21 Mart 2023 Salı

Târihselcilik ve Kur’ân Kıssaları

 

“Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl-sâhipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’ân) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her-şeyin çeşitli biçimlerde açıklaması ve îman eden bir topluluk için bir hidâyet ve rahmettir” (Yûsuf 11).

 

Kıssalarda anlatılanlar, peygamberlerin vahiy-öncesi ve sonrası yaşadıkları hayat hikâyeleridir. Meselâ Hz. İbrâhim’in Ay, Güneş ve yıldızlar üzerinden “mantık yürütüşü” bir örneklik olarak Kur’ân’a dâhil edilip ebedîleştirilmiştir. Yine Hz. Yûsuf’un kuyuya atılmasıyla başlayan süreç de böyledir. Tüm peygamberlerin ahlak-merkezli yaşamlarında ortaya koyduğu güzel örneklikler, Allah tarafından Kur’ân’da yer almış ve evrenselleşmiştir. Böylece onlar artık îmânın konusu olmuşlardır. Çünkü onlar bize göre “gayb”tır ve Kur’ân’a alınmış ve îmânın konusu yapılmıştır.

 

Kur’ân kıssalarında bahsedilenler, “usvetun hasenetun” denilen “peygamber örneklikleri”dir. Bu örneklikleri Allah bize “âyet” olarak indirmiştir. Zımnen; “bu örnekliklere bakarak ‘İslâmî duruş ve hareket-amel-eylem’ olarak ne yapacağınızı görün ve belirleyin” diyor bize. “Bu kıssalarda yâni ‘sünnet’ denilen peygamber örnekliklerinde sizin için ibretler vardır” diyor. Peygamberlerin mücâdeleleri âyetlerle örnekleştirilmiştir kıssalarda. Eğer Peygamberimiz “son peygamber” olmasaydı, ondan sonra gelen peygambere inecek olan vahiylerde ve kitapta, Peygamberimiz’in yâni Hz. Muhammed’in yaptıkları da “âyet” olarak intikâl edecekti bize ve belki de şöyle denecekti: “Muhammed’i de an. Hani o, kâfirlere karşı hiç tâviz vermemişti de, kararlı bir dik duruşla güzel bir örneklik göstermişti”. Peygamberimiz’in örnekliğinin birileri tarafından kabûl edilmemesi, o’nun “son Peygamber” olmasındandır. Oysa kıssalarda anlatılan peygamber hayatları ve davranışları Kur’ân’a girerek ebedîleşmiştir.

 

Kur’ân kıssaları Kur’ân’ın önemli bir bölümünü kapsar. Kıssaların çapı konusunda bir kaynakta şunlar söylenir:

 

“Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlere ve milletlere âit kıssalar bol miktarda bulunmakta, Kur’ân’ın önemli bir kısmı, geçmiş ümmetler ve peygamberlerin kıssalarından bahsetmektedir. Taberî başta olmak üzere bâzı müfessirler kıssaların Kur’ân’ın üçte birini teşkil ettiğini söylerken; bâzıları da üçte ikisini kapsadığı kanaatindedir. Hattâ Reşid Rızâ gibi ‘kıssa’nın anlamını geniş tutanlar için bu oran dörtte üçe kadar çıkmaktadır. Bu tespitler kesin olmamakla berâber nisbî bir gerçeği ifâde etmektedirler. Peygamberimiz zamânındaki bâzı olay ve haberlerin kıssalara dâhil edildiği takdirde kıssaların yaklaşık olarak Kur’ân’ın yarısını teşkil ettiğini söyleyenler de vardır. Kısaca târih boyunca gönderilmiş peygamberlerin ve onlara muhâtap olanların kıssalarının, Kur’ân’ın önemli bir bölümünü teşkil ettiğinde şüphe yoktur”.

 

Târihselciliğe göre evrensellik yâni vahyin evrensel olması imkânsızdır. Oysa târihsel denilen âyetler de dâhil Kur’ân’ın tamâmı bin yıl boyunca tüm İslâm ülkelerinde uygulandı ve iyi bir sonuç verdi. Ne zamanki uygulanmadı yada uygulan(a)madığı yerlerde uygulanmayan âyetlerin bahis konusu ettiği bir-çok sorun ortaya çıkmıştır ve günümüzde de bu böyledir. Uygulanmayan âyetler nedeniyle toplum ahlâken ve rûhen yozlaşmaktadır. Oysa özellikle Kur’ân kıssaları bizi peygamber hayatları üzerinden uyarıyor ve yolumuzu gösteriyor-göstermektedir.

 

Târihselciler Kur’ân’ın âyetlerinin çoğunun “arap örfü” olduğunu söylüyor. Peki araplar o örfleri nereden aldılar?. Araplar o örfleri elbette önceki peygamberlerden almışlardı ama zamanla tahrif ettiler ve yozlaştırıp bozdular, Kur’ân bozulan o örfleri düzeltip ideâl hâline geri getirmiştir. Arap-örfü denilen şeyler, önceki peygamberlerin (meselâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’in) şeriatleri ve şeriatlere göre oluşan mâruf örflerdi. Zâten Kur’ân’daki kıssalar da, önceki peygamberlerin vahiy-merkezli oluşturdukları mâruf örflerden oluşur.

 

Hz. Âdem’de bêri gelen tüm peygamberlerin ortak söylemleri elbette evrenseldir. O-hâlde tüm Kur’ân kıssaları evrenseldir. İbâdetlerle, ahlâk ve iyilikle ilgili tüm âyetler, hakkı-hakîkati-adâleti ortaya koymayı gerektiren, şirki, küfrü, zulmü, haksızlığı, ahlâksızlığı yasaklayan tüm âyetler evrenseldir. Zâten geriye de başka bir şey kalmıyor. Çünkü Kur’ân tüm âyetler bütünsel olarak tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda bunları sağlamak istiyor. Kıssalarda olduğu gibi Peygamberimiz zamânında yaşanan olaylar da bize o olaylar üzerinden tüm zamanlar ve mekânlar için örnek olarak dersler vermektedir.

 

Yüzlerce ve binlerce yıl önce yaşamış olan peygamberlerin ve onların yaşadığı olayları anlatan kıssalar nasıl ki Kur’ân’a girmişse ve Peygamberimiz ve sahabenin derdine çâre olmuş ve onların idrâkine, soru(n)larına ve genel durumlarına pozitif katkı sağladıysa, 1.400 yıl önceki yaşanmış olaylar da aynı-şekilde günümüz insanının derdine çâre olabilir, idrâkine, soru(n)larına ve genel durumlarına pozitif katkı sağlayabilir. Bu kıssalar insanlara nasıl bir hayat-tarzını seçecekleri husûsunda bâzı ipuçları verir, psikolojik destek sağlar ve tercih edilen hayat-tarzının yaşanmasına yardımcı olur. Bu nedenle Kur’ân, tüm zamanlarda ve mekânlarda yaşayan insanlar için: “O kıssalarda sizin için çok güzel örneklikler ve dersler vardır” der:

 

“Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl-sâhipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’ân) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her-şeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve îman eden bir topluluk için bir hidâyet ve rahmettir” (Yûsuf 111).

 

Târihselciler bir-çok âyeti târihe hapsedip günümüzde hükmünün geçersiz olduğu söyleyerek; “çünkü o âyetlerin üzerinden 1.400 yıl gibi uzun bir süre geçmiştir ve artık şartlar da değişmiştir, 1.400 yıl önceki âyetler günümüzün soru ve sorunlarına cevap veremezler, zîrâ o âyetlerin ancak kendi târihlerinde bir geçerliliği vardı” derler. Fakat o zaman da şöyle bir soru sormak gerekir:

 

Binlerce yıl önce yaşamış olan peygamberlerin yaşamlarının ve o zamanlar yaşanan olayların anlatıldığı kıssalar niye var ve bu hikâyeler niçin binlerce yıl sonra yaşayan insanlara anlatılıyor?. Çünkü Peygamberimiz’e inen vahiylerin en az yarısı “kıssa” adıyla binlerce yıl önce yaşanmış hikâyeler, olaylar ve peygamberlere inen hükümlerden bahsediyor. Peki Peygamberimiz ve sahabe niçin kıssaların Kur’ân’da olmasına ve örneklik olarak anlatılmasına îtirâz etmiyorlar?. Çünkü eğer âyetler, üzerinden uzun geçince târihsel oluyorsa ve hükmünü yitiriyorsa, o-hâlde bunu Peygamberimiz ve sahabe de fark ederdi ve “bu âyetler târihseldir, bizi ilgilendirmez” diyerek o âyetleri çok da kâle almamaları gerekirdi. Peygamberimiz ve sahabenin târihsel olan ve kıssaları anlatan âyetlere îtirâz etmeleri gerekirdi. Çünkü târihselcilerin mantığına göre kıssalarda anlatılanlar da târihsel olup târihte yâni yaşandığı zamanda kalmalı ve 1.400 yıl önce yaşayan Peygamberimiz ve sahabe için anlamını ve hükmünü yitirmiş olmalıydı. Fakat böyle olmadı ve kıssalarda anlatılan Peygamberimiz’e ve sahabeye ders verdi, destek oldu ve örnek oldu. Çünkü onların âyetlere îmânı tamdı. Müşrikler ise inanmadıkları için  âyetlere “târihsel” dediler. Bunu da “esâtîrû’l-evvelîn” yâni “eskilerin masalları” diyerek dile getirdiler. Aynı şeyi günümüzdeki modern müşrikler olan târihselciler de yapıyor ve eskide kaldığını söyleyerek Kur’ân’ın âyetlerini yâni Allah’ın sözlerini “târihsel” diyerek târihe hapsetmek istiyorlar. Böylece o âyetleri masala indirgemek istiyorlar.

 

Kıssalar hem Peygamberimiz’e ve sahabeye hem de bize ders verdiği, destek ve örnek olduğu gibi, Peygamberimiz ve sahabenin yaşadığı zaman da bize ve tüm zamanlara örnek olur. Bu bağlamda vahiy-merkezli olan bu örneklikleri gösteren âyetler de tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda tüm insanlar için ders, destek ve örnek niteliğindedir, tüm zamanlarda ve mekânlarda bağlayıcıdır. Çünkü eğer Peygamberimiz son peygamber olmasaydı, Peygamberimiz ve o’nunla birlikte olanlar da tüm zamanlar ve mekânlar için örnek olacaktı. Peygamberimiz’den sonra bir peygamber ve vahiy gelecek olsaydı o vahiyde Peygamberimiz ve sahabe güzel bir şekilde anılacak ve onların yaşadıkları olaylar “kıssa” olarak anlatılacaktı ve meselâ yeni peygambere şöyle denecekti: “Muhammed’i ve o’nunla birlikte olanları da an. Onlar ne güzel kullardı. Onlarda  sizin için güzel örneklikler ve dersler vardır”.

 

Fakat Peygamberimiz “son peygamber” olduğu ve vahyin inişi de tamamlandığı için, Peygamberimiz ve sahabenin yaşadığı olaylar ve onlara inen âyetler târihselciler tarafından “târihsel” olarak görülüyor ve “eskilerin masalları” mesâbesine indirgeniyor. Peki neden böyle oluyor?. Çünkü günümüz modernistleri ve târihselcileri, modernizmin, modern-bilimin ve teknolojinin, şeytanın, nefsin ve tâğutların kışkırtmasıyla ve de ayartmasıyla yoldan çıkmış ve kâfirlikle ve müşriklikle mâlûl hâle gelmişlerdir. Zîrâ dinlerini Kur’ân’dan, örnek insanlar olan peygamberlerden ve mü’minlerden değil de İslâm düşmanlarından öğrenmişlerdir. Zihniyetlerini ise gayr-ı İslâmî ideolojilerden, şerefsiz düşüncelerden ve dinsiz sistemlerden almaktadırlar. Merkeze Allah’ı değil de insanı koymuşlardır. Pozitivist zihinleri maddî görünüm dışında hiç-bir şeyden emin ve tatmin olamamakta ve dolayısıyla maddî olmayan her-şeyi inkâr etme yoluna girmektedirler. Zihinleri, kesin îmandan kaynaklanmanın sonucu olarak Allah’tan ve Kur’ân’dan yana olmayınca her türlü küfür, şirk ve sapkınlıkları düşünmeye ve benimsemeye başlıyor ve bunlar zamanla înanca dönüşüyor. Artık hep sapkınlığa göre yorumlamalar yapmaya başlıyorlar.

 

Târihselciler, Kur’ân’daki âyetlerin evrensel ve tüm insanlar için olmadığını ve Kur’ân’ın ve İslâm’ın sâdece Mekke ve çevre arapları için olduğunu söylüyorlar. Oysa Kur’ân’da hem Mekke ve çevresi için hem de tüm Dünyâ ve tüm insanlar için inmiş olan âyetler vardır.

 

Şu âyetler “Mekke ve çevresini” ifâde eder:

 

“İşte bu (Kur’ân), önündekileri doğrulayıcı ve şehirlerin anası (Mekke) ile çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Âhirete îman edenler buna inanırlar. Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır” (En-âm 92).

 

“İşte biz sana, böyle Arapça bir Kur’ân vahyettik; şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarman için ve kendisinde şüphe olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarman için de. (O gün onların) Bir bölümü cennette, bir bölümü çılgınca yanan ateşin içerisindedirler” (Şûrâ 7).

 

Şu âyetler ise “tüm Dünyâ’yı ve tüm insanları” ifâde eder:

 

“Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).

 

“Biz seni ancak bütün insanlara bir müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar” (Sebe’ 28).

 

“Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkân’ı indiren (Allah) ne yücedir” (Furkân 1).

 

Demek ki Kur’ân ve İslâm, tüm zamanlar ve mekânlar için indirilmiş bir Kitap ve din’dir. İslâm’ın ve Kur’ân’ın tüm hükümleri ve emir-nehiyleri yâni tüm âyetleri, tüm zamanlarda ve mekânlarda (bir İslâm toplumu ve devleti olduğunda) geçerlidir, bağlayıcıdır ve uygulanabilirdir.

 

Kur’ân’ın Arapça olması ise İslâm’ın ve Kur’ân’ın Mekke ve çevre araplara gelmesiyle alakası yoktur. Her peygambere âyetler kendi dilleriyle gelmiştir ve tüm Dünyâ’ya o dil üzerinden yayılmıştır. Fakat Peygamberimiz, dâvet ve tebliğ mektuplarıyla gönderdiği elçilerini, gönderildikleri toplumun dilini bilenlerden seçmiştir. Bu da, Kur’ân’ın ve İslâm’ın,sâdece araplara değil, araplardan başkasına hitâp ettiğini gösterir. İki büyük imparatorluğa i(Îran ve Bizans) mektuplarla birlikte elçiler gitmiştir. Peki eğer İslâm ve Kur’ân sâdece Mekke ve çevre araplarına geldiyse, Peygamberimiz’in derdi neydi ki tâ oralara dâvet ve tebliğ mektupları gönderdi?. Çünkü eğer Kur’ân sâdece araplara ve Mekke ve çevresine gelmiş olsaydı buna gerek olmazdı.

 

Olan şey şudur: Târihselciler çeşitli nedenlerle ilk önce İslâm’ı ve Kur’ân’ı inkar ediyorlar, sonra da inkârlarına Kur’ân dâhil çeşitli kaynaklardan delil getirmeye çalışıyorlar. Yâni aslında sorun, târihselcilerin, Kur’ân’ın âyetlerinin büyük çoğunluğunun târihsel olduğunu fark etmeleri falan değil, modernizmin baskısı ve kuşatması, geleneğe olan düşmanlık, bilgilerinin ve akıllarının vahyi yeterince geniş şekilde idrâk etmek ve açıklamaktan yoksun olması ve de zihinlerinin İslâm ve Kur’ân-merkezli değil de beşer-merkezli çalışmasından dolayıdır. İşte bu gibi sebepler nedeniyle Kur’ân’ın bir-çok âyetini “târihsel” diyerek târihe hapsetmektedirler. Bu elbette bir inkârdır. Zîrâ Kur’ân’ın büyük çoğunluğunu oluşturan âyetlerin geçerliliğini yitirdiği için uygulanamaz olduğunu söylemek, o âyetleri inkâr etmek demektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2022

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder