“Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl-sâhipleri
için ibretler vardır. (Bu Kur’ân) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak
kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her-şeyin çeşitli biçimlerde açıklaması ve
îman eden bir topluluk için bir hidâyet ve rahmettir” (Yûsuf 11).
Kıssalarda
anlatılanlar, peygamberlerin vahiy-öncesi ve sonrası yaşadıkları hayat
hikâyeleridir. Meselâ Hz. İbrâhim’in Ay, Güneş ve yıldızlar üzerinden “mantık
yürütüşü” bir örneklik olarak Kur’ân’a dâhil edilip ebedîleştirilmiştir. Yine
Hz. Yûsuf’un kuyuya atılmasıyla başlayan süreç de böyledir. Tüm peygamberlerin
ahlak-merkezli yaşamlarında ortaya koyduğu güzel örneklikler, Allah tarafından
Kur’ân’da yer almış ve evrenselleşmiştir. Böylece onlar artık îmânın konusu
olmuşlardır. Çünkü onlar bize göre “gayb”tır ve Kur’ân’a alınmış ve îmânın
konusu yapılmıştır.
Kur’ân
kıssalarında bahsedilenler, “usvetun hasenetun” denilen “peygamber
örneklikleri”dir. Bu örneklikleri Allah bize “âyet” olarak indirmiştir. Zımnen;
“bu örnekliklere bakarak ‘İslâmî duruş ve hareket-amel-eylem’ olarak ne
yapacağınızı görün ve belirleyin” diyor bize. “Bu kıssalarda yâni ‘sünnet’
denilen peygamber örnekliklerinde sizin için ibretler vardır” diyor.
Peygamberlerin mücâdeleleri âyetlerle örnekleştirilmiştir kıssalarda. Eğer
Peygamberimiz “son peygamber” olmasaydı, ondan sonra gelen peygambere inecek
olan vahiylerde ve kitapta, Peygamberimiz’in yâni Hz. Muhammed’in yaptıkları da
“âyet” olarak intikâl edecekti bize ve belki de şöyle denecekti: “Muhammed’i de
an. Hani o, kâfirlere karşı hiç tâviz vermemişti de, kararlı bir dik duruşla
güzel bir örneklik göstermişti”. Peygamberimiz’in örnekliğinin birileri
tarafından kabûl edilmemesi, o’nun “son Peygamber” olmasındandır. Oysa kıssalarda
anlatılan peygamber hayatları ve davranışları Kur’ân’a girerek ebedîleşmiştir.
Kur’ân
kıssaları Kur’ân’ın önemli bir bölümünü kapsar. Kıssaların çapı konusunda bir
kaynakta şunlar söylenir:
“Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlere ve milletlere âit
kıssalar bol miktarda bulunmakta, Kur’ân’ın önemli bir kısmı, geçmiş ümmetler
ve peygamberlerin kıssalarından bahsetmektedir. Taberî başta olmak üzere bâzı
müfessirler kıssaların Kur’ân’ın üçte birini teşkil ettiğini söylerken;
bâzıları da üçte ikisini kapsadığı kanaatindedir. Hattâ Reşid Rızâ gibi ‘kıssa’nın
anlamını geniş tutanlar için bu oran dörtte üçe kadar çıkmaktadır. Bu tespitler
kesin olmamakla berâber nisbî bir gerçeği ifâde etmektedirler. Peygamberimiz
zamânındaki bâzı olay ve haberlerin kıssalara dâhil edildiği takdirde
kıssaların yaklaşık olarak Kur’ân’ın yarısını teşkil ettiğini söyleyenler de
vardır. Kısaca târih boyunca gönderilmiş peygamberlerin ve onlara muhâtap
olanların kıssalarının, Kur’ân’ın önemli bir bölümünü teşkil ettiğinde şüphe
yoktur”.
Târihselciliğe
göre evrensellik yâni vahyin evrensel olması imkânsızdır. Oysa târihsel denilen
âyetler de dâhil Kur’ân’ın tamâmı bin yıl boyunca tüm İslâm ülkelerinde uygulandı
ve iyi bir sonuç verdi. Ne zamanki uygulanmadı yada uygulan(a)madığı yerlerde
uygulanmayan âyetlerin bahis konusu ettiği bir-çok sorun ortaya çıkmıştır ve
günümüzde de bu böyledir. Uygulanmayan âyetler nedeniyle toplum ahlâken ve
rûhen yozlaşmaktadır. Oysa özellikle Kur’ân kıssaları bizi peygamber hayatları
üzerinden uyarıyor ve yolumuzu gösteriyor-göstermektedir.
Târihselciler
Kur’ân’ın âyetlerinin çoğunun “arap örfü” olduğunu söylüyor. Peki araplar o
örfleri nereden aldılar?. Araplar o örfleri elbette önceki peygamberlerden
almışlardı ama zamanla tahrif ettiler ve yozlaştırıp bozdular, Kur’ân bozulan o
örfleri düzeltip ideâl hâline geri getirmiştir. Arap-örfü denilen şeyler,
önceki peygamberlerin (meselâ Hz. İbrâhim ve İsmâil’in) şeriatleri ve
şeriatlere göre oluşan mâruf örflerdi. Zâten Kur’ân’daki kıssalar da, önceki
peygamberlerin vahiy-merkezli oluşturdukları mâruf örflerden oluşur.
Hz.
Âdem’de bêri gelen tüm peygamberlerin ortak söylemleri elbette evrenseldir.
O-hâlde tüm Kur’ân kıssaları evrenseldir. İbâdetlerle, ahlâk ve iyilikle ilgili
tüm âyetler, hakkı-hakîkati-adâleti ortaya koymayı gerektiren, şirki, küfrü,
zulmü, haksızlığı, ahlâksızlığı yasaklayan tüm âyetler evrenseldir. Zâten
geriye de başka bir şey kalmıyor. Çünkü Kur’ân tüm âyetler bütünsel olarak tüm
zamanlarda ve tüm mekânlarda bunları sağlamak istiyor. Kıssalarda olduğu gibi
Peygamberimiz zamânında yaşanan olaylar da bize o olaylar üzerinden tüm
zamanlar ve mekânlar için örnek olarak dersler vermektedir.
Yüzlerce ve binlerce yıl
önce yaşamış olan peygamberlerin ve onların yaşadığı olayları anlatan kıssalar
nasıl ki Kur’ân’a girmişse ve Peygamberimiz ve sahabenin derdine çâre olmuş ve
onların idrâkine, soru(n)larına ve genel durumlarına pozitif katkı sağladıysa,
1.400 yıl önceki yaşanmış olaylar da aynı-şekilde günümüz insanının derdine
çâre olabilir, idrâkine, soru(n)larına ve genel durumlarına pozitif katkı sağlayabilir.
Bu kıssalar insanlara nasıl bir hayat-tarzını seçecekleri husûsunda bâzı
ipuçları verir, psikolojik destek sağlar ve tercih edilen hayat-tarzının yaşanmasına
yardımcı olur. Bu nedenle Kur’ân, tüm zamanlarda ve mekânlarda yaşayan insanlar
için: “O kıssalarda sizin için çok güzel örneklikler ve dersler vardır” der:
“Andolsun,
onların kıssalarında temiz akıl-sâhipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’ân)
düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı,
her-şeyin ‘çeşitli biçimlerde açıklaması’ ve îman eden bir topluluk için bir
hidâyet ve rahmettir” (Yûsuf 111).
Târihselciler
bir-çok âyeti târihe hapsedip günümüzde hükmünün geçersiz olduğu söyleyerek; “çünkü
o âyetlerin üzerinden 1.400 yıl gibi uzun bir süre geçmiştir ve artık şartlar da
değişmiştir, 1.400 yıl önceki âyetler günümüzün soru ve sorunlarına cevap
veremezler, zîrâ o âyetlerin ancak kendi târihlerinde bir geçerliliği vardı”
derler. Fakat o zaman da şöyle bir soru sormak gerekir:
Binlerce
yıl önce yaşamış olan peygamberlerin yaşamlarının ve o zamanlar yaşanan olayların
anlatıldığı kıssalar niye var ve bu hikâyeler niçin binlerce yıl sonra yaşayan
insanlara anlatılıyor?. Çünkü Peygamberimiz’e inen vahiylerin en az yarısı
“kıssa” adıyla binlerce yıl önce yaşanmış hikâyeler, olaylar ve peygamberlere
inen hükümlerden bahsediyor. Peki Peygamberimiz ve sahabe niçin kıssaların Kur’ân’da
olmasına ve örneklik olarak anlatılmasına îtirâz etmiyorlar?. Çünkü eğer
âyetler, üzerinden uzun geçince târihsel oluyorsa ve hükmünü yitiriyorsa,
o-hâlde bunu Peygamberimiz ve sahabe de fark ederdi ve “bu âyetler târihseldir,
bizi ilgilendirmez” diyerek o âyetleri çok da kâle almamaları gerekirdi. Peygamberimiz
ve sahabenin târihsel olan ve kıssaları anlatan âyetlere îtirâz etmeleri
gerekirdi. Çünkü târihselcilerin mantığına göre kıssalarda anlatılanlar da
târihsel olup târihte yâni yaşandığı zamanda kalmalı ve 1.400 yıl önce yaşayan
Peygamberimiz ve sahabe için anlamını ve hükmünü yitirmiş olmalıydı. Fakat
böyle olmadı ve kıssalarda anlatılan Peygamberimiz’e ve sahabeye ders verdi,
destek oldu ve örnek oldu. Çünkü onların âyetlere îmânı tamdı. Müşrikler ise
inanmadıkları için âyetlere “târihsel”
dediler. Bunu da “esâtîrû’l-evvelîn” yâni “eskilerin masalları”
diyerek dile getirdiler. Aynı şeyi günümüzdeki modern müşrikler olan
târihselciler de yapıyor ve eskide kaldığını söyleyerek Kur’ân’ın âyetlerini
yâni Allah’ın sözlerini “târihsel” diyerek târihe hapsetmek istiyorlar. Böylece
o âyetleri masala indirgemek istiyorlar.
Kıssalar
hem Peygamberimiz’e ve sahabeye hem de bize ders verdiği, destek ve örnek
olduğu gibi, Peygamberimiz ve sahabenin yaşadığı zaman da bize ve tüm zamanlara
örnek olur. Bu bağlamda vahiy-merkezli olan bu örneklikleri gösteren âyetler de
tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda tüm insanlar için ders, destek ve örnek
niteliğindedir, tüm zamanlarda ve mekânlarda bağlayıcıdır. Çünkü eğer
Peygamberimiz son peygamber olmasaydı, Peygamberimiz ve o’nunla birlikte
olanlar da tüm zamanlar ve mekânlar için örnek olacaktı. Peygamberimiz’den
sonra bir peygamber ve vahiy gelecek olsaydı o vahiyde Peygamberimiz ve sahabe
güzel bir şekilde anılacak ve onların yaşadıkları olaylar “kıssa” olarak
anlatılacaktı ve meselâ yeni peygambere şöyle denecekti: “Muhammed’i ve o’nunla
birlikte olanları da an. Onlar ne güzel kullardı. Onlarda sizin için güzel örneklikler ve dersler
vardır”.
Fakat
Peygamberimiz “son peygamber” olduğu ve vahyin inişi de tamamlandığı için,
Peygamberimiz ve sahabenin yaşadığı olaylar ve onlara inen âyetler
târihselciler tarafından “târihsel” olarak görülüyor ve “eskilerin masalları”
mesâbesine indirgeniyor. Peki neden böyle oluyor?. Çünkü günümüz modernistleri
ve târihselcileri, modernizmin, modern-bilimin ve teknolojinin, şeytanın, nefsin
ve tâğutların kışkırtmasıyla ve de ayartmasıyla yoldan çıkmış ve kâfirlikle ve
müşriklikle mâlûl hâle gelmişlerdir. Zîrâ dinlerini Kur’ân’dan, örnek insanlar
olan peygamberlerden ve mü’minlerden değil de İslâm düşmanlarından
öğrenmişlerdir. Zihniyetlerini ise gayr-ı İslâmî ideolojilerden, şerefsiz düşüncelerden
ve dinsiz sistemlerden almaktadırlar. Merkeze Allah’ı değil de insanı
koymuşlardır. Pozitivist zihinleri maddî görünüm dışında hiç-bir şeyden emin ve
tatmin olamamakta ve dolayısıyla maddî olmayan her-şeyi inkâr etme yoluna
girmektedirler. Zihinleri, kesin îmandan kaynaklanmanın sonucu olarak Allah’tan
ve Kur’ân’dan yana olmayınca her türlü küfür, şirk ve sapkınlıkları düşünmeye ve
benimsemeye başlıyor ve bunlar zamanla înanca dönüşüyor. Artık hep sapkınlığa
göre yorumlamalar yapmaya başlıyorlar.
Târihselciler,
Kur’ân’daki âyetlerin evrensel ve tüm insanlar için olmadığını ve Kur’ân’ın ve
İslâm’ın sâdece Mekke ve çevre arapları için olduğunu söylüyorlar. Oysa
Kur’ân’da hem Mekke ve çevresi için hem de tüm Dünyâ ve tüm insanlar için inmiş
olan âyetler vardır.
Şu
âyetler “Mekke ve çevresini” ifâde eder:
“İşte bu (Kur’ân),
önündekileri doğrulayıcı ve şehirlerin anası (Mekke) ile çevresindekileri
uyarman için indirdiğimiz kutlu Kitaptır. Âhirete îman edenler buna inanırlar.
Onlar namazlarını (özenle) koruyanlardır” (En-âm 92).
“İşte biz sana, böyle Arapça bir Kur’ân vahyettik;
şehirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarman için ve
kendisinde şüphe olmayan toplanma gününü (haber verip onları) uyarman için de.
(O gün onların) Bir bölümü cennette, bir bölümü çılgınca yanan ateşin
içerisindedirler” (Şûrâ 7).
Şu
âyetler ise “tüm Dünyâ’yı ve tüm insanları” ifâde eder:
“Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak
gönderdik” (Enbiyâ 107).
“Biz seni ancak bütün insanlara bir müjde verici ve
uyarıcı olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar” (Sebe’ 28).
“Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkân’ı indiren
(Allah) ne yücedir” (Furkân 1).
Demek
ki Kur’ân ve İslâm, tüm zamanlar ve mekânlar için indirilmiş bir Kitap ve
din’dir. İslâm’ın ve Kur’ân’ın tüm hükümleri ve emir-nehiyleri yâni tüm
âyetleri, tüm zamanlarda ve mekânlarda (bir İslâm toplumu ve devleti olduğunda)
geçerlidir, bağlayıcıdır ve uygulanabilirdir.
Kur’ân’ın
Arapça olması ise İslâm’ın ve Kur’ân’ın Mekke ve çevre araplara gelmesiyle alakası
yoktur. Her peygambere âyetler kendi dilleriyle gelmiştir ve tüm Dünyâ’ya o dil
üzerinden yayılmıştır. Fakat Peygamberimiz, dâvet ve tebliğ mektuplarıyla
gönderdiği elçilerini, gönderildikleri toplumun dilini bilenlerden seçmiştir. Bu
da, Kur’ân’ın ve İslâm’ın,sâdece araplara değil, araplardan başkasına hitâp ettiğini
gösterir. İki büyük imparatorluğa i(Îran ve Bizans) mektuplarla birlikte elçiler
gitmiştir. Peki eğer İslâm ve Kur’ân sâdece Mekke ve çevre araplarına geldiyse,
Peygamberimiz’in derdi neydi ki tâ oralara dâvet ve tebliğ mektupları gönderdi?.
Çünkü eğer Kur’ân sâdece araplara ve Mekke ve çevresine gelmiş olsaydı buna
gerek olmazdı.
Olan
şey şudur: Târihselciler çeşitli nedenlerle ilk önce İslâm’ı ve Kur’ân’ı inkar
ediyorlar, sonra da inkârlarına Kur’ân dâhil çeşitli kaynaklardan delil
getirmeye çalışıyorlar. Yâni aslında sorun, târihselcilerin, Kur’ân’ın
âyetlerinin büyük çoğunluğunun târihsel olduğunu fark etmeleri falan değil,
modernizmin baskısı ve kuşatması, geleneğe olan düşmanlık, bilgilerinin ve akıllarının
vahyi yeterince geniş şekilde idrâk etmek ve açıklamaktan yoksun olması ve de
zihinlerinin İslâm ve Kur’ân-merkezli değil de beşer-merkezli çalışmasından
dolayıdır. İşte bu gibi sebepler nedeniyle Kur’ân’ın bir-çok âyetini “târihsel”
diyerek târihe hapsetmektedirler. Bu elbette bir inkârdır. Zîrâ Kur’ân’ın büyük
çoğunluğunu oluşturan âyetlerin geçerliliğini yitirdiği için uygulanamaz
olduğunu söylemek, o âyetleri inkâr etmek demektir.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder