30 Haziran 2024 Pazar

Şeriat Nedir?

 

“Sonra seni bu emirden bir şeriat üzerine kıldık; öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâ(istek ve tutku)larına uyma” (Câsiye 18).

 

Şeriat: “Bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak, açık hâle getirmek”. “Şer” kökünden türeyen şerîat (çoğulu şerâi’) ve şir’at kelimeleri “insanların yada hayvanların su içtiği, açıkta olan ve kesilmeyen akarsu; bu suya giden yollar” mânâlarına gelir.

 

Şeriat, (çoğulu “şerâyi”), Arapça şerea' kökünden bir sözcük olup “yol, mezhep, metot, âdet, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol” anlamına gelir ve “hüküm koymak” mânâsında kullanılır. Arapça “şr” kökünden gelen şarī’a(t) “hukuki ilkeler sistemi, hukuksallık” sözcüğünden alıntıdır.

 

Sözlük ve etimolojik anlamları için bu anlamlar verilse de bunlar şeriatın dar anlamlarıdır. Şeriatın en genel anlamı şöyle yapılmalıdır..

 

Allah’ın “ol” demesiyle oluveren ve döngüye-dönmeye başlayan kâinât, müthiş bir düzene, nizâma ve intizâma sâhiptir: Öyle ki bu döngü Allah’tan başkasının tam olarak idrâk edemeyeceği ve hesaplayamayacağı oranda kusursuz bir döngü ve harekettir. Allah bu nedenle hiç şaşmadan dönen göğe yemin etmiş ve şöyle demiştir: “Dönüp duran göğe andolsun” (Târık 11).

 

İşte dönüp duran bu gök, “sünnetullah” denen Allah’ın kânunları ve yasalarına mutlak ve kesin anlamda uyduğu için kusursuz ve şaşmaz döngüsünü sürdürebilmektedir. Sünnetullah “Allah’ın şaşamaz-sapmaz-yanılmaz yasaları ve kânunları” demektir ki “Allah’ın tüm kâinat çapındaki şeriatı” demektir. Sünnetullah “şeriat” demektir. İşte bu şeriata tüm kâinatta bir tek, şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde ve yönlendirmesinde olan, cüz-i irâdeye ve belli bir serbestliğe sâhip olan insan uymamaktadır. Yâni şu koca kâinatta şeriata uymayan tek varlık “insan” dır. Fakat o da şeriata ancak belli ölçülerde uymamaktadır. Çünkü insan, kendi bedeni üzerinde bir dereceden sonra serbest ve özgür değildir ve “zorunlu şeriat”a tâbidir. .

 

Galaksiler, yıldızlar, gezegenler, Güneş, Ay, Dünyâ, dağlar, taşlar, denizler, göller, bitki örtüsü, ağaçlar, hayvanlar vs. her-şey Allah’ın şeriatına mutlak anlamda uyarken, insan ise mutlak anlamda uymamaktadır. Zâten tüm filim de bu yüzden dönmektedir. Çünkü imtihan denen şey bunun üzerine kuruludur ve Allah Dünyâ’da ve âhirette  insanları, “Allah’ın şeriatına ne ölçüde uyduklarına göre” değerlendirecektir.

 

Kâinatta şeriata yâni Allah’ın koyduğu yasa ve kânunlara uymayan varlık yoktur ve şeriata sâdece insan uymamaktadır. Fakat o da şeriata uymamayı kısmen yapabilir. Çünkü insanlar da, “mecbûren uyması gereken şeriata” uymak zorundadır. Peki insan şeriata hangi alanda uymamaktadır?. Cüz-î irâde ve seçme özgürlüğüne sâhip olduğu için, şeytanın, nefsin ve tâğutların etkisiyle; sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, ticârî, hukûkî, kânûnî, askeri, siyâsi vs. alanlarda insanlar şeriata uymamaktadır. İnsan, insanlar-arası ilişkilerde Allah’ın şeriatına değil, şeytan ve nefsin etkisiyle beşer ve insan-merkezli şeriata uymaktadır. Zâten tüm sorun da bu nedenle çıkmaktadır. Zîrâ insan-aklı ve zihni sınırlı bir çapa ve yeteneğe sâhip olduğu için yeterli oranda düşünememekte ve tedbir alamamaktadır. Üstelik sürekli olarak şeytanın ve nefsin etkisi altında olduğu için eksik kalmakta ve yanlış yargılara ve kararlara varmakta, Allah’ın râzı olmayacağı yanlış uygulamalar yapmaktadır. Bu da bir türlü bir düzen tutturamamasına ve sürekli bir kaosun cârî olmasına neden olmaktadır.

 

İnsanın bu tutumu kendisine zarar verdikten başka Allah’ın zinhar râzı olmadığı bir tutumdur. Çünkü Allah hiç-bir alanda şirki kabûl etmez. Zîrâ Allah “göklerin mutlak ilahı” olduğu gibi “yerin de mutlak ilahı”dır ve bunun sekteye uğramasına rızâsı ve affı yoktur. İnsanın sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, ticârî, hukûkî, kânûnî, askeri, siyâsi vs. alanlarda insanlar şeriata uymaması, “tevhid” denen Allah’ın mutlak ilahlığına hâlel getirmekte, bu da sünnetullah ve şeriat gereğince insan için bir cezâ olmaktadır. İnsanın Dünyâ’da başına gelen tüm kötülükler, musîbetler ve zorluklar, bahsettiğimiz alanlarda insanların şeriata yâni Allah’a uymaması ve uymayı kabûl etmememsi, bunun yerine insan, akıl, madde, eşyâ-merkezli şeriatlara uymasıdır. Zîrâ insan şeriatsız yapamaz ve Allah’ın şeriatına uymadığında mutlaka -üçüncü bir seçenek olmadığı için- insanların ürettiği şeriatlardan birine uyumak zorunda kalır. Şeriata uymak insanın ve tüm varlığın kaderidir. Lâkin “şirk” denilen “affedilmez tek günah”, “Allah’ın şeriatından-dîninden-yasalarından-kânunlarından başka şeriatlara-dinlere-yasalara-kânunlara uymak” demektir ki insanın Dünyâ’daki hâl-i pür melâlinin nedeni işte budur. Üstelik insan, Allah’ın dîni ve şeriatına uymamaya devâm ettiğinde onu âhirette de acı bir azap beklemektedir.          

 

Demek ki neymiş?. Şeriat, “Allah’ın tüm kâinâtta ve insanlar arasında uygulanması için koyduğu yasalar ve kânunlar” demekmiş. Yoksa şeriat; mezheplerin, meşreplerin, târikatların, tasavvufun, cemaatlerin, grupların, hiziplerin, partilerin, kutupların, gavsların, evliyânın, kahramanların, lîderlerin, imamların, hoca-efendilerin, efendi hazretlerinin, ideologların, filozofların, bilim-adamlarının, çok bilmişlerin, klâsik, geleneksel  ve modernist ilâhiyatçıların, dincilerin, lâiklerin, sekülerlerin, demokratların, kapitâlistlerin, sosyâlistlerin, komünistlerin, liberâllerin, feministlerin, hayvan-severlerin, LGBT’nin, servet, siyâset, şöhret, şehvet sâhipleri olan tâğutların vs. uydurdukları zırvalıklar değildir. Çünkü şeriatı ancak, “Yaratan” yapabilir, yaratılan değil. Bu nedenle şeriat yapmak sâdece Allah’a mahsustur. Çünkü O tüm kâinâtı muhteşem bir düzende, nizamda, ve düzende yaratmıştır ve kâinât o muhteşem düzen ve nizâmını ancak şeriata mutlak anlamda uymasına borçludur, aksi-hâlde yıkılıp giderdi: 

 

“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir çelişki ve uygunsuzluk (tefâvüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; her-hangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umûdunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 2-4).

