“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl
yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).
Hak “gerçek” olan, bâtıl ise
“sanal” olandır. Sanal olan yâni bâtılın gerçek olana yâni hakka gâlip gelmesi
imkânsızdır. Günümüzde bâtılın hakka gâlip gelmiş gibi görünmesi bir
yanılsamadır. Olan şey; bâtılı izleyenlerin hakkı izleyenlere olan üstünlüğüdür.
Aslında bu üstünlük, hakkı izlemesi gerekenlerin hakkı izlememeleri yada hakkı,
“hakkıyla” izlememelerindendir. Zîrâ hak, hakkıyla izlendiğinde bâtılın hakka
galebe çalabilmesi imkânsızdır. Hakkı sımsıkı izlemesi gereken müslümanlar bunu
yapmadığında mutlakâ bâtıl açığa çıkar ve zamanla hayâta hâkim olarak hakkın
açığa çıkmasını engeller.
Aslında Dünyâ dâhil tüm kâinatta
her zaman hak gâliptir. Fakat bir irâdeye sâhip insanlar arasında da hakkın gâlip
olması yâni hâkim olması gerekirken, “imtihan” gereği bir nefse de sâhip olan
insan, hakkın denetlemesinden kurtulup, bâtılın nefse hoş gelen kışkırtmasına
ve ayartmasına mâruz kalmakta ve bu ayartma ve dolayısıyla sapma, zamanla -günümüzde
olduğu gibi- tüm Dünyâ’yı sar(s)maktadır. İşte bu nedenle Allah bizi bu konuda
uyarır ve şöyle der:
“Hakkı bâtıl ile örtmeyin
(veyâ karıştırmayın) ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği)
biliyorsunuz” (Bakara 42).
Hak varken bâtıla uymak bir
sapmadır, sapıklıktır. Susuzluğu su yerine ateşle gidermeye çalışmak gibidir.
Tabi ateş hiç-bir zaman susuzluğu gidermediği gibi, tam-aksine daha fazla
susatır. Allah hakkın yolunda olmamızı ister. Zîrâ bâtıl ortaya iyi bir şey koyamaz:
“De ki: Hak geldi; bâtıl
ise ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne geri getirebilir” (Sebe’ 49).
Sanal olanın yâni bâtılın
hâkimiyetini yıkmadıkça hiç-bir zulüm, adâletsizlik, feryât-figân, açlık-susuzluk,
zorbalık, çirkeflik, ahlaksızlık vs. yok olmayacak ve zamanla daha da
artacaktır. Bâtılın yok olmasının tek yolu, gerçekliği yâni hakkı bâtılın üstüne
fırlatmak ve onu darmadağın etmektir. Bâtıla, hakla sert bir karşılık vermedikçe
bâtıl yok olmayacaktır:
“Hayır!, biz hakkı bâtılın
üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o,
yok olup gitmiştir. (Allah’a karşı) Nitelendire-geldiklerinizden dolayı
eyvahlar size” (Enbiyâ 18).
Bizim gözümüz “mutlak olan”ı
görmeye, aklımız da “mutlak olan”ı idrâk etmeye programlı değildir. Fakat biz
Allah’ın gönderdiği vahiyler ve elçileri yoluyla hak olanı ve bâtıl olanı
biliriz. Bu nedenle de gerçeklik varken sanal olanın peşine takılmayız. Hakkı-gerçekliği
bilmeyenler, bâtılı-sanalı gerçek zannederler. Sanal olan “gerçek” olmadığı için
geçeklikten mahrûm bırakır bizi. Sanal olana kapılarak gerçeklikten kopma, “gerçek
sorunlardan da kopmak” anlamına gelecektir.
Sanal demek, “sûni sonsuz”
demektir. Çünkü sanalın gerçek bir varlığı olmadığından dolayı, sanalın çapı
sonsuza kadar genişletilebilir. Onun bir ölçüsü yoktur ki. Sanalın sınırı
yoktur. Fakat gerçeklikte-hakta bir sınır vardır ki, varlık demek aslında “sınır”
demektir. Bu sınır bizim “haddimizi bilmeyi” de yanında getirir. Sanal olan ise
sınırsızlığı çağrıştırır ve nefisleri sınırsızlığa alıştırır ki, bunun en son
noktası insanın kendini ilah îlan etmesidir. Çünkü bir sınır yoksa hiç-bir
sınır olmaz. Sanal olanın kırmızı çizgisi yoktur. 1’in yanına sonsuza kadar
sıfır koyabilirsiniz. Bâtılın yaptığı hep budur. Fakat o sayı gerçek bir sayı
olmayacaktır. Nefsine yenilen insanlar da işte bu sanallığa tav olurlar ve
kanarlar. Sanal-bâtıl olan hadsizdir. Ne ilginçtir ki sanallık yâni bâtıl,
gerçekliğin yâni hakkın yerini almıştır ve sürekli olarak gerçekliği yâni hakkı
boğmak istemektedir. Tabi sanal olanın gerçekliği boğması mümkün olmadığından (çünkü
sanal aslında yokluk olduğundan dolayı gerçek olana etki edemez) sanalı
izleyenler, gerçekliği izlemesi gerekenleri boğmaktadır. Dolayısı ile sanallık,
gerçeklikten kopmuş insanlığı boğmakta, onlara çok zor bir hayat yaşatmaktadır.
İnsanlığın yıllardır
biriktire-geldiği kazanımlarının yerini köksüz, anlamsız, sanal davranış
düşünüş ve duyuş biçimleri almıştır. Bundan kurtulmanın tek yolu sanaldan-bâtıldan
uzaklaşarak olacaktır. Sanalın içindeyken ve bâtılın tam merkezindeyken hak-gerçek
ortaya konulamaz ve gerçeklik hâkim olamaz. O hâlde sanaldan gerçekliğe kaçmalıyız.
Bâtıldan sıyrılıp hakka yönelmeliyiz:
“Onların demelerine karşı sen sabret ve onlardan
güzel bir ayrılma tarzıyla (düşünce
ve eylem bakımından köklü bir tutum) ile
kopup-ayrıl” (Müzzemmil 10).
Kur’ân’ın daha ilk inen
âyetlerinde “kâfirlerden-müşriklerden ayrılma” emri vardır: Nüzûl sıralamasında
3. sıraya konulan Müzzemmil Sûresi’nin 10. âyeti, bâtılın temsilcileri olan müşriklerden
ayrılmayı emreder. Zîrâ onlardan zihnen ve daha sonra da bedenen kopup
ayrılmadan İslâm hakkıyla idrâk edilemeyecek ve yaşanamayacak, nihâyetinde de
hayâta hâkim kılınma yoluna giremeyecektir. İslâm’ı hayâta hâkim kılma yoluna
girilememesinin nedeni, müşrik toplumdan ayrıl(a)mamaktır. Ayrılmayınca hak
(İslâm) ile bâtıl karışıyor ve İslâm’ın fikriyatı net olarak ortaya konamıyor.
Günümüzdeki “büyük problem” budur. Bu nedenle büyük bir kavram karmaşası
vardır. Sanal olan ile gerçek olan karışmıştır ve insanlar artık sanal ile gerçekliği
ayırt edememekte ve hangisinin sanal hangisinin gerçek olduğuna karar
verememektedir. İslâm, bâtılın hâkim olduğu yerde hakkıyla takdir edilip de
yorumlanamıyor ve yaşanamıyor. Zâten idâreyi elinde tutan şirk, İslâmî
yaşantıya da İslâm’ın gerçek yorumlarına da katlanamadığı için karşı çıkıyor ve
vahyin sesini kesmeye çalışıyor.
Alışkanlıklarınızdan doğan
sûni ihtiyaçlar, gerçek ihtiyaçlarımız değildir. İhtiraslarınız ihtiyaçlarınız
değildir. Sanala ihtiyaç duymamız bir sapmadır ve bu, doğal ve normal bir durum
değildir. Gerçeklik varken ve biz kendimiz gerçekken sanala tav olmamızın
akılla bağdaşır bir yanı yoktur. Nefsin bir ayartmasıdır bu.
Gerçek hayatlar
yaşamayanlar, yaşadıkları hayatları gerçek zannedenler. Yaşadıkları hayat
aslında kendi seçtikleri olmadığından, kendi gerçeklikleri de değildir.
Bilgisayara kul-köle olunmuş bir durum vardır. Kişiler internette yâni sanala
âlemde olduklarında kendilerini sosyâl zannediyorlar. Hâlbuki internet, kişiyi
sosyâl değil a-sosyâl yapar. Sosyâl medya denilenlerin neredeyse tamamı
a-sosyâl medyalardır. Bu medyalar kişileri mankurtlaştırır ve pasifleştirir.
A-sosyâllik zirve yapar böylece. Asıl sosyâllik insanla-insanca yaşamaktır.
Kalkma saati, yemek zamânı, namaza göre ayarlanmış bir “gün plânı”. Sosyâllik
budur. Ana-baba-eş-çocuklarla ve dostlarla geçirilen; okuma-yazma-düşünme için
ayrılan zamanlardır gerçek sosyâl
zamanlar ve sosyâllik. Sosyâl kelimesi; “toplumsal, toplumla ilgili
olan” demektir. İyi de bilgisayarın -yada hangi âlet ise- kendi başına
internetin başında toplumdan uzak kalmanın nesi sosyâlliktir?. Sosyâllik
gerçekliktir. Sûni ve sanal bir sosyâllik mi olur?. Ona sosyâllik değil,
a-sosyâllik denir dense-dense. Herkes bu a-sosyâl medyalardan ayrılamadığına
göre Dünyâ, bir “a-sosyâllik hastalığı”na tutulmuş demektir. Sanal
sosyallikler! gerçek sosyallikleri boğmuştur ve bu durum insan ilişkilerini
bozarak güvensiz ve merhamet ve vicdandan kopuk bir toplum ortaya çıkarmıştır.
İnternet için kısaca “net”
deniyor fakat internet “net” olmayandır aslında. Sanaldır ve gerçek değildir
çünkü. İnternette hiç-bir şey net değildir. Sûnidir, sanaldır. Adı üstünde
sûni. Sûni olan gerçek değildir ve bunu herkes de bilir zâten. Fakat sûni olan
şey a-sosyâl medyaya yansıdığında “gerçek” muâmelesi görüyor. İnternet hâfızayı
da zayıflatıyor. Bilgiyi çoğaltmıyor aslında. Anlık bilgiler sözlüğü.
Hemencecik unutuluverecek bilgiler var orada. Sanal ya!.. Hemen unutuluyor
tabi. Gerçek olsaydı hemen unutulmazdı. İnternet ve a-sosyâl medya, bir
“yaşanmamışlık durumu”dur.
Adam “gerçek olarak” dağın
yamacından iple aşağı sarkmış, kayalıkların tehlikeli yerlerinde yuva yapmış
bir kuşun resmini çekmiş. Bunu yapmak için kolu-bacağı kanamış (gerçi bu da
başka bir sorun ya) sonunda resmi çekmiş, bir süre sonra resim a-sosyâl medyada
yayınlanmış ama o resmin yayınlandıktan sonra bir-kaç dakîkalık ömrü var. Zîrâ
sûni-sanal a-sosyâl medyada her şeyin bir-kaç dakîkalık ömrü vardır. A-sosyâl
medya bir değersizleştirme projesidir. Sanal ve sınırsız olan değersizleştirir.
Sanal olan bir değersizleştirme aracıdır. Pasifliğin zirveleştiği sanal alan.
Her-şey gibi resimler ve sözler de sanal. Bir narsistlik okulu. Yalanın ayyuka
çıktığı yerdir a-sosyâl medyalar.
Sosyâl-medya denilen
ortamlarda “tâkipçi” denilen kişiler tarafından tâkibinin yapılması bir
üstünlük, bir gurur-kaynağı sayılmaktadır. Sosyâl-medya fenomeni olmak bir
ayrıcalık olarak görülmektedir ve insanlar, kişilerin değerini “tâkipçileri”
oranında ölçmektedirler. Yâni ne kadar tâkipçin varsa, o kadar değerin oluyor
ve o derece “sanal tatmin”e ulaşabiliyorsun.
İnsanlar sanal ortamda
gerçek olmayan dostluklar, arkadaşlılar ve paylaşımlar yaparlar. Çünkü sanal
birikimler yapmışlardır ve gerçek bir birikimleri yoktur. Biriktirilen şey hevâ
ve heves, tutku ve “sanal tatminler”dir. Fatma Barbarosoğlu:
“Bizim
yaşamak değil, biriktirmek hastalığımız var. Para, şöhret biriktiremeyenler
tâkipçi biriktiriyor. Eskiden ‘sen benim kim olduğumu biliyor musun’ efelenmesi
vardı. Şimdi ‘sen benim kaç bin/yüz bin/milyon tâkipçim olduğunu biliyor musun’
efelenmesi var” der.
Tasavvufçular sanal-bâtıl
bir bilginin peşine düşmüşlerdir. Kur’ân’ın gerçek yorumlarını bırakıp “bâtınî”
dedikleri aslında “bâtıli” olan sanal yorumlamalara kapılmışlardır. Artık
saçmalık zirve yapmıştır. Fakat bu kişiler o sanal âlemden yâni bâtıni
yorumların yapıldığı ortamdan çıkıp da gerçek hayâta döndüklerinde ise, biraz
önce söylediklerinden eser kalmaz ve gerçekliği dibine kadar yaşarlar. Tasavvufçular,
gerçek hayâta döndüklerinde modern dünyâ’nın ileri gelen kurnazları oluverirler.
Olumsuz bir durumda, “olsun, lâ fâile illallah” demezler gerçek hayatta.
Tasavvuftan yâni “sanal âlemden” çıkıp da gerçek Dünyâ’ya döndüklerinde,
akıl-dışı yada safça en küçük bir belirti bile göstermezler.
Hesaplarını-kitaplarını tam yaparlar. Modern ürünlerin hepsinden
haberdardırlar. Hangisi kaç para, hangisi iyidir, ayrıntısıyla bilirler. Boş
vermek yoktur gerçek hayatta. Tilki gibi kurnazdırlar. Gerçek Dünyâ’da “lâ
fâile illallah” ve “lâ mevcûde illallah” geçersizdir. Gerçeklik âleminde
meczupluktan eser kalmaz. Nasıl kalsın ki?. Bunların içinde sanal âlemde
meczup-vâri söylemlerde bulunanların içinde, “pozitif bilim-adamları” da
vardır. Tasavvufun söylemleri beş para etmez gerçek hayatta. Yâni meczupluk
sâdece “sözde”dir. Eylemde ise tam-aksine, mutlak anlamda akıl ve zekâ ile,
hattâ bilim ile hareket ederler. Gerçek hayatta bir-anda meczupluktan
çıkıverirler. İş çıkara ve nefse gelince meczupluk yerini “kurt”luğa
bırakır.
Fikirler fikir olarak kaldıkları müddetçe “gerçek”
değildir. Fikrin gerçek olabilmesi için uygulamaya dönmüş olması gerekir. Çünkü
dışarıda nesnel gerçeklikler vardır ve sanal fikirler bu gerçekliğe,
gerçekliklerin içine girmediği zaman bir etkide bulunamazlar. Bir fikrin
sanallıktan kurtulması için onun hayâta dönüşmesi/düşmesi gerekir ki gerçek
olsun. Böylece sorunları da çözsün.
Bir şeyin bilgisi o şeyin
kendisi değildir. Bilinç, “bilincin bilgisi” değildir, kendisidir. Bilinç, bilginin
gerçeğidir. Bilince erilmedikçe bilgi sanal olmaktan kurtulamaz ve gerçekliğe
dönüşemez.
Öyle bir duruma gelindi ki,
çıtanın seviyesi artık “gerçek” olana göre değil, “sanal” olana göre
belirleniyor. Meselâ Dünyâ’da dolaşan para gerçekte altın yada mal karşılığı 80
trilyon dolar iken, sanal olarak yâni bilgisayarlarda görünen paranın 830
trilyon dolar olduğundan bahsediliyor. Çıtanın bu yükselişiyle birlikte artık
piyasadaki hiç-bir verinin gerçek olmadığı ortaya çıkıyor. Çıta yükseldikçe
sanallık artıyor. Bu-arada “değerlerin çıtası” da düşüyor. Sevginin, merhâmetin
ve vicdânın çıtası yerlerde sürünürken; gösteriş, bencillik,
tüketim-manyaklığı, şerefsizlik, vs. ucu görünmeyen seviyelere çıkıyor ve en
kötüsü de bu durum “örnek” olarak gösteriliyor ve insanların büyük kısmı
tarafından “hayâl edilen” bir duruma geliyor. Hedef olarak görülüyor: Erol
Anar:
“İnsanların
çoğu aslında toplumsal-yaşam içerisinde gerçeği aramazlar, daha doğrusu gerçek
diye bir sorunları yoktur. Çünkü çoğu-zaman gerçeğe ulaşma çabası riskli ve
tehlikelidir. Bu yüzden ‘sistem’ tarafından kendilerine sunulan
sanal-gerçekliği yaşamayı tercih ederler. Çoğu insanın sorunu, içinde bulunduğu
konumu korumak ve geliştirmektir. Bunun için, gerçek olmadıklarını bilseler de
inanırlar yada inanmış görünürler. Öyleyse toplumun bütünü için gerçek yada
gerçeklik diye bir kavram söz-konusu değildir.
Resmî
ideolojinin egemen olduğu rejimlerde , yine sistem kendi ideolojik aygıtları
eliyle ‘sanal bir gerçeklik’ yaratır ve toplum algılayışında bunun gerçeğin
yerini almasına çalışır. Gerçeği savunarak ‘sanal gerçekliğe ve yalanlara’
karşı çıkan kişiler ise cezalandırılırlar. Çünkü sisteme göre ‘gerçeklik’
yoktur, yalnızca kendi ‘sanal gerçekliği’ gerçektir. Neyin gerçek, neyin sanal
olduğu bir-birine karışmıştır. ‘Gerçek’, Büyük Birader’in sözleri ve
ideolojisidir; bunlar da konjonktüre göre değişebilir” der.
Modern bilim de gerçekliğin
yerine sanal bir gerçeklik kurmuştur. Aslında deneyimlemediği ve hattâ hiç-bir
zaman da deneye tâbi tutamayacağı şeyi, seküler telakiden dolayı sanki
gerçekmiş gibi kabûl eder ve insanlara da yalanlarını-yanlışlarını “gerçek”
diye sunar. Dînî olandan kopuk ve uzak olan modern-bilimin Dünyâ-dışı
verilerinin %90’ı, Dünyâ-içi verilerinin ise %60’ı yanlış olmasına rağmen,
sanal gerçekliğe göre davranıldığından dolayı, modern-bilim ve buna bağlı
bilim-adamları bu verilerin gerçek olduğunu resmî ve profesyonelce hakla
aktarır ve sanal bir gerçeklik kurar. Ahmet Başaran:
“Ne bir
hakîkatten ne de bir gelenekten haberdar olan bilim-adamları, gerçek olmayan ve
gerçekleri yansıtmayan sanal bir Dünyâ üzerinden kendi ideolojilerini
ellerindeki ‘insafsız’ güçle dayatmak emelindeler. Hâlbuki İslâm’ın
prensiplerine göre bilinen bilgi, hakîkatin birliğine yöneltir. Bu birlik Allah’ın
mutlak-birliğinden ötürüdür. Allah hakîkati ilim ve vahiy ile açıklar” der.
Sanal ve bâtıl, insan
ürünüdür. Allah’tan gelen ise hakkın-gerçeğin ta kendisidir. Sanal olandan
kuşkulanılacağına gerçekten kuşkulanılıyor. Modern insan, bâtılı haktan daha
gerçekçi buluyor. Oysa mutlak gerçeklik olan Allah’tan gelenden kuşkulanmamak
gerekir:
“Gerçek (hak) Rabbinden
(gelen)dir. Şu-hâlde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (Bakara 147).
İşte ancak haktan
kuşkulanmaktan vazgeçildiği zaman hakka sâhip çıkılıp gerçeğin peşine düşülecek
ve bâtıl ve sanal olan yok olacaktır. Hak ancak o zaman yerini bulacaktır:
“Böylece hak yerini buldu,
onların bütün yaptıkları geçersiz kaldı” (A’raf 118).
Müslümanların sanal ve bâtıl
olandan vazgeçip ona düşman olması ve hakkın ve gerçekliğin peşinden gitmesi
gerekir ki bunun da yolu Mutlak Hak-Gerçeklik Olan’ın yolunu izlemektir. Bu yolda
tabî ki Kur’ân-merkezli izlenebilir. Peygamberler ve Paygamberimiz işte bu
yolun en ideâl izleyicisidir ve zâten bu nedenle de Allah o’nun yoluna “güzel
örneklik” (Ahzâb 21) demiştir. Bu yolda olduğumuzda hak hâkim kılınacak ve bâtıl
olan geçersiz olacaktır:
“O, suçlu-günahkârlar
istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı geçersiz kılmak için (böyle
istiyordu)” (Enfâl 8).
“Allah, suçlu-günahkârlar
istemese de, hakkı (hak olarak) kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir” (Yûnus 82).
Kesin gerçeklik, Mutlak Olan Allah’tır.
İnsanın ve varlığın varlığı da haktır ve gerçektir fakat bu, “mutlak gerçeklik”
şeklinde değildir. Zîrâ aksi-hâlde -hâşâ-, tüm varlık tasavvufun “vahdet-i
vücûd” sapık düşüncesinde olduğu gibi, Allah olurdu. Oysa hiç-bir şey O’nun
dengi değildir ve O, “tek mutlak gerçek”tir. Diğer varlıklar ise mukayyet
varlıklardır ve mutlak gerçek olmayan fânilerdir. Allah’ın dilediği bir zamanda
da yok olacaklardır. “”Mutlak Varlık olmayanlar yok olmaya mahkûmdur:
“İşte
böyle; çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’nun dışında, onların taptıkları
ise, şüphesiz bâtılın ta kendisidir. Gerçekten Allah yücedir, büyüktür” (Hac 62).
Gerçekten vâr olan; yok
olmayacak olan (bâki) Allah’tır. Çünkü, her-şey yokken vâr olur ama bir tek O,
yokken vâr olmamıştır. Zîrâ O, “başlangıcı olmayan var”dır.
Bir haberi gerçek olarak
öğrenmek için, olayın olduğu yerde bulunmak gerekir. Çünkü gerçek ancak,
gerçekliğin olduğu yerde doğru olarak öğrenilir. Oysa sanal âlemde bir kavram
karmaşası, bir bilgi kirliliği vardır ve bundan dolayı hiç-bir bilgi kesin
değildir sanal âlemde.
Gerçeklikten kopmak ve sanala takılmak insanı boş hayâllerle oyalar.
Fakat bu hayâllerden sıyrılıp gerçekliğe çıkıldığında büyük bir hayâl kırıklığı
yaşanabilir ki psikolojik vâkâların büyük çoğunluğun sorunu budur. Onlar gerçekliği
ıskalayıp, zihinlerinde, hayâllerinde ve arzularında sanal olanı, bâtıl olanı gerçek
ve hak olarak yaşamaktadırlar. Fakat gerçek hayâta döndüklerinde yâni hayâtın
gerçekleriyle karşılaştıklarında ve gerçekliğin aslında hayâl âlemindeki gibi,
sanal alemdeki olmadığını gördüklerinde büyük bir şok yaşıyorlar ve karamsarlığa
düşerek bir güvensizlik ve korku yaşamaya başlıyorlar. Bunun çâresi olarak
hakka ve gerçekliğe döneceklerine, tam-aksine, bâtıla ve sanala daha çok
kapılıyorlar ve psikolojileri böylece tâmir edilemez derece bozuluyor. Sonuçta
zor bir hayat yaşıyorlar. Gerçek hayatlar yaşamayanlar, mutlakâ boş hayâllerle
avunurlar. Zamânımız insanlarını gerçekliklerden
daha çok görüntüler etkiliyor. Görüntülerden etkilendiği kadar gerçeklerden
etkilenmiyorlar.
Gerçek, şeytanın ve onun
uşakları olan tâğutların söylediklerinden başkadır. Hayâl ile gerçek arasındaki
fark, var ile yok arasındaki fark kadardır. İnsanlar gerçekleri duymak
istemiyor. Çünkü gerçekler eyleme dönüktür ve bir bedeli vardır. Ölümden bu
kadar korkulmasının nedeni, “gerçek hayatlar” yaşayamayışımızdır.
Roman-merkezli kitap
okuyanlar, İslâm rûhuna pek uygun davranamıyorlar. Zîrâ romanlar genelde
“gerçek” ile ilgili değildirler. Modernizm, bir “roman uygarlığı”dır. Hayat
romanize edilmiştir ve gerçeklikten koparılmıştır ki bu, teknolojik âletlerle
zıvanadan çıkarılmıştır.
Tasavvuftaki “ne arıyorsan
kendi içinde ara” sözü, insanı dış gerçeklikten koparan bir fitnedir. Sünnet
göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın bâtıni ve “modern” yorumları, vahyin gerçek
yorumları zannedilmektedir.
Acı gerçek şu ki; acı
gerçektir. Acı mı daha gerçektir, acının yokluğu mu? İlki daha gerçektir. An-an
yaşarsın çünkü. O halde gerçek, tüm varlığımızla yaşadığımız şeydir.
Hayal kurmak
bâzı gerçekliklerin açığa çıkarılması için şarttır. Fakat günümüzde olduğu gibi
sanal ve hayâli bir hayattan çıkamamak “gerçeklikten kopmak” oluyor.
Hayâl kurmak
bana gerçekliği hatırlatıyor. Çünkü hayâl gerçek değildir. bâtılın hiç-bir zaman
“hak” olamayacağını anlıyorum böylelikle.
“Sanal-gerçek” sözü de
yanlıştır. Bir şey sanalsa gerçek değildir. Zâten gerçek olmadığı için sanal
denmiştir. Canlı yayında bize görüntü olarak görünen şey bile gerçektir ama, canlı yayının yapıldığı
ortam kadar da gerçek değildir. Ne kadar kaliteli bir görüntü olsa da sanal
olan, bir-aradayken ve yüz-yüzeyken olduğu kadar gerçek değildir. Tam-gerçek
olmayınca sanal olmaya başlıyor. Sanal, “Dünyâ’da bir karşılığı olmayan şey”
için kullanılır. Bu bağlamda sanal ve gerçek apayrı şeylerdir. Sanal ne kadar
üstün teknoloji ile(!) ile sunulmuş olursa-olsun, ruhtan, duygudan ve o
kendine-has iletişimden yoksun olduğu için hiç-bir zaman “gerçek” gibi değildir,
olamaz.
Olması gereken şey, gerçek
ile sanal olanın ayrılmasıdır ki İslâm’da bu, “hak ile bâtılın ayrılması”
olarak bilinir. Gerçek olan ile sanal olan ayrıldığında, gerçek olan “gerçek”
olduğu için mutlakâ gâlip gelecektir ve sanalın ve bâtılın pisliğinden
kurtulmak mümkün olacaktır.
Hak ve bâtılın yâni
gerçeklik ve sanalın ayrılması, hakkın bâtılın üzerine atılıp onu darmadağın
etmesi ve artık bâtıl hükümler yerine Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesi
anlamına da gelir. Çünkü sâdece Allah’ın hükümleri hak ve gerçektir. Beşerin
hükümleri sanal ve bâtıldır. Eğer bir toplumda bâtıl hükümler yerine “Hakkın
hükümlerinin ikâmesi” mücâdelesi başarılı olup da Hakk ile hükmediliyorsa, hak
ile bâtıl ayrılmış, hak bâtılın beynini darmadağın etmiş ve Allah’ın dîni
hayâta hâkim olmuş demektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Mayıs 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder