30 Mart 2024 Cumartesi

Attan İnip Eşeğe Binmek

 

“Ve hayvanları yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır. Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere ağırlıklarınızı taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz şefkatli ve merhâmetlidir. Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır-yaratıyor” (Nâhl 5-8).

 

İnsanlık-târihi, ihtişamlı yağız yada kır attan inip, uyuz eşeklere binmenin târihidir. Burada at “İslâm” iken, eşekler ise İslâm-dışı olan bâtıl dinler, düşünceler ve ideolojilerdir.

 

Câhil insan modernizmi “insanlığın ulaşabileceği en ileri gelişmişlik düzeyi” olarak görse de aslında modernizm insanlığın geldiği en aşağılık seviyedir. Zîrâ Allah’ın işe karıştırılmadığı bir düşünce ve hayat-tarzı elbette aşağılık olmaktan kurtulamaz. Allah ile olmak Allahsız olmaktan elbette daha üstündür. Allahsızlaşmak ise elbette attan inip eşeğe binmektir.   

 

Atların yapısına bakıldığında, neresinden bakarsanız-bakın, üzerine binmek için yaratılmış bir varlık olduğunu haykırmaktadır. Yaratılmış her-şey de “bizi Allah yaratmıştır ve Allah katındaki tek hak din İslâm’dır” diye haykırmaktadır. Bu-bağlamda İslâm’dan yâni Allah’tan vazgeçip beşerî düşünce ve ideolojilere sarılmak, attan inip eşeğe binmek gibidir.

 

Oysa at hem hızlı bir hayvan olarak hem de sırtı sanki ortopedik bir koltuk gibi olduğu için en ideâl binek olduğu gibi, İslâm da en uygun hayat nizâmıdır. Böyle olmasına rağmen attan inip de eşeğe binmenin yada İslâm’dan vazgeçip de beşerî dinlere ve inançlara kapılmanın ne âlemi var?. 

 

Eşekler de binmek için kullanılabilirler tabi. Fakat eşekler daha ziyâde heybe, çıkın ve odun gibi şeyleri taşımak yâni yük taşımaya daha uygundurlar. Âyet de “ağırlıklarınızı taşırlar” diyor. Eşekler sâdece kısa mesâfeler için üstüne binmeye uygundur. Zâten beşerî ideolojiler de hep kısa mesâfeli olur. Çünkü onlar eşekler gibidir. Atlarla ise Dünyâ’yı bile dolaşabilirsiniz ve üstelik hızlı bir şekilde yol alabilirsiniz. Atlarla dostluk bile kurulabilir ve size yâren olurlar.

 

Develer de hem yük taşırlar hem de üstüne binilir. Fakat develer de daha çok, özellikle çöl şartlarında yük taşımaya elverişlidir. Karşıdan bakıldığında devlerin binmek için çok da uygun olmadığı ortadadır. Hayâtında hiç at ve deve hattâ eşek görmemiş birine binmesi ve “yol alması” için bunlardan birini seçmesini istense, binmek için yaratıldığı apaçık olan atı seçecektir. İşte bunun gibi; insan odaklanarak ve samîmi bir şekilde İslâm’ın ne olduğuna baksa ve diğer din ve inançlarla karşılaştırsa, açık-ara farkla İslâm’ın farklı olduğunu görecek ve İslâm’ı seçecektir. Öyleyse attan inip eşeğe binmenin ve İslâm’dan vazgeçip de bâtıl din ve inançların peşinde gitmenin ne gereği var?. 

 

Savaşlarda bile bâriz farkla at tercih edilmiştir. Öyle ki Allah da, düşmana karşı, vahyin indiği toplumda en değerli hayvanlar olan develerin değil de, çok sayıda bulunmayan atların hazırlanmasını emretmiştir:

 

“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infâk ederseniz, size eksiksiz olarak ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız” (Enfâl 60).

 

Çünkü atlar daha kullanışlıdır. İşte bunun gibi, İslâm da beşer-ürünü batıl din ve inançlardan çok daha kullanışlı ve faydalı bir din’dir. Hattâ Dünyâ’da “herkes için” adâleti ve huzûr sağlayabilecek tek din, Allah katındaki tek hak din olan İslâm’dır.  

 

İslâm’ı her-şeyiyle ideâl bir yağız yada kır bir ata, modernizmi de son model kırmızı bir Ferrâri’ye benzettiğimizde, modern insanın zannettiği gibi, Ferrâri’nin atlardan her yönden daha üstün olduğunun delîli nedir?. Hiç-bir delîli yoktur, çünkü şöyle alıcı gözüyle karşıdan baktığımızda, atların Ferrâri’den çok daha çekici, estetik, güvenli ve binip yol almak için daha uygun ve üstün olduğu apaçık olarak görülecektir.

 

İşte aynen bunun gibi; İslâm’ı-Kur’ân’ı-Sünnet’i okuyup öğrendiğimizde ve inatçılık yapmadan diğer beşerî din, düşünce ve inanışlarla karşılaştırdığımızda, İslâm’ın diğerlerinden apaçık ve bâriz bir farkla üstün, değerli ve faydalı olduğu görülecektir.

 

O-hâlde attan inip de eşeğe binmenin ne gereği var?.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

İslâm’ı Sevmek Yada Sevmemek

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

İşte bütün mesele, bu âyette söylenen sözü kesin bir inançla söyleyebilmek yada söyleyememektir. Dünyâ’yı değiştirecek ve İslâmi bir yörüngeye sokabilecek olanlar bu sözü tüm kâlpleri ve inançlarıyla söyleyebilen Allah’ın râzı olduğu kişilerdir. Bu sözü söyleyebilmek için İslâm’ı gerçekten de sevmek ve bu nedenle de ona adanabilmek gerekir. 

 

Sevmeden, istemeden yapılan hiç-bir iş “iyi” ve güzel olmaz. İnsan sevmediği ve istemediği bir işi yapmaz, yapsa da iyi ve güzel yapmaz da ya aksatır yada yarım-yamalak yapar. Böyle bir işten elbette bir hayır gelmez.

 

İnsan ya Allah’ın râzı olacağı ve olduğu şeyleri, yada nefsinin hoşuna giden şeyleri yapmayı sever. Fakat nefsin sevdiği şeyleri yapmanın sonucu sâdece şu kısa dünyâ-hayâtında görülebilir. Yâni nefsin hoşuna giden şeyleri yapmak geçicidir, fânidir ve kısa zamanda biter gider. Oysa Allah’ın râzı olduğu şeyleri yapmanın bu dünyâda bâzı zor sonuçları olsa da âhirette ebedî iyi sonuçları olur.

 

Allah’ın râzı olduğu şeyler, İslâm ile belirlenmiştir. O-hâlde İslâm’ı sevmek, cenneti sevmek; nefsi sevmek ise Dünyâ’yı sevmek anlamına gelir.

 

Hz. Âdem ve Havvâ cennette onca nîmetler içindeyken bile şeytan onları, Allah’ın yasakladığı şeyi yaptırarak kandırmıştır. Tabi bunu, “iki melek olmayı” sevdirerek yapmıştır. Âdem ve Havvâ sâdece “tek bir ağaca dokunmayın” emrine karşı, insanda bulunan nefsin etkisi nedeniyle yasak olana yönelmeyi sevmişler ama sonunda da pişmân olmuşlardır. Çünkü cennetten kovulmuşlardır. İşte o günden bêri insanlar Allah’ın râzı olduğu şeyleri sevmekten çok şeytanın ve nefsin râzı olduğu şeyleri sevmiştir.    

 

Kendine “müslüman” diyenlerin çoğu aslında İslâm’ı sevmiyorlar. Zâten Allah’ın varlığını kabûl ettiklerinde İslâm’ı da kabûl ettiklerini ve işin bittiğini zannederek başka bir şey yapmaya gerek olmadığını düşünmektedirler. O yüzden de İslâm’ın emir ve yasaklarını yerine getirmiyorlar. Namaz, oruç, zekat, hac, kurban, baş-örtüsü, tesettür vs. emirleri yerine getirmedikleri gibi yasakları da genelde çiğniyorlar. Kur’ân’ı okumak ve idrâk etmek ve de ona göre yaşamak düşüncesi zâten akıllarının ucundan bile geçmiyor. Zâten çoğu kişi Kur’ân’ı, “teberrüken Arapçasından anlamadan seslendirilecek bir mushaf” olarak görüyor. Onu idrâk edip de ona göre bir yaşam-tarzı belirlemeyi hem düşünmüyor hem de aslında sevmiyorlar. Bu nedenle de “Allah Kur’ân ile bize bir şeyler söylüyor” sözüne burun kıvırabiliyor ve hattâ kızabiliyorlar da.  

 

Peki insanlar niçin İslâm’ın gereklerini yerine getirmiyorlar?. En genel nedeni cehâlet, sonra şeytan, nefs, tâğutlar, modernizm ve modern yaşama-tarzı, âilelerin ve ataların umursamazlığı, insanların sorumluluk almak istememeleri, kafa ve beden konforlarının bozulmasından korkmaları, vakitlerini Kur’ân ve ibâdetler için harcamak istememeleri, “azalır” düşüncesiyle paralarını yoksullarla paylaşmaya yanaşmaktan kaçınmaları, namaz ve sahur için uykularını bölmek zor geldiği, oruç ile aç kalmaktan korkmaları, namazın hayâtı kontrôl etmesinden hoşlanmamaları vs. gibi nedenlerdir. Fakat aslında tüm bunları yapmamalarının nedeni, “İslâm’ı sevmemeleri”dir.

 

Bu dediklerimi yapmanın zorlukları vardır ama bunları yerine getirmeyenlere baktığımızda hiç şaşmadan ve aksatmadan çok daha zor şeyleri yapabiliyorlar. Meselâ spor yapıyorlar ki bâzı ağır sporlar da buna dâhildir. 15-20 km. koşuyor, ağır halterleri kaldırıyor, zorlana-zorlana vücut geliştirme çalışıyor, kanter içinde yürüyor, koşuyor, üstelik bunlara çok daha fazla vakit ayırabiliyorken, Allah’ın emrettiklerini yapmıyor. Niye?. Zor geldiği için mi?. Elbette hayır!. Yapmıyor, çünkü bunları yapmayı sevmiyor. Zîrâ nefsi bunları yapmaktan hoşlanmıyor. Fakat daha zor olanları yapabiliyor, çünkü onları yapmayı seviyor. Sevince nefsi de sevmiş oluyor.

 

Açıkça söylüyorum; namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar, imkânı ve durumu müsâit olmasına rağmen hacca gitmek istemeyenler ve zekat vermeyenler yada veremeyenler, kurban kesmeyenler, Kur’ân okumayanlar, tebliğ-dâvet yapmayanlar, Allah’ın râzı olmayacağı şeyleri yapmaktan vazgeçmeyenler, tüm bunları “İslâm’ı sevmedikleri için” yapmıyorlar, başka bir sebepten dolayı değil. Peki niye sevmiyor?. Zor geldiğinden falan değil, inanamadıkları yada yeterince inanmadıkları için  sevmiyorlar. Bir îman sorunu olduğu için, Allah, onlara, râzı olduğu şeyleri yapma sevgisi vermiyor. Olay budur. Çünkü insan ancak inandığı şeyi bilir, bildiği şeyi sever ve sevdiği şeyi yapar. Sevmediklerini ise ya hiç yapmaz yada zorla ve istemeyerek yapar ki İslâm söz-konusu olduğunda bir şeyi istemeden ve sevmeden yapmak, eğer bir süre sonra bir değişim olmuyorsa ve o şey severek yapılmaya başlanmadıysa boştur ve boşa gider.

 

Evet; insanlar ikiye ayrılır: 1-İslâm’ı sevenler, 2-İslâm’ı sevmeyenler. İslâm’ı sevenler Allah’ın emri ve yasaklarına harfiyen uyarlar ve yapılması gerekeni yapar ve yapılmaması gerekenden uzak dururlar. Bunu yapmaktan gocunmazlar ve bu onlara, İslâm’ı sevmeyenlerin zannettiği gibi zor da gelmez. İslâm’ı sevmeyenler ise Allah’ın emir ve yasaklarına uymamak için her-şeyi yaparlar. İlginçtir; yapmamak için her-şeyi yapmaktadırlar. Mâzeretler hiç-bir zaman bitmez. Çünkü şeytan gerekli mâzereti her  zaman iletecektir.

 

Birisi, “ben Hz. Muhammed’i sevmiyorum, içimde ona karşı öyle bir duygu yok” demişti. Ben de; “peki Atatürk’ü seviyor musun?” dediğimde, “evet çünkü o şunları-şunları yapmıştır” demişti. Peygamberimiz’in neler yaptığını sorduğumda bu konuda bilgisi olmadığını gördüm. “Bilmediğin ve tanımadığın birini nasıl seveceksin ki!” dedim. İşte bunun gibi, insanlar İslâm’ı bilmiyorlar, Peygamber’i tanımıyorlar bu nedenle de İslâm’a karşı gönüllerinde bir yakınlık ve sevgi hissetmiyorlar. Tabi bilip tanımak herkes için yeterli olmayabilir. Hakîkati kabûl edebilmek önemlidir.

 

Türkiyeli lâiklerde ağır bir ön-yargı ve düşmanlık derecesine varacak şekilde bir Arap-müslüman ve doğu’lu düşmanlığı vardır. Bu da İslâm’a ilgi duymamanın ve onu sevmemenin nedenlerinden biridir. Çünkü lâiklerin önderi ve örneği olan, ülkenin kurucusu olan Mustafa Kemal doğu’lu değil ve doğu’yu hem sevmiyor hem de İslâm’ı insan-ürünü bir şey olarak görüyor. Ona bağlı olanlar ve onu sevenler de bu telâkki nedeniyle elbette İslâm’ı sevmiyorlar yada İslâm’a mesâfeli duruyorlar. Atatürk’ün sevmediği bir şeyi onlar da sevmiyor. Bunun belki kendileri de farkında değildir.

 

İlginçtir, zamânında Türklere zulmetmiş ve aslında Türk bile olmamasına rağmen onu seven, öven ve çocuklarına onların isimlerini verdikleri zâlim kişiler vardır. Meselâ Mete Han ve Cengiz Han böyledir. Seviyorsa kim ve ne olursa-olsun çocuğuna onun adını bile veriyor. Tabi bu çoğunlukla câhilce yapılmaktadır. Ya bu Cengiz Han ve onun çocukları, Anadolu Selçuklu Türk halkını kılıçtan geçirmiş, soymuş ve tecâvüz falan ederek zulmetmiş kişilerdir. Mete Han denilen kişi babası Teoman’ı tuzağa düşürerek öldürmüştür. Fakat yine de bunları seviyorlar ve onlara bağlılıklarını bildiriyorlar. Fakat İslâm’ı ve Peygamberimiz’i sevmiyorlar ve o’nun adını bile duymak istemiyorlar. Bu-bağlamda, “Türklere Anadolu’nun kapısını açan Alparslan’dır” deniyor. (Kapı açma sözü de öyle değildir ama şimdi ona girmeyelim). Oysa Alparslan onun adı değil lâkâbıdır ve onun gerçek adı Muhammed’tir; Muhammed bin Davud Çağrı. Böyle olunca da “Türklere Anadolu’nun kapılarını açan Muhammed’tir” demek gerekecektir ki cumhûriyetin lâikleri bundan imtinâ edeceklerdir. Çünkü Türkçe olmadığı ve Arapça olduğu için o ismi sevmiyorlar. İyi de o zamanki Bizanslılar “biz Alparslan’a yenildik” demiyorlardı ki, “Muhammed’e yenildik” diyorlardı. Zâten onları kahreden şeylerden biri de buydu.     

 

İslâm’ı sevmeyenler aslında İslâm’a bağlı değillerdir. İslâm bir-anda yok olup gitse ne hayatlarında bir değişiklik ve eksiklik olur ne de bu onların umurunda olur. Çünkü “inanıyorum” demekle hayatlarında bir şey değişmiyor ki!. Aslında inançları da “İslâm’a inanmak ve İslâm’ı kabûl etmek” değil, Allah denilen bir yaratıcıyı kabûl etmektir. Yâni aslında İslâm’ı kabûl etmedikleri, ona inanmadıkları için İslâm’ı sevmiyorlar ve bilmiyorlar da. Çünkü insan ancak inandığı şeyi kabûl eder, bilir ve sever.

 

Tabi İslâm’ı bilmedikleri ve sevmedikleri için onun gücünün de farkında değiller. Bu nedenle de  İslâm’ın Dünyâ’yı düzeltip değiştirebileceğini inanmıyorlar. Bir keresinde birisi, “beni modernizm bile kurtaramamış, İslâm mı kurtaracak” demişti. İnandığı, sevdiği ve insanın ulaşabileceği en ileri seviye olarak gördüğü modernizmin bile Dünyâ’yı düzeltemediği için İslâm’ın hiç düzeltemeyeceğini sanıyor ve böyle diyor.

 

Oysa İslâm’ı bilenler ve sevenler böyle değildir. Onlar Kur’ân’ı da Peygamberimiz’i de tanırlar ve severler. Öyle ki bu uğurda canlarını ve mallarını bile ortaya koyabilirler.

 

Modern, seküler demokrasiyi ve cumhuriyet târihini sevenler ve öve-öve bitiremeyenler; -eğer câhil değillerse- dîni sevmeyenler ve özgürce/şeytanca yaşamak isteyenlerdir. Bir mü’minin mevcut modern dünyâda yaşamayı sevmesi ve modern hayat-tarzından zevk alması çok büyük bir sorundur.

 

Sövmeniz gerekip de sövmediğiniz şeyi, kısa bir süre sonra sevmeye ve ölümüne savunmaya başlarsınız.

 

Zoru sevmeyenler, kolaylığın ve rahatın kölesi olurlar.

 

İslâm’ı-Kur’ân’ı bilmeyenler, Peygamberimiz’i tanımayanlar yâni İslâm’a bağlı olmayanlar elbette İslâm’ı sevmiyorlar ve bu yüzden de Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmiyorlar.

 

Tüm zamanlarda ve mekânlarda, peygamberlerin gönderildiği toplumların İslâm’a ve Peygamber’e düşmanlık yapmalarının nedeni ne ise, tüm zamanlarda ve mekânlarda İslâm’ı sevmemenin nedeni de odur.

 

Hiç kıvırmadan söyleyeyim; insanların İslâm’ı sevmemesinin nedeni, câhil, kâfir, müşrik yada münâfık olmaktan başkası değildir. İslâm’ı sevmeyenler  câhil, kâfir, müşrik ve münâfık olacakları gibi, câhil, kâfir, müşrik ve münâfık olanlar da İslâm’ı sevmezler.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

Devamını Oku »

İslâm’ı Kültüre İndirgemek

 

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).

 

Kültür: “Toplumların kendilerine özgü olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddî veyâ mânevî her-şey”. “Bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının tümü” anlamındadır.

 

İki çeşit müslüman vardır: 1-Dindar müslüman/mü’min. 2-Kültürel müslüman. Dînin bir kültürü vardır, bir kültür oluşturur, başka meşrû kültürlerle kaynaşır ve onlarla bir senteze girebilir ama din “sâdece kültür” değildir. İslâm bir kültür üretebilir fakat İslâm, salt bir kültürden ibâret değildir. Yüzü ilme, amel-eyleme, devlete ve medeniyete dönüktür.

 

İslâm  bir kültür olmadığı için İslâm kültüre indirgenemez. Çünkü meselâ İslâm’da hicret denen bir şey vardır ve tüm peygamberler hicret etmişlerdir. Hicret doğal olarak bir “kültür değişimi”dir. Müslümanlar için yeni kültürler ile karşılaşmak sorun değildir, fakat İslâm sâdece mâruf örfü ve kültürü benimseyebilir, İslâm’a uygun olmayan bir kültüre eklemlenmez. Kendisi de kültürü İslâm-merkezli olarak ürettiği için İslâm kültürü Kur’ân/Sünnet-merkezli bir kültürdür.

 

Müslümanlar medeniyet sürecinde karşılaştıkları kültürleri İslâmlaştırmışlardır. Fakat bunu yapmak, İslâm’ın ana-prensibi ve ihtiyâcı değildir. İslâm’ın potansiyel olarak kendine has (özgün) bir kültür üretme yada fıtrata, doğala, normâle uygun olan kültürü İslâmlaştırma potansiyeli her zaman vardır. Fakat İslâm gittiği her yerdeki kültüre ayak uydurmak zorunda değildir, İslâm’a aykırı olan bir kültüre ayak uydurmak ve onu benimsemek zorunda bırakılamaz.

 

Modernizm denen şey ise, bir “eğlence kültürü”dür. Şeytanın vesveseleriyle oluşmuş olduğu için nefse dönük ve tâğutların istismârına çok açıktır. Bu yüzden de tüm Dünyâ’ya çabuk yayılmıştır. Çabuk yayılmasının ana-nedeni, İslâm kültürünün yürürlükte olmaması nedeniyledir.

 

Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmeyecek olmasının nedeni, vahyin ışığında numune bir kültür ve medeniyetin oluşmuş olmasıdır. Artık müslümanlara düşen şey, o kültür ve medeniyeti Kur’ân ve Sünnet-merkezli olarak yeniden diriltmektir. Bir yerde İslâm’ın olması demek, o yerde İslâm medeniyetinin-kültürünün olması/yaşanması demektir. Halkının müslüman olmasına rağmen o yerde İslâm medeniyeti-kültürü geçerli değilse, yâni yaşanmıyorsa, orası Dâr-ûl İslâm/İslâm Yurdu değildir.

 

Kültürü içinde yaşamadığınız şeyin, bilgisini de hakkıyla idrâk edemezsiniz. Bu nedenle de onu gerçek anlamda benimseyemezsiniz. Kültürünü benimsemediğiniz şeyin müntesibi de olamazsınız. Fakat bu, o şeyi kültüre indirgenmesi demek olmamalıdır. Hele İslâm için bu hiç olamaz. Çünkü İslâm için kültür bir ara-aşamadır. Asıl amaç ise hakkı-hakîkati, adâleti-eşitliği, ahlakı ve tevhidi tüm Dünyâ’da hâkim kılmaktır. Kültür bunu yapmada sâdece bir araçtır. Yoksa İslâm’ı belli bir kültüre indirgemek değildir. Çünkü kültür denilen şey değişip başkalaşabilir. Değişen kültür, insanları da dönüştürüp başkalaştırabilir. Meselâ modernizmin böyle bir etkisi vardır. Eğer İslâm kültüre indirgenirse, o kültür dîni daha doğrusu dînî anlayışı ve yaşayışı da değiştirmeye başlar. “İslâm’ı kültüre indirgemek” dediğimiz şey aslında “müslümanlığı kültüre indirgemek ve böylece İslâm’ın değil de kültürün peşinden gitmek”tir.   

 

Belli bir sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik hayat-şekli, belli bir düşünce-şekli oluşturuyor ve o kişi artık ona göre düşünüyor ve hareket ediyor. Vahiy ise, müslümanlar için tüm durumlarda düşünce ve amel-eylemin kaynağıdır. İslâm hayâtın her alanını sürekli kontrôl ettiği gibi kültürü de kontrôl eder ve onu İslâm’ın yörüngesinden çıkmasına izin vermez. İslâm kültürü keyfe-keder değil, Kur’ân/Sünnet-merkezlidir. Esâsen İslâm’da her-şeyin merkezinde Kur’ân vardır ama İslâm kültürünü ete-kemiğe büründüren ve görünür kılan şey Sünnet’tir. Sünnet, Kur’ân-merkezli olarak bir düşünce, konuşma ve davranış-tarzı oluşturur, bu da yaygınlaşarak kültürü ve medeniyeti ortaya çıkarır. İslâm kültürü bu nedenle başına-buyruk değildir ve Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırı olamaz. 

 

Dînin; sosyâl, ekonomik, kültürel ve siyâsal olarak hayâta yansımasını istemeyenler ve sâdece kültür olarak kalmasını isteyenler, aslında “dîni çok da takmıyorlar” demektir. Zâten modern -sözde- müslümanların, Allah’ın hükümlerini pek de takmamalarının nedeni, mevcut batı kültürü ve modernizme sımsıkı bağlı olduklarından dolayıdır.

 

Çok kullanılan Türk-İslâm” sözü, “İslâm’ı kültüre indirgemek” anlamına gelir. İslâm’ın modernite içinde kurumsallaşması da, “İslâm’ın kültüre indirgenmesi”ne neden oluyor. Aslında tüm zamanlarda İslâm, daha doğrusu müslümanlar, İslâm’ı kültüre indirgediklerinde gevşemiş ve yavşamışlardır. Çünkü kültürde böyle bir potansiyel vardır. Kültür insanı çeker ve merkezden uzaklaştırır. İslâm’dan bağımsız olan kültürlerin çabucak değişip dönüşmesinin nedeni budur. Meselâ Türkler İslâm’a girene ve cumhûriyet devrinde resmî olarak İslâm-merkezli olmaktan çıktıktan sonra çok çabuk ve çok fazla kültür değiştirmişlerdir. Tabi kendi kültürlerini de kısmen yanlarında taşımışlardır. Târih boyunca Çin, Îran, Arap ve batı kültürlerini almış ve benimsemiştir. Zâten handikapları da budur. Türkler târih boyunca meydanda bir-çok savaş kazanmış olmalarına rağmen, kültürlere, uygarlıklara ve konformizme yenilmişlerdir. At üstünde kazandıkları savaşı attan indiklerinde kaybetmişlerdir. Askeri açıdan ne kadar güçlü olursanız-olun, yerleşmiş bir kültüre-uygarlığa yenilirsiniz ve içinde erir gidersiniz. Güçlü bir kültür ve medeniyeti olmayanlar, başka uygarlıkların kültürleri, dinleri ve milliyetleri içinde eriyip giderler.

 

Türklerin İslâm’dan önce doğru-düzgün bir kültürleri ve uygarlığı yoktu yada etkili bir kültür üretmiş değillerdi. İslâm’a girdikten sonra ise; Cumhûriyet Dönemi’ne kadar, (üzerine İslâm serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” yaşarlarken; Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni devletten uzaklaştıran) “Greko-Romen (batı) kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa İslâm onlara bir kültür ve medeniyet sunmuştu ve bu kültür ve medeniyet içinde mutlu-mesut yaşamışlardı. Fakat Türkler kitap-merkezli olmadıkları için bir türlü vahiy ve Sünnet-merkezli o İslâm kültür ve medeniyeti ile barışamamıştır. Barışacak gibi de gözükmemektedir. Zamânımızda hem Türklerin hem de ümmetin fertleri büyük ölçüde vahiy kültüründen uzak yaşamaktadır.

 

İnsanlar Allah’tan, Kur’ân’dan ve Sünnet’ten yâni İslâm’ın özünden bahsedenleri değil de, İslâm’ın kültüründen bahsedenleri yeğ tutar ve onları üstün görür. Bu gâliba, kültürden bahsedenlerin, insanlara bir sorumluluk yüklememeleri, çok serbest bırakmaları ve gevşek-gevşek konuşmaları yüzünden olsa gerek. Meselâ Mevlâna, Yûnus ve Yesevi gibi kişiler, İslâm’dan değil, Türklerin öteden bêri bildikleri ve alışkın oldukları müslüman-türk-şaman kültüründen bahsederler ve din diye bu kültürü anlatırlar yada kültüre indirgedikleri din’den bahsederler. Bu kişiler insanlara dîn in yüklediği sorumlulukları yüklemedikleri ve tam-aksine onlara çok da gerek olmadığını söyledikleri için halk tarafında sevilip tâkip edilmektedirler. İslâm’ı kültüre indirgemenin böyle bir sonucu olmuştur-olmaktadır. Aynı şey şimdilerde de felsefe, modern ilâhiyatçılar ve modern-bilim ve teknoloji ile yapılmaktadır. Tam da halkın keyfine göre.

 

İslâm kültüre indirgendiğinde “ne olursan ol yine de gel” sözü meşhûr olur. Çünkü bu söz ile “âdi bir şerefsiz de olsan gelebilirsin” denmiş olur. Oysa İslâm böyle değildir. İslâm’a katılmanın ve İslâm’da olmanın şartları ve yükümlülükleri vardır.  Tasavvufta bütün dinler ve insanlar “bir” görülür. Celâleddin Rûmi’ye göre de, bütün dinler ve milletler de tek bir din ve tek bir millettir. İşte, bu nedenle Celâleddin Rûmi: “Ben, yetmiş üç mezhep ile berâberim” diyor ve bütün insanlara şöyle sesleniyor: “Yine de gel, yine de gel, her ne isen öyle gel!. İster kâfir, ister mecûs, ister putperest ol, yine de gel!. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâh değildir. Eğer yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel!”.

 

Celâleddin Rûmi’nin bu sözü, İslâm’ı sulandıran ve kültüre indirgeyen bir çağırış şeklidir ve yanlıştır. Zîrâ İslâm-dînî “dingonun ahırı” gibi girip-girip çıkılacak bir yer değildir. Zâten bu Kur’ân’a da aykırıdır:

 

“Sen, onların hidâyet bulmalarını ne kadar tutkuyla istesen de, Allah, şüphesiz saptırdığına hidâyet vermez, onlar için yardım edecek yoktur” (Nâhl 37).

 

Celâleddin Rûmi insanları melekleştirenlerden biri olarak; “ne olursan ol gel” diyor ama Kur’ân öyle demiyor. Cennet “yol geçen hanı” değildir, “dingonun ahırına girer gibi” cennete girmek yoktur. Cennetin bir bedeli vardır. O bedeli ödemeyenler cennete giremezler:

 

“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).

 

“Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran 142).

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Türkiye’de din dersi bile yoktur ve “din kültürü ve ahlâk bilgisi” adı altında dînin sâdece kültürü ve ahlâkın da sâdece bilgisi öğretilir. Böylece zımnen; “din kültürdür” mesajı verilir ve “İslâm’ın sâdece kültürünü yaşayabilirsin, kendisini değil” denir. “Hele ki İslâm’ı sosyâl, ekonomik, siyâsî, askerî, kânûnî, hukûkî alanlara karıştırmayı zinhar düşünmeyin bile” denemek istenir. Böyle dînin kültürü, “dîne karşı bir din” olarak yürürlükte olur. Zâten lîderler ve yöneticiler Kur’ân’ın bir âyetinden ve Peygamberimiz’in Sünnet’inden hiç bahsetmezler ve güzel örnekliklerimiz olan peygamberlerin değil de Mevlâna, Yûnus, Yesevî, Hacı Bektaş gibi kişilerin isimlerini sayarlar. Hattâ İslâm’ın adını bile tek-başına söyleyemezler de Türk-İslâm gibi bir sentezden bahsederler. Çünkü Kur’ân ve Sünnet küfre, şirke, nifâka, haksızlığa, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme göz yummaz ve ortaya koymaktan çekinmez, bu da onların işine gelmez, fakat kültüre indirgenmiş din çok geniş, gevşek ve yavşak olduğu için kültüre indirgenmiş olan din’den kolayca meşrûiyet alabilirler. Üstelik bu, halkın gazını almak için de her zaman geçerli olan çok etkili bir yöntemdir.       

 

Din-kültürü ile ilgili etkinlikler yapmak, din ile ilgili işler yapmak demek değildir. İslâmî hareket ise hiç değildir. Dîni kültüre indirgemek, dîni ve inancı psikolojik bir şeye dönüştürülür. Kişi dînin sorumlulukları nefsine  kabûl ettiremediği anda din psikolojiye ve kültüre döner ve düşer. Din zayıfladıkça psikolojiye ve kültüre indirgenir ve dönüşür.

 

Bir de dîni kültür zannedenlerin dillerine doladıkları ve her Ramazan’da söyledikleri: “Ah!,  nerde o eski ramazanlar” sözü vardır. Ne vardı ki o ramazanlarda?. “Ah eski ramazanlar” diyerek özledikleri şey; mânevî bir havânın olduğu, herkesin ve her yerin burâm-burâm oruç ve ramazan koktuğu, tatlı bir telâşın ve heyecânın yaşandığı, “diş kirâsı” denilen o müthiş uygulamanın olduğu, hep birlikte ezanın beklendiği, orucun açıldığı, iftar ve sahurun yapıldığı, terâvih namazlarının kılındığı ramazanlar değildir. Onların “ah o eski ramazanlar” dedikleri ve özledikleri ramazan, kültüre indirgenmiş bir ramazandır. Ramazan şenlikleri adı altında yapılan soytarılıklar, karagöz gösterileri, orta oyunları, eğlenceler, şarkılar, türküler, şenlikler ve komikliklerdir. Hâlbuki bunlar ne Kur’ân’da, ne Sünnet’te ne de müslümanların târihinde vardır. Bunlar İslâm’ın kültüre ve eğlenceye indirgendiği modern zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bunlar dîni kültüre çevirmenin sonucunda bir ifsâd ve sapıklık-sapkınlık olarak ortaya çıkmıştır. Bir mü’minin bu saçmalıklarla uğraşacak zamânı ve isteği yoktur ki bunlar tam-aksine, Ramazan’da hiç olmaması gereken şeylerdir. Bunlar İslâm’ı sâdece kültür olarak görmek isteyen lâik sözde müslümanların boş hayâlleri ve özlemlerinden başka bir şey değildir. Bunların İslâm ‘da hiç-bri geçerliliği ve uygulanmışlığı yoktur. Çünkü Kur’ân’ın ve İslâm’ın bahsettiği Ramazan’da böyle şeyler yoktur.

 

Mahyâlarla süslenmiş câmileri izlemek güzeldir ama esas olan, o câmilerde hep birlikte namaz kılmak ve Allah’a şükretmektir. Hokkabazlar, sihirbaz gösterileri ve soytarılıklar falan bunlar modern sınıfın uyduruk özlemleridir sâdece. Seküler bir kültür oluşturma düşüncelerinin absürt sonuçlarıdır. Fakat İslâm bir kültür olmadığı gibi, yapılanlar da İslâm kültürü değildir.

 

İslâm’ı kültüre indirgemek “dînin içini boşaltmak” demektir. İçi boşalan din gösteriye, gösterişe ve eğlenceye döner. İslâm’ı kültüre indirgemek “dîni zayıflatmak ve içini boşlatmak” demektir. Hattâ zamanla dîni bambaşka bir hâle getirir. İslâm’ın ürettiği kültür ise kesin olarak sınırlıdır ve Kur’ân/Sünnet-merkezlidir. Zâten karşılaştığı diğer kültürlerle de ancak Kur’ân ve Sünnet’e yâni İslâm’a uygunluğu oranında ilişki kurar. Mâruf örfü benimser sâdece.

 

İslâm doğu’da ortaya çıkmıştır. Müslüman doğu’ludur. İslâm’ın kültürü doğu kültürüdür. Batı’lı olan biri müslüman olduğu anda doğu’lu olmuş yada doğu kültürüne girmiş olur.

 

İslâm’ı kültüre indirgemek İslâm’ı hayattan koparmak ve onu içselliğe indirgemek demektir. İslâm’da içsellik de vardır ama İslâm bütünüyle içsellik demek değildir ve dışsallık bir tık daha ileridedir. Zâten hayâtın her alanına karışmak ve hâkim olmak istemesinin nedeni budur. İslâm’a düşman olmanın ve onu kültüre indirgemek istemenin ana-nedeni işte budur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

Devamını Oku »

29 Mart 2024 Cuma

Dünyâ-Hayâtı, Âhiret-Hayâtı

 

“Dünyâ-hayâtı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için âhiret-yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (En-âm 32).

 

Dünyâ-hayâtı, “ezeliyet” ile “ebediyet” arasında yaşanan “bir lâhzalık imtihan dönemi”dir. Âhiret ise, ya -maazallah- acı azâbın ve derin pişmanlıkların yaşandığı cehennemin, yada -inşaallah- sonsuz ve en güzel nîmetler içinde yaşanan cennetin olduğu ebedî yurttur. İnsanın hangisinin içinde olacağını; dünyâ-hayâtındaki düşünceleri, inançları, söylemleri ve davranışları belirleyecektir.

 

Esâsen insanın sonsuz cennet ile ödüllendirilmesi, Dünyâ’da Allah’a, âhirete, gayba, vahye, peygamberliğe ve İslâm’a inanması ve bu îmâna göre sâlih ameller işlemesiyle mümkün olur. Fakat bu, bâzı zorlukları yüklenmeyi, sorumluluk almayı (takvâ), fedâkârlıklar yapabilmeyi hattâ icâbında malları ve canları bile ortaya koymayı gerektirir. Bunları herkes daha doğrusu çoğu insan göze alamayacağı ve kabûl etmeyeceği için âhiret inkâr etmekte ve dünyâ-hayâtına sımsıkı sarılmaktadırlar. Böylelerinin tek amaçları Dünyâ’da en kaliteli ve yüksek seviyede haz, zevk, neşe, konfor ve keyf içinde uzun bir yaşamın hayâlini kurmak ve bunu sağlamak için uğraşmaktır. 

 

İki çeşit insan vardır. Bu insan-tipleri, hayâtı hangi merkezde yaşadığına göre ayrılır: 1-Dünyâ-merkezli yaşamayı seçenler. 2-Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler. Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler Dünyâ’dan nasiplenebilirler, fakat Dünyâ-merkezli yaşamı seçenler âhiretten olumlu şekilde faydalanamazlar.

 

Âhiretteki “büyük gelecek” için hiç kaygı duymayanlar, Dünyâ’daki “küçük gelecekler” için bunalımdan-bunalıma girmek zorunda kalırlar. Dünyâ-hayâtını âhirete tercih etmek günah ve suçtur. Bu suçun bir cezâsı vardır ve bu suçun cezâsı bizzat o şeyin kendisidir. Yâni âhirete rağmen Dünyâ’yı tercih etmek bir cezâdır. Âhiret-merkezli yaşamayanlar, “Dünyâ ile cezâ”landırılırlar. Çünkü:

 

“Onlar dediler ki: Bu dünyâ-hayâtımızdan başkası yoktur. Ve bizler diriltilecek değiliz” (En-âm 29).

 

“O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünyâ-hayâtımızdan ibârettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz” (Mü’minûn 37) derler.

 

Böyle diyenler mecbûren bencil olacaklar, diğer insanları zor durumda bırakacaklar ve küfrü, şirki, adâletsizliği, ahlâksızlığı ve zulmü yaymaktan çekinmeyeceklerdir. Çünkü dünyâ-hayâtına kilitlenmişlerdir ve âhireti inkâr etmektedirler. Âhireti inkâr edenler için Dünyâ’ya sarılmaktan başka yapacak bir şey yoktur ki Dünyâ’ya sarılanlar ona “sımsıkı sarılmak” için bu saydığımız olumsuzlukları da yapmak zorunda kalacaklardır, çünkü yapmadıklarında yaşamları sınırlanacaktır. Sınırlı yaşamak ise saçma görülecek ve insanlara mantıksız gelecektir. Çünkü âhireti inkâr edenlere göre Dünyâ sâdece bir kere gelinen ve kısa bir süre yaşanan, bu yüzden de zinhar ıskalanmaması gereken bir hayattır, o-hâlde onu yüksek seviyede yaşamak insanın en büyük hedefi olacaktır. Bu hedefi ulaşabilmek için de yapılabilecek her-şey yapılmalı ve -sâdece bâzıları için de olsa- cennet Dünyâ’da kurulmalıdır. Lâkin âhiretteki cenneti inkâr ederek cenneti Dünyâ’da kurmaya çalışmak “cinnet”le sonuçlanması kaçınılmaz bir şeydir.

 

Dünyâ-hayâtı gerçekten kısadır, çünkü uzun olması çok da güzel bir şey değildir. Ömür uzadıkça daha iyi olacağı düşüncesi sâdece bir zandır. Tabi dünyâ-hayâtı mü’mince yaşamak ve “İslâm’ın hedefini” gerçekleştirebilmek yada cenneti hak edebilmek için yeterli bir süredir: “…Size orada (Dünyâ’da), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi?...” (Fâtır 37).

 

Âhiret hesâba katılmadığında Dünyâ bir “tiyatro salonu” gibidir. Oyuncular ve izleyiciler olur ve gösteri en sonunda bitince insanlar “gerçek hayat” ile karşı-karşıya kalırlar.

 

Âhiret inkârın en temelinde Dünyâ sevgisi ve dünyâ-hayâtına olan bağlılık yatar:

 

“Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyâ)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar” (İnsan 27).

 

Oysa Allah bizi dünyâ-hayâtına kapılmaktan böylece şeytanın bizi ayartmasında korumak için uyarmaktadır:

 

“Ey insanlar!; hiç şüphesiz Allah’ın vaâdi haktır; öyleyse dünyâ-hayâtı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın” (Fâtır 5).

 

İnsanlar sevdiklerini ve sevdikleri şeyleri överler ve diğerlerine göre üstün tutarlar. Âhiret bilinci olmayanlar ve ona inanmayanlar elbette dünyâ-hayâtını üstün tutacaklardır:

 

Hayır siz, dünyâ-hayâtını seçip üstün tutuyorsunuz” (Âlâ 16).

 

Allah’ı, âhireti ve İslâm’ı kabûl ettiğini söylemesine rağmen hayâtlarını âhiret-merkezli değil de dünyâ-merkezli yaşayanlar da vardır. Böyle olmasının nedeni, bilgi ve bilinç-sâhibi olmamaları ve bu nedenle de inançları sağlam olmadığı için gevşek bir dînî yaşayışları olmakta, âhiretten çok daha ziyâde Dünyâ’ya meyletmektedirler. Fakat böyle yaşamak ileride onlara âhireti ve dîni unutturunca, Allah da onları unutacaktır ki bu büyük bir felâkettir:

 

“Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünyâ-hayâtı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim âyetlerimizi yok sayarak tanımadıkları gibi, biz de bugün onları unutacağız” (A’raf 51).

 

Dünyâ-hayâtını âhirete tercih etmek ve üstün tutmak, âhireti inkâr etmenin yada âhiret bilincinden uzak olmanın bir sonucudur. Bu bilinçsizlik, dünyâ-hayâtını daha hayırlı ve üstün görmeye neden olmaktadır. Hâlbuki ebedî bir hayâtın geçici ve fâni olandan üstün olduğu apaçıktır:

 

“Size verilen her-şey, yalnızca dünyâ-hayâtının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (Kasas 60).

 

İnsan gerçekten ve bilinçli bir şekilde bile-isteye “sâdece dünyâ-hayâtını” istiyorsa, Allah ona bu hayâtı verir. Fakat sünnetullah gereğince ve Allah’ın emrine göre, bu kişi için âhirette kendisine sâdece “ateş” kalır:

 

“Kim dünyâ-hayâtını ve onun çekiciliğini isterse, onlara yapıp ettiklerini onda tastamam öderiz ve onlar bunda hiç-bir eksikliğe uğratılmazlar. İşte bunların, âhirette kendileri için ateşten başkası yoktur. Onların orada (Dünyâ’da) bütün işledikleri boşa çıkmıştır ve yapmakta oldukları şeyler de geçersiz olmuştur” (Hûd 15-16).

 

Âhiret-merkezli yaşayanlarla Dünyâ-merkezli yaşayanlar belli bir noktadan sonra ters düşmeye başlarlar ve anlaşamazlar. Çünkü hayatlarının merkezinde farklı şeyler vardır. Bu nedenle Allah, Kur’ân’a ve âhirete sırtını dönüp de “sâdece dünyâ-hayâtını” isteyenlerden uzak durmamızı ister:

 

“Şu-hâlde sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünyâ-hayâtından başkasını istemeyenden yüz çevir” (Necm 29).

 

Allah insanlara dünyâ-hayâtını yasaklamaz elbette, fakat “sâdece dünyâ-hayâtını” yasaklar ve böylelerinin âhiretten nasîbinin olmadığını söyler ve mü’minlere de hem Dünyâ hem de âhiret nasîbi için yapılması gereken duâyı öğretir.

 

“İnsanlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da ver’ der; (böylelerinin) âhirette nasibi yoktur. Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru’ der. İşte bunların kazandıklarına karşılık nasipleri vardır. Allah, hesâbı pek serî görendir” (Bakara 200-202).

 

Bu uyarıya rağmen yine de âhireti inkâr eden yada görmezden gelenlerin sonu “ateş” olacaktır:

 

“Ve kim dünyâ-hayâtını seçerse, şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir” (Nâziât 38-39).

 

İnsanların çoğu ki buna “müslümanım” diyenlerin bir-çoğu da dâhildir, âhirette olacak olan hesabın ve sorgu-suâlin zorluğunun, cehennem azâbının ise şiddetinin ve dehşetinin bilincinde değildirler ve de bundan yeterince haberleri yoktur. Allah, âhiret gününün ve cehennem azâbının dehşetini ve şiddetini şu-şekilde anlatır:

 

“Ey insanlar!; Rabb’inizden korkup-sakının ve öyle bir günün azâbından çekinip-korkun ki, (o gün hiç) bir baba, çocuğu için bir karşılık veremez ve (hiç) bir çocuk da babası için bir şeyi verebilecek (durumda) değildir. Şüphesiz Allah’ın vaâdi haktır. Artık dünyâ-hayâtı sizi aldatmaya sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile aldatmasın” (Lokman 33).

 

Gözleri korkudan ve dehşetten düşük, kendilerini de zillet sarıp-kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye dâvet edilirlerdi. Artık bu sözü yalan sayanı sen Bana bırak. Biz onları, bilmeyecekleri bir yönden derece-derece (azâba) yaklaştıracağız” (Kalem 43-44).

 

“Ey insanlar!; Rabbinizden korkup-sakının, çünkü kıyâmet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli emzirdiğini unutup geçecek ve her gebe kendi yükünü düşürecektir. İnsanları da sarhoş olmuş görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir. Ancak Allah’ın azâbı pek şiddetlidir” (Hac 1-2).

 

Eğer inkâr edecek olursanız, çocukların saçlarını ânında ağartan bir günde kendinizi nasıl koruyacaksınız?” (Müzzemmil 17).

 

Âhireti inkâr eden ve dünyâ-hayâtını tercih edenler için âhirette zırnık bile kalmayacaktır. Çünkü:

 

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz dünyâ-hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

Allah âhireti unutanları ve hesâba katmayanları kesin ve net şekilde uyarmakta, tek-başına yâni âhiretsiz bir dünyâ-hayâtının bir “aldanış” olduğunu söylemektedir:

 

“Bilin ki, dünyâ-hayâtı ancak bir oyun, (eğlence türünden) tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir çoğalma-tutkusudur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 

Şeytan târih boyunca insanları âhiret-hayâtına karşı dünyâ-hayâtı ile kandırmış, oyalamış ve yoldan çıkarmıştır. Allah bu nedenle sürekli olarak dünyâ-hayâtına kapılmaktan ve şeytan tarafından aldatılmaktan korunmamızı hatırlatır ve emreder:

 

“Ey insanlar!; hiç şüphesiz Allah’ın vaâdi haktır; öyleyse dünyâ-hayâtı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın” (Fâtır 5).

 

Âhiret hesâba katılmadan yaşanan dünyâ-hayâtı bir “yalan”dır. Bunun böyle olduğunu herkes kısa ve geçici dünyâ-hayâtının sonunda apaçık şekilde görecektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2024

 

Devamını Oku »