25 Ağustos 2019 Pazar

Vahyi Mânâya İndirgemek



“Onu (Kur’ân’ı, kavrayıp belletmek için) aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip-durma. Şüphesiz, onu toplamak ve onu (sana) okutmak bize âit (bir iş)tir.. Şu hâlde, Biz onu okuduğumuz zaman, sen de okunuşunu izle. Sonra muhakkak onu açıklamak Bize âit (bir iş)tir” (Kıyâmet 16-19).

Tek “hak din” İslâm’dır. İslâm, târihin çeşitli zamanlarında, peygamber gönderilen toplumlar tarafından farklı isimlerle anılmış olsa da, peygamberler tek bir dînin tebliğini yapmışlardır ki, o dînin adı İslâm’dır. İslâm, Allah’ın kâinâtı yönettiği sistemin adıdır. Dünyâ-dışı kâinatta her-şey Allah’ın istediği gibi yâni İslâm’a göre olur. Çünkü kâinatta -insan hâriç- her-şey İslâm’a yâni sünnetullaha uyar. Kâinatta sâdece insanlar; aralarındaki sosyâl, kültürel, ekonomik ve en önemlisi de siyâsî alanlarda İslâm’a uymazlar. Zîrâ İslâm, adâlet ve tevhid-merkezli bir din olduğundan dolayı hiç-bir yolsuzluğa izin vermez ve sıkı bir kontrôl uygular. İşte bu sıkı kontrôl, nefsini ve çıkarını “din” yapmış olanlar yada İslâm’ın sıkı kontrôlünden bunalıp da özgürleşmek isteyenler tarafından sürekli olarak tahrif edilmek istenmiş, bu uğurda İslâm’ı, vahyi, kitabı ve “peygamber örneklikleri”ni aşırı yoruma tâbi tutarak, bâtıl arzulara uymak ve uyarlamak için saptırmışlardır. Zâten İslâm’ın “imtihan” dediği şey, işte bu tür şeytânî ayartmalara kanmamak ve kanmış olanların kurduğu sistemleri yıkıp, yerine hak-hakîkat ve adâlet-eşitlik yâni tevhid-merkezli İslâm’ı yerleştirmek; küfür, şirk ve zulümden arındırılmış olan tevhid dînini hâkim kılma gayreti ve mücâdelesidir. Peygamberler hep bunun için gönderilmişlerdir.

İşte, hak din olan İslâm’ın bu kontrôlünden kurtulmak isteyenlerin en çok yaptığı şey, İslâm’ın vahyini, aşırı zorlama yorumlarla anlamından saptırmak, anlamsızlaştırmak, nefse, çıkara ve mevcut seküler sistemlere uyarlamaktır ki, bu, şeytanın isteği, telkini ve emri doğrultusunda yapılan yorumlara göre olmuştur-olmaktadır. Vahiy tüm zamanlarda özünden saptırılmak istenmiştir ve de bunu yapmak isteyenler zaman-zaman başarılı da olmuşlardır. Zâten bu saptırmalarla yozlaşıp bozulan dînî düşüncenin yeniden düzeltilmesi için Allah peyderpey peygamberler göndermiş ve dînî düşünceyi (yâni dîni) düzeltip yoluna koymuştur. En sonunda da Peygamberimiz Hz. Muhammed’e gönderdiği mücmel kitabı vahyederek dînini tamamlamış ve kıyâmete kadar geçerli olacak olan Dîn’i ve Kitab’ı ortaya konmuştur. Bu Kitap hem kağıtlarda hem de zihinlerde kayıt altına da alındığından dolayı tahrif edilememiştir. Zîrâ tüm Dünyâ’daki Kur’ân metinleri ve kitapları tıpa-tıp aynıdır.

Peki tüm Dünyâ’da harfi-harfine aynı olan ve hattâ hafızlar tarafından da noktası-virgülüne kadar ezberlenmiş olan Kur’ân, ona düşman olanlar tarafından nasıl tahrif edilecek ve arzulara uygun hâle getirilebilecektir?. Böyle bir şey mümkün müdür?. Çünkü Kur’ân’ın içinden bir harf dâhi alınsa hemen belli oluyor. Yine, içine ilâve bir “nokta” konulsa bile o nokta sırıtıyor ve hemen belli oluyor. Zîrâ Kur’ân “korunmuş” bir Kitap’tır. İşte Kur’ân metin olarak tahrife uygun olmadığı için değiştirilemeyince, çâre olarak, tüm târih boyunca ama özellikle de modern zamanlarda “aşırı yorum” imdâda yetişmiştir. Artık önüne gelen, Kur’ân’ı, yine Kur’ân’ın kendisinden yâni lâfzından-metninden kopuk bir şekilde aşırı yorumlamaya tâbi tutmaktadır ki, aşırı yorumu eleştirenler bile bunu yapıyor. Apaçık olan Kur’ân âyetlerini aşırı yoruma tâbi tutunca, yeni yorumlarla varılan sonuçlar, Kur’ân’ın apaçık metnine ve sözlerine bile aykırı olmuştur ve olmaktadır. Fakat insanlar arzularının kontrôlüne girdiklerinden ve bu nedenle de vahye teslim olamamalarından dolayı bunu görememekte yada görmek istememektedirler. Bu yüzden de bâtıl teorilere kolayca kapılmakta ve bu teorileri ısrarla savunmaya devâm edebilmektedirler.

Bu uğurda bir-çok alanda sonsuz yorumlar yapılmıştır ama biz bu yazıda, Kur’ân’ın yâni vahyin, Peygamberimiz’e ve diğer peygamberlere “sâdece mânâ ile mi yoksa lafız ve mânâsıyla birlikte” mi geldiği konusunu işleyeceğiz.

Son 200 yıldır insanları madden ve mânen aşırı baskı ve kuşatma altına alan modernite, bu kuşatmanın sonunda kişilerin beyinlerini ve kâlplerini dumura uğratmıştır. Moderniteye meftûn olanlar ve modernite tarafından savrulanlar, İslâm’ı moderniteye uygun olarak aşırı bir şekilde yorumlamakta ve savunmaktadırlar. Bu savunucular arasında, eskinin “mücâhit” müslümanları(!) bile vardır. Üstelik, bu müslümanlar arasında “Kur’ân âlimi” diye bilinenleri de bulunuyor. İşte mevcut modern baskının ve ağır kuşatmanın karşısında komplekse kapılanlar ve eziklik hissedenler, bu kompleksten ve eziklikten kurtulmak için, Kur’ân’ı moderniteye uydurmanın yoluna düşmüşler ve bu uğurda olmadık sapıklıkları gündem etmişlerdir. Kur’ân’ı târihe hapsetmeler, modernizme uydurmalar, konjonktüre ve modern bilime göre yorumlamalar hep, “Kur’ân’ı teslîmiyetsiz okumaların” ve “bâtıl karşısında dik duramayışın” bir sonucudur. Niceleri bu yolda dökülmüş ve hattâ haysiyetini ve şerefini kaybetmiştir.

İşte bu saptırmalardan ve tahriflerden biri de, vahyin peygamberlere ve Peygamberimiz’e “sâdece mânâsı ile geldiği, lafzının ise Peygamber’in kendi derlemesi ve yorumlaması olduğu” sapık söylemidir. Hemen söyleyelim ki bu, derin bir sapma ve ağır bir küfürdür. Bu bâtıl düşünceye göre, Allah, Peygamber’e vahyi, “o’nun kâlbini genişletecek şekilde”, sâdece mânâsıyla göndermiştir. Hattâ bâzıları zıvanadan çıkarak, “Allah’ın gönderdiği bir şey yoktur, Peygamber derinlikli ve yoğun bir hâldeyken ‘vahyi alır’ duruma gelmiştir” diyenler de vardır. Diyorlar ki; “Peygamber de içine doğan bu mânâyı derleyerek ve yorumlayarak kelimelere dökmüş ve halka tebliğ etmiştir”. Dolayısı ile şu sonuca varıyorlar: “Kur’ân, Peygamber’in içine doğan mânâları kelimelere dökmesi şeklindedir ki, bu derlemede bir-çok yanlışlar ve çelişkiler de olabilir ve vardır da. Peygamberin o günkü psikolojik hâli bu derlemeyi ve yorumu farklılaştırıp çelişkili hâle getirebilmiştir”. Yâni -hâşâ- Peygamber’in yorumladığı ve derlediği vahiy, o’nun, vahyin geldiği yada açıldığı günkü psikolojisine göre belirlenmiştir. Sâkin bir gününde ise, içindeki mânâyı yumuşak ve hoşgörülü olarak yorumlamış ve barıştan, affetmekten ve cennetten bahsetmiş, fakat öfkeli bir gününde ise, savaşmaktan, öldürmekten ve cehennemden bahsetmiştir. -Hâşâ- Peygamber’i dengesiz bir insan konumuna getirmişlerdir böylece. Yâni din ve halk, onun insafına bırakılmıştır bu mantığa ve düşünceye göre. Bu düşüncenin sonunda söyleyecekleri şey şu olacaktır: “O hâlde, vahiy târihseldir ve târihsel olduğu için sâdece ahlâkî ilkelerinden sorumlu oluruz, onun dışındaki âyetler ise târihte kaldığından dolayı bize hitâp etmemektedir. Buna göre biz de artık bu ahlâkî ilkeleri temel alarak günümüze göre yorumlamalar ve derlemeler yapabiliriz ve hattâ yeni hükümler de koyabiliriz, Kur’ân’ı metin olarak değilse bile tefsir ve anlayış olarak ‘çağa uygun’ hâle getirebiliriz”. Bu düşünce “Kur’ân’ı ahlâkiliğe hapsetmek” demektir ki, Kur’ân bütünselliğinden bakıldığında Kur’ân’ın salt ahlâkî bir metin ve İslâm’ın da salt ahlâkî bir din olmadığı görülür.

Vahyi yâni Allah’ın emirlerini-nehiylerini aşırı yoruma tâbi tutmak şeytan ile başlamıştır ve şeytan, Allah’ın apaçık “secde et” emrine karşı hemen karşı çıkıp; “ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, o’nu ise topraktan yarattın” gibi absürd bir yorum yapmıştır. Absürd bir yorumdur, zîrâ ateşin topraktan üstün olduğuna dâir bir delil yoktur. Şeytanı “şeytan” yapan ve onu bulunduğu mevkîden indiren, nihâyetinde de onu ebedi bir lânete uğratan şeyin sebebi budur. Şeytan bu kovulmanın sonucunda Allah’â; “kullarını olmadık kuruntulara düşüreceğim” diye söz vererek insana düşman olmuş ve insanı saptırmayı şiâr edinmiştir. Bu konuda -Allah’ın sâlih kulları hâriç- başarılı olduğu gün gibi ortadadır. Zîrâ şeytanın başlattığı bu yolda niceleri yoldan çıkarak sapmış ve ebedî cehennemi hak etmiştir.

Vahyi aşırı yorumlamaya tâbi tutma tüm peygamberler sonrası zamanlarda yapılmış ve bu yorumlamalar; dünyevîlik lehine, madde lehine, arzular lehine, sanılar lehine, ve mevcut sistem ve konjonktür lehine olmuştur. Ahlâk, hak, hakîkat, adâlet, eşitlik ve tevhid lehine olmamıştır hiç-bir zaman. Çünkü zâten Kur’ân apaçıklığı aşırı yoruma gerek bırakmamaktadır. Aşırı yorumlama peşinde olanlar hep, “iyi bir şey yapıyorum” zannına kapılmıştır ve bundan dolayı da çoğu gittiği bâtıl yoldan dön(e)memiştir.

Târih boyunca mistisizm, bâtınîlik, düâlizm, çok tanrıcılık, putperestlik, gök-tanrı inancı, tabiata tapmak, kişilere tapmak merkezli olan bu yorumlamalar, İslâm ile birlikte bâtınîlik, mistisizm ve genel isimlendirmeyle “tasavvuf” ile yapılmış ve söylenen şey genel anlamda, “burada söylenmek istenen şey, lafzın dediği değil, mânânın dediği şekilde şu-şu şekildedir” tarzında olmuştur. Oysa yapılan yorumlar vahyin apaçık söylemine açıkça aykırıdır ki, bu yorumlar zâten peygamberlerin sözlerine ve örnek yaşamlarına da aykırılık içermektedir. Tabi aşırı yorumcular, Peygamber’in sözlerini de tahrif etmiş yada o’nun adına “hadis” adı altında sonsuz sözler uydurmuşlardır. Tabi bizzat Peygamber de din hakkında konuşmuş ve vahyi tebliği ederken yorumlarda bulunmuştur. Bu konuşmaları içeren “sahih hadisler de vardır. Peygamber’e isnât edilen uydurmaların ilhâmını şeytan verirken, bu sözleri söylemek için alanı açanlar da küresel tâğutlar ve onların yerel taşeronları olmuştur ve bu bugün de aynen devâm etmektedir.

Târih boyunca aşırı yorumlarla yapılan vahyin tahrifi, İslâm’ın hâkim bir din ve sistem, İslâm devletinin ise cihangir bir devlet olma özelliğinin zayıfladığı yada bu özelliğini yitirdiği zamanlarda yapılmıştır. İslâm târihinde tüm fitneler ve ifsâd, İslâm’ın (daha doğrusu müslümanların) hâkimiyetini yitirdiği ve bâtılın hâkim olduğu zamanlarda meydana çıkmıştır.

 İşte son 200 yıldır modernite karşısında hâkimiyetini yitiren ve komplekse kapılıp “ezik” hâle gelen vahyin mensupları, dîni yâni hakkı-hakîkati, adâleti ve eşitliği ikinci plâna atarak, moderniteyi “din” edinmişler ve bunun sonucunda, değiştirilemeyecek olan vahyin metnini ve Peygamber’in “güzel örnekliği”ni de, “vicdanları rahatsız ettiğinden dolayı” aşırı yoruma boğarak tahrif etmeye ve unutturmaya çalışmaktadırlar. Bu uğurda yapmak istedikleri şey; vahyin yâni Kur’ân’ın o kendine has özelliğini, değiştirilemezliğini, “tüm zamanların ve mekânların kitabı” olduğunu, hak ve hakîkatin biricik kaynağı olduğu gerçeğini baltalamak, gayr-i İslâmî düzenlerin tek düşmanı olan vahyin-Kur’ân’ın yapısını bozarak, insanların zihinlerindeki vahiy anlayışını yıkmak ve değiştirmektir. Bu uğurda ilk yapılması gereken şey ise, vahyin pratikliğini yâni “Peygamber’in güzel örnekliğini” göz-ardı ederek ve güyâ önemsizleştirip gündem-dışı ederek târihselleştirmek yâni o örnekliği târihe hapsetmek, (ki bunda başarılı olmuşlardır) ondan sonra da vahyin yapısını bozmaktır. Tabi bundan sonra da bozulan vahyi, nefislerine, çıkarlarına ve arzularına göre yeniden ama tam da şeytana, tâğutlara, moderniteye, çağa, maddeye, Dünyâ’ya uygun olarak yorumlamaktır. Böylece ortaya yeni bir “din” çıkacaktır ki bu din elbette “insanın kafa ve beden konforunu bozmayacak” bir din olacaktır.

Şu çok açıktır ki, İslâm ile modern telâkki birbiriyle aslâ uyuşmaz. Fakat modernite günümüzde tüm Dünyâ’da hâkim durumdadır ve tüm Dünyâ’yı ağır bir baskı ve kuşatma altına almıştır. İşte gerek bu kuşatmanın ağır etkisiyle gerekse de modernitenin nefse tam uygunluğu ve bunun birilerinin çok hoşuna gitmesi nedeniyle, modernitenin tek yada en güçlü karşıtı olan İslâm’ı ve onun ana-kaynağı olan Kur’ân’ı tahrif etmek modernler için elzem olmaktadır.

1.400 yıl boyunca âlimler vahyin “hem mânâ hem de lafız olarak” Peygamberimiz’e vahyedildiğini kabûl etmişler ve söylemişlerdir. Bu hususta müslümanlar arasında en küçük bir ihtilâf yoktur. Fakat “modern müslümanlar” arasında vardır. Târih boyunca müslümanlar ve sözde müslümanlar vahyin nasıl gediği konusunda ve Allah’ın ve melek Cebrâil’in, Peygamberimiz’le nasıl iletişim kurduğu konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bu görüşler iki ana başlık altında şu şekildedir:

1-Cebrâil, vahyi yâni Kur’ân’ı doğrudan Allah’tan, hem mânâ hem de lafzıyla birlikte almış ve Peygamberimiz’e de hem mânâ hem de lafzıyla birlikte iletmiştir.

2-Cebrâil, vahyi Peygamberimiz’e “sâdece mânâ olarak” iletmiştir ve Peygamberimiz de bu mânâyı yorumlayarak ve derleyerek lafza ve sonra da metne dökmüştür.

Tabî ki doğru olan birinci yorumdur. İkinci yoruma “kelâm-ı nefsi” denir ki bu; “Allah’ın kelâm sıfatının harf ve ses içerisine sokulmadan yâni kelâm-ı lafzî hâlini almadan önceki hâli” demektir. Bu konuda yapılmış diğer yorumlar ise bu iki ana yorumun yorumlarıdır. Meselâ şöyle derler: “Cebrâil denen şey de zâten, Allah’ın, Peygamber’in gönlünde açtığı bir ilham merkezidir ve bu merkez mânâlarla dolunca, otomatikman Peygamber’in ‘kâlbinden zihnine doğru’ vahiy gelmeye başlamasıdır”. Diğer yorumlar da benzer yorumlardır ki bunların sonu gelmez.   

Vahiy, hem lafız hem de mâna ile birlikte iner. Mânâ lafzın içinde mündemiçtir. Samîmi bir şekilde lafzı okuyanlar mânâyı da lafzın içinde bulurlar. Bu nedenle mânâyı vermek için lafzı aşırı yorumlamaya gerek yoktur. O mânâ, lafzın sürekli okunmasıyla açığa çıkar ve kâlbe yerleşir. Ali Akın: “Vahiyle gelen şey, sınırları belli bir mânâ ve kalıbı belli bir lafız olduğu için, ifâdesi hiç değişiklik kabûl etmez. Uzunluğuna veyâ kısalığına müdâhale edilemez, olduğu gibi yazılması zorunludur” der.

Vahyin sâdece mânâ ile geldiğini, lafızla gelemeyeceğini, çünkü “vahyeden Allah ile vahyi alan Peygamber arasında ontolojik bakımdan tek bir benzerlik dâhi bulunmaz” denir. Vahiy mânâ ve lafız olarak birlikte verildiğinde, lafzın ille de dışarıdan duyulacak şekilde sesli bir şekilde gelmesi gerekmez. Nitekim rûyâlarımızda bize konuşulduğunda, yanımızda olanlar o sesi duymazlar. Lafzı duymamaları, rûyâda bir konuşmanın olmadığı anlamına gelmez. Üstelik o konuşma, anlamı ve mânâsı olan bir konuşmadır.  

Modern zamanlarda bu düşüncenin bayraktarlığını yapan en ünlü kişi, Pakistan’lı yazar Fazlur Rahman olmuştur. Türkiye’de ise bu düşünce en çok, Fazlur Rahman’ın çıraklığını yapan Ankara İlâhiyat’ın medyatik hocaları tarafından dile getirilmektedir. Ankara İlâhiyatın (Ankara Okulu) tezgâhından geçmiş olan medyatik ilâhiyatçıların, vahyin bütünlüğü merkezinde, “onun bir hayat rehberi, sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsi bir kılavuz olduğuna îman edip kabûl etmek” noktasında büyük sorunları vardır. Belki de bunun nedeni, Ankara Okulu’nun “lâikliğin bayraktarlığını yapması için kurulmuş ve temelinin bu bilinçle atılmış olmasından” dolayıdır. Bâtıl sistemin merkezine yakın olmak her zaman “sorun” olmuştur.

Fazlur Rahman: “Kur’ân hem tamâmıyla Allah Kelâmı’dır, hem de olağan anlamda tamâmıyla Hz. Muhammed’in kelâmıdır” der. Hattâ Fazlur Rahman, vahyi getirenin melek Cebrâil olmadığını söyler ve Hz. Peygamber’e vahiy getirenin melek olmadığını güyâ ispatlamak amacıyla: “Dediler ki: Bu elçiye ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda dolaşmaktadır?. Ona, kendisiyle birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmesi gerekmez miydi?” (Furkân 7) âyetini sözde delil olarak getirir.

Yine; “Hz. Muhammed kendini -şuurlu olmasa da- peygamber olmak için hazırladı. Çünkü doğuştan onda insanların karşılaştıkları ahlâkî çöküntülere karşı yüksek bir duyarlılık vardı” der. Oysa Kur’ân’da açıkça şöyle denir:

“Kitabın sana ulaştırılacağını umûd etmezdin; (bu,) Rabbinden ancak bir rahmettir. Öyleyse sakın kâfirlere arka olma!” (Kasas 86).

Abdulkadir Yılan, Fazlur Rahman’ın, vahyi “dışsal” değil “içsel” kabûl etmesinden şu şekilde söz eder:

“Fazlur Rahman’a göre bütün vahyî tecrübeler temelde rûhîdir. Peygamber’in ‘beni’, bütün hazır bulunuşluğuyla genişler ve hakîkati içsel olarak alır. Bu alış ne kendisinin ne de vahiy temsilcisinin fiziksel bir gidiş-gelişi değildir. Ancak fiziksel bir gidiş-geliş olmasa da ‘hakîkat’ Peygamber’in öznel hislerinin ötesinde aşkın bir kaynağa âittir. Böylelikle Peygamber, ilâhi âlem ile kâlbî bir bağlantı kurmuş ve ‘Emrin Rûhu’nun kendisinde oluşturduğu idrâk ile küllî ahlâkî buyrukları anlamış olur”.

İyi de bu niye oluyor yada niye her-an olmuyordu?. Niçin bir “fetret dönemi” oldu da vahiy bir süreliğine kesildi?. Eğer vahiy, Peygamber’in içinde oluşuveren bir şey yada kurduğu bir bağlantı ise, Peygamberimiz hayâtı boyunca içinden çıkamadığı konularda neyi bekledi?. “İçindeki ses” ona tam da çok ihtiyaç olduğunda fısıldamamaya mı başladı?. Zâten Mekke’nin müşrikleri de böyle demiyor muydu: “Cini onu yalnız bıraktı”. Çünkü vahiy zaman-zaman kesiliyordu ve tam da bir sorunun sorulduğu anda yada bir sorunun çıktığı anda gelmeyebiliyordu “imtihan” nedeniyle. Abdulkadir Yılan da bunu eleştirerek şöyle der:

“Fazlur Rahman, rûhun, Peygamber’in kâlbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy şekline dönüşen bir ‘meleke’ olarak yorumlanabileceğini söylemiştir. Ancak ‘Fetret-i vahiy’ sürecindeki Peygamber’in hâlet-i rûhiyesini, İfk Hadisesi sonrası Peygamber’in vahyi beklemesini ve Peygamber’in hatâlarından dolayı vahiy yoluyla uyarılmasını bu durumda nasıl açıklarız?”.

Bu düşünceye göre Kur’ân, “Allah’ın kitabı” değil de “Muhammed’in kitabı” oluyor ki, bunu söyleyenler zımnen şunu demiş oluyorlar: “Hz. Muhammed de bir insan olduğu için hatâ yapması çok muhtemeldir ve de bir-çok hâtâ yapmıştır, o hâlde bu hatâları kabûl etmek ve hayâtımızı bu hatâlara göre şekillendirmek doğru değildir. Artık vahyin temel ilkelerine uyduktan sonra göre biz de yeni derlemeler ve yorumlar yapabiliriz. Çünkü ne de olsa Peygamber de, kâlbinde oluşan mânâları lafza ve dile dökmüştür. Vahyin, kişinin kâlbinde mânâlanması ve dilinde lafza dönmesi konusunda Fazlur Rahman’ın görüşü özetle şu şekildedir:

“Hz. Peygamber’le Kur’ân arasındaki ilişki hârici ve mekanik olmayıp ‘kâlp ile anlam ilişkisi’dir. Bu; ‘vahyin anlam olarak Peygamber’in kâlbine indiği, onun dili ve kelimeleriyle ifâdeye döküldüğü’ anlamına gelir. Allah, Rûh’ûl Emin’i yâni Cebrâil’i Peygamber’e gönderip, onda bir ‘meleke’ oluşturmuştur. Bu, Peygamber’in bilincini, zihnini, kâlbini, iç-benini genişletti. Böylelikle Peygamber, ilâhi âlem ile kâlbî bir bağlantı kurmuş ve Emrin Rûhu’nun kendisinde oluşturduğu idrâk ile küllî ahlâkî buyrukları anlamış oldu”.

Böyle olduğunda peygamberlik bir mesleğe döner. Yeteneği olan herkes, kâlbini mânâ üretimine hazır hâle getirir ve kâlbindeki mânâyı lafızlara yâni âyetlere dökebilir ki, zâten bu bâtıl ve sapık düşünceyi savunanlar bunu söylemektedir ve bu, tam da liberâl modernitenin istediği şeydir. Bu, “modern bâtınîlik”tir. Zâten “klâsik bâtınîlik” denilen melânet de, vahyin mânâya indirgenmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bizim tasavvufçular da, “tecelli” adı altında, aldıkları vahiyleri “zevk” ile topluma sunarlar ve peygamberlik taslarlar.

Adam sormaz mı?. Peygamber bunun için niye kırk yaşını bekledi ki?. Zâten o “el emin” olan biriydi. Kâlbi her zaman mânâları üretirdi ve bu mânâları da istediği zaman lafza ve dile dökebilirdi.

Peki “hadis” denen sözleri de nûr ile aydınlanmış kâlbinden derledikleri midir?. Çünkü gelenekçiler ve hadisçiler böyle söylüyorlar?. Hadisler niçin o kâlbî açılımın derlemeleri olmasın ki?. Böyle olunca hadisleri de “mutlak bağlayıcı” kabûl etmemek için bir nedenimiz kalmaz çünkü.

Niyazi Beki, “vahyi mânâya indirgemek” konusunda eleştirilerini şu şekilde sıralar:

“Hâkka Sûresi’nde: ‘Hiç şüphesiz o (Kur’ân), şerefli bir elçinin kesin sözüdür. O, bir şâirin sözü değildir. Ne kadar az inanıyorsunuz?’ (Hâkka 40-41) ifâdesine yer verilmesi, âyetin Hz. Muhammed’den (a.s.m.) bahsettiğinin bir delîlidir. Yâni insan sözü değildir. ‘Ve gerçekten sana daha önceden hikâyelerini anlattığımız elçilere, anlatmadığımız elçilere (vahyettik). Allah, Mûsâ ile de konuştu’ (Nîsâ 164). (Bu âyet, Allah’ın, peygamberlerle konuştuğunun yâni lafzıyla ve mânâsıyla vahiy gönderdiğinin delilidir H.G.).

Kur’ân’da Hz. Peygamber’e (a.s.m.) hitâben ‘de ki’ anlamına gelen ‘kul’ kelimesi 300’den fazla kullanılmıştır. Bu ifâdede dışarıdan bir emir söz-konusudur. Hâlbuki elçiler, kendilerini gönderenlerin söylediklerini farklı bir tarzda ifâde ederler. Meselâ: Biri diğerine, ‘git, filân adama de ki: ‘Allah birdir’ dese, elçi olan kimse, vardığı yerde herhâlde aynı cümleyi tekrarlamaz; aksine eğer gönderen kimseyi de işe katarsa, ‘beni gönderen kimse, Allah’ın bir olduğunu size söylememi istedi’ der.

İbn Muğire’nin, ‘bu Kur’ân, insan sözünden başka bir şey değil’ şeklindeki sözünü hatırlatan Yüce Allah, böyle söylemenin büyük bir suç unsuru teşkil ettiğini ve büyük bir iftirâ olduğunu, bu sebeple de dehşet verici bir cezâyı hak ettiğini ifâde etmek üzere: ‘Ben onu Sakar’a [Cehennem’e] sokacağım’ buyurmuştur. Bu da Kur’ân’ın, Hz. Muhammed dâhil hiç-bir insanın sözü olmadığını ortaya koymaktadır. Bütün bu deliller gösteriyor ki: ‘Gerçekten o (Kur’ân), âlemlerin Rabbinin (bir) indirmesidir. Onu Rûhû'l-emin (Cebrâil) indirdi. Uyarıcılardan olman için, senin kâlbinin üzerine (indirmiştir). Apaçık Arapça bir dille’ (Şuârâ 192-195)”.

“Ona bir melek indirilseydi ya” âyetini, “melekle gelmedi”ye yoruyorlar. Zamânında yahudiler de âyetlerin, nefislerine, çıkarlarına yada statükoya ve konjonktüre uygun olmamasından dolayı Melek Cebrâil’e düşman olmuşlardı. Çünkü vahyi getiren Cebrâil işlerini-dümenlerini bozuyordu. Oysa vahiy mânâya indirildiğinde kutsal kitaplar da peygamberlerin bir yorumu olacaktı ki o zaman da insanlar onu istedikleri gibi yorumlayabilecek yâni tahrif edebileceklerdi. Zâten yahudilerin yaptıkları tahrifler bu yolla olmuştur. Cebrâil’e düşmanlıklarının sebebi, vahyin sağlamlığıdır:

“Her kim Allah’a, meleklerine, elçilerine, Cibril’e ve Mikâil’e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır” (Bakara 98).

Şaban Ali Düzgün, Fazlur Rahman’a özenerek; “Böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik” (Şûrâ 52) âyetini, “biz sana emrimizin rûhunu vahyettik” şeklinde değiştirir. Kur’ân’ın; “Onlardan öyleleri vardır ki, dillerini kitaba doğru eğip bükerler, siz onu (bu okur göründüklerini) kitaptan sanasınız diye. Oysa o kitaptan değildir. ‘Bu Allah katındandır’ derler. Oysa o, Allah katından değildir. Kendileri de bildikleri hâlde Allah’a karşı (böyle) yalan söylerler” (Âl-i İmran 78) âyeti bu şekilde tezâhür eder.

Vahiy, Cebrâil’in, Allah’tan alıp -Peygamberimiz arap olduğu için- arapça bir lafızla Peygamberimiz’e bildirdiği ve o’nun da kâlbine kazınan bir hitaptır. Kelâm, onu ilk söyleyenindir; onu tebliğ edenin değil.

Peki Peygamberimiz vahyi nasıl alırdı?. Bu konuda, konuyla ilgili hadisler bize yardımcı olacaktır..

1-Hz. Âişe (r.a.) şöyle buyurmuştur: Hâris bin Hişâm (r.a) Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e: “Yâ Resûlullah, sana vahiy nasıl gelir?” diye sordu. Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular: “Bâzen bana çıngırak sesi gibi gelir ki bana en ağır geleni de budur. Benden o hâl zâil olur-olmaz (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bâzen Melek bana bir insan olarak temessül eder. Benimle konuşur. Ben de söylediğini iyice bellerim”.

2-Hz. Âişe (r.a) şöyle buyurur: “Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’i soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy nâzil olurken görmüştüm. (İşte böylesine soğuk bir günde bile) kendisinden o hâl geçtiği vakit şakaklarından şapır-şapır ter akardı” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 2)

3-Ümmü’l-Mü’minîn Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: “Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ilk vahiy başlangıcı uykuda sâlih (sâdık) rûyâ görmekle olmuştur. Hiç-bir rûyâ görmezdi ki sabah aydınlığı gibi vâzıh ve âşikâr zuhûr etmesin. Ondan sonra kâlbine yalnızlık muhabbeti ilkâ olundu. Artık Hırâ dağındaki mağara içinde halvete çekilip orada ehlinin yanına gelinceye kadar adedi muayyen günlerde ibâdet ederdi. O günler için yanına azık da alırdı. Sonra Hz. Hatîce’nin yanına dönüp bir o kadar zaman için yine azık tedârik ederdi. Nihâyet Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e birgün Ğâr-ı Hırâ’da bulunduğu sırada emr-i Hak (yâni vahiy) geldi. Şöyle ki Ona Melek gelip “Oku!” dedi. O da “Ben okumak bilmem!” cevâbını verdi. Allah Resûlü (s.a.v) Efendimiz hâdisenin devâmını şöyle anlattılar:

“O zaman Melek beni alıp tâkâtim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine “Oku!” dedi. Ben de ona “Okumak bilmem!” dedim. Yine beni alıp ikinci defâ tâkâtim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine “Oku!” dedi. Ben de “Okumak bilmem!” dedim. Nihâyet beni yine alıp üçüncü defâ sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp: “Mahlûkâtı yaratan Rabb-i Celîl’inin ism-i şerifiyle oku!. O Rabb-i Azîm ki insanı bir alâktan yarattı. Her hâlde oku ki senin Rabbin kalemle yazı yazmayı tâlim eden, keremine nihâyet olmayan Allahu Zü’l-Celâl’dir” (Alâk Sûresi) dedi.

4-Câbir bin Abdullah el-Ensârî (r.a) vahyin ilk gelişi ve fetrete girmesiyle alâkalı şöyle demiştir:

“Resûlullâh Efendimiz (s.a.v) fetret-i vahiyden bahsederken söz arasında buyurdular ki: “Ben bir gün yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hırâ’da bana gelen Melek (yâni Cibrîl aleyhi’s-selâm) semâ ile arz arasında bir kürsî üzerinde oturmuş. Pek ziyâde korktum. (Evime) dönüp: “Beni örtün, beni örtün!” dedim. Bunun üzerine Allâh Teâlâ Hazretleri’nin “Ey örtüye bürünen Resûlüm, kalk da inzâr et!. Rabbinin azâmet ve kibriyâsından bahset. Elbiseni pâk ve mutahhar tut. Putlara ibâdet necâsetini terk etmende dâim ol!” âyetlerini inzâl buyurdu. Artık vahiy kızıştı da ardı-arası kesilmedi” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 3).

5-İbn-i Abbâs (r.a); “Sana nâzil olan Kur’ân âyetlerini nazmı ile unutmayayım diye acele edip Cibrîl tilâvetini tamamlamadan hemen lisânını ve dudaklarını kımıldatmaya başlama!” âyet-i kerimesi hakkında şöyle buyurmuştur: “Resûlullah Efendimiz (s.a.v) nâzil olan âyet-i kerimeleri derhal ezberlemek için kendisini meşakkate sokar ve bundan dolayı çok kereler mübârek dudaklarını kımıldatırlardı. Bunun üzerine Allâh Teâlâ Hazretleri O’na: “Sana nâzil olan Kur’ân âyetlerini nazmı ile unutmayayım diye acele edip Cibrîl daha tilâvetini tamamlamadan hemen lisânını ve dudaklarını kımıldatmaya başlama!. Kur’ân’ı sadrında cem etmek (toplamak) ve Sana tilâvet ettirmek Biz’e âittir. Cibrîl’in lisânıyla Kur’ân’ı Sana okuduğumuzda Sen yalnız dinle!. Ondan sonra onu anlatıp belletmek yine Biz’e âittir” âyet-i kerimelerini inzâl eyledi.

İşte bundan sonra Resûlullâh (s.a.v) Efendimiz’e ne zaman Cibrîl (a.s) gelirse sükût buyurup onu dinlerlerdi. Cibrîl (a.s) gidince getirmiş olduğu âyet-i kerimeleri o nasıl tilâvet etmişse Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) de öylece tilâvet ederlerdi. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 4).

Şu âyetler, vahyin peygamberlere hem lafızlarıyla hem de mânâlarıyla, melek Cebrâil tarafından getirildiğinin delilidir..

“Bunlar, gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan hangisi Meryem’i sorumluluğuna alacak diye kalemleriyle kur’a atarlarken sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin” (Âl-i İmran 44).

“Size Allah’ın hazîneleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorum ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben, bana vahyedilenden başkasına uymam. De ki: ‘Kör olanla, gören bir olur mu?. Yine de düşünmeyecek misiniz?” (En-âm 50).

“Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veyâ kendisine hiç-bir şey vahyolunmamışken ‘bana da vahy geldi’ diyen ve ‘Allah’ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim’ diyenden daha zâlim kimdir?. Sen bu zâlimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: ‘Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun âyetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz’ (dediklerinde) bir görsen” (En-âm 93).

“Rabbinden sana vahyedilene uy. O’ndan başka İlah yoktur. Ve müşriklerden yüz çevir” (En-âm 106).

“Onlara bir âyet getirmediğin zaman: ‘Sen onu (inmeyen âyeti) derleyip-toplasana’ derler. De ki: ‘Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden olan basîretlerdir; îman edecek bir topluluk için bir hidâyet ve bir rahmettir” (A’raf 203).

“İçlerinden bir adama: ‘İnsanları uyar ve îman edenlere, muhakkak kendileri için Rableri Katında ‘gerçek bir makam’ olduğunu müjde ver’ diye vahyetmemiz, insanlara şaşırtıcı mı geldi?. İnkâr edenler: ‘Gerçekten bu, açıkça bir büyücüdür’ dediler” Yûnus 2).

“Onlara âyetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: ‘Bundan başka bir Kur’ân getir veya onu değiştir’. De ki: ‘Benim onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyân edersem, gerçekten ben, büyük günün azâbından korkarım” (Yûnus 15).

“Şimdi onların: ‘Ona bir hazîne indirilmeli veyâ onunla birlikte bir melek gelmeli değil miydi?’ demeleri dolayısıyla göğsün daralıp sana vahyolunanlardan bir kısmını terk mi edeceksin?. Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah her-şeye vekildir” (Hûd 12).

“Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bunları sen ve kavmin bundan önce bilmiyordun. Şu hâlde sabret. Şüphesiz (güzel olan) sonuç takvâ sâhiplerinindir” (Hûd 49).

“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi” (İsrâ 73).

“Ben seni seçmiş bulunuyorum; bundan böyle vahyolunanı dinle” (Tâ-hâ 13).

“Hak olan, biricik hükümdâr olan Allah Yücedir. O’nun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur’ân’ı (okumada) acele etme ve de ki: Rabbim, ilmimi arttır” (Tâ-hâ 114).

 “De ki: ‘Eğer ben sapacak olsam, artık kendi nefsim aleyhine sapmış olurum; eğer hidâyeti bulacak olsam, bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu (Kur’ân) sâyesindedir. Şüphesiz O, işitendir, yakın olandır” (Sebe’ 50).

“Kendinden öncekini doğrulayıcı olarak sana Kitap’tan vahyettiğimiz gerçeğin ta kendisidir. Şüphesiz Allah, elbette haber alandır, görendir” (Fâtır 31).

“Bana ancak, yalnızca apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunmaktadır” (Sâd 70).

“Ben ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim. Bana yalnızca, sizin İlahınızın bir tek İlah olduğu vahyolunur. Öyleyse O’na yönelin ve O’ndan mağfiret dileyin. Vay hâline o müşriklerin” (Fussilet 6).

“Böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Sen, kitap nedir, îman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nûr kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidâyete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun” (Şûrâ 52).

“Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim” (Ahkâf 9).

Rasyonâlizme göre vahiy, “insanın Tanrı’ya ilişkin arayışının bir sonucu oluşan bilgiler bütünü”dür. Akıl ile din -sözde- uzlaştırılınca, din ortadan kalkar. Akla bire-bir uygun olan bir vahiy varsa, vahye gerek yoktur. Çünkü akıl da bire-bir vahye uygun görülünce, akıldan sâdır olan her-şey de vahiy gibi olur. Varılan yer artık “deizm”dir. Akıl kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir. Fakat vahiy, akıl-üstü bir öğretidir. Aksi-hâlde akıl, “vahiyden üstün” yada “vahiy ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl bir vahiy meydana getirebilirdi. Yâni insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi ve hak bir din kurabilir ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirdi.
 
Allah’ın bizden istediği şey, “gayba îman” ve Dünyâ’da, îmâna taâlluk eden aklın vahiy-merkezli kullanılarak Dünyâ’yı bu minvâlde inşâ etmemizdir. Sorun; bir kesimin hem gaybı hem de Dünyâ’yı “salt îman” ile, diğer kesimin ise “salt akılla” idrâk ve idâre etme düşüncesidir. “Vahye gerek yoktur, akıl en iyi yolu bulur” deniyor. Fakat vahiy her zaman, aklın ortaya koyduğu kötülükleri düzeltmek için gelmiştir.

Allah’ın dînini hayâta hâkim kılmak adına vahiy-merkezli amel ve eylemde olunmadıkça, “temiz” kalmak imkânsızdır. Anlayışı vahiy ile değiştirmek, davranışı da vahiy ile değiştirmeyi gerektirir. İşte peygamberler bunun için gönderilirler.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Aralık 2018

Devamını Oku »

2 Ağustos 2019 Cuma

İmaj ve Îman


“Onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) Sanki onlar dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler..” (Münâfikûn 4).

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

İmaj, “görünür olmak”la ilgilidir. Bu görünüm, “diğerlerinde farklı” ve sözde “üstün” olan bir görünümdür ki bu bağlamda imaj, “birilerine göre imaj” olur. O hâlde imajı savunanlar, çoğunluktan farklı olmak istediklerinden dolayı, çoğunluktan üstün olmayı istemektedirler. Bu nedenle de mecbûren adâletsiz bir dünyâ arzularlar. Zîrâ bir farklılık meydana getiren imajı oluşturan şeyin (eşyâ) sâdece kendilerinde olmasını istemek, “başkalarının ona erişememesini dilemek” anlamına gelir. Bu ise ağır bir bencillik durumudur. Zâten adâletsizlik ve bundan kaynaklanan toplumsal huzursuzluğun nedeni budur. Mü’minlerin böyle bir düşünceleri olamaz. Zîrâ Kur’ân üstünlüğün takvâda olduğundan bahseder. Gerçek üstünlüğün “takvâda üstünlük” olduğunu söyler:

“…Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe [ve imajca] değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

Demek ki üstünlük, imaj ile değil, îman ve takvâ ile oluyormuş. Üstün olanlar, “Allah’a göre üstün olanlar”dır. Bu nedenle kim daha takvâlı ise, o daha üstündür. Allah, “sonsuz ebedî nîmet diyârı” olan cennete, “imajı yüksek” olanları değil, “îmânı ve takvâsı yüksek” olanları alacaktır. İmaj zâten dünyâlıktır ki imajın Dünyâ’da da ölüme kadar süreceği garantili ve hattâ mümkün de değildir. Zâten ölümle imaj da sıfırlanır. Zîrâ “ölüm, imajın sıfırlandığı an”dır.

Her-şey görünür oldukça, gerçek imhâ olur. Zîrâ imaj, “gerçek” değildir ve gerçeği blôke edip örter. O hâlde imaj kâfirdir. Çünkü gerçeği örter. Jean Baudrillard: “İmaj şiddet içerir. Çünkü orada vukû bulan, gerçeğin cinâyete kurban gitmesidir” der. Şeytan, imaj ile gerçeğin örtülmesi için insanlara fısıldar. Zâten bunu ilk başta Hz. Âdem ve Havvâ’ya yapmıştı ve “şu ağaçtan yasaklanmanız birer melek olmamanız içindir” demişti. Yâni onlara, insanlıktan farklı olarak “meleklik imajı” önermişti ve onları bu imaj önermesiyle kandırmıştı. Şeytan tüm zamanlarda olduğu gibi özellikle de bu kandırmacaya çok müsâit olan modern zamanlarda insanları en çok imaj ile kandırmaktadır. İnsanlar nefisleri de onayladığı için hırsla imaja yönelirler ve en nihâyet imajı dinleştirirler. Tabi bunun için büyük bedeller ödemek zorunda kalırlar. Nice paralar imaj uğruna isrâf edilir ama geride elde kala-kala koca bir “sıfır” kalır.

Modern insanlar imajı rableştirmiş durumdadırlar. İmaj uğruna yapmadıkları ahmaklık ve isrâf yoktur. İmaj bir “isrâf ameliyesi”dir.

İmaj “görünmeye yönelik” iken takvâ ise “Allah rızâsı”na dönüktür. Dolayısıyla imaj aslında Allah rızâsından vazgeçip insanların rızâsını kazanma etkinliğidir. Fatma Barbarosoğlu İmaj ve Takvâ isimli kitabında imaj için şunları söyler:

“Modern insan, kimliğini en ziyâde imaj yoluyla oluşturuyor. Sâhip olunması gereken modern imajlar için takvâdan vazgeçilir. İmajın olduğu yerde takvâ ve ihlas kaybolur. İmaj bir maskedir ve imaj bir maske olarak ortaya çıktığı anda eskimeye başlar”.

İmajı dinleştirenler kendilerinin kıskanıldığı söylerler. Zîrâ îmânın gücünden haberleri olmadığından dolayı imaj ile bir güç devşirdiklerini zannetmektedirler. Oysa sûni ve geçici bir ilgiden ötesine gidemezler.

Îman, imajdan vazgeçirecek bir kudrete sahiptir. Zîrâ hakkıyla îman edenlerin imajı dinleştirmeleri mümkün değildir. Mekke’nin “imaj” denince akla gelen ilk ismi Mus’ab bin Umeyr idi. Zengin, yakışıklı, iyi giyimli, muhteşem kokular süren ve herkesin ilgisini çektiği için insanların onun yerinde olmayı istediği bir kişi. Hattâ şöyle bir rivâyet vardır: “Mekke'de Mus’ab b. Umeyr’den daha güzel giyinen, daha yakışıklı ve nîmetler içinde yüzen başka bir genç görmedim” (İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut 1960, III, 116). Oysa Mus’ab, İslâm ve îman ile tanışınca, âilesini de karşısına alarak tüm dünyevî şeyleri terk etmiş ve o ışıltılı imajdan da vazgeçerek îmânın onu götürdüğü yere gitmiştir. Zîrâ imajın gücünün, îmânın gücü yanında hiç-bir değerinin olmadığını görmüş ve kendini îmâna ve İslâm’a adamıştır. Böylece imajdan vazgeçmeden hakîki îmâna erişilemeyeceğini de göstermiş, gücünü imajından değil, îmânından alanların kervanına katılmıştır. Bir yazıda Mus’ab bin Umeyr için şunlar söylenir:

“Birinci Akabe Beyati olmuş ve Medîne’lilerden bir grup İslâm’ı kabûllenmişti. Kendilerine İslâm’ı anlatmak ve diğerlerine de tebliğ yapmak için Resûlullah’tan (asm) bir öğretici istediler. Hz. Peygamber (asm) de bu önemli görev için Hz. Mus’ab b. Umeyr’i görevlendirdi. Hz. Mus’ab onlara hem namaz kıldıracak, hem Kur’ân öğretecek, hem de diğer insanlara İslâm’ı anlatacaktı ve yeni kimseleri İslâm’a dâvet edecekti. Böylece Medîne’ye ilk hicret eden sahabe Mus’ab b. Umeyr oluyordu. Medine’de ilk Cum’a namazını da Mus’ab b. Umeyr’in kıldırdığı kaynaklarda ifâde edilir” (İbn Sa'd, a.g.e., III/118).

İşte o Mus’ab, aynı-zamanda Uhud Savaşı’na da katılmış ve îmânını şahâdet ile de kanıtlamış ve mühürlemişti. Oysa istese imaj-merkezli bir yaşamı seçebilirdi. Lâkin îman, insanı öyle bir değiştirir ki, imajdan vazgeçirerek kişinin hayâtını îmâna adamasını sağlar. Çünkü hakîki ve güçlü îman, kişiyi mutlaka amele-eyleme yönlendirir.   

Zenginler halkın idôlüdürler yada zenginler halkın idôlü hâline getirilirler. Halk onlara özenir ve onlar gibi olmak ister. Çünkü imajın taşıyıcısı onlardır. İnsanlar genelde en üstün imajı olanları “en üstün insan” olarak kabûl ederler. Tâ ki onların mallarıyla berâber yerin dibine batışını görene kadar:

“Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü (imajı) içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lûtfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 79-82).

Kârun, putlardan Menat’ı temsil eder. Menat=mani=paradır. Kârun paranın ilahlaşmasının timsâlidir. Dolayısıyla da imajın önderidir. Fakat imajını ilahlaştırıp ona taptığı için, o kadar zenginliğe ve imaja rağmen tüm serveti ve imajı yerin dibine gömülmüştür. Hâlbuki hakkıyla îman etseydi, Allah onu göklere çıkarırdı ve cennette de ebedî nîmetlere kavuşurdu. İmajı yerine Allah’a tapsaydı, Allah da onu “imajın sembôlü” yerine “imânın  sembôlü” yapardı ve hattâ onu insanlara imam ederdi. İnsanlara “örnek imaj” yerine, “örnek imam” olurdu.  

Her-şeyin imaj görüldüğü ortamlarda, aslında görülecek hiç-bir şey kalmamıştır.

Modern kültürde çarpık bir “üstün insan” anlayışı vardır. İnsanın rûhuna, ahlâkına, samîmiyetine, takvâsına ve karakterine değil de imajına bakılıyor.

İmajı din yapmak, görünür olmayı zorunlu kılar. Gücünü ve tatminini imajdan alanlar, sürekli görünür olmak ve imaj tâzelemek zorundadırlar. Zîrâ görünür olmadıklarında imaj bir işe yaramaz. O hâlde imajı putlaştıranlar kendilerini teşhir edercesine görünür olmak için her türlü rezilliğe bile katlanabilirler ki bunun örneklerini medyadan ve sosyeteden biliyoruz.

İmaj,  estetik cerrahları toplumun önde gelen zenginleri hâline de getirdi. Çünkü imaj hırsı hiç-bir zaman tatmin edici değildir. O nedenle, aslında gerek olmasa da sürekli olarak estetik ameliyatlardan bahsedilir ve imaj için kullanılan ürünlerin reklâmı yapılır. Ünlü şarkıcı Michael Jackson, imaj uğruna kendini “maymuna” döndürmüştü. Hattâ belki de ölüm nedeni de bu yüzdendi. Bu durum modern insanın geneli için de geçerlidir. Çünkü modern insan için imaj her-şeyken, îman ise hiç-bir şeydir. Modern insan “kendini imaja kurbân eden insan”dır. Îman için yaşamayanlar mecbûren imaj için yaşamak zorunda kalırlar. Böylece ilahları imaj olur. Böylece aslında imaj üzerinden şeytana ve tâğutlara tapmış ve kulluk etmiş olurlar.  

İnsanlar ikiye ayrılır; 1-Gücünü îmânından alanlar; 2- Gücünü imajından alanlar. Aslında imajdan güç alanların gücü az ilerde biter, çünkü imaj, sürekli dışardan destek ister. Oysa îmanın gücü içten geldiği için uzun ömürlüdür. İmaj dıştan güç almak iken, îman içten güç almaktır.

İmajı dinleştirenler ve imaja tapanlar gerçeklikten kopmuşlardır ve artık kendi doğal hâllerinde değillerdir. Onlar bir görüntüye meftûn olmuşlar ve bu uğurda kendilerini kurbân etmişlerdir. Fakat “her can ölümü tadacağı” için ve “her can yaşlılığı da tadacağından” dolayı, o imajın nasıl da yaşlanma ve ölüm karşısında etkisiz olduğu acı bir tecrübeyle görülür. İmaja tapanlar, artık imajın değil de îmânın işe yarayacağı zamanlarda derin bir bunalıma düşerler. Âhirette ise insanı kurtaracak olanın imaj değil de îman olduğu gördüklerinde ise artık her-şey için çok geçtir.

İmaj çok pahalıdır. Sürekli olarak, giyim-kuşam, kozmetik vs. için çok zaman ve para ister. Oysa doğal güzellik hem bedâva hem da daha çekicidir. Şu doğanın imajına baksanıza.. Hiç-bir insan ilkbahar geldiğinde doğanın büründüğü gibi bir imaja bürünemez. Hz. Îsâ şöyle der:

“Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz?; Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın!; Ne çalışırlar, ne de ipek eğirirler. Size şunu söylüyorum: Bütün görkemine karşın, Süleyman bile bunlardan birisi gibi giyinmiş değildi” (İncil; Matta; 6/19-34, Luka; 12/12-36).

Yâni hiç-bir kral, kır zambakları gibi giyinip süslenememiştir ve kır zambaklarının yakaladığı imaj seviyesini yakalayamamıştır.

Şeytanın isyân nedeni imaj idi. “Beni ateşten, onu topraktan yarattın, ben ondan üstünüm, çünkü toprakta imaj yoktur, ateşin imajı ise çok çekicidir” demişti.

İmaj bir çeşit bağımlılıktır. Şeytan, insanı imaj ile oyalar ve sonuçta cehenneme sürükler. İmajını dinleştirenler, aslında sonsuz bir dikizlenme arzusuna sâhiptirler. Çünkü herkes sizi dikizlemiyorsa imaj bir işe yaramaz ve para etmez. Zîrâ imaj, insanların size hayranlıkla bakmasını ve sizin gibi olmayı istemesi içindir. İmaja bürünenleri işte bu sûni tatmin büyülemektedir.

Bedene yâni imaja yapılan aşırı yatırım, uzun vâdede mutlakâ zarar ettirir. Oysa rûha yapılan yatırım, hem kısa hem de uzun vâdede insanı kâra geçirir ve kişiyi nihâyet ebedî nîmetler diyârı olan cennete ulaştırır.

“Ruhlar kapkara olmuşken dışı parlatmak” anlamında imaja yapılan yatırım, “badanalanmış kabirler” örneği gibidir. Hz. Îsâ, dışı ihtişamlı olduğu hâlde ruhları kapkara olanları, “badanalanmış kabirler”e benzetmiştir ki bembeyaz badanalanmış olan kabirlerin içi çürümüş cesetle doludur. Kabir dışarıdan badanalanmıştır ve bembeyazdır. Yâni kabirler dıştan bakınca iyi bir imaja sâhip olmasına rağmen, içi çürümüş kemiklerle doludur.

Teknolojiyi tâkip etmek artık “üstün ve bilgili insan” imajı oluşturuyor. Hâlbuki bu kişilerin çoğunun bilim ve teknolojiden haberleri yoktur ve onlar son model teknolojik ürünleri satın aldıklarında bilim ve teknoloji ile ilgili olduklarını zannederler. İmajın en yoğun taşıyıcılığını yapan teknolojinin tüm Dünyâ’da büyük bir rağbet görmesi, teknolojinin eleştirilmesini ve hattâ ona en ufak bir söz bile söylenmesini imkânsızlaştırıyor. Teknolojiye laf edenler ve eleştirenler “bilim düşmanlığı” ile yaftalanıyor ve karalanıyor. Çünkü teknoloji, modern dünyânın ve insanın kutsalı hâline gelmiştir.

Bir imaj üretildi: “Ortadoğulu müslümandır, müslüman ise teröristtir”. Oysa bu da batı’nın ve modern zâlimlerin, zulümlerini perdelemek için ürettikleri bir zırvalıktır. Çünkü asıl şiddeti ve terörü yapanlar kendileridir. Fakat modernler bu zulmü “profesyonelce” yâni bir imaja bürünerek yaptıkları için insanlar da onların yaptıkları ağır zulmü ve şiddeti farklı düşüncelerle ve kavramlarla normâlleştirmekte meşrûlaştırmaktadır.

İslâm, bireysel-şahsî alanda “akide ve inanç”, toplumsal alanda ise “din ve şeriat”tır. Zamâne müslüman cemaatlerin bireyleri, “şahsiyet” olamamış ve bireyleşmiş kişilerden oluşuyor. Aynen liberâl kapitâlist sistemlerin bireyleri gibi. Zâten bu nedenle görünüşte “aşırı müslüman” imajı verenler, hakkıyla “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker” yapamıyorlar.

Şeytan hakîkati “imaj” yüzünden yalanladı. İmaj yüzünden secde etmedi Âdem’e. Âdem’i topraktan yaratıldığı için küçümsemişti. Çünkü kendisi ateşten yaratılmıştı ve hiç-bir dayanağı olmamasına rağmen ateşi topraktan üstün görmüştü. İslâm’a göre “görünmek”, “olma”nın önündeki en büyük engeldir. O hâlde imaj, İslâm-merkezli olmanın ve nihâyet İslâm-merkezli ölmenin önündeki en büyük engeldir.

Allah müslüman kadının imajını da belirliyor ve bunu, hem “cilbab” ile tüm bedenin örtülmesi şeklinde, hem de “hımar” yâni başa takılan örtünün takma şeklini düzenleyerek yapıyor. Başörtüsü-tesettür kadınlar için hem dînin bir emri hem de bir süs olduğundan, kadınlar hem başörtüsü ve genel örtünmelerine titizlikle uymalı, hem de tesettürü “ayağa düşürmeyecek” şekilde uygulamalıdırlar. Post-modern zamanlarda kadınların çoğu baş-örtüsünü imajın bir nesnesi yaparak bir “aksesuar” olarak kullanmaya başladı. “Makyajsız çıkmam” diyenler gibi, “baş-örtüsüz çıkmam” diyenler peydâh oldu. Onu bir süs nesnesi olarak, bir “imaj aracı” olarak kullanıyorlar. Hattâ bâzıları onu “ârızalı” yerlerini gizlemek ve “imajını düzeltmek” için kullanıyor. Oysa baş-örtüsü ve tesettür “ziynetlerin örtülmesi” içindir. Amaç budur yâni. Baş-örtüsü imajın değil, îmânın bir göstergesidir. Mü’min kadının kimliğinin göstergesidir.

Başörtüsü kadına bir imaj ve İslâmî bir duruş da kazandırır-kazandırmalıdır. Başörtüsü, İslâm-merkezli bir düşünüş ve yaşayışın göstergesidir ve göstergesi olmalıdır. Zâten birilerinin başörtüsünü görünce cinnet geçirmesinin nedeni de bu, yâni İslâm’ı ve İslâmî sorumluluğu hatırlatmasıdır. O yüzden en azından başörtüsünün bağlanış şeklini moderne uyarlayarak imajı modernleştirmek isterler. Bu bağlamda; “başörtülü, kapitâlist-demokrat-liberâl-konformist-lâik kadın” ile; “başörtüsüz, kapitâlist-demokrat-liberâl-konformist-lâik kadın” arasında bir fark kalmaz. Başörtülü kadın, salt İslâm-merkezli olmak durumundadır.

Mü’minler ilhâmını imajından değil îmânından alırlar, tasavvurlarını îman oluşturur, sözleri, tavırları ve davranışları imajdan değil îmandan kaynaklanır ve îmâna dayanır. Mü’mince davranış îmanın ve takvânın verdiği bir sorumluluktur, yoksa imajın kazandırmış olduğu sorumsuzluk değildir.

Hakîkatin imaja kurbân edildiği bir dünyâda yaşıyoruz. Zîrâ bir şeyin gerçeği-hâkîkati kaybolunca imajı oluşturulur.

İmaj, îmandan üstün değildir. Kapitâlizm, îmânın yerine imajın konulduğu bir ideolojidir. Böylece Allah yerine maddenin ilahlaşması söz-konusu olur.

Mü’min, gücünü imajından değil, îmânından alan kişidir. Modernler “imaj için” yarışırlarken, mü’minler “iman için” yarışırlar.

Mü’min, şahsiyetini “imaj için tüketim”den değil, “takvâsından ve îmânından” alır. “Tüketiyorum, öyleyse varım” sözünü değil, “inanıyorum öyleyse varım” sözünü söyler. Şahsiyetini, satın aldığı imajından değil de îmânından alanlara selâm olsun.

“Sakın onlardan bâzılarını yararlandırdığımız şeylere (imaj) gözünü dikme!, onlara karşı hüzne kapılma!, mü’minler için de (şefkât) kanatlarını ger” (Hicr 88).

“Onlardan bâzı gruplara, kendilerini denemek için yararlandırdığımız dünyâ hayâtının süsüne (imaj) gözünü dikme!. Senin Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir” (Tâ-hâ 131).

İmaj ve takva; işte bütün mesele bu..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mart 2019















Devamını Oku »