“Öyleyse sen yüzünü
Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki
insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme
yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30)
“Âyetlerimiz onlara,
gözler önünde sergilenmiş olarak gelince dediler ki: ‘Bu, apaçık bir büyüdür’.
Vicdanları kabûl ettiği hâlde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkâr
ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak” (Neml 13-14)
İnsanlık târihi; “dînin
sâdece vicdanlarda mı kalacağı, yoksa -fıtrat-merkezli olarak- hayâtın her
alanında hâkim mi olacağı” tartışmasının ve savaşının târihidir. Şu kesin ki;
dîne, îmâna, fıtrata, vicdâna, merhâmete ve adâlete ne kadar mesâfe konursa,
günaha, isrâfa ve zulme o kadar çok alan açılmış oluyor. Modernizm bunun zirve
yapmış dönemini temsil eder.
Klâsik zamanlarda özellikle
tasavvufçular, modern zamanlarda ise oryantâlist uşağı ve yalakası olan
modernist ilâhiyatçılar ve araştırmacılar, dîni vicdanlara hapsetmek yâni dînin
vicdan-merkezli olarak okunup anlaşılmasının derdinde olmuşlardır. Zîrâ vahyin
icâbında çok ağır da olabilen bedellerini ödemeyi göze alamayanlar mecbûren
işin kolayına kaçarak dîni vicdânlara uydurmaya çalışıyorlar. Câhillerin;
“kâlbin temiz olacak” demeleri gibi, bunlar da “vicdânın kabûl ettiği şeyin din
olduğunu, kabûl etmediği şeyin ise din olmadığını” söylüyorlar. Meselâ Mustafa
Öztürk câhilce ve kanımca düşmanca: “Vicdânınızın onayladığı şey din’dir,
onaylamadığı şey ise din değildir” der. İyi de bunun dayanağı nedir ki?.
Vicdan, “şaşmaz kuyumcu terâzisi” midir?. Peki vicdânı ne şekillendirir yada ne
şekillendirirse doğru bir ölçü olur?. Çünkü niceleri vicdandan bahsederler ama
vicdansızca işler yaparlar. Hem vicdan bahsetmek hem de İslâm’a ve insanlığa
aykırı işler yapmak nasıl oluyor?. Vicdanları bu insanları bâtıl, câhil, çirkin
ve şerefsizce işler yapmaktan niçin korumuyor?. Cevâbı çok basittir: Çünkü
vicdan şaşmaz bir kuyumcu terâzisi değildir ve ancak vahiy-merkezli olursa
doğru çalışır ve doğru hüküm verebilir. Aksi-hâlde insanı bâtıl yola sokar ve
cehâlet karanlığına da itebilir. Üstelik İslâm, ölçü olarak vicdândan ziyâde
fıtratı ölçü alır. Zîrâ yaratılmış olan her-şey İslâm fıtratına göre
yaratılmıştır. O muhteşem düzenin ve nizâmın sebebi budur. O-hâlde ancak
fıtrata uygun olan şey din’dir, fıtrata uygun olmayan şey ise din değildir.
İnsan, vahyi ölçü
almadığında mutlakâ yanlışa yönelir ve yaptıkları yanlışlar onun vicdânını köreltir.
Fakat o hâlâ vicdânına göre hareket ettiğini düşünerek yanlışta kalmaya devâm
eder. Bu da o kişinin kâlbinin paslanmasına neden olur:
“Aslâ, hayır’; onların
kazandıkları, kâlpleri üzerinde pas tutmuştur” (Mutaffifîn 14).
Fıtrat, Allah’ın, “insanın yaratılışına potansiyel
olarak yerleştirdiği tevhid çizgisinde îman sâhibi olabilmesi yeteneği”dir.
Fıtrata uygun davranmak, insanın yaratılışına yerleştirilen potansiyelin irâdeli
olarak dışa vurulması eylemidir. Fıtrattan ve takvâdan kopmuş, dolayısıyla
hidâyetini kaybetmiş insanlar vicdanları ölçü almakta, kişileri körelmiş de
olsa vicdanlara yöneltmekte, dînî vicdanlara indirgemekte ve körelmiş de olsa
vicdanın kabul ettiğini din, etmediğini ise hurâfe olarak görmektedirler. İşte
dînin tahrif ve tahrip edilme süreci böyle başlar.
Vicdan
“körelebilen” bir şeydir, fıtrat ise değişmez. Fıtrata uyarsınız yada
uymazsınız. Uyarsanız doğru yolsa, uymazsanız aykırı yola sapmış olursunuz.
Fakat bu vicdan için geçerli değildir. Eğer vicdânınız köreldiyse vicdanı
dinlemek hakka ulaştırmaz.
Modern
insanın ve de modernizmin kuşatması altında kalarak modernizme meftûn ve râm
olan modern müslümanların en önemli özelliği, vicdânlarını ve merhâmetlerini
kaybetmiş olmasıdır. Fıtrata yâni İslâm’a aykırı hareket etmelerinden dolayı
vicdanları da artık onları korumamakta ve hattâ yoldan çıkarmaktadır.
Dayanak ve ölçü olarak
Kur’ân’ı ve Kur’ân bütünlüğünü değil de vicdânı, mutlu olmayı, mevcut olana
uygun olmayı vs. ölçü alıyorlar ve tabî ki yanlış ve absürd sonuçlara ulaşıyorlar.
Meselâ tasavvuf-merkezli bir meâlde şöyle denir: “Müslüman ‘İslâm üzere olan
yâni barış ve huzûr üzere olan’ demektir. Dünyâ’nın neresinde bir insan barış
ve huzûr içindeyse işte o müslümandır”. Yâni İslâm’ı bilmese ve İslâm’ın
ilkelerine sarılmamış olsa da huzûr ve barış içindeyse, vicdânı rahatsa ne
yaptığına ve ne işlediğine bakmadan on
numara müslüman olarak kabûl ediliyor. İnsan-merkezli yeni anlayış ve inanış
böyle. Hâlbuki o huzûr içinde yaşayan ve -sözde- vicdânı rahat olanlar
nicelerinin huzûrunu kaçırmakta ve zulme neden olabilmektedirler. Esâsen İslâm
olmadan ne huzûr olur, ne barış olur ne de vicdanlar ve kâlpler temiz
kalabilir. Zîrâ huzûr da, barış da İslâm’dadır. Bir yazıda şöyle denir:
“Fıtrat, Allah’ın yarattıklarını
şekillendirdiği ilâhî programın adıdır. Bütün değerler, fıtrata ilmek-ilmek
işlenmiştir, insandan istenen de buna uygun tercihler ve tavırlar ortaya
koyması, bir anlamda fıtratıyla ters düşmemesidir. Fıtrata işlenen ‘Allah’ı tek
ilah olarak tanıma’ imzâsı, Kur’ân’ın sunduğu hatırlatmaları fıtratın hiç-bir
şekilde yadırgamayacağını ortaya koymaktadır”.
Kur’ân’da vicdan kelimesi
kullanılmaz. Zâten vicdan kelimesi Peygamberimiz’den çok sonra tasavvufla
birlikte literatüre girmiştir. Baştaki ikinci âyette kullanılan kelime
orijinâlde vicdan değil “enfüs”tür. Fakat fıtrat kelimesi orijinâl ifâdeyle
sâbittir.
Kur’ân fıtratın yazılı
şeklidir. Kur’ân ile fıtrat arasında bir çelişki olması mümkün değildir. Bir
insan bir âyeti kabûl etmiyorsa, ya anlatma-anlama sorunu vardır yada ağır bir
inatçılık ve kâfirlik söz-konusudur. Çünkü insanın varlığının da üzerinde
olduğu fıtrat, Kur’ân’ın fıtratıyla aynıdır. Hepsi de özünde İslâm fıtratına
göredir. İnsanın fıtratı, Allah’ın onun yaratılışına yerleştirdiği, tevhid
çizgisinde îman sâhibi olabilmesidir. Allah her-şeye hidâyetini vermiştir.
Varlıklara hidâyetlerini vermesi, onları fıtratlarına yâni yaratılış amacına
uygun olarak programlaması demektir. Bu nedenle dînin emirleri zor değil,
kolaydır, çünkü fıtrata uygundur. Tüm Kur’ân fıtratla bire-bir uyumludur. Vicdanları vahiy ile inşâ
olmayıp da şeytan, nefs, tâğut beşerî düşünceler ve ideolojilerle kirlenmiş
olanlar bunu kabûl edemez ve benimseyemezler.
Modernite, bilimi akla, dîni
ise vicdâna âit kılmıştır. Bu bağlamda, akla yapılan aşırı vurgu, bilimi “dîne
karşı din” yapmaktır. Akılcılık, “vicdânı akla tâbi kılmak” demektir ki,
böylece “vicdâna hapsedilmiş din” de, aklın nesnesi yapılmaktadır. Vicdânı
çeşitli modern şeylerle kirlenmiş olan ve bu yüzden de vicdânını yitirmiş olan
modern insan, “dîni vicdanlara hapsetmek”le(!), aslında dîni yok saymaktadır.
Dîni, hayattan uzaklaştırıp vicdâna hapsedenler, “bir cezâ olarak” mutlakâ
sapıtırlar. Çünkü temiz bir vicdânın dînin vicdanlara hapsedilmesini kabûl
edebilmesi mümkün değildir.
Din vicdanlara yaslandığında
vicdanlara hapsedilmiş olur. Vicdanlara hapsedilen din yozlaşır ve
değersizleşip basitleşir. Protestanlık yoluyla tahrif olmuş Hristiyanlığı
vicdanlara gömen batı’da, kiliseler “nikâh sarayı”na dönmüştür. İslâm ise;
kâlplere-vicdanlara-zihinlere-ülkeye-devlete-dünyâya ve hayâtın tüm alanlarına
hâkim olmak isteyen bir din’dir.
Demokrasi, “vahiy-merkezli
dîni işlevsiz bırakmak” ve yerine, “kâlplere-vicdanlara ve zihinlere
hapsedilmiş bir din” arzu etmektedir. Fakat gelinene noktada din hayattan
uzaklaştırılıp zihinlere ve vicdanlara hapsedilince, “küresel bir bunalım”
sardı Dünyâ’yı.
Dînin bir vicdan işi
olduğunu söyleyenler ve “din yâni İslâm vicdanlarda kalmalıdır” diyenlere;
“Atatürkçülük niye vicdanlarda kalmıyor da hayâtın jandarmalığını yapıyor?”
diye sormak gerekir.
Dîni vicdanlara hapsetmek
“vicdansızlık”tır. Vicdânını yitirmiş olan modern insan, “dîni vicdanlara
hapsetmek”le(!), aslında dîni yok saymaktadır.
İslâm hayâta karışmayarak
sâdece vicdanlarda kalmalıymış. Hâlbuki Allah, dînini, vicdanlara hapsolmaktan
kurtarıp, İslâm’ı hayâtın tam ortasında, tüm zamanlarda, tüm mekânlarda ve tüm
alanlarda hâkim kılmak için göndermiştir. Peygamber-örnekliği de bunu gösterir.
İslâm bir “hayat dîni”dir. Hayatta hâkim ol(a)mayan, şeytanın, nefsin,
tâğutların ve de modernizmin etkisi ve baskısı altında kalarak körelmiş
vicdanlara hapsedilen bir din, “ölmeye başlamış” demektir. Dîni fıtrat-merkezli
olarak hayâta hâkim ve egemen kılmak için çalışmayanlar da bir çeşit “ölü”dürler.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder