda gerçekten âyetler vardır” (En-âm 99).

 

“Hayvanlardan yük taşıyan ve (yünlerinden, tüylerinden) döşek yapılanları da (yaratan O’dur). Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır” (En-âm 142).

 

“Ve hayvanları yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz” (Nâhl 5).

 

“Sizin için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız” (Nâhl 10).

 

Barut, elektrik ve motor... Dünyâ’nın ve insanlığın doğal, normâl ve fıtrî olandan, modern olana doğru değişmesini sağlayan üç temel etken. Diğer etkenler hep bu üç temel etkenin sonucudur.

 

Modernizm; normâl, doğal ve fıtrî olandan nefret eder ve onu “modern olan” ile yâni yeni ve sûni olan ile değiştirmek ister. Modernizm târihi, “doğal, normâl ve fıtrî olanın, sûni olanla değiştirilmesinin târihi”dir. Aslında bu bağlamda modernizm bir sapmadır. Çünkü doğal, normâl ve fıtrî olan “asıl olan”dır. Sûni olan ise bunların yerine kurulmuş olan şeydir. İşte Dünyâ ve insanlık son 200 yıldır bu sapmanın etkisi ve kuşatması altındadır.

 

Allah; doğal, normâl ve fıtrî olandan yanadır. Zâten tüm kâinâtı da buna göre yaratmıştır. Zîrâ doğal, normâl ve fıtrî olan tam da şuur-irade sâhibi olan insana göredir. Kâinât sûni ve sahte olanı barındırmaz. O hâlde sûniliğin ideolojisi olan modernizm, Allah’a karşı bir isyân şeklidir.

 

İnsanlığın ilk zamanlarında her-şey doğal, normâl ve fıtrata uygun olarak işliyordu. Evler, araçlar, âletler, yiyecek, içecek, giyecek vs. her-şey doğal, normâl ve fıtrata uygundu. Hattâ savaşlar bile doğal silahlarla yapılıyordu. Doğal, normâl ve fıtrî olana göre programlanmış insan için “doğal zorluklar”dan başka zorluklar olmuyordu. Tâ ki birileri bir-takım varlıklarla Allah’a şirk koşana kadar.

 

Şirk insanlığın ilk sapmasıdır aslında. Fakat insanlara zulüm ve adâletsizlik getirse de, modern-öncesi dönemdeki şirk ve şirk unsurları bile doğaldı. Adamlar taştan-tahtadan-demirden-metâlden varlıkları put yapıyorlardı. Modern zamanlarda ise; doğal, normâl ve fıtrî olana düşmanlık yapılırken, sûni ve sanal olan şeylere tapılmaya başlandı. Bunları üretenler “en yüce ilahlar(!)” olarak görülmeye başlandı. Eskiden şirk, bir sapma olmasına rağmen “doğal bir şirk”ti. Tabi şirkin doğalı da sûnisi de aynı şirktir ve tövbe edip de dönmediğinde kişiyi ebedî cehennemlik yapar.

 

Klâsik zamandaki devletler için en önemli şey savaştı. İnsan sayısı ve demir mâdeni çok olanlar ve biraz da kahramanlık gösterenler gâlip oluyorlardı. Tabi bu durum güçlü olanın zulmetmesine de neden olabiliyordu. Fakat netîcede güçsüz olanlar birlik olup karşı tarafa gâlip gelebiliyorlardı. Tâ ki, “barut” bulunana ve silah olarak kullanılana kadar.

 

Barut bulunana kadar Dünyâ sessizdi yada doğal seslerden başka sesler yoktu. Sapma, gürültüyü de yanında getirdi. Barutu bulanlar ve barutun silah olarak kullanılması, devletler arasındaki savaş şeklini değiştirdi. Artık daha çok baruta sâhip olan ve demir madeninden silahlar yapanlar, insan sayısı az olsa da gâlip gelebiliyordu. Barutun toplarda kullanılması hem gürültüyü arttırdı hem de insan telefâtını çoğalttı. Bu durum insanlarda bir şoka sebep oldu. Çünkü artık insanlar tek-tek ölmüyor, toplarla 50’şer 100’er kişilik gruplarla bir-anda ölebiliyordu. Güçlü ve büyük toplara sâhip olanlar, karşıdaki orduyu bir-kaç saatte kesin yenilgiye uğratıyor ve hattâ bire kadar da kırabiliyordu. 28 tâne kuşatmaya dayanan İstanbul’un surları, 29. kuşatmada Fatih’in “şâhi topları”na dayanamadı. Zîrâ bu toplar sur dayanmıyordu. Barutun bulunmasıyla birlikte artık hiç kimse güvende değildi. Çin Seddi de artık güvenliğin değil, estetiğin ve mîmârinin ve hattâ “uzaydan bile görülebiliyormuş”un konusu oldu.

 

“Çinliler barutu silah olarak ilk defâ 904 yılında patlayıcı olarak kullandılar. Adını “uçan ateş” koymuşlardı. Ardından barut bombalarını mancınıklarda da kullanmaya başladılar. Barutun kayıtlı ilk itici güç olarak kullanılması 1132 yılında bambudan yapılmış toplarda kullanılması denemeleridir. Metâl boruya sâhip topların kullanımı 1268-1279 târihleri arasında Moğollar ile Song Hanedanlığı arasındaki savaşta görülür. Barutun Araplar tarafından kullanılması 13. yüzyılda gerçekleşmiştir” (Vikipedi).

 

Tabi toplar ve de dolayısı ile barut, sâdece savaşlarda ve bâzı törenlerde kullanılıyordu. O yüzden Dünyâ her dâim gürültülü değildi. Gürültü ile “sesi” de ayırmak gerekir. Doğal, normâl ve fıtrî olanda gürültü değil “ses” olur ve bu sesler isterse yüksek sesli yıldırımlar ve şimşeklerin sesi olsun, rahatsız edici değildir. Doğal olanda rahatsız edicilik yoktur. Fakat iş barut ve toplarla durmadı ki; 1800’lü yıllara gelince doğal ve normâl seslere sâhip ve fazla ses çıkarmayan doğal makinelerin yerini, elektrikle çalışan ve motorlu makineler almaya başladı ki bunlar çok gürültülü çalışıyordu ve çok fazla ses çıkarıyordu.

 

Tabi önce elektrik bulundu. İlk zamanlarda sâdece aydınlatma gibi amaçlarla kullanıldı ama ardından ondaki büyük güç fark edilince elektrik pratik olarak kullanılmaya başlandı. Elektriğin gücü kullanılarak yeni makineler, âletler ve de silahlar yapılabileceği görüldü. Elektrik enerjisini mekanik enerjiye çeviren ilk motor bulunduktan sonra, petrôl ürünleriyle üretilen motorlar da ondan 50 sene sonra îcâd edildi. Motorlar geliştikçe makine ve arabalar çoğaldı. Çünkü motorlar işi kolaylaştırarak üretimi arttırdı. Tabi gürültü de o oranda fazlalaştı. Motorlar çoğaldıkça gürültü de arttı, gürültü arttıkça modernizm gelişti. Modernizm bir “gürültü uygarlığı”dır. Tabi modernizm geliştikçe; doğal, normâl ve fıtrî olmadığı için zulüm de arttı.

 

Motorlar, buhar makinelerinde, gemilerde ve trenlerde de kullanılmıştır. Fakat yaygın kullanımı 1800’lü yılların ortalarında ve özellikle sonlarındadır. O hâlde Dünyâ son 200 yıldır gürültülüdür ve gürültünün şiddeti gün geçtikçe artmaktadır. Oysa Hz. Nûh’un Gemisi çok da gürültülü değildi. Taşıt olarak kullanılan atlar, eşekler ve develer, ses çıkarsalar da gürültü yapmıyorlardı.

 

Evet; gürültü, sapmanın boyutunu gösterir. Ne kadar çok gürültü varsa o oranda sapma vardır. Çünkü gürültü doğal, normâl ve fıtrî değildir. Doğal, normâl ve fıtrî olmayan ise yanlıştır ve doğru olandan bir sapmadır.

 

Elektrik ve motor, nice makineler, araçlar, âletler ve hızı gün geçtikçe artan arabalar ve diğer ulaşım araçlarının ortaya çıkmasına neden oldu. Gürültü arttıkça arttı. Büyük kentler gürültünün merkezleri hâline geldi. Öyle ki bu gürültü, insanı bunalttığından, arada bir doğal ortamlara kaçamaklar yapılmaya başlandı ve imkânı olanlar kendilerine, doğal ve sessiz ortamlarda yaşam alanları edindiler. Bu durum, aslında modernizmin ve modern gürültünün insanı ne kadar rahatsız ettiğinin delîlidir. Çünkü barut, elektrik ve motor; doğal, normâl ve fıtrî değildir. Dolayısı ile barut bir yana, motor ve elektrik; doğal, normâl ve fıtrî olandan sapmanın ana araçlarıdır.

 

Elektrik, gürültü yapan çeşitli araçların çalışmasını sağlayan enerjidir. Fakat elektrik aynı-zamanda doğal olan işleyişe bir darbe daha vurdu ve bir zulmü daha açığa çıkardı. Ampulü îcâd etti ve ortalığı aydınlattı. Allah’ın sistemine çomak soktu. Ampûlü bulanlar yanlışlıkla “cennetlik” îlan edildi. Bu îlânı yapanlar tabî ki ilk başta ampûlden rant sağlayanlardı. Yoksa ampûl gariban için bir zulüm oldu. Zîrâ onun çalışma saatlerini arttırdığı gibi, çalışma zamânını da olumsuz anlamda değiştirdi. Allah’ın sistemine (sünnetullah) çomak sokulduğunda, sünnetullah gereği mutlakâ bir bedeli olur ve bu bedel mutlakâ ödenir. Bu bedeli en çok da garibanlar ve mâsumlar öder.

 

Ortalık aydınlanınca günün tüm zamânı kullanılmaya başlandı. Artık sâdece gündüz değil, geceleri de mesâi saatine eklendi ve geceleri de gürültü çıkarmaya başladılar. İnsanlar elektriğin verdiği enerjiyle çalışan makinelerin efmrinde birer köle hâline geldiler ve doğal ve normâl olmayan şekilde çalıştıkları için fıtratları bozuldu.

 

İşte gürültünün ve modernizmin kısa târihi budur. Bu uygarlık doğal, normâl ve fıtrî olandan, “ağır bir sapmayla” sapmıştır ve sapma gün geçtikçe artmaktadır. Bu sapmadan rahatsız olmayan ve hoşlanan insanlar da sapmışlardır. Doğal olana düşman olan insanlar türemiştir. Ottan, yeşillikten, meyve-sebzeden korkan insanlar türemiştir.

 

Barut, elektrik ve motor, Dünyâ’nın, ekinin ve insanların ifsâd olmasının temel etkenleridirler. Şeytanın uşakları olan tâğutlar, ekini ve nesli dolayısı ile tüm canlılığı ve cansızlığı ifsâd etmişler ve etmektedirler. Bu ifsâdın temel nedenleri barut, elektrik ve motordur. Dünyâ’yı ifsâd etmişlerdir ve hattâ artık ifsâd etmek için gözlerini uzaya çevirmişlerdir. İfsâd bir kere başladığında yerinde durmaz çünkü. Katlanarak devâm eder. Tâ ki bir “isyân” ile karşılaşıncaya kadar.

 

Barutun, elektriğin ve motorun îcâdı, sayılamayacak kadar çok sorun ortaya çıkartmıştır ve gün geçtikçe de bu sorunlar fazlalaşmaktadır. Post-modern zamanlarda ve ultra teknolojik zamanlarda ise, gürültüyle de paralel şekilde, katlanarak fazlalaşan, târihte hiç olmadığı seviyede bir zulüm, adâletsizlik ve ifsâd oluşmuştur. İnsanlık barut, elektrik ve motor tarafından kuşatılmıştır. Bu üç etken insanların ve de diğer canlı ve cansızların başının belâsı olmuştur.

 

Şimdi; şeytan diyor ki (belki de bunu söyleyen şeytan değildir), tüm barutları imhâ et ve tüm silahları sustur. Tüm barajları yık, tüm nükleer santralleri yak ve elektrikle çalışan tüm her-şeyi işlevsiz bırak. Tüm motorları sustur ki hem gürültü bitsin hem de ifsâd. Barutu, elektriği ve motoru târihten sil ki bu ağır sapma bitsin ve modernizm târihin çöplüğüne gömülsün.

 

İnsanlar aynen eskisi gibi; tarlalarını yine öküzlerle sürsünler, ekinlerini tırpanlarla biçsinler, mahsûllerini yel ve su değirmenlerinde öğütsünler ve odun fırınlarında yapsınlar ekmeklerini. Ulaşımlarını; at, eşek, deve ve bu hayvanların koştuğu arabalarla, kağnılarla yapsınlar. Hem de sesli ama gürültüsüz bir şekilde. Tabi bunun için, hayvanların yürümesini zorlaştıran asfaltın kazınıp doğal ve normâl olan şekline yâni toprağa dönüştürülmesi gerekir. Böylece asfaltın zehirli kokusu yerine, toprağın mis gibi kokusu koklanarak yolculuk yapılabilir. Hele bir de yağmurdan sonraki toprak kokusunun keyfi gibisi yoktur. Yine insanlar, aydınlığı sâdece “Allah’ın lambası” olan Güneş ile ve bir de dolunay zamanında Ay ışığıyla görsünler. Üstelik de daha görkemli bir şekilde. Gürültüsüz bir şekilde.

 

İnsanlar evlerini yine taş, tahta ve bâzı metallerden yapsınlar. Toprak, tahta ve metâl ev eşyâlarını kullansınlar. Plâstiği hiç tanımasınlar. İnsanlar tekrar birbirlerine muhtâç hâle gelsinler de kaynaşsınlar, yardımlaşsınlar. İmece yenide başlasın. Gürültü bitsin ve sadece doğal sesler olsun. Geceleri “tık” bile çıkmasın. İnsanları namaza-sahura pilli saatler değil, kurmalı saatler yada “Allah’ın çalar saatleri” olan horozlar ve kuşlar uyandırsın. Haberleşmeler yine mektupla yapılsın. Hasretle ve umutla mektuplar beklensin ve gözyaşları içinde okunsun. Kadınlar kadınlığını, erkekler erkekliğini, hayvanlar da hayvanlığını bilsin. İyilerle kötüler belli olsun, şerefsizler de ortaya çıkıversin. Kısaca her-şey doğal, normâl ve fıtrata uygun olsun. Her-şey. Gelişme olacaksa o bile doğal ve normâl şekilde ağır-ağır ve zarûret oldukça ortaya çıksın.

 

Lâmbalar ve onların aydınlığı olmasa da olur, yüzyıllarca olmuştur da. Barut, elektrik, motor ve bunlara bağlı hiç-bir îcâd olmasın ve kalmasın. “Dünyâ’nın Durduğu Gün” filmindeki gibi, o “esrârengiz şey” doğal olmayan her-şeyi yok etsin.

 

İnsanlık yüzyıllar boyu bu üç temel etkene bağlı îcatlar olmadan da yaşamışlardır ve bu îcatların bir-an önce çıkması için can atmamışlardır. Doğal yaşam-şekli, modern yaşam-şeklinden kat-kat iyi ve de üstündür. Kur’ân’dan öğrendiğimize göre, Allah modern Dünyâ’dan râzı değildir.

 

Fabrikalar, elektrik ve motorun (hattâ hammadde têmini için barutun) çok yoğun olarak kullanıldığı “gürültü merkezleri”dir. Fabrikalar; doğallığın, normâlliğin ve fıtrî olanın yok sayıldığı baltalandığı yerlerdir. Üstelik insanların neredeyse bedâvaya çalıştırıldıkları ve ömürlerinin tüketildiği yerlerdir. Fabrikalar “modern fitne”nin merkezleridir. Fabrikalar; Barut, elektrik ve motorun bir sonucudur.

 

Doğal, normâl ve fıtrî hayat, modern hayattan üstündür. Birileri ultra-modern hayâtı, geleneksel-klâsik hayâta göre bir “ilerleme” sana-dursun, gerçek şu ki, “klâsik olandan nefret eden modern hayat, ağır bir sapıklıktan başka bir şey değildir.

 

Modernizm tarafından ağır bir kuşatma ile kuşatılmış olan “modern insan” bu yazılanlara tabî ki hayret edecek ve de karşı çıkacaktır. Çünkü modern insan tembel, korkak ve de sorumsuzdur ve sorumsuz bir hayâtın karşılığını modernizmde bulabilmektedir. Bu nedenle de modernizmin ortaya koyduğu her-şeyi bir “kazanım” olarak görüyor. İşte bu zihniyettir modernizmi besleyen. Yada modernizm bu zihniyeti üretmiştir.

 

Gürültü, insanı rahatsız, hasta eden ve hattâ kafayı bile yemesine neden olan bir etkendir. Doğada ve normâlde gürültü yoktur, olmaz. Ses vardır ama gürültü yoktur. Celaleddin Vatandaş bu konuda şunları söyler:

 

“İnsanların beden ve rûh sağlığını olumsuz yönde etkileyen gürültü tamâmıyla modem zamanların sorunudur. Dünyâ Sağlık Örgütü'nün (WHO) belirlediği standarda göre işitme kaybı oluşturabilecek gürültünün şiddeti 85 desibeldir. Uzmanlar ise, büyük şehirlerdeki gürültü şiddetinin 80-100 desibel arasında seyrettiğine dikkat çekerek, kent insanının risk altında olduğunu vurgulamaktadırlar. Gürültü insan vücûdunda bir tepki oluşturmaktadır. Vücutta adrenalin salgısı artmakta, kâlp atışları hızlanmakta, hazım ve salgılar yavaşlamaktadır. Gürültü oluşumu sonucunda tansiyon yüksekliği ve adale kasılmalarının da sıklaştığı ifâde edilmektedir. Gürültü insanlarda sinirlilik ve stres gibi pek-çok psikolojik sorunları da ortaya çıkarmaktadır. Gürültü, özellikle davranış bozuklukları, öfkelenme, sıkılma ve genel rahatsızlık duygusu gibi psikolojik etkiler ile; iş verimini düşürme, konsantrasyon bozukluğu ve hareketlerin engellenmesi gibi performans düşürücü etkilerde de bulunmaktadır. İnsan sağlığını olumsuz yönde etkileyen, endüstri alanlarındaki gürültüler de işçi sağlığını etkileyen faktörlerdendir. Gürültü devamlılığı, işitme organındaki ciddî zedelenmeleri kronikleştirmekte ve ruhsal dengede olumsuz durumlar meydana getirmektedir. Aşırı yoğunlaşma karşımıza kentlerde yaşanan gürültü kirliliğini de çıkarmıştır. Gürültü kirliliği, insanları hem fizyolojik hem de psikolojik etkileyen bir çevre sorunudur. Bütün bu sorunlar hızlı bir şekilde “gelişmekte olan ülkelerde” görülmektedir”.

 

Modernizm ile birlikte barut, elektrik ve motor üretimi ve kullanımı çok aşırı bir şekilde artmıştır. Dolayısı ile gürültü de o oranda fazlalaşmıştır. Bu gürültü uğruna nice güzel ve değerli sesler kısılmış ve duyulmaz olmuştur. Sonuçta Dünyâ, yaşanmaz ve çekilmez bir yer hâline gelmiştir. Barut, elektrik ve motor; Dünyâ’yı yok oluşa doğru büyük bir hızla sürüklemektedir. Barut, elektrik ve motordan oluşan bu temel etkenlere bağlı sonsuz îcatların Dünyâ’da karşılığı yoktur ve Dünyâ bu temel etkenlere bağlı üretime ve de tüketime dayanamaz. Çünkü modern insanın “ihtiyaçları” zannettiği “ihtirasları” sınırsız olsa da, Dünyâ’nın bir sınırı vardır.

 

         Barut, elektrik ve motor Dünyâ’yı öldürmektedir. İnsanlık ölmektedir.

 

Kahrolsun barut, elektrik ve motor. Yuh olsun bunları bir “gelişmişlik” olarak görenlere...

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2018

 

 

 


Devamını Oku »

17 Temmuz 2018 Salı

Para Dîni



“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

Para, dünyeviliğin simgesidir ve târih boyunca insanlar, “para” ile ifâdesini bulan “mal çoğaltma koşuşturmacası yarışı” içerisindedirler. İnsan tabî ki nafakasını kazanmak için çalışacak ve ihtiyâcını karşılayacaktır. Fakat para yada mal kazanma, insanın Dünyâ’da imtihanda olduğunu unutturan en büyük etkendir. Bu nedenle Allah, paranın birilerinin elinde birikmesini, para aracılığı ile insanlar arasında aşırı farklılıkların olmasını ve Kendisine para ile kafa tutulmasını sevmez ve böylelerini alaşağı eder. Bu, târih boyunca böyle olmuştur. Para, kişide mutlakâ olumsuz etkiler yapar ve kişiyi değiştirir. Öyle ki, parayı fazla kazanmış olanların çoğu, kibir âbidesi kesilerek tâğutlaşırlar ve şeytanla ortak olurlar. Meselâ zenginliğin simgesi olan Kârun hakkında Kur’ân’da şöyle denir:

“Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lûtfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 79-82).

Yine, Allah, paranın “servet” ve devlet hâline gelmesini ve birilerinin elinde tekelleşmesine aşırı bir güç olmasına izin vermez:

“Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakın akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).

Malınızı-mülkünüzü heder edin de demez Kur’ân. Dengeli bir harcamadan bahseder:

“Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın” (İsrâ 29).

Servet… “İslâm” kelimesinin yanında durması bile tehlikeli olan bir kelime. Servet denildiğinde ilk-başta anlaşılan şey şu: “Birinde olup da öbüründe olmayan şey”. Peki kimde var?. Birisinde-birilerinde. Bir insanda. O insanda niye var ki?. Neden ve nasıl olmuş?. Diğerinde niye yok?. Neden olmamış ve olmuyor?. Olması iyi mi?.

Paranın dîni olan kapitâlizme göre kendisinde “servet” olmayanlar günahkârdır. Serveti olmayanlar aptaldır, ahmaktır, câhildir, geri kalmıştır vs. Peki İslâm’a göre?.. “Servet anlamında” zinhar bulunmaması gereken bir şey. Tabî ki insanların bir sermâyeleri olabilir ve bu sermâyelerle çeşitli işler yapabilirler ama şu bilinmelidir ki İslâm’da sermâye “küçük sermâye”dir. Kişinin elinde bir-şekilde sermâye birikmiş ise yâni bir miktar sermâyesi varsa onu ya bir-an önce (üç gün) elden çıkarıp paylaşacak, yada bir işte kullanacak. Yâni o sermâye ile bir iş yapacak. Budur yapılması gereken şey. Peygamberimiz: “Elinizde kullanmadığınız 4.000 bin dirhemden fazla para tutmayın, ateştir” der. 4.000 dirhem=12 kilo gümüş=28.500 TL’dir. (1 Temmuz 2018 îtibâriyle). Bu, kişi-başı yıllık ihtiyaç için kullanılacak azâmi paradır). Hz. Ali'nin (ra): “Dört bin dirhemden fazla olan her mal, zekâtı ister verilsin isterse de verilmesin kenzdir” demiştir. Neden böyle olacak peki?. Bir adâlet-eşitlik-kıst sağlansın diye. Biri yerken diğeri bakmasın diye. Allah Kur’ân’da bu konuda şöyle der:  

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

Allah, servet-sâhibinin, servetini kendisinde az olanlarla paylaşmamasını “nîmeti inkâr” olarak görüyor. Peki neden?. Servetin bir zararı mı var ki?. Allah bunun cevâbını şöyle verir:

“Allah’ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar; bilâkis bu, onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirâsı Allah’ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır” (Âl-i İmrân 180).

“Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin-hayâsızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vâdediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir” (Bakara 268).

“Allah'a îman edin ve Resûlü ile birlikte cihada gidin” diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden mal-mülk sâhibi olanlar senden izin istediler ve ‘bırak bizi oturanlarla berâber oturalım’ dediler” (Tevbe 86).

Demek ki servet; cimriliğe, fakirlik korkusuna ve cihadtan, amel ve eylemden uzak durmaya neden oluyor. Kişi, paranın sağladığı “tatlı hayat”tan uzaklaşmak istemiyor. Bu nedenle de dîninden tâviz vermeye başlıyor mecbûren. Aslında cihada gitmek mal ve can kaybı anlamına da gelebiliyor ama, parasıyla baş-başa kaldığında bu sefer de parası elinden gitmesin diye kaygı duyacak ve bin kere ölecektir. Cemil Meriç: “Tek kaygısı para olan bir yığın yaşayamaz” der. Parayı koruma telâşı kişiyi içten-içe çürütür.   

Para, din-dışı seküler ideolojiler olan liberâlizm, kapitâlizm, lâiklik ve demokrasi için “kutsal”dır, para bir mâbuddur. Bu ideolojiler, “para-merkezli ideolojiler”dir. Ellerinden paraları alındığında boş bir çuvala dönerler ve hayâtiyetlerini kaybederler. Artık bir değerleri yoktur, zîrâ tüm değerleri paradır. Bu ideolojiler her türlü işlerini para ile yapmaya programlıdırlar. Meselâ demokrasilerde makam ve mevkîler, ehliyet ve liyâkat ile değil; parayla alınır. Parası olmayan adamın yönetimde bulunması olacak ve katlanılacak bir şey değildir. Parası olanların da yönetimde olmamasına katlanılamaz. Paralı kişilerin her türlü âdiliği ve şerefsizliği de göz-ardı edilebilir. Fakat garibanın en küçük kusuru bile dile dolanır ve utanç vesîlesi kılınır.

Modernizm, dîni bile parayla kontrôl eder. Bu uğurda din-adamlarını, din bilginlerini kafaya alır ve bu kişiler sisteme laf ettirmediği gibi sistemi tüm gayretleriyle korumaya başlarlar. Oysa belki de bir zaman önce o sistemi “küfür” olarak görmekteydiler. Sistem her zaman korunmalıdır ve bu uğurda masraftan da kaçınmamalıdır. Sistem özellikle dîne karı korunmalıdır. Türkiye’de sistemin korunmasının bir ayağı Diyânet İşleri Başkanlığı’dır. Diyânet İşleri Başkanlığı’na ayrılan bütçe 2018 îtibârıyla yaklaşık 8 milyar (8 katrilyon) TL’dir. Bu para aslında, “İslâm’ı hayattan uzaklaştırıp, vicdanlara hapsetme”ye ayrılmış olan paradır.

Peki bu neden böyledir?. Çünkü İslâm hayâta hâkim değildir ve değerler üzerinden bir tasavvur, düşünce, söz, yazı ve amel-eylem yoktur. Niteliksel bir değerlendirme yoktur ve tam-aksine, niceliksel bir değerlendirme ve gidişât vardır. Niceliksel artışlar da önemlidir fakat, niceliksel artışlar niteliklerde olumlu anlamda bir değişiklik yapmıyorsa, beş para etmez. Niceliksel değerlendirmeler ve sistemler, insanları çokluğa kilitler ve “ne kadar çok olursa o kadar iyi olur” düşüncesi öne çıkar ve insanlığı kuşatır. Hâlbuki “çokluk” Kur’ân boyunca olumlu anlamda kullanılmaz. Zîrâ, çokluk bir kuruntudur ve bu kuruntu insanları mala-mülke kilitler ve hapseder. Gandi: “Altın prangalar demir olanlarından çok daha kötüdür” der.

Modern zamanlarda para “en üstün değer” olarak görülür. Hâlbuki para nice değerleri süpürüp götürür. Niceleri para yüzünde değersizleşmiş ve perişân olmuştur. Niceleri de parayla çok değişmiş ve insanlığını kaybetmiştir.

Bâzı günahların cezâsı daha Dünyâ’da iken ödenmeye başlanır. Meselâ fâizle para alanlar, fâiz ödemekle cezâlandırılırlar. İnsanlık târihinde hiç-bir zaman Dünyâ’da şu-anda olduğu kadar para-kapitâl olmadı ama bu para bereketsiz bir paradır. Çünkü fâiz denilen melânet, paranın bereketini alıp götürmektedir. Artık fâize bulaşmamış para kalmamıştır. Modern insan bereket kavramını unuttu da paranın çokluğuna yöneldi. Oysa bereket, paranın sigortasıdır.

Modernizmde tek geçerli ölçünün para olması; modernizmin, matematik-merkezli olmasındandır. Kapitâlizmin âyeti: “Paranız yoksa kıymetiniz yoktur”; Kur’ân’ın âyeti: “Duânız yoksa kıymetiniz yoktur” (Furkân 77) şeklindedir.

Para arttı, ahlâksızlık arttı. Fazla para “paranoid kişilik bozukluğu” yapar-yapıyor. Paranın meftûnu olmuş olan kişiler para-noyaktır. Paranoya; “Abartılı gurur, kuşku, güvensizlik, bencillik” demektir ki çağımızda paranoyanın artmasının nedeni, para-merkezli hayatlardır. Kişi ya paraya kavuşarak afallıyor, yada paranın değiştirdiği hayatlara uyum sağlayamıyor da ağır bir sarsıntı geçiriyor. Tabi bâzen de paraya kavuşamamak yada parayı kaybetmek kişilik bozukluğu yapabiliyor.

“Yoksa âhiretten vazgeçip dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz?” (Tevbe 38) der Kur’ân. Bu, “yoksa âhiretten vazgeçtiniz de, aslında bir imtihan alanı olan Dünyâ’ya yâni paraya ve parayla sağlanan hazlara mı kapıldınız ve râzı oldunuz” demektir. Çünkü modern dünyâda para, bir araç olmaktan çıkarak “en yüce amaç” olmuştur. Dünyâ demek, “para” demek olmuştur.

 “Zarar dosttan yapılır”. “Para dosttan kazanılır” sözü kapitâlist bir sözdür. “Dost”lar arasında paranın lafı olmaz. Para, kitlelerin afyonudur.      

Dünyâ’daki adâletsizliğin nedeni paradır. Biri yerken diğerlerinin bakması bir zulümdür. Üstelik Dünyâ’da câri olan paranın her geçen gün miktârı artmaktadır. Fakat bu artış bir adâlet ve rahatlık ortaya koymadığı gibi, tam-aksine, insanlar arasındaki uçurum günden-güne çoğalıp derinleşmektedir. Hz. Ali: “Bir yoksul aç ise, bunun nedeni zenginin zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır” der.

Peygamberimiz: “Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır” (Tirmizî, Zühd 26, Hadis no: 2337) der.

Aslında insanlar ya harcayamayacakları miktardaki paraları biriktirip dururlar, yada harcayamayacakları kadar çok para kazanmanın hayâlini kurar dururlar. Oysa şu kısa dünyâ-hayâtında çok da paraya ihtiyaç yoktur ve para mezara da götürülemez. Mezara götürülen para, o parayı mezara götürenin işine yaramaz da defînecinin işine yarar belki. Mezara götürülemeyen para, vârisleri oyalar ancak. Fakat mîras olarak bırakılan paranın miktarında, “güzel örnekliğimiz” Peygamberimiz ölçü alınmalıdır. Hz. Âişe şöyle demiştir: “Resûlullah vefâtından sonraya (mîras olarak) ne para, ne pul, ne koyun ve ne de deve bırakmıştır. Hiç-bir vasiyette de bulunmamıştır” (Buhârî, Fethu’l-Bârî, 5/356, 8/148).

Unutmayın ki kefenin cebi yoktur. Zîrâ cennette para geçmez.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Temmuz 2018


Devamını Oku »

10 Temmuz 2018 Salı

Küresel Sapma: Modernizm



“Allah, tevbelerinizi kabûl etmek ister; şehvetleri ardınca gidenler, sizin büyük bir sapma ile sapmanızı isterler” (Nîsâ 27).

İnsanlık târih boyunca çeşitli sapmalar göstermiştir ve her sapma mutlakâ zulme ve şirke yol açtığından, Allah insanları bu sapmalardan kurtarmak için peygamberler ve onlarla birlikte de vahiyler-kitaplar göndermiştir. Sapmalar “insanların ortaya çıkardıkları” şeyler olduğu ve insanlar o sapma üzre hareket ettikleri için, toplumlar genelde o sapmalardan vazgeçmemişler ve nihâyetinde de helâka uğramışlardır:

Andolsun, sizden önceki nesilleri, resûlleri kendilerine apaçık deliller getirdiği hâlde, zulmettikleri ve îman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık. İşte biz, suçlu-günahkâr olan bir topluluğu böyle cezâlandırırız” (Yûnus 13).

Sapmanın nedeni, insanın “nefsine göre yaşama isteği”dir. Öyle ki; nefsin arzu ettiği gibi yaşayanlar, “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız” sözüne göre; yaşadıkları gibi inanmaya ve hattâ yaşadıkları hayat şeklinin en doğrusu olduğunu söylemeye başlarlar ve bunu ölümüne savunmaya kadar götürürler. Artık nefislerinin hoşuna giden ve arzularının istediği gibi yaşamak en ideâl bir yaşam şekli zannedilmeye başlanır. Oysa Kur’ân buna şiddetle îtirâz eder:

“Size ne oluyor?. Nasıl hüküm veriyorsunuz?. Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki “siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak” diye” (Kalem 36-39).

İnsanlık târihinde, sapmalardan kaynaklanan bir zulmün ve şirkin, güzellikle, sessiz-sedâsız, gürültüsüz-patırtısız bertarâf edilip düzeldiğinin bir örneği yoktur. Belki bu sâdece Hz. Yûnus’un ikinci görev yeri olan kavminin durumu bundan istisnâ tutulabilir. Çünkü sapmalar zâten insanların, Allah’ı unuttukları yada hesâba katmadıkları için ortaya koydukları sapıklıklardır ve bu nedenle ondan vazgeçmek kolay olmamaktadır.

Modern ve post-modern zamanlarda bir-şey için insanların ölçü aracı; o şeyden “hoşlanılması”, o şeyin “haz vermesi”, o şeyin “herkesçe kabûl edilip onaylanması”, “o şeye bir îtirâzın olmaması” gibi nedenlerdir. Peki insanların, “doğal olan”ı varken, “sûni ve zararlı olan”ı seçmesinin nedeni nedir?. Meselâ çocuklar kahvaltıda; doğal ve el/ev yapımı bal, pekmez, reçel, peynir, zeytin vs. varken neden bunları yemezler de, ekmeklerine; ne olduğu belirsiz, fabrikasyon bir üretim olan “krem çikolata” sürüp onları yerler ve ana-babalar buna pek de ses çıkarmazlar?. Yine, neden insanlar rahat ve hareket etmeye, oturup-kalkmaya çok daha uygun olan kıyâfetleri giymezler de, her yerlerinden sıkıştıran dar ve kısa kıyâfetleri giyerler?. İki-üç inek alıp baksa çok daha rahat, özgür ve doğal yaşayacağı köyünde kalmaz da, asgari ücretle, bir çeşit “kölelik yapmak” (çalışmak) için, gürültülü, kalabalık, sıkışık, ruhsuz şehirlere gelmek için can atar?. Bu soruları modern zamanların îcatları sayısınca çoğaltabiliriz. Tüm bu modern ürünler ve yaşam-tarzları insanlara medya aracılığı ile gösteriliyor ve özendiriliyor, insanlar gördüklerine ulaşmak istiyorlar ve kıyısından-köşesinden ulaşmakla bile vazgeçilemeyecek alışkanlıklar oluşuyor. Alıştıkları şeyler nefse hitâp eden hoşlandıkları ve haz aldıkları şeyler olduğu için bu alışkanlıkları eleştirmiyor-sorgulamıyorlar ve tabî ki de bu alışkanlıklarından vazgeçmeyi düşünmüyorlar. Hâlbuki Kur’ân’da şöyle denir:

“…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

İnsanlar pek sevdikleri, çok iyi olduğunu düşündükleri, büyük bir ilerlemenin sonucu olarak gördükleri son 250 yıldaki Dünyâ’nın genel durumunu neye göre; iyi, güzel ve hoş îlan ediyorlar?. Şimdiki zamânın önceki zamanlara göre daha iyi olduğunun delîli nedir?.

Bu sorulara aslında bir-kaç kelime ile cevap verilebilir: “Çünkü ‘hayâtı düzenleyenler’ öyle istiyor”; “çünkü biz buna alıştık/alıştırıldık, hiç-bir îtirâzımız da yok”; “çünkü başka alternatif yok” gibi. Büyük kentlere göçmenin nedeni olarak ezberlenilmiş-ezberletilmiş bir cevap: “Köyde çocuklar nasıl okuyacak?”. Acaba köylerini-kasabalarını bırakıp gelenlerin çocuklarının ne kadarı okuyup da (görece) iyi bir yere geldi?. Yine, bir-kısım kişileri şehirlere çeken etken, şehirlerde kolay ulaşılabilen günah çeşitleridir. Bu modern günahlar eskiden olmadığı yada açığa çıkıp yayılma olanağı bulamadığı için ve modern zamanlarda ayyuka çıktığından, mevcut zamanlar görece daha “iyi” olarak görülüyor. Çünkü, çeşitli çıkarlara neden olan bu günahlar insanları cezbediyor. Tüm bunlar “modernizm” bağlamında oluyor.

Modernizm, insanlığın gördüğü en büyük sapmadır. Hz. Âdem’den îtibâren 18. yüzyıla kadar böyle bir sapma yoktu. İnsanlık târihinde hiç olmadığı kadar büyük bir sapma ayyuka çıkmış durumdadır. İlâhi olanın yok sayılıp yada vicdanlara-zihinlere-kâlplere hapsedilip, aklî olanın -ki îmansız akıl “nefsî olan”dır- aşırı bir şekilde öne çıkarılması ve bu düşüncenin tüm Dünyâ’ya dayatılmasıyla sonuçlanmıştır. Tabi bir süre sonra da nefsini ilah edinmiş insanlar bu sapmayı ölümüne savunmaya başlamıştır. Bundan sonra ise ne olacağı pek belli değildir. Ya Allah rahmet edecek ve “örnek bir toplum” ile başlayan bir değişim yaşanacak ve bu değişim tüm Dünyâ’yı etkileyecek; yada Allah insanların böyle bir değişimi yapamayacaklarını, çünkü bunu istemediklerini görecek ve sünnetullaha göre verilen “süre” dolup “kritik eşik” aşılacak ve nihayetinde Allah, kurunun yanında yaşı da yakacak ve Dünyâ, sapmanın büyüklüğü oranında acı bir azâba mâruz kalacak ve belki de bu azap kıyâmetle sonuçlanacaktır.

Bu sapma doğal değildir. Dolayısı ile bu sapmayı evrimin bir sonucu olarak değerlendirmek doğru değildir. Bu sapma bir “projenin” sonucudur. Şeytanın fısıldayıp tâğutların uygulamaya koyduğu bir projedir. Evrimle olduğunu söylemek, bu sapmaya karşı bir direncin olmaması içindir. Küresel bir sapma olan modernizm, aşama-aşama meydana çıkan bir şey değildir. Bir-anda ortaya konulmuştur. İnsanlar bir-anda oluşan böyle bir değişikliğe katlanmak zorunda bırakılmıştır ve bırakılıyor. Modernizm denen bu küresel sapma, özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra hızlı bir şekilde bir dayatmayla ortaya konmuştur. 90’lardan sonra liberâl kapitâlizmin rakipsiz kalmasıyla da ayyuka çıkmıştır. Bu yüzden toplum buna şimdilik tam anlamıyla ayak uyduramamıştır çok şükür. Fakat günden-düne adapte olmaya başlamıştır. Özellikle İslâm ve doğu toplumları bu durumdan şikâyetçidir. Hele ki yaşlılar, en çok da onlar bu hızlı değişime ayak uydurmadıkları için, modern kentlerden kaçıp gitmek istemektedirler.

İster kendi isteği ile olsun, ister isteği dışında, müslümanlar böyle bir dünyâ ile karşı-karşıyadır. İçinde yaşadığımız toplum budur. 20. ve 21. yüzyılın câhiliyeti, toplumu gerek zorla ve gerekse cezbederek bu noktaya getirmiş ve Allah yolundan ve ilâhi nizâmından uzaklaştırmıştır. Bu sapma yönünde gelişen ve tekâmül eden Dünyâ’da müslümanın görevi; normâl ve doğal olarak değişip gelen şeylerle, yapay metodlarla değişip gelen şeyler arasında yâni İslâm’la ilgisi bulunmayan, câhiliyetin ortaya çıkardığı sebeplerle meydana gelenler arasında bir “ayrım” yapmaktır. Bu ayrımda müslümanın yegâne mercî Allah’ın kitabı ve şüphesiz onun yanında da Resûl’ün “güzel örnekliği” olan sünnetidir.

Modernizmin ortaya koyduğu bu ağır sapmanın bir-çok müşterisi vardır ki, bunlar seküler, lâik, demokratik ideolojilerin bağlılarıdırlar ve bu durumdan çok memnundurlar. Tek dünyâlı olan bu kesimin bu nefs-merkezli olan bu sapmaya meftûn olmalarını bir nebze anlayabiliyoruz. Fakat bizim müslümanlara ne oluyor?. Âhiretteki cenneti unutup da post-modernizmin Dünyâ’da kurduğu “cennete” onlar da mı kapıldılar?. Onlar da mı büyülendiler bu görüntülere?. Hem de âhiretteki cennete rağmen. Âhiretteki cennet yerine bu Dünyâ’daki cennet için yapılan “yarışlar” insanın başını döndürüyor, kâlbini karartıyor ve rûhunu daraltıyor, aynı-zamanda büyük umutsuzluklara dûçar ediyor. Hâlbuki Allah:

“Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) çaba gösterip-yarışın ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne îman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sâhibidir” (Hadîd 21) diyerek âhiretteki cennete kilitler mü’minleri.

Fakat müslümanlar (mü’minler değil), kendilerini modern zamanların bilim ve teknoloji ile renklendirilmiş dünyâsına öyle bir kaptırmışlar ki, kendilerinden geçmişler. “İyi olmayan hiç-bir şey yok”, “ilerlemeyen hiç-bir şey yok”, “her-şey çok gelişmiş” cümleleri müslümanların da dillerine pelesenk olmuş. Nihâyetinde öyle bir duruma gelinmiş ki, sanki; “Allah bile kullarından işte tam da böyle bir Dünyâ istiyordu” denilecek. Allah sanki -hâşâ- bu modern sapmayı onaylıyor. Allah şimdi murâdına erdi mi yâni?. Allah -hâşâ- sanki kullarının elindeki akıllı telefonlarla internette fink attıklarını görünce onlardan çok hoşnut ve râzı. Mağdurlar dese ki; “ama modern sapma yüzünden bu duruma gelmenin bedelini birileri çok ağır ödedi-ödüyor”; hemen deyiverecekler ki; “kader”. -Hâşâ- sanki Allah da “Makyavelist” bir düşünceyle şöyle diyor: “Amaca-hedefe ulaşmak için yâni mevcut ve sözde gelişmiş böyle bir dünyâ kurmak için bu bedellerin ödenmesi gerekir”. Peki bu bedelleri kim ödeyecek?. Tabî ki; toplumun en garibanları, fakirleri, güçsüzleri, “yeryüzünün lânetlileri”..

Eskiye göre “şimdi”nin daha iyi olduğunun delîli nedir?. Meselâ deniyor ki; “eskiden vebâ vardı ve insanlar ölüyordu, şimdi aşılarla bu önlendi”. Bir-çok şey gibi bu da bir yanılgıdır. Dünyâ’nın modern hâlinin çok gelişmiş olduğunu söyleyenler özellikle tıp alanında büyük bir ilerlemenin olduğunu söylerler câhillikle. Aslında eskiye göre değişen pek bir şey yok. Dünyâ Sağlık Örgütü (WHO) 2015 yılında 13.000 kişinin domuz gribinden öldüğünü açıkladı. (Bunlar resmî rakamlar. Gayr-ı resmî rakamlar çok daha fazla).  Hem de bu ölümlerin 7.000’i -güyâ en gelişmiş ülke olan- ABD’de yaşandı. Daha önceki yıllarda ölü sayısı daha fazla idi. “Doğal bağışıklık” ile birlikte azaldı gripten ölüm oranı. Aslında son 100 yılda gripten ölenlerin sayısı yaklaşık olarak 150 milyon. Üstelik aşı-maşı hiç-bir fayda sağlamadı. Daha, gribin bile önlenemediği bir Dünyâ’da “eskiden vebâ vardı” demek ne derece önemlidir ki?.

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır” (Rûm 41).

Modern sapmanın ortaya koyduğu silahlara hayrân olanlar, o silahlarla nice mazlumların acı içinde öldüklerini düşünmüyorlar da diyorlar ki: “Nokta atış yapabiliyor, kıtalar-arası menzili var, tankı bile delebiliyor” vs. Parası çok olanlar savaşı kazanıyor, yoksa kahramanca savaştıklarından olanlar değil.

Modernizm “eski” olandan nefret eder ve eskiyi ilkel olarak görür. Meselâ “at”ları ele alalım.. Atlara şöyle karşıdan bakınca görülen şey; tam da insana göre, insan için yaratılmış, sırtı insanın oturmasına göre ayarlanmış, uzun koşulara-yürümelere müsâit olduğu görülür. Tam da insana uygun yaratılmıştır atlar. Üstelik masrafsızdırlar. Otla beslenirler ve dışkıları sorun teşkil etmez. İnsanla duygusal bağ kurabilirler. Üstelik kendileri artık iş yapamayacak hâle gelince yavrulayarak, yerine birden fazla atlar bırakırlar. Fakat atlardan vazgeçilip onun yerine çeşitli modern taşıtlar üretildiğine ve Allah’ın da “görece” bunu istediği söylendiğine göre; Allah artık atlardan vazgeçmiş ve onun yerine araba, gemi, uçak, tren mi yaratmıştır?. Fakat atlar da hâlen yaratılıp durduklarına göre atların yaratılmasının devâm etmesini neye yoracağız?. Bu kadar at ne olacak?. İnsanlığın vâr-olduğu tüm zamanlarda vâr-olan ve insanların en yakın arkadaşı olan atlar ne işe yarar?. Türkiye’de 150.000 tâne at olduğu söyleniyor. Dünyâ’da 350’nin üzerinde at türü vardır. Şimdi bu kadar at ne olacak?. Bütün atları yarış-atı yapacak değilsiniz ya!. Kullanılmayan atlar ve de eşekler mecbûren sucuk ve sosis oluyor. Amacına uygun olarak kullanılmayan şey, amacına aykırı bir şekilde kullanılmaya başlanır çünkü. 100 yıllık îcad ömrü olan otomobil, insanlıkla yaşıt atlara tercih ediliyor ve otomobiller için 15-20 yıllık ömürler ipotek edilebilirken ve onlar için bir-çok masraflara girilirken; bir zamanlar insanların ellerinin bir uzantısı olan ve ekmek-su istemeyen masrafsız atlardan korkuluyor. Arabalar, uçaklar, trenler, tanklar, toplar vs. hep ağır bakım masrafları ve vergileri olan araçlardır. Oysa atların ve eşeklerin hiç-bir masrafları yoktur. Kezâ develer de böyledir. Lütfi Bergen, “Atlar Boşuna Yaratılmamıştır” yazısında şunları söyler:

“Seküler zamanlar için seküler vahiy indirilmez. Vahiy indirildiğinde bir sonraki peygambere değin geçerli olan ahkâm, din belirlenir. Kur’ân hatem’ûl enbiyâ olan Hz. Peygamber’e indirildiğine göre tamamlanmış bir kitaptır. Seküler zamanları da kapsayan hükümlerle gelir. Kur’ân şimdiki döneme indirilseydi bu dönemin şartlarına göre indirilmezdi. Kur’ân milâdi 610 yılında indirilmeye başlanmıştır. Allah katında zaman bizim yaşadığımız zaman değildir. Bu nedenle Kur’ân’ı Allah’ın insanlıkla zamansız konuşması olarak görmek kaçınılmazdır. ‘Kur’ân bu-gün inseydi bu-günün şartlarına göre inerdi, zîrâ o zamanki toplumla bu zamanki toplumun kavrayış ve yaşayışı bir değil’ şeklindeki ifâde şu nedenle eksik bir çıkarıma dayanıyor: Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde Roma ve Îran uygarlıkları bulunuyordu. Dolayısıyla inen vahiy o çağda yaşayan ‘ileri’ uygarlıkları da kendine muhâtap edinmişti. Hz. Peygamber’in yaşadığı zamanı ‘ilkel’ görmek Hz. Peygamber’i bedevi sayan batı tasavvurunun (oryantâlizmin) yeniden üretilmesi demektir.

Kur’ân’ın bin türlü tefsiri yapılabilir. Diğer taraftan Kur’ân’ın sentetik, toplumdan-topluma değişebilen, zamandan-zamana değişebilen bir vahiy olduğunu düşünmek Kur’ân’a müdâhale etmektir. Kur’ân kendisine şeytanların dokunamadığını beyân etmektedir. Bu nedenle o çağlar-üstüdür. Bu-gün inseydi ve tıpkı Mûsâ’ya verildiği gibi ‘levha’ olarak yeryüzüne bırakılsaydı 610 yılında indiği gibi indirilecekti. Kur’ân bu-gün inseydi ‘mercedes’ demeyecekti. Otomobilden de bahsetmeyecekti. Kur’ân’ın binek olarak hayvanlardan bahsetmesi bilinçli bir tercihtir. İnsanın ‘zamânın şartları’ diyerek ululadığı şey paganizmdir. Kur’ân’ın binek olarak at’ı (hayvanları) öne sürmesi tarım-toplumunun, insanlığın görmüş ve göreceği en üst îmar-bereket-umran seviyesi olmasındandır. Otomobil kıtlıktır. Atlar boşuna yaratılmamıştır.

İnsanın asfalt gibi bir malzeme üretmesi, atom bombasını îcâdı, betona yaslanarak ev-binâlar yapması Allah’ın murâdı değildir. Tabiatı bozmak insanın bozgunculuğuna ilişkin bir sapmadır. Bu nedenle yaşadığımız Dünyâ’nın koşullarına göre vahyin kendini ‘ayarlayacağını’ düşünmek, Allah'ın zamânın peşinde koştuğunu söylemekten farksızdır”.

Şu âyet, devri geçmiş bir âyet değildir:

“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infâk ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız” (Enfâl 60).

Çünkü o zaman şu âyette bahsedilen atlar da modern taşıtlar şeklinde yorumlanmalıdır:

“Kadınlara, oğullara, kantar-kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar, dünyâ hayâtının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır” (Âl-i İmran 14).

Tabî ki şu-anda modern silahlara karşı kılıç-kalkanla meydana çıkacak değiliz. Biz de modern silahlar edinmeliyiz. Fakat bu durum bir sapmanın (modernizm) sonucu olarak böyledir. Yoksa modern silahlar meşrû olduğu için değil.

Modernizm insana çok ağır bir yük getirmiştir. İnsan her yönden ağır bir kuşatma altındadır. Doğumundan ölümüne kadar -aldığı her nefes de dâhil- kontrôl edilmekte yada kontrôl edilmek istenmektedir. Bu kuşatma, insanı modern sapmaya göre yönlendirmek istendiği için yapılmaktadır. Zîrâ şeytanın uşaklığını yapan tâğutlar bu sapma ve kontrôle göre üretip satmaktadırlar ve servetlerine servet katmaktadırlar. İnsan bu kuşatmayı yaramadığı gibi, bu kuşatmaya katlanamaz da. İntihar vâkâlarının artmasının bir nedeni de budur. “Çıta” çok aşırı yükseltilmiştir ve daha da yükseltmenin plânları yapılmaktadır. Oysa insan zayıf bir varlıktır ve bu nedenle Allah, insanın yükünü hafifletmek ister:

“Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) İnsan zayıf olarak yaratılmıştır” (Nîsâ 28).

İşin üzücü ve de kahredici tarafı da şudur: Bu sapmayı düzeltip tekrar yoluna koyacak olanlar ancak müslümanlar olacak olmasına rağmen, müslümanlar da bu sapmaya uymaya başlamış, modern sapmaya uymuş ve sapmayı başlatanların güdümüne girerek, sapmayı bizzat kendisini savunmaya başlamışlardır. Oysa böyle bir sapma müslüman nesillerde daha önce hiç görülmemişti. Muhammed Kutup’un dediği gibi: “(Müslümanlar) dilleriyle ‘lâilâheillallah’ diyorlar, sonra da ruhlarında hiç-bir sıkıntı duymadan Allah’tan başkasının buyruklarına uymaktan çekinmiyorlar. Bu, nâdir rastlanan yepyeni bir cehâlet türüdür”.

İnsan hayâtı değişti; yemesi-içmesi, giymesi, gezmesi, oturması-yatması-kalkması, düşüncesi, konuşması, hedefi vs tümden değişti ve başkalaştı. Artık insan, o bilindik “insan” değildir. Bu küresel ağır sapma olan modernizm, insanı insanlığından çıkardı. Onu bir robota, bir hayvana, bir asalağa çevirdi.

Modern insanın, huzûrundan başka her-şeyi var. Oysa insan, “yarı-mahrûmiyet”e uygun olarak yaratılmıştır. İnsan ancak o zaman mutlu-huzurlu olabilir. Zîrâ insan, cennete ayarlıdır. Cennet özlemiyle teselli bulur ancak. İnsanın özlemi ve hedefi kaybolunca, insan “psikolojik bir vâkâ” hâline gelmiştir.

Modernizm denen küresel sapma, “dinden yâni İslâm’dan sapma”dır. Dolayısıyla bu sapmanın İslâm’sız düzeltilebileceğini zannetmek büyük bir ahmaklıktır. O değiştirme ve düzeltme illâ ki İslâm ile olur. Çünkü İslâm’ın kökeninde “klâsiklik” vardır, doğallık vardır. Modernizmin panzehiri; klâsizimdir, doğallıktır, normâlliktir. Yâni fıtrî olandır.  

Evet; bu sapmadan kurtulmak için “fabrika ayarları”na dönmek şarttır. Fabrika ayarlarına dönmek ise, ancak Kur’ân ve Sünnet ile olur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2018


Devamını Oku »

Akıl, Gayb, Îman



“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100)

“De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Onlar ne zaman dirileceklerinin şuuruna varmıyorlar” (Neml 65).

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

“Îman etmek çok büyük bir nîmettir ve kişiyi îmâna ulaştıracak olan şey akıl ve aklı kullanarak yapıp-ettikleridir. Aklederek ulaşacağı sonuç ile sahih îmânın kapısına varır insan. Aksi-takdirde körü-körüne bir îman söz-konusu olur. Yûnus 100. âyet, akıl ile îmânı alâkalandırır ve îman etmeyenler, ya akıllarını kullanamazlar yada akıllarını kullanmalarına rağmen, “Allah onları îmâna lâyık bulmadığı için” îmân edememektedirler. O hâlde akıl ve akletmek, kişiyi ancak îmânın kapısına kadar getirip bırakır ve artık o noktada kişi, îmânın kendisine mutlakâ yükleyeceği bedeli kabûl ederek yada etmeyerek, îman eder yada etmez. Îmânın bedelini ödemeyi göze alamayanlar, îmâna lâyık olmamış olurlar ve çok cins bir akla sâhip olsalar bile îman edemezler:

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu, yalnızca “aktarılarak öğrenilen” bir büyüdür” dedi. “Bu, bir beşer sözünden başkası değildir dedi” (Müddesir 18-25).

Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra Kur’ân’ın diline aslında hayran olmasına rağmen kendisine yükleyeceği sorumluluk yükünden olsa gerek, onun inkâr etti. Zîrâ anlıyor ki, Kur’ân’ı kabûl ettiğinde bir-çok şeyden vazgeçmesi gerekecek.

Kur’ân zihinlerden başka, kâlplere de hitâp eder. Kâlben bir türlü tatmin ol(a)mayanlar, Kur’ân’ın sonsuz yorumlarına ve etimolojik değerlendirmelerinde boğulurlar. “Kâlpleri-yürekleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?. Aslında bir şeyi anlamak/kavramak/fıkh-etmek zihin ile değil, kâlp ile olur ki bahsettiğimiz kâlp, “akleden kâlp”tir:

“İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu fıkh-etmelerine engel olmak için kâlplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. (Onlar) her mûcizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle tartışırlar; o kâfirler: ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler” (En-âm 25).

Kur’ân’a akıl erdirmelerine rağmen bir türlü îmân edemeyenler, Kur’ân’da bir çelişki ve yetersizlik gördüklerinden değil, Kur’ân’ın istediği, fakat ancak îmanlı kişilerin kabûl edebilecekleri İslâmî hayat-şekline râzı ol(a)mamalarından dolayı îman etmiyorlar. İşte budur kişiyi îman etmekten alıkoyan. Yoksa sorun “akıl erdirememek” değildir. Çünkü Kur’ân, okunduğunda kolayca anlaşılabilecek bir kitaptır. O hâlde akıl, kişiyi yalnızca îmânın kapısına kadar getirebilir. Akılla îman edilmez, “yürek” ile îman edilir. Îman, akıl işi değil, yürek işidir. İbni Haldun akıl konusunda şunları söyler:

Aklın bir sınırı vardır ve bu sınırı aşıp Allah’ı ve sıfatlarını (bütün boyutlarıyla) idrâk etmeye yönelmemesi gerekir. Çünkü akıl, Allah’tan gelen varlık zerrelerinden sâdece bir zerredir. Buradan, bu gibi meselelerde aklı nakilden üstün tutanların düştükleri yanlış, anlayışlarının yetersizliği ve görüşlerinin çürüklüğü anlaşılmış olur. Evet, böylece senin için bu meseledeki doğru açıklığa kavuşmuş oluyor. Dolayısıyla (araştırılan) sebepler, idrâkimizin ve varlığımızın sınırlarının dışına çıktığında, artık bilinip anlaşılmazlar ve böylece akıl, vehimler çölünde yolunu kaybedip sapıtır ve biter. Öyleyse tevhid, sebeplerin ve onların etkilerinin mâhiyetinin idrâk edilmesinden âciz kalmak ve bütün bunları, onların yaratıcısına ve ilmiyle onları kuşatana havâle etmektir. Sıddıklardan birinden nakledilen şu sözün anlamı da budur: İdrâk etmekten âciz olmak, idrâk etmektir”

Akıl ve aklı kullanmak çok önemli olmasına rağmen, aklın da bir sınırı vardır ve akıl, daha varlık âlemini bile kesin olarak idrâk edip de açıklayamaz. Abdulhamid ebu Süleyman: “Evrende vâr olan şeyler arasındaki sonsuz ilişki, insan zihninin kavrayışının ötesindedir” der. Ömer Hakan Yavaşoğlu ise şöyle der:

“Günümüzde mevcut kâinâtın henüz sâdece %4’ünün tesbit edilebildiğine ve geri kalan %96’sının ise ne olduğu bilinmediğine göre, bu görünmeyen/gaybın aslında belki de hakîkate işâret ettiğine inanan bilim-adamları, şu-anda hâlâ mevcut bilinen %4’ün sınırlarına ulaşmaya çalışıyorlar.

Evrenin sırlarını beş duyu ile açıklamak zordur. Bu yüzden insanlar farklı kanallardan gerçeklere ulaşmaya çalışırlar. Kişiyi gerçeklere götüren birinci yol, deney-gözlem, ampirik yaklaşımdır. Nöropsikiyatrinin ve pozitif bilimin ilgi alanıdır. İkinci yol, akıl yürütmedir. Teorik pozitif bilim ve din-biliminin, sosyâl bilimler ve psikiyatrinin ilgi alanıdır. Gerçeğe götüren üçüncü yol, önsezi ve sezgi’lerdir ki bunlar din bilimlerinin dışında bugün nöropsikiyatri’nin de ilgi alanı olmuştur. Dördüncü yol, inançtır. Diğer üç yolla açıklanamayan durumların açıklanmasına yardımcı olur, örneğin nöro-psikoloji de artık bu alanla ilgilenmektedir”.

Bizim gözümüz “mutlak olan”ı görmeye programlanmadığı gibi, aklımız da “mutlak olan”ı idrâk etmeye programlı değildir. Bu nedenle daha varlığı bile net olarak idrâk edip de açıklayamayan akıldan, gaybî konuları açıklayabilmesini beklemek abestir. Bakın 1.400 yıldır okunan Kur’ân, bir anlamda gayb ve dolayısıyla îman ile ilgili olduğundan, onu anlama işi bitirilememiştir ve de bitirilemez. Gaybın özelliği budur. Gayb çok-boyutlu ve derinlikli olduğundan dolayı, sâdece üç veyâ dört boyutlu olan varlığı anlamlandırabilme kapasitesine sâhip olan akıl, gayb konusunda çâresizdir. Zâten akıl, daha kendisinin yâni aklın ne olduğunu bile açıklayamaz. Bu nedenle akılla her-şeyin çözüleceğini söylemek yanlıştır ve de “îmânı iptal etmek” demektir. Öyle ya; akıl ile her-şeyi çözebileceksek îmâna ne gerek var?. Hattâ artık tevekküle (Allah’a ısmarlamak) bile gerek kalmayacaktır.

“Dediler ki: ‘Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

Bir milyon tâne akıl, bir milyon yıl uğraşsa da, gayb hakkında “Allah’ın bildirdiğinden başka”sını akledip de bilemez. Çünkü akıl gaybı idrâk edemez. Böyle bir yetisi ve gücü yoktur. Bu nedenle de akıl gayba bağlıdır. Gayb demek “îman” demektir. Çünkü îman “gabya îman”dır. Bu gayb meselâ vahiydir. Vahyin açıklamadıklarını ve onaylamadıklarını akıl istediği kadar açıklamaya çalışsın, o açıklama yine de yanlıştır ve geçersiz olacaktır.

Akıl her zaman doğru sonuca ulaşamaz. Meselâ vahiy, “Allah’tan başka hüküm koyucu olmaması” gerektiğini söylerken, akıl, meclise, “beşeri hüküm” koyması için 550 tâne milletvekîli gönderir ve bunu mâkûl bulur. Bu da vahyin tahrif ve tahrip edilmesi demektir. Vahyin tahrif edilmesi tüm zamanlarda, gaybın ve vahyin kendisinin “akılla bilinmek ve açıklanmak” istenmesiyle başlar. Tabi açıklanamadığı yerde de uydurmalar başlar.  

Akılla tüm bilgiye ulaşılabileceğini zannedenler, “Allah’ın bilgisine ulaşılabileceğini” söylemiş olduklarının farkında değildirler. Oysa bırakın insanları, melekler bile Allah’ın bilgisine muttalî olamazlar. Hâlbuki melekler de gaybın konusudur. Gaybın konusu olan melekler bile Âdem’in yaratılış nedenine akıl erdiremiyorlar da, bunu Allah’a soruyorlar:

“Hani Rabbin, Meleklere: ‘Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife vâr edeceğim’ demişti. Onlar da: ‘Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi vâr edeceksin?’ dediler. (Allah:) ‘Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim’ dedi” (Bakara 30).

Demek ki insan bir akla sâhip diye her-şeyi bilecek değildir. Aksi-hâlde aklını, dolayısı ile kendini ilahlaştırmış olur. Aynen, modern Dünyâ’nın aklı ve dolayısı ile insanı ilahlaştırdığı ve bundan dolayı ilâhi olandan vazgeçip, insanı merkeze aldığı gibi. Tabi bu durum çeşitli adâletsizlikleri ve zulmü yâni şirki ortaya çıkarmıştır-çıkartmaktadır. 

Akılla başlayıp, “akleden kâlp”e geçilmedikçe yâni îmâna geçilmedikçe ilim kemâle ermez. Akleden kâlbe sâhip olanlar, “îman edenler”dir. İş “akleden kâlb”e bırakıldığında bir meselede “leb” demeden leblebi idrâk edilir ve akılla meselâ 1 ayda ulaşılan şeye îcâbında tek bir günde ulaşılabilir. Artık bir “Furkân” kesbedilmiştir ve Furkân ile meseleler kolay idrâk edilebilir. Peki idrâk edilecek olan nedir?.

Kur’ân’ın bir rûhu, bir şuuru vardır ve anlaşılması bilinmesi gereken şey de budur. Başta Peygamberimiz olmak üzere sahabe işte bu rûhu idrâk edip bilmişti. Bu rûha ulaşmanın yolu Kur’ân’ın âyetleri (yada âyet grupları) sayısıncadır. Her âyetinden çıkılarak bu rûha ulaşılabilir. Çünkü o rûh Kur’ân’ın tümünü kuşatmıştır. Yoksa kelimelerin bizzat lafzı değildir Kur’ân’ın tamâmı. O lafızlar Kur’ân’ın rûhuna ulaştırmak içindir ve o rûh da bilgi-bilinç-eylem-devlet-medeniyet sürecine dâvet eder ve sokar kişiyi. Fakat bu sürece, ancak aklını kullandıktan sonra, îmâna erenler dâhil olabilir.

Zâten İlâhi olanın dilini, “beşerî olan”ın diline tam olarak aktaramazsınız ve bu konuda bir uzlaşma sağlayamazsınız. İlâhi olanın mutlak idrâki, insanın mukayyet sınırlı idrâkine sığmaz çünkü. Fakat ilâhi idrâk, yine “tam anlamıyla idrâk edilemeyecek olan hayat”ın içinde “amel olarak” gözükebilir ki, insanın amacı ve hedefi de, vahyi yorumlamaktan ziyâde, “hayatta görünür kılmak”tır. İlâhi olanın dili, amele-eyleme aktarılabilir. Lâkin vahyi amele-eyleme yâni hayâta aktaracak olanlar da, “îman edenler” olacaktır. Zîrâ akıl her zaman amele-eyleme yönlendirmez ama îman mutlakâ yönlendirir. Çünkü “îman” demek, “amel” demektir. Yoksa kuru-kuruya îman “îman” değildir:

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2). İslâm’a yapılacak en büyük hakâret, onun kuru-kuruya “sâdece îman edilecek” bir din olduğunu söylemektir.

Bilmek amele yönlendirmiyor ama îman amele yönlendiriyor. Îmânın akla üstünlüğü bu sebepledir. Zâten o yüzden “îman eden ve sâlih amel işleyenler” deniyor da; “akledenler ve sâlih amel işleyenler” denmiyor. Çünkü akıl kişiyi îmânın kapısına kadar getirip bırakıyor ve bundan sonra bir adım bile atamıyor.

Teslimiyetten (îman) doğan basit araçlar, teknolojinin üstün araçlarını alt edebilir. Bunun en iyi örneği, Firavun’un sihirbazlarının üstün teknolojik araçlarının, Hz. Mûsâ’nın “âsâ”sı tarafından yok edilmesidir.  

“Sağ elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hîlesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz. Bunun üzerine büyücüler, secdeye kapandılar: ‘Hârûn’un ve Mûsâ’nın Rabbine îman ettik’ dediler. (Firavun) dedi ki: ‘Ben size izin vermeden önce O’na inandınız öyle mi?. Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O hâlde ben de ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azâbı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız. Dediler ki: ‘Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla tercih edip-seçmeyiz. Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünyâ-hayâtında hükmünü yürütebilirsin” (Tâ-hâ 69-72).

Hiç kolay değil aslında; tüm bilgi-birikimini, inancını değiştirmek ve ölüm pahasına bir zorbaya karşı gelmek. Peki bunu sihirbazlara yaptıran neydi?. Akılları-zekâları-beyinleri mi?. Hayır, çünkü onlar zâten eskiden bêri bunlara sâhiptiler. Başka bir şey olmalı bu. Sihirbazlar akıllı-zeki kişiler olmasına rağmen îmâna ulaşamıyorlardı, fakat bir mûcize yetiyordu onların o güçlü îmâna yönelmeleri için. Demek ki Hz. Mûsa ve Hârûn’un söyledikleri vahiy üzerinde araştırmalar yaptılar ve onu derinlemesine düşündüler. İçten-içe söylenenlerin doğru olduğunu anladıkları hâlde zekâları yetmedi îmâna. Gönüllerinin tatmin olması için bir görüntü gerekiyordu, o da mûcize ile gerçekleşti. Mûcize kâlplerini etkiledi ve îmâna ulaştırdı onları. Sürekli akletmek üzerinde oldukları için olağan-üstü bir durum onları bir-anda îmâna ulaştırmaya yetti. Akıllı oldukları için, akılsızlar gibi “üstün bir sihirbazlık bu” demediler. Onun sihir olmadığını hemen anladılar. Açıklayamadıkları şey “başka bir şey”di ve onun ancak üstün bir kudret ile alâkalı olabileceğini anladılar. Dolayısı ile hemen secdeye kapandılar.

İşte îmâna ulaşmak böyle bir süreçle olur ancak. Îmâna ulaşan yerinde duramaz. Harekete-amele geçmek için sabırsızlanır durur. Bu rûh-idrâk kavranılmadıkça kişide bulunan şey îman değil, inançtır. Çünkü akıl ancak inanca ulaşabilir, îmâna değil. Fakat îmâna ulaşmak için inançtan ve akıldan yola çıkmak gereklidir ve makbûldür. O rûhu idrâk etme süreci böyle işler. Kur’ân bu nedenle: Yâ eyyuhellezîne âmenû, âminû billâh. “Ey îman edenler îman edin” der. Yâni “ey gerçek îmâna ulaşmamış olduğu için eyleme-amele geçemeyenler!, îmân edin de İslâmî bir eylemde-amelde bulunun” demek ister. O hâlde îmânın delîli çok akıllı olmak değil, amel ve eylem üzre olmaktır. Zîrâ kişiyi Allah için olan amel ve eyleme ancak îman yönlendirir. 

Vahyi de en iyi idrâk edebilecek olanlar, îman edip de aklını kullanacak olanlardır. Îmân etmemiş olan akıl, onu idrâk edemez. Zâten îman edememesinin nedeni de budur. Allah’ın âyetlerinde, akleden kâlbe ulaşmak için îmandan akla doğru bir süreç vardır:

“Elif, Lâm, Mim, Râ. Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Ve sana Rabbinden indirilen haktır. Ancak insanların çoğu îman etmezler. Allah O’dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istivâ etti ve Güneş ile Ay’a boyun eğdirdi, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, âyetleri birer-birer açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız. Ve O, yeri yayıp uzatan, onda sarsılmaz-dağlar ve ırmaklar kılandır. Orada ürünlerin her birinden ikişer çift yaratmıştır; geceyi gündüze bürümektedir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten âyetler vardır. Yeryüzünde birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde (ki verimde ve lezzette) bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda aklını kullanan bir topluluk için gerçekten âyetler vardır” (Ra’d 1-4).

Demek ki “sahih akıl”a yâni akleden kâlbe ancak îman edince ulaşılabiliyor ve bu akıl kullanılabiliyor.

Aklın belli bir noktadan sonra yetmediğinin delîli, vahye mutlakâ ihtiyaç duymasıdır. En saf ve temiz akla sâhip olan Hz. Muhammed, vahiy gelemeden önce, aklını kullanabilmesine rağmen, (çünkü uluslar-arası ticâret yapabilecek bir kapasitedeydi) ne yapacağını bilmez hâldeydi:

“Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip iletmedi mi?” (Duhâ 7).

Demek ki gaybın ne olduğuna dirâyetle ve akıl yürütmeyle ulaşılamaz. O sâdece Allah’ın bildirdiği kadardır. Şu âyetler, akıl yoluyla gaybın bilinemeyeceğini ve aklın sınırının, gaybın kapısı olduğunu söyler:

“Allah sizi gayb üzerine muttalî kılacak değildir” (Âl-i İmran 179).

“Size Allah’ın hazîneleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben, bana vahyedilenden başkasına uymam” (En-âm 50).

“Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez” (En-âm 59).

“Onlar, Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) bir haşyet içindedirler ve onlar, kıyâmet saatinden içleri titremekte olanlardır” (Enbiyâ 49).

“Sen, yalnızca gayb ile Rablerinden ‘içleri titreyerek-korkmakta’ olanları ve dosdoğru namazı kılanları uyarırsın” (Fatır 18).

“Yoksa gayb (bilgisi) onların katında mıdır, böylece yazıp-duruyorlar?” (Tûr 41).

“Gerçek şu ki, Rablerinden gayb ile (O’nu görmedikleri hâlde) içleri titreyerek-korkanlara gelince; onlar için bir mağfiret (bağışlanma) ve büyük bir ecir vardır” (Mülk 12).

“O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazînesini) kimseye açık tutmaz (ona muttalî kılmaz)” (Cin 26).

Muhammed Celil: “İki türlü  “gayb” vardır: 1-Mutlak gayb ve 2-Mukayyet/izâfi gayb” der ve açıklamasını şu şekilde yapar:

1-Mutlak gayb: Allah bu alanı, elçileri de dâhil herkese kapatmıştır. Bunu duyular ve araştırmalarla bilmeye kimsenin gücü yetmez. Ancak gaybın sâhibi olan Allah’ın elçileri vâsıtasıyla ne kadar bildirmişse o kadarını bilebiliriz. Allah’ın varlığı, cennet, cehennem, kıyâmetin saati, melek bu nevidendir. Bu konuda gayba îman edenler, Allah’ın bildirdiği kadarıyla yetinmek zorundadırlar. Bu gayba taş atmak insanın başını belâya sokar.

2-Mukayyet/İzâfi gayb: Çalışmakla, çabayla elde edilebilir (görece) gaybtır. Eşyânın tabiatı, yer-altı kalıntıları(arkeoloji), bir duvarın arkası, kapalı bir nesnenin içi. Bize izâfi gaybtır”.

Ahmet Sihrindi bu konuda şunları söyler:

“Eğer peygamberler gönderilmeseydi, akıl, Allah’ın varlığını anlayamaz, O’nun büyüklüğünü kavrayamazdı. Nitekim kendilerini akıllı sanan eski Yunan filozofları, Allâh-u Teâlâ’nın varlığını anlayamadılar. Yaratanı inkâr ettiler. Kısa akılları her-şeyi “zaman” yapıyor sandı. Nemrud’un, Hazreti İbrâhim ile çekişmesi Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir. Firavun da, “Benden başka tanrınız yoktur” demiş ve Hazreti Mûsâ’yı, “benden başka tanrıya inanırsan, seni hapsederim” diye korkutmak istemişti. Demek ki, insanların kısa akılları, bu en büyük nîmeti anlayamaz. Bir peygamber olmadıkça, bu sonsuz saadete kavuşamaz”.

Allah’ın apaçık hükmüne rağmen akıl üretmek “akıllılık” değil “akılcılık”tır. Şeytan, Allah’ın secde emrine akıllık edip de uymadı ve akılcılık edip secde etmekten kaçtı. Şeytanı örnek alan modern insanlar da “akıllılık” yerine “akılcılık” yaparak gaybı boş yere taşlayıp durmaktadır. Oysa apaçık hüküm varken o hüküm üzerinde akıl yürütmek vahye aykırıdır:

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

Gaybı, gaybî varlıklar olan cinler bile anlayamamıştı. Hz. Süleyman’ın öldüğünü cinler bile anlayamadılar, çünkü gaybı sâdece Allah bilir:

“Böylece onun (Süleyman’ın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü onlara, âsâsını yemekte olan bir ağaç-kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkca ortaya çıktı ki, şâyet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı” (Sebe’ 14).

Kur’ân’a îman etmek, Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur.

Müslümanları İslâmî anlamda harekete geçirmek için onlarca, yüzlerce ve hattâ binlerce yazılar yazılıyor. Hem de bu yazıların bir-çoğu hârika ifâdeler içeren yazılar. Fakat buna rağmen ortada somut bir şey yok. Bir-türlü Ülke ve Dünyâ çapında dikkat çekecek amel ve eylemlerde bulunamıyoruz. Somut bir hareket ortaya konulamadığı için, bir-süre sonra bu güzel yazılar, mevcudu-zulmü normâlleştirmeye başlayacaktır mâzallah. Demek istediğim; sorun, aklı kullanarak güzel yazılar yazamamak, yâni birilerine bir şeyleri anlatamamak değil, “hakkı ortaya koyamamak”tır. Bunun nedeni ise “anlama-anlatma sorunu” değil, “îman sorunu”dur maalesef. O hâlde îmanlarımızı arttırmanın yoluna koyulmalıyız. Îmanların artması ise, amel-eylem ortaya koymakla olur. Îmân, masa-başında aklı kullanmaktan çok, meydanda, “cihad meydanı”nda artar:

“Onlar, kendilerine insanlar: ‘Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun’ dedikleri hâlde îmanları artanlar ve: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir’ diyenlerdir” (Âl-i İmran 173).

Bir yazıda şunlar söylenir:

“Eski Yunan felsefecileri, “akıl hiç şaşmaz, her-şeyin doğrusunu anlar” diyor, aklın her-şeye erdiğini sanıyorlardı. Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkışıyorlardı. Hâlbuki akıl, dünyâ bilgilerinde bile yanılıyor. Âhiret bilgilerini ise hiç anlayamıyor. Akıl, duygu organları ile anlaşılamayan şeyleri bulabildiği gibi, aklın eremediği şeyler de peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır. Akıl, his organlarının üstünde olduğu gibi, peygamberlik de, akıl kuvvetlerinin üstündedir. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir”.

Bir işrâki romanı olan “Hay bin Yekzan”da, işrak (âni içe doğuş) felsefesi kullanılarak, bir-anda içe doğuşlar ve akıl yürütmelerle Allah’ın ve hakîkatin bulunmasının hikâyesi anlatılır. Çünkü tasavvuf, “gaybın yorumu”dur. Gaybı, Allah tarafından kendilerine gelen sözde tecellilerle (işrak=âni aydınlanmalar) hiç-bir ilmî süreç yaşamadan bilebildiklerini söylerler. Bunun için de yapılması gereken şeyin, bir mürşid-i kâmile bağlanmak ve kendilerine has bir aydınlanma süreci olan “seyr-i sülûk”tan geçmek olduğunu söylerler. Oysa Kur’ân’da böyle bir işâret yoktur. Kur’ân sâdece, bir kitaba ve kitabı bilenlere danışılmasını ister. Tasavvufçuların işrak=içe doğuş zannettikleri şeyler, bir-anda akıllarına geliveren çoğu yanlış düşüncelerden başkası değildir. Fakat bu düşünceler “kitap” merkezli olmadığından dolayı büyük oranda yanlış yargılardır. Zâten Kur’ân sürekli; “akıllı ol” derken; tasavvuf sürekli; “âşık ol” diyor.

“Şüphesiz bu (vahiy) kâlbi olan kimseler için bir uyarıdır” (Kâf 37).

Kâlbin bilgisi de aklın ulaşabileceğinden üstündür. Zâten bozulma ilk başta aklın bozulmasından değil, kâlbin bozulmasından başlar. Kâlbi bozulanın aklı da bozulur ve artık hakîkat üretemez. Peygamberimiz: “Bakın, cesette bir çiğnem et parçası vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulup gider. Dikkat!; işte o kâlptir” der. Zâten çocuk anne karnında gelişirken, önce beyin değil, kâlb gelişmektedir. Beynin gelişmesi, çocuk bir yaşına gelinceye kadar ancak tamamlanmaktadır. Bedenin ana-yöneticisi akıl değil kâlptir. Tabi kâlp, “akleden kâlp” yâni akıl ve kâlbin buluşmasıyla kemâle erer.

Allah’a, âhirete yâni gayba îmandan anlık bir gaflette bile, îmâna aykırı, felsefî sözlerle ifâde edilmiş bir sürü cümle kurulabilir. Bu sözleri Şeytan ilhâm edecektir.

Teoman Duralı şöyle der:

Allah’ın “mutlak birliği”; aynı-ânda aşkın ve içkin oluşu, tecrübelerden hareketle akıl aracılığıyla kavranılır cinsten olaylar değildir. Gerçi sözünü ettiğimiz yollardan “tanrımsı” yahut “tanrı-benzeri temel ilkeleri oluşturabiliriz; fakat Allahı böyle kavramak, tüm soyutlama kâbiliyetimiz ile fehmimizi aşar.

“Akıl nereye dayanır?”, sorusuna, yine aklın kendisine” cevâbı, akla aykırıdır. Akıl doğayı bir noktaya kadar inceleyip değerlendirebilse de, hakîkat ancak îman ile bilinebilir, idrâk edilebilir. Doğrulanmayı, denetlenme ile gerekçelenmeyi ilkece beklemeyen “ilk aslî inanca îman denir.

Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; Allah’a teslîmiyet. Akıl yoluyla îmânın kapısına kadar gelip de gösterilmesi gereken bu teslîmiyeti gösteremeyenler îmâna ulaşamazlar.
 
Allah’ı akıl değil îman görür. Tabi bu görme, “îmânî bir görme”dir. Akıl sâdece îmâna ulaştırır. Akılla gaybı bilmeye çalışmak, “boşuna yorulmak” demektir. Aklını, îmânını geliştirmek için kullan ve îmânını arttır, işte o zaman göreceksin ki her yerde Allah’ın yasaları ve sanatı (zâtı değil) var.

Bilmenin zirvesi îmandır. Aklı kullanmak ve bilmek, kişiyi îmân noktasına kadar getirir. Zâten aklın verilmesinin amacı budur. Bu nedenle “aklınızı kullanmaz mısınız” denir. Zımnen: “Aklınızı kullanın da îmânın kapısına kadar gelin” denmek istenir. O kapıya ulaşınca da artık “yüreği kullanmak” gerekecektir. Yürekli olanlar îmâna ulaşacaklardır.

Îmân etmek demek, “kabûl etmek” demektir. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Îman, “uğruna çabaladığın şey”dir. Îman, bedel ödemeye zorlayan şeydir. Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında sorun var demektir.

Peki îman nedir, “iman etmek” ne demektir?. Îman etmek, “âhiret kaygısı duymak” demektir. Îman etmek, “îmâna göre yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve o şeye göre yaşarsınız. Îman zaafiyetinin en önemli göstergesi, “Dünyâ’yı ıskalama korkusu”dur. Îman, pasif bir kabûlden ibâret bir şey değildir. Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir dinamiktir. Îman, masa-başında değil, mücâdele meydanında artar. Îman, riske girmektir. Îman; “her-şeyiniz elinizden alındığında geriye kalan” şeydir.

Îmânın derecesi, Allah için yapılan işle (amel) belli olur. “Bu-gün Allah için ne yaptın?” demek, “îmânında bir artma oldu mu?” demektir. Îmânın kendisi en büyük kanıttır. İnanmanın bizzat kendisi, sonsuz problemleri çözecek formüle sâhiptir. Îmânın ve dolayısı ile amelin önündeki en büyük engel, şirktir.

Sorunumuz îmansızlık sorunu değildir, sorunumuz, “şuursuz îman” sorunudur. Akıldan kopuk îmandır ki buna îman değil “inanç” denebilir. Bu şuursuz îman, belki de îmansızlıktır. Şuurlu îmâna, aklı iyi kullanmak ve amel-eylem hâlinde olmakla ulaşılabilir. Fazla îman göz çıkarmaz. Çünkü fazlası “dert” olmayacak tek şey “îman”dır.

Dünyâ ile ilgili işlerde akıl mutlakâ kullanılmalıdır ve zâten Yûnus 100. âyete göre aklımızı kullanmadığımızda üzerimize pislik yağar. Dîni konularda da, Allah’ın; “aklınızı kullanın”, “düşününler için”, “akledenler için” vs. denilen yerlerde de akıl kullanılmalıdır. Fakat gaybın yâni îmânın konusu olan yerlerde aklı kullanmak, hem bir fayda etmez ve sonuca götürmez, hem de îman edilmesi gereken yerde aklı kullanmak gibi yanlış bir işe girişilerek şirke kapı açılır ve şirke düşülür. “Akılla şirk koşmak” budur. Târih boyunca helâk olan kavimlerin en ileri çıkan özellikleri, akıllarına çok güvenmeleri ve hattâ akıllarını ilahlaştırıp “akılla şirk koşma”larıydı.

Akıl, kullanılması gereken bir şeydir, dolayısı ile bir araçtır. Aracı ilahlaştırmak şirktir. Modernizm, îmânın önemsizleştirilmesi ve aklın dinleştirilmesi ve ilahlaştırılmasıdır. Modern akıl “kışkırtılmış akıl”dır.

Akıl ile din-îman aynılaştırılınca, din ortadan kalkar. Akla bire-bir uygun olan bir vahiy varsa, vahye gerek yoktur. Çünkü akıl da bire-bir vahye uygun olmuş olacaktır ve akıldan sâdır olan her-şey de vahiy gibi olur. Varılan yer artık “deizm”dir.

Akıl kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir. Fakat vahiy, “üst-akıl” yada akıl-üstü bir öğretidir. Aksi hâlde akıl, “vahiyden üstün” yada “vahiy ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl bir vahiy meydana getirebilirdi. Yâni insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi ve hak bir din kurabilir ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirdi.  

Akıl sonsuzluktan bahsedemez. Çünkü onu kavrayamaz. Bu nedenle ona bir isim bile verememiştir ve “sonsuz” yâni “sonu olmayan” demiştir. Fakat o sonu olmayanın ne olduğunu idrâk edememiştir. Bu nedenle de ona bir isim bile veremez.

Akıl, Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak içindir. Akıl, Allah’ı, “O’nun ne olduğunu bilerek” değil, “ne olmadığını bilerek” idrâk edebilir.

Akıl, özünde olgun değildir. Nefse bağlıdır ve bu nedenle terbiye edilememiş akıl, doğru yargılarda bulunamaz. O hâlde aklı terbiye etmek için bir kıstasa ihtiyaç vardır ki bu kıstas, îmandır. 

Aklı erdiği hâlde eli ermeyenler mi daha değerlidir, yoksa aklı ermediği hâlde eli erenler mi daha değerlidir? diye bir soru sorulsa, “aklı ermediği hâlde eli erenler üstündür” derdim. Çünkü akletmekten daha önemli ve üstün olan şey, akledilenin hayatta gerçekleştirilmesi, akla göre amelde-eylemde bulunulmasıdır.

Allah katında üstün olanlar “akılca üstün olanlar” değil, “takvâca üstün olanlar”dır. Îmandan yoksun olan insanlar “akıllarına göre” düşünceler ürettiklerini ve ona göre üretim yaptıklarını zannederler. Oysaki ürettikleri bu düşüncelerin büyük bir çoğunluğu, “nefislerine göre” ürettikleri düşüncelerdir. Bu yüzden îmansız aklın ortaya çıkardığı teknoloji, hem aklı yok ediyor, hem de nice zulümler ortaya çıkarıyor.  

Kur’ân’ı idrâk etmek için akıl, uygulamak için ise “yürek” gerekir. Müslümanlar akıllarını kullanayım derken yüreksizleştiler. Delinin biri kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramıyor. Neden?. Çünkü akıllılar kuyuya inmekten korkuyorlar. Bu nedenle o taşı yine bir “yürekli kişi” (deli) çıkarabilir ancak. O “deli”, îmân sâhibi olan” kişidir. İşte biz o “deli”den mahrumuz. 

IQ’nun ve aklın derecesinden ziyâde, îmânın derecesi önemlidir. Modern insanların ve müslümanların bir kesimi, akıllarını kullanmaz ve dinlerini de körü-körüne tâkip ederken; diğer kesimi ise, îmânın potansiyelini unutup aklın sınırlı yönlendirmesine kapılmış gidiyorlar. Bu nedenle de bir türlü düze çıkılamıyor. Sonuçta da hüsrandan kurtulmak mümkün olmuyor. Çünkü hüsrandan kurtulmanın tek yolu, “aklı kullanmak” ve “îman edip sâlih amelde bulunmak”tır.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2018














Devamını Oku »