“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine
uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye
(geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru
yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).
Kültür: “Toplumların kendilerine özgü
olan ve gelecek nesillere aktardıkları maddî veyâ mânevî her-şey”. “Bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan,
gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının tümü” anlamındadır.
İki çeşit müslüman vardır: 1-Dindar
müslüman/mü’min. 2-Kültürel müslüman. Dînin bir kültürü vardır, bir kültür
oluşturur, başka meşrû kültürlerle kaynaşır ve onlarla bir senteze girebilir
ama din “sâdece kültür” değildir. İslâm bir
kültür üretebilir fakat İslâm, salt bir kültürden ibâret değildir. Yüzü ilme,
amel-eyleme, devlete ve medeniyete dönüktür.
İslâm
bir kültür olmadığı için İslâm kültüre indirgenemez. Çünkü meselâ
İslâm’da hicret denen bir şey vardır ve tüm peygamberler hicret etmişlerdir.
Hicret doğal olarak bir “kültür değişimi”dir. Müslümanlar için yeni kültürler
ile karşılaşmak sorun değildir, fakat İslâm sâdece mâruf örfü ve kültürü
benimseyebilir, İslâm’a uygun olmayan bir kültüre eklemlenmez. Kendisi de
kültürü İslâm-merkezli olarak ürettiği için İslâm kültürü
Kur’ân/Sünnet-merkezli bir kültürdür.
Müslümanlar medeniyet sürecinde
karşılaştıkları kültürleri İslâmlaştırmışlardır. Fakat bunu yapmak, İslâm’ın
ana-prensibi ve ihtiyâcı değildir. İslâm’ın potansiyel olarak kendine has
(özgün) bir kültür üretme yada fıtrata, doğala, normâle uygun olan kültürü
İslâmlaştırma potansiyeli her zaman vardır. Fakat İslâm gittiği her yerdeki
kültüre ayak uydurmak zorunda değildir, İslâm’a aykırı olan bir kültüre ayak
uydurmak ve onu benimsemek zorunda bırakılamaz.
Modernizm denen şey ise, bir “eğlence
kültürü”dür. Şeytanın vesveseleriyle oluşmuş olduğu için nefse dönük ve
tâğutların istismârına çok açıktır. Bu yüzden de tüm Dünyâ’ya çabuk yayılmıştır.
Çabuk yayılmasının ana-nedeni, İslâm kültürünün yürürlükte olmaması
nedeniyledir.
Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmeyecek
olmasının nedeni, vahyin ışığında numune bir kültür ve medeniyetin oluşmuş
olmasıdır. Artık müslümanlara düşen şey, o kültür ve medeniyeti Kur’ân ve
Sünnet-merkezli olarak yeniden diriltmektir. Bir yerde İslâm’ın olması demek, o
yerde İslâm medeniyetinin-kültürünün olması/yaşanması demektir. Halkının
müslüman olmasına rağmen o yerde İslâm medeniyeti-kültürü geçerli değilse, yâni
yaşanmıyorsa, orası Dâr-ûl İslâm/İslâm Yurdu değildir.
Kültürü içinde yaşamadığınız şeyin, bilgisini
de hakkıyla idrâk edemezsiniz. Bu nedenle de onu gerçek anlamda
benimseyemezsiniz. Kültürünü benimsemediğiniz şeyin müntesibi de olamazsınız.
Fakat bu, o şeyi kültüre indirgenmesi demek olmamalıdır. Hele İslâm için bu hiç
olamaz. Çünkü İslâm için kültür bir ara-aşamadır. Asıl amaç ise hakkı-hakîkati,
adâleti-eşitliği, ahlakı ve tevhidi tüm Dünyâ’da hâkim kılmaktır. Kültür bunu
yapmada sâdece bir araçtır. Yoksa İslâm’ı belli bir kültüre indirgemek
değildir. Çünkü kültür denilen şey değişip başkalaşabilir. Değişen kültür,
insanları da dönüştürüp başkalaştırabilir. Meselâ modernizmin böyle bir etkisi
vardır. Eğer İslâm kültüre indirgenirse, o kültür dîni daha doğrusu dînî
anlayışı ve yaşayışı da değiştirmeye başlar. “İslâm’ı kültüre indirgemek”
dediğimiz şey aslında “müslümanlığı kültüre indirgemek ve böylece İslâm’ın
değil de kültürün peşinden gitmek”tir.
Belli bir sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik
hayat-şekli, belli bir düşünce-şekli oluşturuyor ve o kişi artık ona göre
düşünüyor ve hareket ediyor. Vahiy ise,
müslümanlar için tüm durumlarda düşünce ve amel-eylemin kaynağıdır. İslâm
hayâtın her alanını sürekli kontrôl ettiği gibi kültürü de kontrôl eder ve onu
İslâm’ın yörüngesinden çıkmasına izin vermez. İslâm kültürü keyfe-keder değil,
Kur’ân/Sünnet-merkezlidir. Esâsen İslâm’da her-şeyin merkezinde Kur’ân vardır
ama İslâm kültürünü ete-kemiğe büründüren ve görünür kılan şey Sünnet’tir.
Sünnet, Kur’ân-merkezli olarak bir düşünce, konuşma ve davranış-tarzı
oluşturur, bu da yaygınlaşarak kültürü ve medeniyeti ortaya çıkarır. İslâm
kültürü bu nedenle başına-buyruk değildir ve Kur’ân’a ve Sünnet’e aykırı
olamaz.
Dînin; sosyâl, ekonomik, kültürel ve siyâsal
olarak hayâta yansımasını istemeyenler ve sâdece kültür olarak kalmasını
isteyenler, aslında “dîni çok da takmıyorlar” demektir. Zâten modern -sözde-
müslümanların, Allah’ın hükümlerini pek de takmamalarının nedeni, mevcut batı
kültürü ve modernizme sımsıkı bağlı olduklarından dolayıdır.
Çok kullanılan Türk-İslâm” sözü, “İslâm’ı
kültüre indirgemek” anlamına gelir. İslâm’ın modernite içinde kurumsallaşması
da, “İslâm’ın kültüre indirgenmesi”ne neden oluyor. Aslında tüm zamanlarda
İslâm, daha doğrusu müslümanlar, İslâm’ı kültüre indirgediklerinde gevşemiş ve
yavşamışlardır. Çünkü kültürde böyle bir potansiyel vardır. Kültür insanı çeker
ve merkezden uzaklaştırır. İslâm’dan bağımsız olan kültürlerin çabucak değişip
dönüşmesinin nedeni budur. Meselâ Türkler İslâm’a girene ve cumhûriyet devrinde
resmî olarak İslâm-merkezli olmaktan çıktıktan sonra çok çabuk ve çok fazla
kültür değiştirmişlerdir. Tabi kendi kültürlerini de kısmen yanlarında
taşımışlardır. Târih boyunca Çin, Îran, Arap ve batı kültürlerini almış ve
benimsemiştir. Zâten handikapları da budur. Türkler târih boyunca meydanda
bir-çok savaş kazanmış olmalarına rağmen, kültürlere, uygarlıklara ve
konformizme yenilmişlerdir. At üstünde kazandıkları savaşı attan indiklerinde
kaybetmişlerdir. Askeri açıdan ne kadar güçlü olursanız-olun, yerleşmiş bir
kültüre-uygarlığa yenilirsiniz ve içinde erir gidersiniz. Güçlü bir kültür ve medeniyeti
olmayanlar, başka uygarlıkların kültürleri, dinleri ve milliyetleri içinde
eriyip giderler.
Türklerin İslâm’dan önce
doğru-düzgün bir kültürleri ve uygarlığı yoktu yada etkili bir kültür üretmiş
değillerdi. İslâm’a girdikten sonra ise; Cumhûriyet Dönemi’ne kadar, (üzerine
İslâm serpiştirilmiş) “Îran kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” yaşarlarken;
Cumhûriyet’ten sonra ise, (dîni devletten uzaklaştıran) “Greko-Romen (batı)
kültürü ve uygarlığı’na bağlı olarak” hayâtiyetlerini sürdürmektedirler. Oysa
İslâm onlara bir kültür ve medeniyet sunmuştu ve bu kültür ve medeniyet içinde
mutlu-mesut yaşamışlardı. Fakat Türkler kitap-merkezli olmadıkları için bir
türlü vahiy ve Sünnet-merkezli o İslâm kültür ve medeniyeti ile barışamamıştır.
Barışacak gibi de gözükmemektedir. Zamânımızda hem
Türklerin hem de ümmetin fertleri büyük ölçüde vahiy kültüründen uzak
yaşamaktadır.
İnsanlar Allah’tan, Kur’ân’dan ve Sünnet’ten
yâni İslâm’ın özünden bahsedenleri değil de, İslâm’ın kültüründen bahsedenleri
yeğ tutar ve onları üstün görür. Bu gâliba, kültürden bahsedenlerin, insanlara
bir sorumluluk yüklememeleri, çok serbest bırakmaları ve gevşek-gevşek
konuşmaları yüzünden olsa gerek. Meselâ Mevlâna, Yûnus ve Yesevi gibi kişiler,
İslâm’dan değil, Türklerin öteden bêri bildikleri ve alışkın oldukları
müslüman-türk-şaman kültüründen bahsederler ve din diye bu kültürü anlatırlar
yada kültüre indirgedikleri din’den bahsederler. Bu kişiler insanlara dîn in
yüklediği sorumlulukları yüklemedikleri ve tam-aksine onlara çok da gerek
olmadığını söyledikleri için halk tarafında sevilip tâkip edilmektedirler. İslâm’ı
kültüre indirgemenin böyle bir sonucu olmuştur-olmaktadır. Aynı şey şimdilerde
de felsefe, modern ilâhiyatçılar ve modern-bilim ve teknoloji ile
yapılmaktadır. Tam da halkın keyfine göre.
İslâm kültüre
indirgendiğinde “ne olursan ol yine de gel” sözü meşhûr olur. Çünkü bu söz ile
“âdi bir şerefsiz de olsan gelebilirsin” denmiş olur. Oysa İslâm böyle
değildir. İslâm’a katılmanın ve İslâm’da olmanın şartları ve yükümlülükleri
vardır. Tasavvufta bütün dinler ve insanlar
“bir” görülür. Celâleddin Rûmi’ye göre de, bütün dinler ve milletler de tek bir
din ve tek bir millettir. İşte, bu nedenle Celâleddin Rûmi: “Ben, yetmiş üç
mezhep ile berâberim” diyor ve bütün insanlara şöyle sesleniyor: “Yine de gel,
yine de gel, her ne isen öyle gel!. İster kâfir, ister mecûs, ister putperest
ol, yine de gel!. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâh değildir. Eğer yüz kere
tevbeni bozmuş olsan da yine gel!”.
Celâleddin
Rûmi’nin bu sözü, İslâm’ı sulandıran ve kültüre indirgeyen bir çağırış şeklidir
ve yanlıştır. Zîrâ İslâm-dînî “dingonun ahırı” gibi girip-girip çıkılacak bir
yer değildir. Zâten bu Kur’ân’a da aykırıdır:
“Sen, onların
hidâyet bulmalarını ne kadar tutkuyla istesen de, Allah, şüphesiz saptırdığına
hidâyet vermez, onlar için yardım edecek yoktur” (Nâhl 37).
Celâleddin
Rûmi insanları melekleştirenlerden biri olarak; “ne olursan ol gel” diyor ama
Kur’ân öyle demiyor. Cennet
“yol geçen hanı” değildir, “dingonun ahırına girer gibi” cennete girmek yoktur.
Cennetin bir bedeli vardır. O bedeli ödemeyenler cennete giremezler:
“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin
hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir
yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda
elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat
edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).
“Yoksa siz, Allah, içinizden cihad
edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız?”
(Âl-i İmran 142).
“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
Türkiye’de din dersi bile yoktur ve “din
kültürü ve ahlâk bilgisi” adı altında dînin sâdece kültürü ve ahlâkın da sâdece
bilgisi öğretilir. Böylece zımnen; “din kültürdür” mesajı verilir ve “İslâm’ın
sâdece kültürünü yaşayabilirsin, kendisini değil” denir. “Hele ki İslâm’ı sosyâl,
ekonomik, siyâsî, askerî, kânûnî, hukûkî alanlara karıştırmayı zinhar
düşünmeyin bile” denemek istenir. Böyle dînin kültürü, “dîne karşı bir din”
olarak yürürlükte olur. Zâten lîderler ve yöneticiler Kur’ân’ın bir âyetinden
ve Peygamberimiz’in Sünnet’inden hiç bahsetmezler ve güzel örnekliklerimiz olan
peygamberlerin değil de Mevlâna, Yûnus, Yesevî, Hacı Bektaş gibi kişilerin
isimlerini sayarlar. Hattâ İslâm’ın adını bile tek-başına söyleyemezler de
Türk-İslâm gibi bir sentezden bahsederler. Çünkü Kur’ân ve Sünnet küfre, şirke,
nifâka, haksızlığa, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve zulme göz yummaz ve ortaya
koymaktan çekinmez, bu da onların işine gelmez, fakat kültüre indirgenmiş din
çok geniş, gevşek ve yavşak olduğu için kültüre indirgenmiş olan din’den
kolayca meşrûiyet alabilirler. Üstelik bu, halkın gazını almak için de her zaman
geçerli olan çok etkili bir yöntemdir.
Din-kültürü ile ilgili etkinlikler yapmak,
din ile ilgili işler yapmak demek değildir. İslâmî hareket ise hiç değildir. Dîni
kültüre indirgemek, dîni ve inancı psikolojik bir şeye dönüştürülür. Kişi dînin
sorumlulukları nefsine kabûl
ettiremediği anda din psikolojiye ve kültüre döner ve düşer. Din zayıfladıkça
psikolojiye ve kültüre indirgenir ve dönüşür.
Bir
de dîni kültür zannedenlerin dillerine doladıkları ve her Ramazan’da
söyledikleri: “Ah!, nerde o eski ramazanlar”
sözü vardır. Ne vardı ki o ramazanlarda?. “Ah eski ramazanlar” diyerek
özledikleri şey; mânevî bir havânın olduğu, herkesin ve her yerin burâm-burâm
oruç ve ramazan koktuğu, tatlı bir telâşın ve heyecânın yaşandığı, “diş kirâsı”
denilen o müthiş uygulamanın olduğu, hep birlikte ezanın beklendiği, orucun
açıldığı, iftar ve sahurun yapıldığı, terâvih namazlarının kılındığı ramazanlar
değildir. Onların “ah o eski ramazanlar” dedikleri ve özledikleri ramazan, kültüre
indirgenmiş bir ramazandır. Ramazan şenlikleri adı altında yapılan
soytarılıklar, karagöz gösterileri, orta oyunları, eğlenceler, şarkılar, türküler,
şenlikler ve komikliklerdir. Hâlbuki bunlar ne Kur’ân’da, ne Sünnet’te ne de
müslümanların târihinde vardır. Bunlar İslâm’ın kültüre ve eğlenceye
indirgendiği modern zamanlarda ortaya çıkmıştır. Bunlar dîni kültüre çevirmenin
sonucunda bir ifsâd ve sapıklık-sapkınlık olarak ortaya çıkmıştır. Bir mü’minin
bu saçmalıklarla uğraşacak zamânı ve isteği yoktur ki bunlar tam-aksine, Ramazan’da
hiç olmaması gereken şeylerdir. Bunlar İslâm’ı sâdece kültür olarak görmek
isteyen lâik sözde müslümanların boş hayâlleri ve özlemlerinden başka bir şey
değildir. Bunların İslâm ‘da hiç-bri geçerliliği ve uygulanmışlığı yoktur.
Çünkü Kur’ân’ın ve İslâm’ın bahsettiği Ramazan’da böyle şeyler yoktur.
Mahyâlarla
süslenmiş câmileri izlemek güzeldir ama esas olan, o câmilerde hep birlikte
namaz kılmak ve Allah’a şükretmektir. Hokkabazlar, sihirbaz gösterileri ve
soytarılıklar falan bunlar modern sınıfın uyduruk özlemleridir sâdece. Seküler
bir kültür oluşturma düşüncelerinin absürt sonuçlarıdır. Fakat İslâm bir kültür
olmadığı gibi, yapılanlar da İslâm kültürü değildir.
İslâm’ı
kültüre indirgemek “dînin içini boşaltmak” demektir. İçi boşalan din gösteriye,
gösterişe ve eğlenceye döner. İslâm’ı kültüre indirgemek “dîni zayıflatmak ve
içini boşlatmak” demektir. Hattâ zamanla dîni bambaşka bir hâle getirir. İslâm’ın
ürettiği kültür ise kesin olarak sınırlıdır ve Kur’ân/Sünnet-merkezlidir. Zâten
karşılaştığı diğer kültürlerle de ancak Kur’ân ve Sünnet’e yâni İslâm’a
uygunluğu oranında ilişki kurar. Mâruf örfü benimser sâdece.
İslâm doğu’da ortaya çıkmıştır. Müslüman
doğu’ludur. İslâm’ın kültürü doğu kültürüdür. Batı’lı olan biri müslüman olduğu
anda doğu’lu olmuş yada doğu kültürüne girmiş olur.
İslâm’ı
kültüre indirgemek İslâm’ı hayattan koparmak ve onu içselliğe indirgemek demektir.
İslâm’da içsellik de vardır ama İslâm bütünüyle içsellik demek değildir ve dışsallık
bir tık daha ileridedir. Zâten hayâtın her alanına karışmak ve hâkim olmak
istemesinin nedeni budur. İslâm’a düşman olmanın ve onu kültüre indirgemek
istemenin ana-nedeni işte budur.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Mart
2024