 

“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı?. Biz, onu nasıl binâ ettik ve onu nasıl süsledik?. Onun hiç-bir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık?. Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda ‘göz alıcı ve iç açıcı’ her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) içten Allah’a yönelen her kul için hikmetle bakan bir iç göz ve bir zikirdir” (Kâf 6-8).

 

Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zevâl bulurlar diye (her-an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zevâl bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır” (Fâtır 41).

 

İşte şeriat demek bu demektir ki bu apaçık bir şeriattır. Buna rağmen insanlar yine de Allah’ın şeriatına uymuyorlar ve ona düşman olarak âciz insanların uydurdukları zırvalıklara “şeriat” diye sarılıyorlar. Üstelik Allah’ın şeriatına başkaldıranlar, tâğutların şeytan ve nefsin fısıldamaları sonucu ortaya koydukları şeriatlara yâni yasa ve kânunlara meftûn, râm ve hayrân oluyorlar ve bu şeriatları ölümüne savunuyorlar. Şeriat yasa ve kânun demektir. Peki Allah’ın yasa ve kânunlarına yâni şeriatına uymayanlar ve şeriatı ilkel, geri ve bağnaz gördükleri için sövüp-sayan yavşaklar, tâğutların kânun, yasa ve kurallarına laf edebiliyorlar mı?. Nerde!. Bırakın bir laf etmeyi ve eleştiri getirmeyi, olumsuz anlamda atıf bile yapamıyorlar. Peki neden?. Neden olacak; tâğutların şeriatlarına bir eleştiri yaptıklarında yada kötü bir laf ettiklerinde, analarından emdikleri sütün burunlarından fitil-fitil getirileceğini çok iyi biliyorlar da ondan. Çünkü hem tüm Dünyâ’da hem de ülkede câri olan ve yaptırım gücü bulunan şeriat, “tâğutların şeriatı”dır. Allah’ın şeriatına sövüp-sayan dandikler, eğer Allah’ın şeriatının câri ve hâkim olduğu bir İslâm Ülkesinde yaşıyor olsalardı, bırakın şeriatı kötülemeyi, şeriat kelimesini ağızlarına biler almaya cesâret edemezlerdi. Bunların Allah’ın şeriatına karşı küstahlıkları, hem genel anlamda tüm Dünyâ’da hem de yaşadıkları ülkelerde Allah’ın şeriatının câri olmaması ve geçerliliğinin bulunmamasıdır. Yoksa onların –kendilerini öyle gösterseler de- hakkı ve hakîkati savundukları ve buna adandıkları falan yoktur.

 

“Akla-mantığı uygun değil” diyerek (aslında moderne uygun değildir) Allah’ın şeriatına uymayanlar ve şeriatı kötüleyenler Allah’ın şeriatından ne kötülük görmüşler ve görüyorlar ki!. Allah’ın şeriatına göre işleyen tüm kâinatta ve döngüde bir sorun mu var?. Elbette yok. Çünkü hem Dünyâ-dışı hem de Dünyâ-içi kâinatta her-şey hiç şaşmadan döngüsünü kusursuzca sürdürmekte ve biz de hayâtiyetimizi bu kusursuz işleyişin yâni ilâhî şeriatın nîmetleriyle  sağlamaktayız. Asıl uymaktan kaçınılması, sövülüp-sayılması, küfredilmesi, aşağılanması ve yok edilmesi gereken şeriat yâni kânun ve kurallar, şeytan ve nefs-merkezli olan beşerî kânun ve yasalardır. Çünkü tüm zamanlarda olduğu gibi, Allah’ın şeriatından tamâmen vazgeçilen 20. yüzyılda, yaşanan 1. ve 2. Dünyâ Savaşları ve insanları perişân eden ölümler ve yıkımlar, Allah’ın değil, beşerin şeriatı nedeniyle çıkmış ve yaşanmıştır. Modern insanın başına gelen her-şey, vazgeçtiği Allah’ın şeriatı nedeniyle değil, tâğutların şerefsizce hırslarının ve çıkarlarına uygun olarak çıkardıkları şeriatlar nedeniyle gelmiştir. Tüm insanlık-târihi boyunca insanın başına gelen tüm kötülükler, zorluklar ve musîbetler, Allah’ın şeriatına uyulmadığı ve onun yerine insanların çıkardığı şeriatlara  uydukları için gelmiştir-gelmektedir.

 

Allah’ın -imtihan gereğince- tüm kâinat için koyduğu şeriat “sünnetullah” adı altında zâten tüm varlığı yarattığı ilk andan îtibâren câridir. İnsanların uymadığı sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, ticârî, hukûkî, kânûnî, askeri, siyâsi vs. alanlarda ise şeriatı ikâme etmek Allah’ın indirdiği vahiylerle ve Peygamberlerin vahiy-merkezli olarak yaptıkları uygulamalarla yâni Sünnet ile olmuştur-olmaktadır-olacaktır. İslâm’daki şeriat budur, İslâm Şeriatı budur. Bu şeriat vahyin kesildiği ve Peygamberimiz’in gözlerini hayâta kapadığı anda en güzel şekilde idrâk edilmiş ve uygulanmış olarak bitmiştir. İşte bizi bağlayan şeriat budur. Peygamberimiz’in gözlerini kapadığı andan îtibâren, İslâm ve şeriat adına düşünülen, fikredilen, söylenen, konuşulan, yazılan, yayılan ve uygulanan tüm her-şey ancak bir yorumdur ve zinhar bağlayıcı falan değildir. Bu yorumların içinde Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olanlar vardır elbette ve bunlar şeriatı idrâk etmek ve uygulamak için faydalı olabilir. Fakat bunların hiç-biri olmasaydı, meselâ Peygamberimiz hayâta gözlerini kapadığı anda kıyâmet kopmuş ve son saat gelmiş olsaydı bile, şeriat eksik kalmamış olurdu. Bu yüzden Peygamberimiz’den sonra Peygamberimiz’e ve İslâm’a isnât edilerek şeriat olarak belirlenenlere bakarak İslâm’ı eleştirmek ve kötülemek ancak İslâm düşmanlığı olur. Çünkü İslâm şeriatı, “Kur’ân ve Kur’ân-merkezli olarak Peygamberimiz tarafından ortaya konan İslâmî Hareket Metodu”dur, başkası değil.     

  

Vahyiyle bildirilen “şeriatı uygulamak” demek olan Sünnetten kopulunca, “zamânın telâkkileri” “şeriat” yerine “şeriatlar” ortaya çıkarırlar.

 

Tek meşrû olan şeriat yâni kânun, Şâri’nin koyduğu şeriattır. Şeriat koymak ancak Allah’a mahsustur. Çünkü Yaratıcı O’dur ve yarattığını en iyi O bilir. İslâm, bireysel alanda “akîde ve inanç”, toplumsal alanda ise “din ve şeriat”tır.

 

Bu dînin bir şeriatı (kânun) vardır ve peygamberler bu şeriatı “hayâta hâkim kılmak” için gönderilmişlerdir:

 

“Allah, dinden Nûh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya vasiyet ettiğimiz (farz kıldığımız) “Allah’ın dînini hayâta egemen kılın (ekîmûd dîn) ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin” direktifini sizin için bir “hayat düsturu” olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir” (Şûrâ 13).

 

Hem tüm târih boyunca ortaya konan Allahsızlıklar hem de modernizm denen melânet, “dîne karşı din” yada, “şeriata karşı şeriat”tır.

 

Allah’ın şeriat tüm zamanlarda hafifletilmek ve kaldırılmak istenmiştir-istenmektedir. Zîrâ hem bedeli vardır hem de şerefsizlere oynayacakları alan bırakmaz. Bu-bağlamda Türkler müslüman olduktan sonra kânunlarını İslâm’a ve töreye göre “ikili hukuk” şeklinde icrâ etmişlerdir. Zamanla töre, İslâm hukûkunun yâni şeriatın önüne geçmiştir. İslâm ‘da mâruf örfün yeri vardır fakat merkezde şeriat olmak şartıyla. Oysa Osmanlı’da şeriatın geçerliliği olmasına ve şeriat dâirenin içinde olmasına rağmen şeriat merkezde değildi ve merkezde örf vardı. Fakat bilinsin ki, “şirk” budur. İslâm yetersiz bir din ve hukuk sistemi değildir ki “biraz ordan biraz da burdan” düşüncesini onaylasın ve bir şeyi kendisinin önüne geçirsin.

 

Tasavvufta şeriat hafifletmek istemiştir. Bu-bağlamda tasavvufta sıralama şöyle yapılır; şeriat-târikat-hakîkat-mârifet. Bu sıralamada şeriat en alta konarak geçici olduğu mesajı verilerek hafifletilmektedir.

 

Târih boyunca insanlar hep Allah’ın şeriatı yerine kendi şeriatlarını koymak istemişlerdir. Fakat bu durum “şirk” demek olduğu için Allah onlara şöyle bir karşılık vermiştir:

 

“Yoksa onların bir-takım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat kıldılar)?. Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acı bir azap vardır” (Şûrâ 21).

 

İslâm şeriatı, kâinat çapında Sünnetullah ve insan çapında ise Kur’ân ve Sünnet’tir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

 

 

 

Devamını Oku »

Kesin Olana Bağlanmak Yada Tahminlere Sığınmak

 

 

“İşte-böyle; şüphesiz Allah, O, Hak’tır ve şüphesiz O’nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, bâtıldır. Şüphesiz Allah yücedir, büyüktür” (Lokman 30).

 

Bir şey kesindir yada değişebilir olandır. Üçüncü bir şık yoktur. Üçüncü bir şık olarak hak ile bâtılı karıştırmaya kalktığınızda  o şey bâtıl olur ve geriye yine hak ve bâtıl kalır. Kesin olan Allah’tan gelen, değişebilir olan ise beşerî olandır. Değişebilir olanın “değişir” olmasının nedeni kesin olmayıp da tahmine dayanmasından dolayıdır. Tahmine dayananlar, “kesin ve değişmez bilgi yoktur” diyerek kesinlikten uzak dururlar.

 

Peki insanlar niçin kesin olan varken tahminî ve değişebilir olana yöneliyorlar?. Çünkü kesin olan “kesin” olduğu için değişmezdir ve değişmez olanın değişmez bedelleri ve yükümlülükleri vardır. Tahminî ve değişebilir olan ise insana bir yük yüklemez ve tahminî olanın bedeli olmaz. Çünkü tahminî olan nede olsa değişkendir ve değişken olanın değişmez bedelleri olmaz. Çünkü zâten değişebilir olan tahminlere dayanmaktadır.  

 

Düşünce ikiye ayrılır; 1-Akıl-merkezli düşünce; 2-Vahiy-merkezli düşünce. Akıl, vahiy-merkezli olunca düşünce de meşrû olur. Aksi-hâlde akıl nefis-merkezli olur ki bu aklın ürettiği düşünce hiç-bir zaman kesin ve net olamaz. Kesin ve net olmayan düşünce ise tahminlere dayanır. Netliğin ve kesinliğin olmadığı yerde, şeytan ve uşakları halay çeker.

 

Allah’tan gelen bilgi tabî ki de kesin ve net bilgi,dir. Böyle olması aynı-zamanda ilâhî bilginin en üstün bilgi olması demektir. Allah yarım-yamalak, eksik-gedik ve geçici bilgi verecek değildir. Lâkin hikmet gereğince verilen bilgiler “temel”dir ve insanın bu temel bilgilere uygun olarak en doğruya ulaşması beklenir. Zâten en doğruya ulaşmanın başka da bir yolu yoktur. Bu yüzden Allah’tan uzak olan bilgi türü bâzı doğrulara ulaşsa da kesin ve net olana ulaşamaz ve sonunda tahminler modern-bilim olup çıkar.

 

Modern-bilim zımnen; “kesinlik diye bir şey yoktur, kesin bilgiye ulaşılamaz” demektedir. Çünkü modern-bilim kesin bilgiye ulaşmayı da istemez. Zîrâ kesin olmayandan geçinmektedir. Üstelik kesin ve net bilgiyi veren Allah’tan ve dinden uzaktır. Bundan dolayı kesin bilgiye istese de ulaşamaz.  

 

Modernizm bir kesinsizlik ve tahmin uygarlığıdır. Başta modern-bilim olmak üzere modern olanın hiç-bir netliği ve kesinliği yoktur. Her-şey görecelidir ve zâten Einstein’in görecelik teorileri de el üstünde tutulur bu nedenle. Modernizm kesin olmama durumunu çok iyi kullanmıştır-kullanıyor ve bu sâyede Dünyâ’ya hükmedebiliyor. Çünkü insanları kesin olandan uzaklaştırmıştır-uzaklaştırıyor ve kendi sözde kesinliğini ortaya koyuyor ve hattâ dayatıyor. Oysa modern-bilimin Dünyâ-dışı verilerin %90’ı, Dünyâ-içi verilerinin ise %60’ı net ve kesin değildir ve tahminlerden öteye gitmemektedir. Zâten verilerin sürekli olarak güncellenmesinin nedeni budur Modern-bilimde “yanlışlanabilirlik” diye bir ilke bile vardır. İnsanın vardığı sonuçlar yanlışlanabilir elbette ama bu bir ilke hâline getiriliyorsa o zaman modern-bilime niye güvenelim ki!. 

 

Uzayda gördüğümüz ve uzaklığı 4.10 ışık-yılı uzaklıktan fazla olan gökcisimlerinin varlığı kesin değildir ve sâdece tahmin yürütülmektedir. Kâinâtın bir sonu ve sınırı olduğu-olmadığı kesin değildir. Zamânın, mekânın, uzaklıkları  ve hatta çok ünlü ve yaygın olan teoriler bile kesin değildir ve kesin gibi görülen teorilerin bir-çoğu tahmine dayanmaktadır. Meselâ “bilmem kaç milyon km. uzaklıktaki bir gezegende su bulundu” sözleri masa-başı tahminlerden başkası değildir ki, bu tahminler zâten hemen çürüyüverir. Çünkü bunu bilebilmek mümkün değildir. Zîrâ Güneş Sistemi içindekiler hâriç uzak gezegenlerin teleskopla bile görülebilmesi mümkün değildir. Çünkü gezegenler ışık-kaynağı değildirler. Bir ışık-kaynağının çevresinde dönen bir gezegenin varlığı, yıldızının önünden geçerken oluşturduğu karaltıya bakarak anlaşılır. Bu karaltıya bakarak bir şeyin anlaşılması mümkün olmadığı için masa-başında bâzı tahminler yürütülebilir ancak. Modern-bilimin verileri genelde tahmine dayanır. Modern-bilimin bir din hâline gelmesi, tahminlerin dinleşmesidir. 

 

Modernite bir “deney uygarlığı”dır. Fakat deney, “deneyim” kadar sağlam ve kesin bilgi vermez. Bu nedenle de insana zarar verecek sonuçlar açığa çıkar.

 

Maddî bilgi sınırlı bir bilgidir. Çünkü maddenin bir sınırı vardır. Bu nedenle sınırlı olan maddî bilgiyle kesin bir yargıya varılamaz. Vahyî bilgi ise Sınırsız’dan gelen bilgidir. Kesinlik ve netlik içerir, tahmine yer yoktur.

 

Teoman Duralı şöyle der: “Bilim felsefesi uyarınca, yalnızca bir-takım tahminler yürütmekten öte iş göremeyiz. İnsanlar, olacakları bilen tanrılardan tahmin yürütmek sûretiyle farklı olurken, olanları algılayan hayvandan ise, anlamak sûretiyle ayrılırlar”.

 

Âhiret bilinci ve “cennet hedefi” ile yaşamayanlar, sürekli olarak modern hayâtın üst seviyesi için hayâl kurarlar. Bu aslında şeytan, nefs ve tâğutun dürtmesinin bir sonucudur. Fakat insan madde ile aslâ mutmain olmaz. Zîrâ insan salt maddeden ibâret değildir. Madde “kesin tatmin edici” olmadığı için bu tatminsizlik ve eksiklik yine sürekli olarak madde ile desteklenmek ve tamponlanmak zorunda bırakır insanı. Böylece hayat “tatminsizliği tamponlamak”la ziyân olur gider. Çünkü kâlpler ancak Allah’ın zikri-Kur’ân ile tatmin olur.

 

İslâm’ın mesajı tüm zamanlar ve mekânlar için net ve kesindir. Fakat müslümanların çoğu bu mesajı, “zamânın telâkkisi”ne uyarlamaya çalışıyor ve herkes tahminî bir şeyler söylüyor yada tahminleri tekrarlıyor. Temel ilkelerde ve kesin ve net olan şeylerde bile tahminlere dayanarak sapkınlıklar ortaya çıkıyor. Meselâ Peygamberimiz, müşriklerin; “bir sene biz senin ilahlarına tapalım, bir sene de sen bizim ilahlarımıza tap” şeklindeki hak-bâtıl karışımı bir dîne kesin bir dille “lâ” demişti. Modern müslümanlar ise, hak dînin yerine, tahminlere ve kesinsizliğe dayanan hak-bâtıl karışımı bir dîni (İslâm-lâik/seküler/demokrasi) baş-tâcı yapıyorlar. Çünkü modern insanı kesin ve net olan değil, tahminî olan daha çok heyecanlandırıyor ve tatmin ediyor. Çünkü modern sistem, hakîkate, kesinliğe ve netliğe dayanana değil, algıya ve kabûl edilene dayanana destek veriyor. 

 

Bir şey hakkında kesin ve iknâ edici bir delil yoksa, o şey inancın konusu hâline gelir, artık o şeye inanırsınız yada inanmazsınız.

 

Amel ve eylemle sınanmamış düşüncelerin “kesin doğruluğuna” güvenilemez. Bir düşüncenin ve fikrin doğruluğu sahada belli olur.

 

Allah râzı olduğundan başka hiç-bir şey kesin değildir ve tahminlere dayanır.

 

“İtaat ve mâruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şâyet Allah’a sadâkat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu” (Muhammed 21).

 

Üçüncü bir seçenek olmadığı için ya kesin ve net olan ilâhî bilgiye dayanırsınız yada mecbûren tahminlere sığınmak zorunda kalırsınız.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

 

Devamını Oku »

21 Haziran 2024 Cuma

Ayrılık Üzerine

 

“…Bundan sonra (bana düşen) güzel bir sabırdır” (Yûsuf 83).

 

Hz. Yâkub, ayrılığın acısıyla böyle diyor. Çünkü yapacak bir şey yoktur. O ayrılık ve acı yaşanacaktır.

 

Ayrılık insanın kaderidir. Babadan ayrılarak annenin karnına yerleşen insan, vakti geldiğinde anne karnından da ayrılarak hiç ayrılmayacağını zannettiği Dünyâ’ya doğar. Bu doğuş, uzun-kısa bir ömürden sonra ölüm ile Dünyâ’dan ayrılmakla son bulur. Tabi Dünyâ’dan ayrılmak aslında “Dünyâ’nın üstünden ayrılmak” demektir, çünkü öldüğümüzde yine Dünyâ’nın altında bir yerlerde oluruz.

 

İnsan zamanla okuldan ayrılır, işten ayrılır, evden ayrılır, eşinden, çocuklarından ayrılır, ölüm gelir, dede-nineden, ana-babadan, kardeşlerden, sevilenlerden, yakınlardan, akrabâlardan, eşten-dosttan, arkadaştan ayrılır insan. Maazallah bir uzvundan ayrılabilir; dişlerinden, saçlarından, gözlerinden, kulaklarından, elinden-ayağından, organlarından vs. herkesten ve her-şeyden ayrılır, ayrılmak zorunda kalır.

 

Yine insan dinden-îmandan ayrılır, Allah’tan ayrıldığını söyler  yada zanneder. Hastalanır sağlığından ayrılır, bildiklerini unutur ve bilmez hâle gelir de bildiklerinden ayrılır, ama yaptıklarından ayrılamaz. Yaptıkları âhirette bile onu bırakmaz. Malından-mülkünden, servetinden-şöhretinden, şehvetinden, siyâsetten, cehâletten vs. insan her-şeyden kopup ayrılabilir. Çünkü ayrılık insanın kaderidir.

 

Kanımca insanın -geçici olanlar dışında- iş, para, aşk, merak ve mâcerâ vs. için sürekli olarak ana-babadan, âileden, eşten-dosttan ayrılması çok saçmadır. Zâten bu modern ile başlamış bir şeydir. İş, eş, okul, merak vs. için sürekli olarak gurbette olmanın normal bir iş olduğunu düşünmüyorum. Bir iş için, para için, gezi için, yada bilgi için belli bir süreliğine ayrılmak mümkündür ve olan bir şeydir. Ama sürekli ayrılık doğru değildir, doğal ve normâl de değildir. Adam Dünyâ’nın uzak bir yerine gitmiş, memlekette ana-babası ona muhtaç durumda yada belki de hasta veyâ ölüm döşeğinde ve bu gurbetteki adam yada kadın işten izin alamadığı için, bilet bulamadığı için yada canı istemediği için ana-babasının hastalığına yada ölümüne bile gelemiyor.

 

Tabi buna mecbur da kalınabilir. Hastalık, hapis, ölüm, savaş, siyâset, düşünce, dava vs. yâni ayrılık hiç olmamalı demiyoruz. Hz. Yûsuf babasından, âilesinden, memleketinden ayrı kalmıştı. Esâsen tüm peygamberler memleketlerinde hicret ederek ayrılmak zorunda kalmışlardır.

 

Çok ilginçtir; ayrılığın insanın içine oturan kötü ve ağır bir etkisi vardır. Hâlbuki (bâzen ölümden beter olsa da) ayrılık ölüm değildir. Yeniden kavuşulabilir yada bir-kaç saat sonra veyâ bir gün sonra modern iletişim araçlarıyla görüşülebilir. Peki buna rağmen ayrılık neden boğazda bir yumru oluşturur ve insanı göz-yaşlarına boğar, içini acıtır?. Gâliba yüz-yüze olmak ile mektup, telefon ve internet aracılığıyla görüşmek o kadar etkili olmuyor ve hasreti gidermiyor. Çünkü ne de olsa ayrılıkta kişiler birbirlerine dokunamıyor, duygularını tam olarak hissedilmiyor.

 

İnsan, doğduğu ve yaşadığı yerin yiyecek ve içeceği ile beslendikten başka; oranın malzemesiyle evini yapmalı, yine oranın havasını solumalı, oranın kadını ve erkeğiyle evlenmeli ve -kısa ayrılmalar hâriç-, orada doğduğu gibi orada ölmelidir. En doğal ve normâl olanı budur. İşte modernite bu yaşam-tarzını yıkarak hâkim oldu. Modernizm bir ayrılık ve ayrılma uygarlığıdır.

 

Eskiden insanlar bir köyde yada kasabada büyük bir evde doğarlar, nine, dede, ana, baba, kardeşler, akrabâlar vs. hep birlikte olurlardı. Ne zaman ne yapacağı da belliydi. Kız-kardeşler yada kızlar bir-iki sokak ilerideki bir eve gelin gider ve gelinler de yine aynı köyden-kasabadan yakın bir yerden alınır. Bir-kaç sokak ötedeki bir mahalleye yada en fazla karşıdaki köye gelin gidilir yada gelin alınırdı ve sık-sık görüşülürdü. Gerçi bu da bir ayrılıktır. Kanımca bir insan, kızı kendi oturduğu apartmanın alt dâiresinde oturacak olsa bile, evlenmesi ve evinin ayrılması hüzün ve acı verir.

 

Modern insan, âilesinin özellikle eğitim ve iş için ayrılmasını iyi bir şey olarak görüyor. Bir keresinde İzmir’de 60’lı yaşlarda, kocası vefât etmiş bir kadınla konuşurken, kadın biraz da öğünerek; “büyük oğlum Amerika’da, kızım İngiltere’de, küçük oğlum da Antalya’da” demişti. Bu durum bana tâ küçüklüğümden bêri ters geldiği için, biraz da düşünmeden, “sizin âile dağılmış” deyiverdim. Kadın bir-anda irkildi ve biraz düşündükten sonra, “aslında doğru söylüyorsun, çünkü biz iki-üç senede bir bir-kaç gün görüşüyoruz” dedi. Bir-anda ne kadar da yalnız olduğunu fark etti. “Ama kavuşması da heyecanlı olur ve çok hoştur” dedim de biraz gülümsedi.

 

Peygamberimiz Mekke’den çıkarken Kâbe’nin yanına gelmiş ve ona bakarak şöyle demişti: “Allah’ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer buranın halkı beni (zor­la) çıkarmasaydı, ben kendiliğimden çıkmazdım”  (Heysemi, Mecmau’z-Zevâid, 3/283).

 

Zeyd İbn-i Erkam şöyle dedi: “Bir gün Resûlullah ayağa kalkarak bize bir konuşma yaptı. Allah’a hamdü senâdan sonra bize öğüt verdi. Sonra da şöyle buyurdu:

 

“Ey insanlar!; ben de bir insanım. Yakında Rabbimin elçisi bana da gelecek ve ben onun dâvetine uyup gideceğim. Size iki önemli şey bırakıyorum. Biri, insanı doğruya götüren bir rehber ve nûr olan Allah’ın Kitabı Kur’ân’dır. Allah’ın kitabına yapışın ve sımsıkı sarılın”.

 

Ayrılığın acısı vardır ama tadı da vardır. O burukluk tatlı bir burukluktur. Belki de ayrılık acısı ve hüznü duymak insan için iyidir de. Hele tekrar kavuşmak ne kadar da heyecan vericidir. Lâkin ben kendi fikrimce yine de sevdiklerimi her zaman yanımda isterim. Ayrılığın bâzı ödülleri de olabilir ama genelde acıtıcıdır ve olumsuzdur.

 

Ayrılık vakti gelip çatana kadar, sevgi kendi derinliğini bilmez. Ayrılık ânı sevgiyi ve duyguları tümüyle açığa çıkartır.

 

En kötü ayrılık Allah’tan, âhiretten, vahiyden, peygamber örnekliğinden ve İslâm’dan kopup ayrılmaktır. Çünkü insanı âhirette yâni ebedî âlemde sevdiklerinden sürekli ayırır. 

 

Ayrılığın en iyi tesellisi şudur ki, Allah her-an bizimledir. Biz O’ndan ayrılamayız.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

Devamını Oku »

Uydurulmuş Dinden Çıkmak

 

“…Sizden kim dîninden geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) Dünyâ’da da, âhirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır” (Bakara 217).

 

Târih boyunca tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda her zaman iki çeşit din olmuştur: 1-Allah katındaki tek hak din olan İslâm yâni “indirilmiş ve uygulanmış din (Kur’ân ve Sünnet)”; 2-Beşerî ve dünyevî olan, akla ve insana dayanan uydurulmuş din. İşte târih, bu iki dînin yâni hak ile bâtılın savaşımının târihidir.  

 

Hak yâni indirilmiş din, Allah’ın indirdiği vahiyler ve o vahiylere göre ortaya konan yaşam-tarzı ile tebellür edip belirgin duruma gelir. Uydurulmuş din ise, insanın aklına, mantığına ve düşüncesine göre belirlenir yada böyle olduğu söylenir, fakat aslında şeytana nefse ve tâğutlara dayanır.

 

İndirilmiş dînin mensupları en başta peygamberler, o’nunla birlikte olanlar ve onların tüm zamanlardaki ve tüm mekânlardaki sıkı tâkipçisi olan mü’minlerdir. İşte indirilmiş dînin tâkipçileri ve sürdürücüleri bunlardır. Uydurulmuş yâni Kur’ân ve Sünnet’e değil de birilerinin görüşlerine, bâzı toplumların ve grupların uygulamalarına göre yorumlanmış  ve belirlenmiş dînin tâkipçileri ise, aslında hayatlarının merkezine İslâm’ı değil, muhâfazakârlık yada “güçten yana olmak” diyebileceğimiz, mezhebi, meşrebi, târikâtı, tasavvufu, cemaati, partiyi, hizbi, grubu, akımı, lîderi, önderi, kahramânı vs. yada âhireti değil de Dünyâ’yı, maddeyi, eşyâyı, parayı, malı-mülkü, serveti, çokluğu vs. alanlardır. İslâm’ı kabûl ettiğini söyleyenlerin çoğu “indirilmiş din”den esintiler yaşasa da aslında çoğunlukla “uydurulmuş dîn”in müntesipleri ve bağlıları olmuşlardır. Modernizmin Dünyâ’yı şeytana ve nefse yönelik kışkırtması, insanların bir kısmını dînin her türünden tümüyle uzaklaştırmış olsa da, “uydurulmuş dîn” mensuplarının sayısını ve gücünü de arttırmıştır. Sonuçta bu durum, “indirilmiş dîn”den kopuşu fazlalaştırmıştır.

 

“İndirilmiş din”den kopmanın elbette bir cezâsı da olacaktı ve oldu. Kırıla-kırıla ve kopa-kopa en sonunda 2000’li yıllar ile birlikte, “indirilmiş dîn”den kopan “uydurulmuş din” bağlıları, dünyevîliğin iyice yaygınlaşmasıyla ve “aranan ve beklenen mâzeretler”in de ortaya çıkmasıyla birlikte, “uydurulmuş din”den de bir uzaklaşma ve kopma başlamış ve Dünyâ’da 11 Eylül, Türkiye’de ise 28 Şubat ve 15 Temmuz olaylarından sonra ve nihâyet korona süreciyle birlikte insanlar hem birbirlerinden hem de “indirilmiş din”den sonra “uydurulmuş din”den de uzaklaştı ve kopmaya başladı. Diyeceğimiz o ki, artık “uydurulmuş din”den de çıkılmaya başlandı. Peki neden?..  

 

Bir tepeye çıkıp modern kente ve mekâna bir bakın. O gördüğünüz mekân-kent var ya; işte orada “indirilmiş din”in yaşanması mümkün olmadığı gibi, “uydurulmuş din”in de yaşanması mümkün değildir. Kentlerde İslâm’ın “hakkıyla yaşanması” mümkün değildir. Dînin hasından da sahtesinden de uzaklaşılmasının ve kopulmasının, böylece dinden çıkmanın temel nedeni budur. İnsanın değişimi mekânın değişimi, mekânın değişimi insanın değişimidir. Kente (şehir değil) yaklaşıldıkça, dinden uzaklaşılır ve kent-merkezine ve kent zihniyetine yaklaşıldıkça ise sonunda dinden çıkılır.

 

Şu kesindir ki, din adına yaptığınız şeyler nefsinize zor gelip de sizi zorlamıyorsa o din “indirilmiş din” değildir. İnancınız, hayâtınızı dîne göre programlamaya yönlendirmiyorsa, zâten yaptıklarınız “indirilmiş din” değil, “uydurulmuş din”dir. Çünkü hayâtınızı beşerî-dünyevî merkezde yaşıyorsunuzdur ve şu âyetle ilişkiniz kopmuş demektir: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

Müslüman olduğunu söylediği hâlde, namaz kılmayan, oruç tutmayan, başörtüsü takmayan vs. kimseler “indirilmiş din”den çıkmazlar; çünkü zâten “dîne hiç girmemiş”lerdir. Fakat dînin gereklerini ve emir-yasakları yerine getirmedikten başka bunu hiç dert etmiyor ve “uydurulmuş dîn”i bile gündeme almıyorsa, artık “uydurulmuş din”den de çıkılmış demektir. 

 

1-Namaz kılmayanlar, oruç tutmayanlar, zekât vermeyenler, durumu müsâit olmasına rağmen kurban kesmeyenler ve hacca gitmeyenler, Kur’ân okumayanlar, dîni öğrenmek için çabalamayanlar. 2-Kötü alışkanlıkları olanlar, fâiz alanlar, yolsuzluk yapanlar, yalan-dolanla işlerini yürütenler. Birinci gruptakiler dinden çıkmamışlardır; çünkü bunları yapmadıkları için daha “indirilmiş dîn”e girmemişlerdir bile. İkinci gruptakiler de dinden çıkmamışlardır; çünkü zâten o kötülükleri yaptıkları için “indirilmiş din” üzere değillerdir. Bu günahları işlemelerine rağmen kendilerini yine de “uydurulmuş din”in mensubu sayanlar, artık bu mensûbiyeti önemsemedikleri için din’den tamâmen çıkmışlardır. Zâten artık “dinden çıkmak” denince “uydurulmuş dinden çıkmak”            anlaşılıyor. Zîrâ “indirilmiş ve yaşanmış din”in yâni Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm’ın ne olduğunu bilen bile yok.

 

Artık “uydurulmuş din”den de çıkılmasının bir nedeni de, özellikle modernist ilâhiyatçıların, “indirilmiş dinde yok” diye “uydurulmuş din”deki, mevlit, kandil, cumâ toplantısı, Yâsîn-Tebâreke okumak vs. gibi şeylerden insanları uzaklaştırmaları ama yerine “doğrusunu” ve “indirilmiş din”e uygun olanı göstermemeleri ve koymamalarıdır. Çünkü hem İslâm’a uygun bir uygulama olmadığı için bunu bilmiyorlar, hem de lâik-seküler bir devlette İslâm’a uygun şeylerin yapılmasına izin verilmeyeceğini bildikleri için (çünkü İslâm yâni Allah-merkezlilik ile modernizm yâni insan-merkezlilik birbirlerine zinhar uymaz) bu konuda sus-pus oluyorlar. “İndirilmiş dinde yok” diye insanları “uydurulmuş din”in gereklerini yapmaktan vazgeçirdikleri ama yerine hakka uygun olanı da koymadıkları yada göstermedikleri için, insanlar artık “indirilmiş din”den sonra “uydurulmuş din”den de çıkmaya başlamışlardır ve çıkmışlardır.

 

Aydınlanma Çağı denilen modern çağ, “dinden kurtulma ve çıkma çağı”dır.. Modernite en başta, dinden tâviz vermekle başlamıştır. Modernizm, her-şeyin dinden koparılması ve sözde bağımsızlaştırılmasıdır. Böyle bir dünyâda dinden çıkmak işten bile değildir. Lâiklik de, “dînin devletten ayrılması”dır; yoksa “devletin dinden ayrılması” değildir. Lâiklik, dîni denetim altın almak demektir. Oysa tam-aksine din, devleti denetim ve kontrôl altında tutmalı ve bunu da Kur’ân ve Sünnet ile yapmalıdır. Lâkin modern devlet dinden çıktığı için, modern insan da dinden çıkmıştır. Bu çıkış ilk başta “indirilmiş din”den, sonra ise “uydurulmuş dinden çıkmak” şeklinde olmuştur-olmaktadır.

 

Dinden çıkmak, “amelden kopmak” demektir. Îmana ve amel bir bütündür: Yoksa sâdece “kabûl ediyorum” diyerek dinde kalınmaz:

 

  “İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2) denir.

 

Ateş olmayan yerden duman çıkmayacağı gibi; îman olmayan yerden de amel çıkmaz. Yada “amel çıkmıyorsa îman da yok gibidir”. Bu ise çok da uzak olmayan bir vâdede “uydurulmuş olan din”den bile çıkmaya neden olur.

 

Kendini dînin içinde zanneden ama dinden de nefret eden “müslümanlar” var. Mevcut modern dünyânın sistemini ve eserlerini beğenen ve merkeze alan insan, “dinden nefret ediyor” demektir. Çünkü ikisi modernizm ve din, birbirine zıt ve bambaşka paradigmalara sâhiptir.

 

“İndirilmiş din”den sapanlar ve çıkanlar “uydurulmuş din”e sarılırlar. Fakat (sünnetullah ve imtihan gereğince bir cezâ olarak) bir süre sonra “uydurulmuş din”de de kalamazlar ve “uydurulmuş din”den de çıkarlar. Günümüzde olan şey işte budur.

 

“İndirilmiş din”den çıktıkları için “uydurulmuş din”e sarılanları, “indirilmiş dinde yok” diyerek “uydurulmuş din”den  de çıkaranlar ortaya çıkan boşluğu şu sözlerle doldurmaya çalışırlar: “İslâm hayâta karışmayarak sâdece vicdanlarda kalmalıdır”. Varılan yeri görüyor musunuz?. Hâlbuki Allah, dînini, vicdanlara hapsolmaktan kurtarıp, İslâm’ı hayâtın tam ortasında hâkim kılmak için göndermiştir. Peygamber-örnekliği de bunu gösterir. İslâm bir “hayat dîni”dir. Hayatta hâkim ol(a)mayan bir din, “ölmeye” başlar ve bağlıları onu zamanla terk eder.

 

Peki “indirilmiş din” nasıl yeniden görünür olup hayâta yeniden hâkim olur?. Şu kesindir ki, müslümanlar içinden “kelleyi koltuğa alacak” bir topluluk çıkmadıkça, değişen bir şey olmayacak, insanlar da “indirilmiş din” den sonra “uydurulmuş din”den bile çıkarak Dünyâ’ya sarılacaklardır. Fakat Allah’ın böylelerine âhirette kötü bir sürprizi olacaktır:

 

“Allah’ın ahdîni ve yeminlerini az bir değere karşılık satanlar... İşte onlar; onlar için âhirette hiç-bir pay yoktur, kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz, onları gözetmez ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab vardır”l-i İmran 77).

 

Doğrusu, îmanlarından sonra inkâr edenler, sonra inkârlarını arttıranlar; bunların tevbeleri kesinlikle kabûl edilmez. İşte bunlar, sapıkların ta kendileridir”l-i İmran 90).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

 

 

Devamını Oku »

Mekruh ve Vâcib

 

 

“Bütün bunlar, kötülüğü olan, Rabbinin katında da hoş olmayanlardır (mekrûhen)” (İsrâ 38).

 

Mekruh: “Çirkin bulmak, kötü görmek, istememek; meşakkat, sıkıntı, zorluk” gibi anlamlara gelen kerh (kürh, kerâhet, kerâhiyyet) kökünden türeyen mekrûh kelimesi “içerisinde zorluk ve sıkıntı bulunan, hoşa gitmeyen, çirkin ve kötü görülen şey” demektir. Aynı kökten türeyen kerîh “çirkin görülmüş, hoşa gitmeyen şey”, ikrâh da “bir kimseyi istemediği ve hoşlanmadığı bir fiili yapmaya zorlamak” anlamına gelir. Arapça “krh” kökünden gelen makrûh; “nahoş, çirkin, iğrenç” sözcüğünden alıntıdır.

 

Mekruh, gereksiz ve yanlış olarak “haram “dan farklı bir kategoriye alınarak saçma-sapan bir şekilde ikisinin târifi şu şekilde yapılıyor: Haram; “din kurallarına aykırı olan, dînen yapılması kesinlikle yasak olan fiil ve şeylerdir. Yapılırsa günah ve ilâhî cezâ söz-konusudur”. Mekruh; “kesin şekilde haram sayılmamakla birlikte kötü, pis, zararlı, vs. sayılan şeyler, fiillerdir”.

 

Kur’ân boyunca olumsuz anlamda kullanılan mekruh­=kerih kelimesinin haramı ifâde etmediği gibi bir absürdlükten bahsediliyor. Kötü, pis, çirkin, iğrenç, tiksindirici ve zararlı olan bir şey nasıl olur da haram ve günah olmaz. Kur’ân’da bir-çok yerde Allah’ın küfür, şirk, haddi aşma ve çirkin gördüğü şeyler yada emir ve yasaklar mekruh=kerih kelimesi bağlamında söylenmiştir meselâ onlardan bir bölümü şöyledir: 

 

“Allah ile berâber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun. Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şâyet onlardan biri veyâ ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçak-gönüllülük kanadını ger ve de ki: ‘Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge’. Rabbiniz, içinizdekini daha iyi bilir. Eğer sâlih olursanız, şüphesiz O da, (kendisine) yönelip dönenleri bağışlayıcıdır. Akrabâya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsrâf ederek saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür. Eğer Rabbinden ummakta olduğun bir rahmeti beklerken (darlıkta olduğundan) onlara sırt çevirecek olursan, bu durumda onlara yumuşak söz söyle. Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın. Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir. Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin; onlara ve size biz rızık veririz. Şüphesiz, onları öldürmek büyük bir hâtâ (suç ve günah)dır. Zinâya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur. Haklı bir sebep olmaksızın Allah’ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velîsine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü aşmasın. Çünkü o, gerçekten yardım görmüştür. Erginlik çağına erişinceye kadar, -o da en güzel bir tarz olması- dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ahde vefâ gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur. Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir. Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kâlp, bunların hepsi ondan sorumludur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca erişebilirsin. Bütün bunlar, kötülüğü olan, Rabbinin katında da hoş olmayanlardır (mekrûhen)” (İsrâ 22-38).

 

Allah katında hoşa gitmeyen ve çirkin yâni mekruh=kerih görülen davranışlar; “geçim endişesiyle çocukları öldürmek, zinâya yaklaşmak, haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın saygın kıldığı cana kıymak, yetimin malını haksız yere yemek, ölçüye ve tartıya riâyet etmemek, hakkında bilgi-sâhibi olunmayan şeyin ardına düşmek, yeryüzünde böbürlenerek yürümek” şeklinde sayılmıştır.  

 

Allah bütün bunları söylüyor ve bu emir ve yasakların yerine getirilmemesine “mekruh” diyor. Peki biz bu durumda “bunlar mekruh olarak söylenmiş, yapmasak iyi ama yapılmasa da olur” mu diyeceğiz?. Hayır’, zinhar. Bunların tamâmı emir ve yasaklardır ve yapılmaması durumu şirk, küfür ve haddini bilmezlik bağlamında haram ve günahtır. Dolayısıyla mekruh da haramdır, haram da haramdır ve ikisi aynı oranda haramdır. 

 

“Dinde ikrah (çirkinlik-iğrençlik-baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir” (Bakara 256).

 

Kerih-İkrah kelimesi TDK sözlüğünde; “tiksindirici”, “iğrenç”, “tiksinme”, “iğrenme” anlamındadır. Lûgatta ise; “İğrenmek”, “tiksinmek,” “bir işi istemeyerek yapmak”, “birine zorla iş yaptırmak veyâ muâmele yapmak” anlamındadır.

 

Bu âyetin çevirisinde “ikrah” kelimesine; pislik, çirkinlik, iğrençlik anlamı değil de; hatâlı olarak ve modernizm ile uyumlu bir şekilde “zorlama” anlamı veriliyor ve sanki İslâm dîninin uzak-doğu “ahlâk dinleri” gibi ya da Hristiyanlığın “ne yapsan serbest” düşüncesini ve modern-liberâl ideolojilerle uyumlu bir anlamı varmış gibi yansıtılmaktadır. Hâlbuki âyet, “dinde bir iğrençlik, çirkinlik yoktur, çünkü hak ile bâtıl, doğruluk ile sapıklık bir-birinden ayrılmıştır” anlamındadır.

 

Kur’ân’da mekruh-kerih olanın yaptırımları vardır ve bunlar özetle şöyledir:

 

“İşte böyle; çünkü onlar, Allah’ın indirdiğini çirkin (kerih) gördüler, bundan dolayı, O da, onların amellerini boşa çıkardı” (Muhammed 9).

 

“Ve bilin ki Allah’ın Resûlü içinizdedir. Eğer o, size bir-çok işte uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Ancak Allah size îmânı sevdirdi, onu kâlplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkârı, fıskı ve isyânı çirkin (kerih) gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşâd) olanlardır” (Hucurât 7).

 

“Allah, suçlu-günahkârlar istemese de (kerih görse de), hakkı (hak olarak) kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir” (Yûnus 82).

 

“İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah’ı gazaplandıran şeye uydular ve O’nu râzı edecek şeyleri çirkin (kerih) karşıladılar; bundan dolayı (Allah,) amellerini boşa çıkardı” (Muhammed 28).

 

Görüldüğü gibi mekruh Kur’ân boyunca olumsuz anlamda kullanılır ve mekruh olanın ağır yaptırımlarından bahsedilir.

 

Mekruhun “tahrîmen mekruh” şeklinde “harama yakın” yada uzak olanı falan yoktur. Mekruh düpedüz haramdır. Çünkü iğrençtir, tiksindiricidir, çirkindir, zararlıdır ve pistir. Buna rağmen kalkıp da “mekruh olduğu için, işlendiğinde cezâyı gerektirmediği”ni söyleyebiliyorlar. Düşünebiliyor musunuz; iğrenç, pis, çirkin, iğrenç ve tiksindirici bir şey yapıyorsunuz ama bu yaptığınızın bir cezâsı olmuyor. Peki niye?. Mekruh ile haram keyfî bir şekilde ayrıldığı ve mekruhun cezâ gerektirmeyeceği iftirâsı nedeniyle. Peki kim yapmış bunu?. Bu, güce ve iktidâra yakınlığı ve hayranlığı olanların yaptığı bir şeydir ki en çok da, zaman-zaman çok gevşekçe davranmayı onaylayan Hanefilik’te görülür.

 

Mekruhun en çok da gündeme geldiği yerlerden biri de sigaradır. “Sigara haram değildir, mekruhtur” derler. Eğer İslâm’ın ortaya çıktığı zamanlarda sigara çok yaygın olarak kullanılıyor olsaydı ve meselâ Mekke ve Medîne’de de yaygın şekilde kullanılıyor olsaydı ve her türlü zarârı ve verdiği her türlü rahatsızlık nedeniyle “açıkça” haram kılınırdı. Böyle olmadığı için, pis, zararlı, haram, günah, ayıp ve suç” olarak “genel yasak” kapsamına alınmıştır.

 

“Sigara günah ve haram değildir, sâdece mekruhtur” demek boş bir laftır. İslâm’da mekruh olan her-şey haramdır, günahtır, ayıptır, suçtur ve yasaktır. Mekruh; “iğrenti verici, tiksindirici, iğrenç olan şey” demektir. Kerih görülen, iğrenç, tiksinti verici ve pis olan bir şey elbette haramdır, kullanması günahtır, ayıptır, suçtur ve yasaktır. Kur’ân “kendinizi tehlikeye atmayın” der. O-hâlde insanın kendini düşüreceği her-şey haramdır ve günahtır, yapılması da yasaktır.  

 

İslâm’da haram ve yasak ayrımı yoktur. Bir şey yasaksa haram, haramsa yasaktır. Yine, bir şey pis ise mekruh, mekruh ise pistir. Bir şey haramsa mekruh, mekruhsa haramdır. Üstelik “tahrîmen” falan da değil, direkt olarak mekruhtur. O-hâlde bir şey pis ise ve pislik üretiyorsa o şey mekruh ve dolayısı ile haramdır.

 

Mekruh, câhilce; “şâriin (yâni, Allah’ın) yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiil” şeklinde târif edilir. Allah bir şeye pis, iğrenç, tiksinç ve zararlı diyecek ama bunu kesin bir dille söylemeyecek öyle mi?. Böyle bir laf etmek etmek, üstte verdiğimiz âyetler bağlamında cehâletten başka bir şey değildir. “Hile ve tuzak” kelimeleri ile bağlantılandırıp, güce yaltaklanmak için “hile-i şeriyye” yöntemiyle falan nice günahlar “haram değil mekruh” denilerek “günah” olmaktan çıkarılmıştır-çıkarılmaktadır. Bu da müslümanların gevşemesine ve sonra da yavşamasına neden olmaktadır.

 

Vâcib kelimesinde de benzer yanlışlar yapılmaktadır ve vâcib, farzdan ayırılarak yine bir tahrife sebep olunmaktadır. Sözlükte “düşen; meydana geldiği kesinlikle bilinen; sâbit, bağlayıcı, gerekli” anlamlarındaki vâcib (Lisânü’l-ʿArab, “vcb” md.) terim olarak “şâriin mükelleften yapmasını kesin ve bağlayıcı biçimde istediği fiil” demektir. Fakihlerin çoğunluğu bu terimi farz ile aynı mânâda kullanırken Hanefîler, “bir fiilin yapılmasının kesin ve bağlayıcı tarzda istendiğini gösteren delil kat‘î ise bunu farz, zannî ise vâcible ifade eder” diyerek, dînin, babalarının malı olduğunu zannetmeye devâm ederler. Allah’ın “yap” dediği de “yapma” dediği de kesindir ve nettir. Bu nedenle de vâcib ve farz ayırımı yapılamaz. Her vâcib farz, her farz da vâcibtir yâni zorunludur, yapılması mutlakâ îcâb eden şeydir.  

 

Kur’ân’da vâcib kelimesi geçmez ve sâdece Hac 36. âyette; “vecebet”=”düştüğünde” şeklinde geçer. Arapça wcb kökünden gelen wâcib “borç, ödev” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça wacaba “borç veyâ ödev idi, gerekti” fiilinin fâil vezninde etken fiil sıfatıdır. Zorunluluk, görev, vecibe demektir. Zâten Allah’ın mutlak varlığı için “vâcibü’l-vücûd yâni “varlığı zorunlu olan” demektir. Çünkü vâcib, “zorunlu” demektir. Bu nedenle vâcib, “kesin ve bağlayıcı tarzda yapılması istenen şeyler” demektir.

 

Bu-bağlamda vitir namazı için “vitir vâcib” denilerek, hem  “vâcib olduğu için” farz gibi görülmemesine neden olunmuş, hem de aslında “gece namazının bir parçası” olmasına rağmen yatsı namazının arkasına yerleştirilerek vakti değiştirilmiştir. Oysa Peygamberimiz bu namazı hep teheccüd namazından sonra tek rekat olarak kılmıştır. Üstelik kanımca bu namaz farzdır. Vacib denilerek farzlıktan çıkarılmıştır. Gerçi bir yandan da teheccüdün ve vitirin farzlığını tamâmen iptâl etmemek için vâcib demişlerdir ama vâcib zâten farz ile aynıdır. Kur’ân’ı okuduğumda anladığım ve gördüğüm budur. Dolayısıyla aslında namaz 6 vakittir. Teheccüd namazı farzdır ve bu namaz tek rekatlık vitir namazı ile biter. Teheccüd ve dolayısı ile vitir namazının farzlığı şu âyetlerde çok açıktır::    

 

“Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilir; seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilir). Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece tevbenizi (O’na dönüşünüzü) kabûl etti. Şu hâlde Kur’ân’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah’ın fazlından aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’ân’dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Müzzemmil 20).

 

“Gecenin bir kısmında kalk, sana âit nâfile (ilâve) olarak onunla (Kur’ân’la) namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makâma ulaştırır” (İsrâ 79).

 

“Bizim âyetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar îman eder. Onların yanları (gece-namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler” (Secde 15-16).

 

“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyâma durarak gönülden itaat (ibâdet) eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir?. De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).

 

Biz namazlarımızın ayrıntılarını Peygamberimizden öğrendik. Fakat niçin teheccüd namazının ayrıntısını da ondan öğrenmiyoruz?. 5 vakit namazı Peygamberimiz’e bakarak öğrendik ve kılıyoruz. Onun kıldığı 6. vakit olan teheccüd namazını niye “o kıldığı için” kılmıyoruz?. “Sana âit” denince ne anlamalıyız ki?. Sâdece 1.400 yıl önce yaşayan Hz. Muhammed’e midir bu hitâp ve emir?. Bu hitâp ve emir sâdece Peygamberimiz’e ise, şimdi ne oldu?, âyet ve âyetler nesh mi oldu yâni?. Tabî ki de hayır. Âyet şimdi de bize hitâp ve emrediyor ve “teheccüd için kalk ve namaz kıl, Kur’ân oku” diyor. Aksi-hâlde tüm Kur’ân Peygamberimiz’e indirildiğine göre “Kur’ân’ın hiç-bir âyeti bize hitâp etmiyor” anlamı ortaya çıkar. Hayır!; Kur’ân’ın diğer tüm âyetleri gibi teheccüd namazı ile ilgili âyetleri de bize hitâp ediyor ve teheccüdü emrediyor. Görüldüğü gibi teheccüdü emreden âyet bir tâne değil. Beş tâne âyet var teheccüdden bahseden. Dolayısı ile “sana âit” denilirken, ben bu sözü kendi üstüme alırım. Çünkü Kur’ân sâdece târihsel olan bir metin değildir. Lafzı târihsel olsa da hitâbı ve emri tüm zamanlar içindir ve Kur’ân 1.400 yıl önce “sana” derken Peygamberimizi kastettiği gibi, şu-anda “sana” diyerek “beni” kastediyor ve “bana” sesleniyor. Tabi bu hitâp herkese olduğu için tüm ümmetin kastedilmesidir. “Bu namazı kendine âit kıl” diyor. “Teheccüdü kendi özel ilmî ve kalbî gelişimin için yap” anlamında yâni. Evet; teheccüd namazı farz bir namazdır ve sâdece Peygamberimize değil, tüm ümmete ve tüm zamanlar için farzdır. Müzzemmil Sûresi’nde teheccüd namazını kısaltmanın kolaylığı, “hastalar, rızık peşinde koşanlar ve Allah yolunda savaşanlar” nedeniyledir. Yoksa keyfî bir şey değildir. Teheccüd namazı farzdır ve farz olduğu için cemaatle de kılınabilir. Zâten ilk-başta Peygamberimiz ve sahabe cemaatle kılıyorlardı.

Farz olan “vâcib” ile yumuşatıldığı için insanlar farz olanı yapmaktan uzaklaştıkları gibi, günah da “mekruh” ile yumuşatıldığı için insanlar günah olanı yapmaktan imtinâ etmiyorlar. Bu da müslümanların gevşemesine ve takvâdan uzaklaşmasına neden oluyor.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »