30 Ağustos 2020 Pazar

Çalışan Anneler ve Zulüm

 

“Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargâh edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah’a ve elçisine itaat edin..” (Ahzâb 33).

 

Allah, kadınları oturmaya uygun yaratmıştır. Oturmak için en iyi yer ise evdir. Kadınların fizîkî yapıları oturmaya, erkeklere göre daha uygundur. Kalça, yağ ve kas yapıları, kadınların uzun süre oturmasına uygundur. Erkek ise uzunca bir süre otursa, hemen kemikleri batmaya, pişikler oluşmaya başlar ve uzun süre oturamazlar. Zâten kadınların kolesterôl oranları erkeklerden fazla olsa da sorun teşkil etmez. Kadınlar yüksek kolesterôlü daha iyi tolere edebilirler. Erkeklerde genel kolesterôl 200 iken kadınlarda 250 olması normâl görülür. Çünkü kadınlar kolesterôle daha dayanıklıdır. Zîrâ kadınların, ev-merkezli bir hayatları olması gerektiği için, oturmaya uygun yaratılmışlardır. Tabi bu “oturma”, “vakarlı bir oturma” olmalıdır. 

 

Modern çalışma hayâtında; daha az îtirâz eden, direktifleri tam olarak yerine getiren ve de bunu düşük bir ücretle yapmayı kabûl edebilen kadınlar tercih ediliyor. Zâten artık makineler nedeniyle kol-kas gücüne de fazla gerek kalmadığından dolayı, çalışan kadın sayısı erkek sayısını yakın zamanda geçecek gibi görünüyor.

 

Mesele şu ki, kadın çalıştığında masrafı artıyor. Çalışan kadın, çalışmayan kadına göre 3 kat daha fazla harcama yapabiliyor ve yapılan bu harcamaların %90’ı isrâf, yâni “olmasa da olur” cinsindendir.

 

Kadınlar çalıştığında kazandığından fazlasını harcıyor. Evde kalsa toplam para daha fazla yetecek. Zîra kapitalizm, “ne kadar kazancın varsa o kadar masrafın artar” yalanını söyleyerek insanları kandırıyor ve insanlar da “ne de olsa çalışıyoruz” diyerek fazla harcama yapıyorlar ve zamanla harcamaya alışıyorlar ve sonuçta hiç de ihtiyaçları olmayan şeyleri, “geleceklerini ipotek ederek” yâni kredi-kartı ile alıyorlar ve fâize de bulaşarak kapitâlizme hizmet (kulluk) etmiş oluyorlar. Bu nedenle kadın çalışsa da yine para yetmez, çünkü İslâmî duyarlılığı olan kadın, para kazandığında hem zekatını verme, hem kurban kesme hem de hac vs. gibi ibâdetlerin sorumluluğunu üzerine almış olur.

 

Kadınlar için ev dışındaki sâbit bir işte çalışmak “modern” dönemin bir uygulamasıdır ve aslında “modern bir proje”dir. 100-150 yıldır uygulanmaktadır. Bundan önce kadınlar ve hattâ erkeklerin çoğu kendi işleri dışında başkalarının işlerinde çalışmazlardı. Eskiden kadınlar köylerde (imece hâriç) sâdece kendi işlerini yaparlardı. Şimdiki kadınlar ise işyerlerinde hem başkalarının işlerini, hem de eve dönünce kendi işlerini yapmak zorunda kalmaktadırlar. Tabî ki kadınlar bu nedenle fizîki ve psikolojik olarak çökmekte ve fizikî ve psikolojik anlamda büyük zarar (zulüm) görmektedirler.

 

Modernite, anneliği küçümsemiş ve sonunda “eziklik” olarak göstermiştir. Modernite için bu olmazsa-olmaz bir şeydir. Zîrâ modernite, hâkimiyetini “kadının evden çıkması ve dışarı olması” sûretiyle devâm ettirebilmektedir. Aliya İzzetbegoviç, “annelik” hakkında şunları söyler:

 

Uygarlık bilhassa analığı küçük düşürmüştür. Satış, mankenlik, mürebbiyelik, sekreterlik, temizlik işleri gibi meslekleri ‘analık vazîfesine tercih etmiştir. Uygarlık analığı kölelik’ îlân ederek kadına ondan kurtulmayı vaâd etmiştir. Ne kadar kadını âilesinden ve çocuklarından ayırarak (onlar ‘kurtararak’ diyor) mêmur veyâ işçi yaptığını iftiharla belirtiyor. Öbür tarafta kültür ezelden beri anneyi yüceltmiş; onu bir sembôl, bir sır yapmış, mukaddes kılmış, en güzel şiirler, en müessir sesler, en güzel resim ve heykeller ona ithaf edilmiştir.

 

Kadına “ille de çalışmalı” diyenler, aslında kadının evde kalmasından rahatsız olup onu dışarı çekmek istiyorlar. Zîrâ ürettikleri ürünlerin çok büyük çoğunluğu kadınlara hitâp ediyor. “Çalışan ve para kazanan kadın” bu ürünleri mutlakâ satın alacaktır. Dolayısı ile kadının çalışmasını en çok isteyen ve bunu zorlayan etken, kapitâlist zihniyettir. Ahmet Hakan Çakıcı, iş-hayâtına özellikle kadınların alınması ile ilgili şunları söyler:

 

“Noah Harari; ‘İş bulabilenler, daha çok kadınlar olacak’ der. Çünkü çalışan kadın kapitâlizmin olmazsa-olmazlarından. Kadın sanâyiye girdiğinde işçi-açığını kapatıp işsiz bir sınıfın oluşturulabilmesini sağlıyor. İşçi arzının artması maaşları düşürüyor. Düşen maaşlarla sermâye, bir kişinin ücreti ile iki kişiyi üstelik daha uzun mesâilerle çalıştırabiliyor. Kadın çalışınca ev-içi ekonomi diye bir şey kalmıyor; ev bütünüyle dışarıya bağımlı hâle geliyor. Kozmetikten estetiğe, konfeksiyondan hazır yemeğe, kreşlerden huzur-evlerine kadar bir-çok sektör canlanıyor ve böylece kadın sermâyeden aldığını hemen geri iâde etmiş oluyor. Ancak bunlar geçmiş dönem kapitâlizm eleştirileri. Şimdi ise kadının iş dünyâsında olmasını, kadının iş-dünyasında olduğunda erkekle uzun süreli berâberliği götürebilme yeteneğinin azalması ve çok daha az çocuk yapması nedeni ile istiyorlar. Üstelik ‘kadının güçlenince’ babasına ve kocasına karşı güçlenmiş oluyor, ‘egemene karşı’ değil. Kocasından yada babasından kopan kadınlar egemen/patron/âmir karşısında çok daha itaatkârlar ve emirleri erkeklere oranla çok daha az sorguluyorlar. Egemenlerin düşündükleri dünyâda kadın; evi, işi, ekonomiyi, -izin verilirse- çocuğu tek başına (yalnızlık içinde) yüklenecek gibi duruyor. Yâni kadınlara ağır hayat şartlarında, yalnızlık ve depresyon hapları ile donatılmış bir hayat öngörülüyor”.

 

Evet; kapitâlist-modernist sistemin iş-gücünde kadını tercih etmesinin sebebi; kadının “ucuz iş-gücü” olması, verilen tâlimatları îtirazsız bir şekilde ses çıkarmadan yerine getirmesi, müşteriyi bağlamak ve bâzen de “şerefsizce niyetler” içindir. Bu durum kapitâlizmin ve liberâl ekonominin yâni şeytanın tam da istediği şeydir.

 

Tabî ki toplumda “sâdece kadınların” yapması gereken işler de vardır. Bâzı “kadın hastalıkları” için bayan doktorlar-hemşîreler olması, doğumda ebeler ve ölümde kadınları yıkamak için “kadın gassal”lar vb. gibi. Fakat bu durum, bu kadınların haftanın 7 gününde tüm gün boyunca çalışması gerekeceği anlamına gelmez. Yarı-zamanlı ve dönüşümlü bir çalışma takvimi uygulanabilir. Kadınların yapacağı bu işler için gerekli olan kadın iş-gücü ihtiyâcı, Türkiye çapında söyleyecek olursak, en fazla 10-15.000 bin kişi olabilir. Bunlar da yarım gün ve dönüşümlü olarak çalışmalıdırlar.

 

Moderniteye göre kadın evde çalışınca “çalışan” olmuyor ama dışarıda, -bir köpeğe bile yetmeyecek asgarî ücretle- köle gibi çalışınca “çalıştı” oluyor. Yâni kendi evindeki ev işlerini yapınca “çalışmıyor” oluyor ama başkalarının evlerini temizlediklerinde ve işlerini yaptıklarında “çalışıyor” oluyorlar. Aynı işi kendi evinde yapında “iş” olmuyor, fakat başkasının evinde yapınca “iş” kabûl ediliyor. Biraz yüksek maaşlı çalışan kadınlar evlerine ücretli kadın tutabiliyorlar ama az maaşlı kadınlar işten gelince bir de kendi evlerindeki işleri yapmak zorunda kaldıklarından, insanlık târihinde hiç görülmemiş şekilde bir zulme mâruz kalıyorlar, daha doğrusu mâruz bırakılıyorlar.

 

Bu yazıda asıl dikkat çekmek istediğimiz şey, çalışan çocuklu kadınların, çocuklarına baktırdıkları bakıcılara yaptıkları haksızlıktır. Çocuklarını anne yada kaynanasına bırakmak durumu olmayan çalışan çocuklu kadınlar, çocuklarına baktırmak için mecbûren bakıcı bir kadın buluyorlar ve belli bir ücretle çocuklarına baktırıyorlar. Fakat burada %99 oranında bir haksızlık, adâletsizlik ve sömürü dolayısı ile zulüm yapılmaktadır.  

 

Örneğimizi, çalışan ilk ve orta derecedeki mêmurlar üzerinden yaptığımızda; yeni mêmur olmuş bir bayan mêmurun 2020 Hazîran îtibârıyla maaşı 4.000 TL civârındadır. Bu kişinin bir tâne çocuğu olduğu düşünüldüğünde ve çocuk 1-1,5 yaşına geldiğinde annenin artık görevine dönmesi gerektiğini düşündüğümüzde, çocuğunu ya annesi veyâ kaynanasına bırakarak belli bir yaşa gelmiş olan bu kişilere yük olacak ve onları zora sokacak, yada -eğer ki farklı bir şehirde yaşıyor iseler bu kişilerin çocuğa bakmaları mümkün olmayacağından dolayı- bir bakıcı bulacak ve bakıcıya ücret karşılığında çocuğunu baktıracaktır. Fakat işte burada ya mantıksız bir şey yapılarak çalışan mêmur kadının maaşı çocuğun bakımı ve kadının kişisel masrafları için tükenecek, yada çocuğa bakacak olan kişiye ağır bir haksızlık yapılarak bakıcı sömürülecektir. Şöyle ki;

 

Net asgarî ücret, an îtibârıyla (2020) 2.324 TL’dir. 4857 sayılı iş kânununun 102. maddesine göre asgarî ücretin altında bir maaşla işçi çalıştırmak yasaktır. Zâten işçilerin ücretleri bankalar aracılığıyla ödenmek zorundadır. Bu da bu ücretlerin oranının kayıt altına alındığı anlamına gelir. Yine; SSK prim ödemelerinde herhangi bir indirim yada teşvikten yararlanılmıyorsa, ödenmesi gereken tutar yaklaşık 950 TL’dir. İşveren yâni çalışan anne, çocuğuna baktırdığı kadının sigorta primlerini düzenli olarak ödüyorsa ve herhangi bir geçmiş prim borcu yoksa %5’lik indirimden faydalanabilmektedir. Bu durumda ödenmesi gerek prim tutarı yaklaşık 850 TL civârındadır. SSK primi ile birlikte bakıcının-işçinin masrafı 3.175 TL’ye çıkmaktadır. İşçinin ayrıca yıllık izinleri ve hastâne rapor ve özel izin durumları da vardır.

 

Bu durumda, çalışan anne, 4.000 TL’lik maaşının 3.175 TL’sini bakıcıya vermesi gerekir. Bu parayı ödedikten sonra geriye kalan para 850 TL’dir ki bu para, çalışan kadının yol, yemek, giysi vs. masraflarını karşılayamaz. Çalışan kadın, emzirme ve çocuğa göstermesi gereken diğer ilgiler için işyerinde normâlden daha fazla bulunup da mesâi de yapamayacağından dolayı gelirini arttırmayacaktır. O hâlde çalışan kadının kazancından çok gideri olacaktır. Çalışan kadınlar bu nedenle doğala, normâle ve fıtrata aykırı olarak, hem evliliklerini ertelemekte, evlendiklerinde ise çocuk doğurmayı geciktirmekte, yada tek çocukla idâre etmektedirler. Fakat bu da soruna yeterli derecede çâre olmamaktadır. Çünkü bakıcıya gerek duyulmadığında bile kreş, anaokulu vs. gibi yerlerde ve ileride de özel okullarda çocuğun masrafları katlanarak artacaktır.

 

Bu durumda çalışan çocuklu kadınlar ne yapmalıdırlar?. İşte burada yapılacak ve çoğunlukla yaptıkları şey, yasalara aykırı iş yapıp, çocuğuna baktırmak için bakıcıya, asgarî ücretin çok daha altında bir maaşla bakacak bir bakıcı bulmak olacaktır ki, işsizliğin çok fazla olduğu ve geçimin alabildiğine zorlaştığı yerlerde 1.000 TL.ye bile çalışacak bakıcı bulmak zor olmayacaktır. Üstelik bu kişinin SSK’sını da ödemeyecektir. Hattâ bunu düşünmeyecektir bile. Bu durum aslında “bakıcılık yapacak olanların zor durumlarından istifâde edilmesi” anlamına gelir. Aslında yasal olmamasına rağmen, bir şikâyet de yoksa modern devlet de bunu görmezden gelmektedir. Çünkü modern seküler devlet fıtrata ve dîne karşı olduğu ve bâtılın peşine takıldığı için ve hem kadını alabildiğince iş hâyatına sokmak istemekte, hem de zâten patronların da bunun benzerini yapmasına izin vermektedir. İşverenler işsizliğin çok olmasından faydalanmaktadırlar ve işsizliğin artmasını hem desteklemekte hem de istismâr etmektedirler. Zâten işsizlik, işverenin sigortası durumuna gelmiştir. Böylece işçi fiyatlarını şerefsizce; “işine gelirse çalışırsın” diyerek istedikleri gibi düzenleyebilmektedirler. Modern kölelik böylece el altından yürütülmektedir. İşte çalışan anneler de bu zulme ortak olmakta ve bu kahpe sistemi desteklemektedirler.

 

  Bu durum, “çalışan kadınlar”ın yanında çalışan bakıcıların sömürülmesi demektir. Bu durum kânunlara aykırı olduğu gibi, aslında dînen de hem günah hem de haramdır. Hattâ ayıptır da. Zîrâ insan, kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmaktadır. Bu da bencillik ve acımasızlık yapmak anlamına gelir.

 

O hâlde kânunlara da aykırı bir şekilde çocuğa bakması için işçi çalıştırmak hem yasak hem günah hem de ayıptır. İslâm’da bu iş çok sıkı tutulur. Hattâ öyle âyetler vardır ki, modern müslümanların çoğu bu âyetlerden haberdar değildir. Meselâ şu âyet karşısında modern müslümanlar ve çalışan ve bakıcı çalıştıran müslüman anneler ne düşüneceklerdir:

 

 “Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara (yâni işçilerine) onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

 

Âyet açıkça; “ellerinde fazla mal-para bulunanlar, bu fazla malı-parayı, köleleri yada işçileriyle eşitleninceye kadar dağıtıp vermek zorundadırlar. Aksi-hâlde o nîmeti inkâr etmiş olurlar” diyor. Bu âyet nefse ağır gelen bir âyettir. Fakat, yaratmayı Allah yaptığı için, mülk de emir de O’na âittir. O hâlde O’na îman edip Kur’ân’a bağlananlar bu âyete uymak zorundadırlar. Hiç öyle aşırı yorumlamaya giderek âyete farklı bir mânâ verilmeye çalışılmasın. Âyet çok açık. Allah’ın murâdı, “rızkta eşitlik” sağlamaktır.

 

Düşünsenize; birisi temel ihtiyaçlarını çok rahat karşılayabilirken, diğeri ay-sonunu nasıl getireceğinin hesâbını yapıp duruyor. Temel ihtiyacını karşılayabilecek seviyede bir geliri yok. Hâlbuki her-gün işe gidip-geliyor. Üstelik yanında çalıştığı kişiden daha ağır şartlarda çalışıyor fakat yanında çalıştığı kişi gönlünce yaşayabiliyorken, işçi ise tamı-tamına yetirebilmenin derdindedir.

 

İşte İslâm dîni bunu değiştirmek ister ve zâten ana-amaçlarından biri de budur. Köle de efendi de temel ihtiyaçlarını aynı şekilde karşılayabilmelidir. Hz. Ömer döneminde genelkurmay başkanı ile onun yâveri aynı maaşı alıyordu. Zâten bir yolculuk sırasında efendi ile köle, deveye sırayla biniyorlardı. Peygamberimiz de: “Elinizin altındakiler (köleler, hizmetliler, çalışanlar) sizin kardeşlerinizdir; Allah onları size emânet etmiştir. Şu-hâlde kimin yanında bu şekilde kardeşi bulunuyorsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara ya güçlerinin yetmeyeceği ağır işler yüklemeyin veyâ yüklerseniz siz de yardım edin” (Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim, “Eymân”, 40) diyerek “rızıkta eşitliğin” emrini verir ve uygulamasını yapar.

 

Buna rağmen ille de çalışmak isteyen çocuklu kadınlar yasaklara ve günaha aldırmayarak, çocuğuna çok düşük bir ücretle baktırmaktan çekinmeyecek ve çocuğunun bakıcısına zulmedecektir. Zâten başta ABD ve Avrupa’da da durum böyle olduğu için ya Avro-Amerika baz alınmakta ve zulüm güyâ meşrûlaştırılarak kolayca sürdürülmekte, yada çocuklara bakanlara ödenecek “yasaların gösterdiği” maaşlardan sonra kendi maaşlarından geriye pek bir şey kalmayacağından dolayı kadınlar ya hiç evlenmemekte yada evliliği geciktirerek fıtratlarına aykırı hareket etmektedirler. Üstelik doğal cinsi ihtiyaçları da gayrı meşrû bir yoldan karşılamanın kapısı açılmaktadır. Evli olanlar da çocuk yapmamakta yada çocuk yapmayı geciktirmektedir. Bu durum, pek-çok sorunu yanında getiren “tek çocuklu âileler”in çoğalmasına neden olmaktadır. Ne yazık ki bu yaşam tarzı Türkiye’de ve müslüman ülkelerde de yaygınlaşmaya başlamıştır. Dünyâ’nın ifsâd olmasının bir nedeni budur.

 

Yine bu durum yâni kadının çalışması, toplumda insanları bâriz bir şekilde ayrıştırmaktadır. Sistem, çalışan kadını “acımasız” yapmaktadır. Zîrâ aksi-hâlde bir mantıksızlık olacaktır. Kadının çalışmasının da bir anlamı kalmayacaktır. Sonuçta acımasız ve bencil anneler ortaya çıkmakta ve bu tüm toplumda yaygınlaşmaktadır. Acımasızlaşan çalışan kadınlar, işsizliği kullanmakta ve geçim sıkıntısı nedeniyle iş arayanların zor durumlarını kullanarak çok düşük ücretlere insanları râzı edebilmektedirler. Üstelik çalışan kadınların pek-çoğu çalıştırdıkları bakıcılara sâdece çocuk bakımını değil, ev işlerini ve yemek yapmayı da şart koşmaktadırlar. Böylece ortaya modern bir kölelik şekli çıkmaktadır.

 

Peki bunu yaparlarken yâni kendilerinin aslâ kabûl etmeyeceği ücretlerle ve şartlarla kadınları çalıştırmaya hiç utanmıyorlar mı?. Bu ne densizliktir ve bu nasıl bir bencilliktir?. Kendilerine böyle bir şey yapılmasını isterler mi?. Devlet çok sıkı tedbirler alsa ve asgarî ücret meselâ 2.500 TL olsa ve SSK şart koşulsa ve sıkı bir şekilde denetlense ve kânunlara uymayanlara ağır cezâlar verilse, bu durumda çalışan kadınlar ne yapacaklardır?. Fıtrata, doğala, normâle, toplumsal duruma ve en önemlisi de sünnetullaha (Allah’ın değişmez yasalara) bâriz bir şekilde aykırı olan kadının çalışması, -çok zorunlu birkaç şart hâriç- zulümden başka nedir ki?. Üstelik çalışan kadın çocuğunu yaşlanmış ve tâkatten düşmüş annesi yada kaynanasına bırakmış olsa bile, eve gelince bir de evinin işini yapmak zorunda kalarak kendine de zulmetmiş oluyor. Çünkü yüksek maaşlı olmayan kadınlar bir de ev işlerini yaptırmak için kadın tutamayacaklardır. Böyle olunca da çalışan kadınlar ya çocuk işini erteleyebildiği kadar erteleyecek ve yine fıtratlarına zulmetmek zorunda kalacaklardır.

 

Çok iyi bilinen şey şudur ki; çalışan kadınlar, bütün gün işteki yorgunluğun üzerine Allah’ın günü evde yemek yapmak istemeyecekleri için ayın yarısında dışarından yemek ısmarlayacaklar ve hem fazla para harcamış hem de sağlıksız beslenmiş olacaklardır.

 

Peki tüm bunlar ne için?. Tüm bunlar, pohpohlanmaya çok müsâit olan ve nefisleri moderniteye çok uygun olan kadınların; küresel güçler, sermâyedarlar, küresel teorisyenler yâni “tâğutlar” tarafından ev-dışına çekilmek istenmesi nedeniyledir. Artık tüm kızlar okumaktadır ve dandik de olsa bir bölümü bitirmektedirler. Fakat bunların %90’ı iş bulamamakta, ama “üniversite bitirmiş” olmanın verdiği sahte kibirle ve havayla ne adam beğenmekte ne de iş beğenmektedirler. Bu nedenle de evlilikleri geciktirmekte yada iptâl etmektedirler. Küresel güçlerin istediği de zâten budur. Çünkü böylelikle bireyciliği yaygınlaştırarak, hem daha fazla kişi-başı tüketim artacak hem de bireyselleşmiş insanlar daha kolay yönetilebilecektir.

 

Çalışan annelerin içinde, maddî yetersizlik nedeniyle çalıştırmak için birini tutamayanlar, çalıştıkları için ancak hafta sonları evlerinde iş ve temizlik yapabildiklerinden dolayı, haftada bir gün evde kalan koca ve çocuklar bulunuyorken her tarafı kaldırıp camları-kapıları silemeye kalkışmaları evde bir huzursuzluk ve stres doğuruyor. Böylece çalışan anne, kendine zulmettikten başka, ev-halkına da zulmetmiş oluyor.

 

O hâlde kadınların çalışması hem kendilerine, hem âilelerine, hem topluma hem de dîne ve fıtrata karşı yapılan bir zulümdür. 80 milyonluk ülkeye sâdece 10-15 bin kişilik çalışan kadın gerekir ki bunlar da yarı-zamanlı çalışma şeklinde olmalıdır. Üstelik çalışacak bu kadınlar, önünde engeli olmayan kadınlardan seçilmelidir. Yâni ya bir-nedenle evlen(e)memiş, ya erken evlenip çocukları evlenip ayrılmış yada çocukları olmamış kişilerden olacaktır. Aksi-hâlde dediğimiz ve apaçık bir şekilde görüldüğü gibi, Dünyâ çalışan kadınlar tarafından ifsâd olacaktır ki bu ifsâd zâten yayılmaya başlamıştır bile.

 

Şu da var ki; “kadın mutlakâ çalışmalı” diyenler ve “ille de çalışacağım” diyen ortalama 3.000-4.000TL geliri olan kadınlar, mecbûren yeterince yada “sonuna kadar” dürüst olamayacaklar ve en nihâyet bir süre sonra da yaptıkları uygulamayı (yâni “yarı dürüstlüğü”) ölümüne savunmaya başlayacaklardır.

 

Çalışan annelerin çocukları, sabahları anne-babaları işe giderken babalarının işe gitmesine içerlemiyorlar fakat annelerinin evden çıkmasına çok içerliyorlar ve gitmelerinden dolayı kendilerini paralıyorlar. Sonuçta çocuklar, annelerinin çalışmasını kaldıramıyor. Böylelikle çalışan anneler işe gitmekle bakıcılara zulmettikten sonra, çocuklarına da zulmetmiş oluyorlar. O hâlde annelerin çalışması “çifte zulüm” oluyor.  

 

Çalışan anneler anneliği iyi bilmemektedirler. Çünkü işin pratiğini yapmamaktadırlar ve bu işi başkalarına devretmektedirler. Annelik bir meslektir. Üstelik bu meslek kadına ilk başta Allah tarafından öğretilmiş ve fıtratlarına yerleştirilmiştir. Sonra ise bir tecrübe olarak anneden kıza aktarıla-gelmiştir. İnsanlık târihi kadar eski bir meslektir annelik. O yüzden değeri ölçülemez. Zâten “cennetin annelerinin ayaklarının altında olması”nın nedeni de budur.   

 

Doğal ortamları olan evlerden çıkan kadınlar, Dünyâ’nın şeytan lehine bozulmasına neden olarak büyük bir zulmün tetikleyicisi ve sürdürücüsü olmuşlardır. Zîrâ kadın ev-dışına çıktığında ya eziyet görür, yada eziyet eder.

 

Çalışan anneler fıtratlarında olan o vicdânı, merhâmeti ve annelik duygusunu zamanla yitiriyorlar yada en azından bu duygular zamanla azalıyor. Kadınların kendi işleri dışında çalışması, Sanâyi Devrimi ile birlikte batı’da başladı. Batı’lı kadınlar o günden bu yana çalıştıkları için bu duygulardan neredeyse tamâmen uzaklaşmıştır. Muhammed İkbal bu nedenle; “batı’lı kadın kâlpsiz ve kadınlık duygularından mahrûmdur” der. Bu durum artık doğu’lu kadınlar için de geçerli olmaya başladı. Bu, kadınların hem kendi fıtratlarına, hem de çocuklarına yaptıkları bir zulümdür.

 

Modernizm anneliğin gözden düşürülmesidir. Modernite ve modern insan anneliği kötülemektedir. Hayati İnanç şöyle der:

 

“Ana-okullarında ‘ana’ yok, huzur-evlerinde huzûr yok. Annelik Dünyâ’nın en zor işidir. Kadının yapacağı hiç-bir iş ‘annelik’ten daha önemli olamaz. Cennet erkeklerin, kadınların ve babaların değil, annelerin ayağı altındadır. Beşiği sallayan, Dünyâ’yı da sallar. Ayağının altında cennet olan kadın hakkında ileri-geri konuşulmaz”.

 

Annelerin çalışmasıyla evler “akşam girilip yatılan ve sabah çıkılıp gidilen oteller” hâline gelmiştir. Baş-örtüsünün sistemin istediği tarzda “serbest” bırakılmasıyla kadınların yüksek okul ve çalışma hayâtına katılması kapitâlist-feminist bir projedir. Modern baş-örtüsü, ‘İslâmî tesettürün bir parçası” olmaktan çıktı ve modern kadın için “özgürlük simgesi” hâline geldi. Fakat bu özgürlük “ahlâk ve adâletten arındırılmış özgürlük”tür (emansipasyon). Modern kadın, mekânın modernleştirilmesinin (apartman) de sonucunda evi bir hapis-hâne gibi görmektedir. O yüzden kendini “dışarı” atmak istemektedir. Fakat kamusal alan da aslında bir “açık-hava hapis-hânesi”dir. Kamu kurumları ise tam bir hapis-hâne şeklindedir. Eskisi gibi tarlalarda açık-havada çalışmaya benzemez.

 

Kadının çalışması hiç-bir şekilde tam anlamıyla mahremiyet konusunu öteleyemez. Mahremiyeti önce tesettüre sonra da baş-örtüsüne indirgeyerek kadını kamusal hayâta taşımak, onun hem mahremiyetine hem de anneliğine zarar verir-verdi. Kadın evden ayrılınca aslında sâdece eşinden-çocuklarından değil, anne-baba, kaynana-kayınbaba ve hattâ komşularından ayrılmış olur. Çalışan kadının komşuluk ilişkileri otomatikman biter yada çok azalır. Abdurrahman Arslan bu konuda şunları söyler:

 

“Müslüman kadının, tesettürlü olduğunda kamusal alanda sanki her işi/şeyi yapabilme imkânını elde etmiş birisi gibi kendini görmekte oluşu, artık bugün yanlış bir şekilde kabûl gören bir kanaât hâlini almıştır. Cinsiyetten bağımsız rôl telâkkisine sâhip bu düşüncede bütün amel-biçimleri kadar beden de aslında baş-örtüsüne indirgenmiştir. Baş-örtüsünün serbestlik kazanması, hayâtın pratiğine bir tercih olarak katılmayıp muhâlefet eden müslüman kadının/evin nihâyette emeğin/üretimin tanımlanmış eril dünyâsına eklemlenmesinden başka bir şey olmadı. Nihâyette müslüman kadın murâdına erdi ve kapitâlizmin ‘çalışma dînine’ katılma imkânı bulmuş oldu.

 

Kapitâlizme âit bu telâkkinin önemli husûsiyeti, çalışmayı mekân ve zamânı olarak evin hâricinde, âile ve dinden bağımsız tanımlamasıdır. Haddizâtında bu, insanın sâhici sosyâl dünyâsı olan evi sâhipsiz/insansız bırakmış bir tanımdır. Batı-dışı toplumlarda ve tabî ki bilhassa müslüman dünyâda âile, kadın, kadının çalışması ve onun evle özdeşleşmiş rôlü sıkça bir ‘geri kalmışlık sorunu’ şeklinde ele alınır. Çağdaş müslüman kadın kadar erkek de gördükleri eğitime paralel olarak artık bugün meseleye bu zâviyeden bakmakta, böyle bakmaktan da bir türlü kurtulamamakta. Bilhassa yeni kuşaklar, ‘geleneksel’ diyerek damgaladıkları değerlerin değişmesi gerektiğine ve erkekle eşitliğin sağlanmasına vurgu yapmaktadır. Bu fikrin taşıyıcısı olan müslüman için kadın meselesi, bir ‘katılım’ meselesi olarak anlaşılmakta, bu yüzden de geleneksel kabûl edilen değerlerin değişmesiyle kadının erkek dünyâsına kolayca katılabileceği ve böylece eşitliğin sağlanacağına inanılmakta. Öte-yandan da aldığı eğitimin zorlayıcı teşvikine rağmen taşıdığı baş-örtüsünden dolayı mahrum bırakıldığına inanan müslüman kadın da aşırı şekilde çalışma isteği taşımaktadır. Dün mahrum bırakılmış olsa da aslında bu, günümüzün neo-liberâl siyâset ve kültürüne de uygun düşen bir taleptir. Müslüman kadın çalışma dolayısıyla evi terk etme isteğini meşrûlaştırmak üzere cinsiyet ve anneliği ertelemektedir. Zîrâ aldığı eğitimden dolayı ev, oryantâlist söylemi doğrular gibi onun için artık bir hapis-hâne görünümündedir. Kamusal alanın aslında duvarları olmayan bir hapis-hâne olduğunu anlayabilmesi için daha bir miktar zamânın geçmesi gerekecektir.

 

Eğitimli yeni kuşaklar, anneleri gibi olmak istemiyor. Ama onları güçlü âile/akrabâ bağları içinde, rûh sağlığı yerinde insanlar olarak yetiştirenlerin, evi kendisine yurt edinen anneleri olduğunu nedense unutuyorlar”.

 

Bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Modern çağda kadınlar, gelenekleri terk etmeden zamâna ayak uydurmaya çalışan bireyler hâline dönüşüyor. Bir yandan geleneksel kalmaya çalışarak anne olan, evine bakan; bir yandan modern olmaya çabalayan, kariyer hedefleri olan kadınların yaşadığı bu çatışma âileler için zorlu bir gerilim hâline gelebiliyor. Mükemmel kariyer, mükemmel anne, mükemmel eş… Tüm bunlar kadınların kaldırabileceğinden çok daha fazla sorumluluk üstlenmesine bunun sonucunda da hem kendisini hem âile bireylerini mutsuz edecek tutumlar sergilemesine yol açıyor”.

 

Fakat buna rağmen kadınlar yine de işi bırakmayı ve çalışmamayı düşünmüyor. Zîrâ kapitâlist-modern hayat ve nefs onlara; ikinci bir ev, ikinci bir yazlık, sıfır ev, sıfır eşyâ, sıfır araba, kolejde okuyan çocuk ve bolluk içinde bir yaşam arzulatıyor. Bundan vazgeçemeyerek doğala, normâle ve fıtratlarına aykırı davranan anneler, mecbûren kendilerine zulmediyorlar.

 

Çalışan anneler; ya ev-hanımlığını terk edecek ve genelde haklarını tam olarak vermedikleri “ücretli ev hanımı” tutarak çalışanına zulmedecek, yada çalıştığı işinden sonra bir de evinde “ev-hanımlığı işi”ni de yaparak kendine zulmedecektir. O hâlde -çok özel şartlar dışında- kadınların çalışması mutlakâ zulümle sonuçlanacaktır.

 

Annelerin çalışmak, babaların ise yoğun olarak çalışmak zorunda kaldığı kapitâlist-seküler düzenlerde artık âile çocuk terbiyecisi” olma rôlünü büyük ölçüde kaybetmiştir. Okulların ise çocukları yetiştiremediği bal gibi ortadadır.

 

Kadının çalışması gerçekten hem kadın için hem de insanlığın gelişmesi için çok önemliyse, o zaman zenginlerin, devlet başkanlarının ve devlet adamlarının eşleri niye çalışmıyorlar?. Diğer kadınlar gibi sabah altıda-yedide kalksınlar, işlerine gitsinler ve akşama kadar çalışsınlar. Kadınların çalışması bu kadar önemliyse bahsettiğimiz kişilerin eşleri niye çalışmıyor ki?. Dünyâ’yı yönetenlerin eşlerinin çalışması söz-konusu bile edilmiyor; çok zenginlerin eşleri çalışmıyor, orta-hâllilerin eşleri ise kıyak işler yapıyorlar. Olan  garibanların hanımlarına oluyor. Zîrâ onlar en düşük ve ezici işlerde çalışmak zorunda bırakılıyorlar ve çalışmaya zorlanıyorlar. Demek ki “kadın çalışmalı, ayakları üzerinde durabilmelidir” denilen kadınlar, garibanların kadınlarıdır. Nerden baksanız tutarsızlık, nerden baksanız ahmakça, nerden baksanız zulüm.

 

Annelerin çalışması ve çalıştırılması, hiyerarşik bir zulüm sistemidir. Anneleri çalışmak zorunda bırakan ideolojiler, sistemler ve uygulamalar bu zulmü başlatmış, sonra da bu sistemlere uyan yada uymak zorunda kalan kadınlar da bu zulmü sürdürmüş ve sürdürmektedir.

 

Velhâsıl kelam; Kadının işyeri, evidir. İşyerini dışarıya taşımak, zulmü de mutlakâ yanında getirir. Zîrâ doğala, normâle ve fıtrata aykırı davranmak zulmü ateşlemek demektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir

 

Hârûn Görmüş

Hazîran 2019

Devamını Oku »

27 Ağustos 2020 Perşembe

Tebliğ Üzerine

 

“Ey Peygamber!; Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz, Allah, kâfir olan bir topluluğu hidâyete erdirmez” (Mâide 67).

 

“Ulaştırmak, götürmek, bildirmek, eriştirmek” anlamlarına gelen tebliğ, zımnen; “tebliğ ettiğini ilk önce sen uygula” mesajını da yanında taşır. Bir insanın başkalarına iyiliği emrederken kendisinin tebliğ ettiklerini yapmaması ve yaşamaması olmaz. O hâlde tebliğ yâni yazımızda söz-konusu ettiğimiz İslâm’ın tebliği, yerini en güzel şekilde bulması için, tebliğcinin tebliğ ettiği şeyleri ilk önce kendisinin yapıyor olması ve bunu meleke hâline getirmiş olduğunun izlerinin üzerinde görünüyor olması gerekir. Aksi-hâlde tebliğ ve de dâvet etkisiz olur, güdük kalır. Zîrâ insanlar, kendilerine yapılan tebliğdeki emir ve yasakların, ilk önce tebliğcide görünüyor olmasına bakacaklardır.

 

Peygamberler, peygamberlik öncesinde de temiz, dürüst ve ahlâklı kimselerdi. Fakat peygamber olarak seçilmeleri ve ardından da vahiylerin gelmesiyle kendilerini tam anlamıyla İslâmî düzene sokmuşlar ve inşâ olmuşlardır. Sonra da -yaptıkları o tebliğin emâreleri kendilerinde göründüğü için- çok güçlü ve etkileyici tebliğler ve dâvetler yapabilmişlerdir. Aksi-halde insanlar tebliğden etkilenmezlerdi. Demek ki gerçek bir tebliğ için tebliğcide, tebliğ ettiği şeylerin emâreleri gözüküyor olması gerekir. İslâm’ın tebliğinde bunlar çok önemlidir. Zîrâ “Allah’ın dîni” tebliğ edilmektedir ve bu tebliğ en güzel şekilde yapılmalıdır ki peygamberler zâten bunun en güzel örnekleridir. Tüm peygamberlerdeki örnekliğin bir ucu da, “tebliği en güzel şekilde yapmış olmaları”dır.

 

Tebliğcide “yaratılıştan gelen” asık olmayan bir yüz, itici olmayan bir ses rengi, yumuşak bir üslup ve güven vericilik gibi özellikler olmalıdır. Böyle olmayan kişiler yüz-yüze tebliğden ziyâde yazılı tebliğler yapmalıdır. Çünkü insanlar kendilerine düşüncelerini ve davranışlarını değiştirecek tebliğler yapmaktadırlar ve bunu kabûl etmek zâten zor olduğundan, bir de tebliğcinin asık bir suratla ve yanlış bir üslupla tebliğ yapması kişiyi tebliğciyi ve tebliği dinlemekten kaçıracaktır. Yine tebliğ, apaçık bir şekilde ve hiç-bir şey gizlenmeden ve bir şeyden çekinmeden çok net olarak yapılmalıdır.

 

Hem tebliğciler hem de kendisine tebliğ yapılanlar bilmelidirler ki, tebliğ, ardından İslâmî sorumlulukları ve davranışları getirecektir. O hâlde tebliğ, “yeni bir yaşam-tarzına dâvet”tir. Tüm peygamberler insanlara, bulundukları şirk, küfür ve zulüm düzenlerine dayalı yaşam-tarzlarını değiştirme ve bunun yerine İslâmî yaşam-tarzını teklif etmek ve sunmak için tebliğ yaparlar. Zîrâ bunun için görevlendirilmişlerdir. Bu yaşam-tarzı ilk başta kendi üzerlerinde ve peygamberlere ilk inanan kişiler üzerinde görülmelidir ki “güzel örneklik”in bir görünümü de budur:  

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 21).

 

O hâlde peygamberlerin tebliği, aynı-zamanda dâvetleridir; İslâmî yaşam-tarzına dâvet. Bu yaşam-tarzının bir örnekliği de olmalıdır ki peygamberler işte bunun örnekleridir. Peygamberler, vahiy-merkezli olan İslâmî bir yaşam-tarzı için, Allah’ın onayladığı İslâmî bir hareket metodu kullanmışlardır. Bu da, tebliğin salt “tebliğ” ile kalmadığı ve tebliğden sonra da hem sözlü hem de amelî bir yaşam-tarzını öğretmekle ve göstermekle görevli olduklarının delîlidir.

 

Modern zamanlarda bu durum çok yanlış anlaşılıyor ve istismâr ediliyor. Modern yaşam-tarzına iyice doymuş olanlar, İslâmî yaşam-tarzını yani peygamber örnekliğini uygulamak istemedikleri için, mevcut modern yaşam-tarzlarını Kur’ân ile meşrûlaştırmak adına, Peygamber’in örnekliğini yâni “hikmet” denen tebliğ, beyân ve ameli göz-ardı ediyorlar. Peygamber’in; vahyin açıklayıcısı, öğreticisi ve uygulayıcısının olmadığını söylüyorlar. “O sâdece kendisine geleni tebliğ eder o kadar” diyorlar. Çünkü dediğimiz gibi, yeni bir yaşam-tarzı tebliği ve dâveti vardır ve bu yaşam-tarzı kişilere bir-çok sorumluluklar yüklemektedir ki bu sorumluluk, modern yaşam-tarzıyla çeliştiği için, modern yaşam-tarzından vazgeçmeyi yanında getirmektedir. İşte bu nedenle modernler, bundan vazgeçmek istemediklerinden dolayı, “Peygamber sâdece tebliğ yapar başka da bir şeye karışmaz” derler. Tabi böyle düşünülmesinin bir nedeni de, âyetleri bağlamından kopuk olarak okumalarıdır.

 

Peygamber, Kur’ân’ı tebliğ ederken “önemli” oluyor ama Kur’ân’ı uygularken “önemsiz” oluyor öyle mi?. Peygamber sanki, “ben ancak bana gelen vahyi harfi-harfine iletirim ve gerisine karışmam” diyormuş gibi konuşuyorlar. Oysa âyetlerde Allah, Peygamber’e beyân yâni söz ile açıklama ve amel ile örnek olma emrini de vermiştir:

 

“O, ümmîler içinde, kendilerinden olan ve onlara âyetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a 2).

 

“De ki: Bu, benim yolumdur. Bir basîret üzere Allah’a dâvet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim” (Yûsuf 108).

 

Şimdi, “Peygamber’e düşen sâdece tebliğdir” denilen âyetleri ortaya koyalım ve bir değerlendirme yapalım…

 

“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 20).

 

“Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir (Mâide 92).

 

“Bilin ki, Allah gerçekten cezâsı pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Elçiye tebliğden başka (yükümlülük) yoktur. Allah açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir” (Mâide 98-99).

 

“Onlara (azâb olarak) vâdettiklerimizden bir kısmını sana göstersek de, senin hayâtına son versek de, sana düşen yalnızca tebliğ etmek, hesap (sormak) bize âittir” (Ra’d 40).

 

“Şirk koşmakta olanlar dediler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, O’nun dışında hiç-bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız da; ve O’nsuz hiç-bir şeyi haram kılmazdık’. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Şu-hâlde elçilere düşen apaçık bir tebliğden başkası mı?” (Nâhl 35).

 

“Fakat onlar yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca apaçık bir tebliğdir” (Nâhl 82).

 

“De ki: ‘Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin. Eğer yine yüz çevirirseniz, artık onun (peygamberin) sorumluluğu kendisine yüklenen, sorumluluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, hidâyet bulmuş olursunuz. Elçiye düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir” (Nûr 54).

 

“Eğer yalanlarsanız, sizden önceki ümmetler de (elçilerin çağrısını) yalanlamışlardır. Elçiye düşen, yalnızca açık bir tebliğdir” (Ankebût 18).

 

“Dediler ki: ‘Siz, benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahmân (olan Allah) da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylüyorsunuz’. Dediler ki: Rabbimiz, gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilir. Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur (Yâsin 15-17).

 

“Şâyet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık Biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isâbet ederse, bu durumda insan bir nankör kesiliverir” (Şûrâ 48).

 

“Allah’a itaat edin ve Resûle de itaat edin. Şâyet yüz çevirecek olursanız, artık elçimiz üzerine düşen (yalnızca) apaçık bir tebliğ (gerçeği size iletmek)dir” (Teğâbün 12).

 

Âyetlerde de görüldüğü gibi, söylenmek istenen şey; Peygamber’in “ben sâdece bir tebliğciyim, âyetleri duyururum ve gerisine karışmam” demesi değildir ve âyetlerin bütünlüğüne bakıldığında bundan bahsedilmediği görülür. Âyetlerin tamâmını okuduğumuzda yada âyetleri bağlamları yâni siyâkı ve sibâkı ile birlikte okuduğumuzda, Peygamber’in, İslâm’ı apaçık anlattıktan sonra söylediği şey; “eğer Allah’ın emrettiği yapılmazsa, Allah’ın azâbıyla karşılaşırsınız” demektir. “Allah’ın emirlerini yerine getirmeyenlerin cezâ göreceğini” söylemektedir. Peygamber, âyetleri insanların yüzlerine karşı apaçık bir şekilde okur, açıklar ve yapılması gerekeni gösterir. Buna rağmen muhâtaplar kabûl etmezlerse, “Peygamber’e düşen sâdece tebliğdir” âyeti söylenir. Yâni Peygamber tüm çabayı gösterdikten sonra gelen bir sözdür bu. Yoksa “bakın bana vahiy geldi, şöyle-şöyle diyor, size bunları söyledim, başka da sözüm yok, artık ne hâliniz varsa görün” anlamında bir şey değildir. Çünkü Peygamber, Allah’ın emrettiklerini en başta kendisi uygar ve örneklik olarak açığa çıkarır. Yoksa karşıdaki muhâtap “sen niye yapmıyorsun” demez mi?. Bu bağlamda bir yazıda tebliğ hakkında şunlar söylenir:

 

“Tebliğ; sözün, düşüncenin, eylemin topluma bildirilmesidir. Resûller, Allah’ın âyetlerini, emrettiği dînini, emirlerini, bilgilerini insanlara bildirmekle görevlidir. Tebliğ ifâdesinin içinde sâdece bildirme yoktur. Bildirmenin içinde açıklama görevi bildirene yüklenmiştir. Allah, İbrâhim Sûresi’nin 4. âyetinde: ‘İnsanlara iyice açıklasın diye her Resûlü yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik’; Duhân Sûresi’nin 13. âyetinde: ‘Nerede onlarda öğüt almak?. Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti’; Rahmân Sûresi’nin 4. âyetinde: ‘Rabbi ona açıklamayı öğretti’; Ahzâb Sûresi’nin 21. âyetinde: ‘Resûl sizin için güzel bir örnektir’ ifâdesiyle, Resûlün açıklamaları, uygulamaları tebliğden sayılmıştır. Kısacası inananlar, Resûlün tebliğ ettiği gibi tebliğ etmek, Resûlün açıkladığı gibi açıklamak, Resûlün âyetleri uyguladığı gibi uygulamak zorundadırlar.

 

Allah; Resûlü Muhammed’e iyiliği hiç-bir şeyle takas etmemesini, karşılığında bir şey beklememesini söylemektedir. Böylece tebliğ metodunda, sözün nakli, açıklanması, uygulanması, elbisenin temiz tutulması, kötü şeylerden uzaklaşılması, iyilikler karşılığında beklentiye girilmemesi gibi unsunlar tebliğin temelini teşkil etmektedir.

 

Tebliğ eden kişi tebliğ ettiklerini anlıyor; ama tebliğ edilen kişi anlamıyorsa buna tebliğ denmez. Asıl olan, tebliğ edilen kişinin, tebliğ edilenleri anlamasıdır. ‘Ben yaptım oldu, görevimi yerine getirdim, tamam’ demek mümkün değildir. Tebliğ edilenin kabûl edilip-edilmemesi önemli değildir. Önemli olan tebliğ edilen kişinin, tebliğ edileni hiç-bir tartışmaya gerek duymadan anlamasıdır. Tebliğ edilen kişi, güvenmediği, inanmadığı yetmiyormuş gibi, tebliğ edenin zayıf düştüğünü anlarsa, dalga geçer, sonra karşı saldırıya geçer. Böyle bir durum polemiklerin yaşanmasına neden olur. Bu nedenle tebliğ eden kişi, tebliğ edeceği konularda detaylı bilgilere sâhip olması gerekir. Anlama, açıklama, uygulama konusunda örnek teşkil etmek tebliğin içindedir”.

 

İslâm’ı anlatmada ve İslâm’a dâvet etmede ve bunun tebliğini yapmada zorlama yapılamaz. “Dinde zorlama yoktur” âyeti işte burada devreye girer. Hiç kimse dîni kabûl etmeye zorlanamaz. Tabi bu zorluk, “dîni kabûl etme” noktasındadır. Yoksa dîni kabûl eden kimse için İslâm insanlara bir-çok sorumluluk ve de dolayısı ile zorluk yükler.  

 

Tebliğci tebliğ ettiği şeyi hayâtına yansıtmamışsa tebliğin bereketi düşecek ve etkisi azalacaktır. Açıkçası tebliğci asık suratlıysa, sesinin rengi ve üslûbu kötüyse o kişiden tebliğci olmaz ve o kişi yüz-yüze tebliğden ziyâde, daha farklı alanlarda İslâm yolunda olmalıdır. Çünkü aslında tebliğci, göründüğü gibi sert değilse, konuştuğu gibi söylemek istemiyorsa ama öyle görünüyorsa ve anlaşılıyorsa, yine de tebliğ yapmaması kanımca daha uygundur. Bu kişilerin tebliğini ve de dâvetini yazılarıyla yapması uygun olur.

 

Tebliğin sonuç vermesini ve hemen karşılık bulmasını beklemek olmaz. Yâni tebliğci aceleci de olmamalıdır ve sabırla tebliğini yapmalıdır. Çünkü muhâtap, duyduklarını o anda sindiremez ama sonra mutlakâ o sözler kişinin bilincinde yer edecektir.  

 

Kişiye tebliğ çok açık ve net olarak yapılamalıdır. Tebliğde kapalı bir taraf kalmamalıdır. Her-şey ne ise o şekilde tebliğ edilmelidir. Kıvıracak ve gizlenecek bir şey yoktur, olmamalıdır. Böylece karşıdaki kişi yapılan tebliği anlayacaktır. Bunun sonucunda kişiye belli bir süre verilmelidir. Eğer kişi, tebliğ konusunu doğru bir şekilde anladıktan belli bir süre sonra hâlâ eski düşüncesinde ve davranışındaysa artık o kişiye tebliği devâm ettirmenin gereği yoktur. Çünkü aşırı tebliğ, karşıdaki kişiyi dîne düşman edebilir yada düşmanlığı varsa bu düşmanlığı arttırabilir. Açıkçası, kişi yapılan tebliği idrâk etmiş fakat kabûl etmemişse, o kişi İslam açısından kâfir ve müşrik olarak kabûl edilir. Kişi, kendisine tebliğ yapılana kadar “câhil”, fakat apaçık tebliğe rağmen kabûl etmemiş ise kâfir ve müşrik olarak kabûl edilir. Zîrâ kişi, yapılan tebliğde anlatılanların gereğini yapmaya yanaşmamaktadır.

 

Tebliğ, bir “yaşam-şekli değişimi teklifi”dir. Aslında daha çok Allah’ı kabûl edip de küfre ve şirke karışmış olanların bilinçlenmesi ve değişimi için yapılır.

 

Medyada yapılan tebliğler “hakkıyla” yapılmamaktadır. Zîrâ tebliğin hakkı verilmemektedir. Çünkü küfür, şirk, zulüm ve kibir apaçık bir şekilde ortaya konulmamaktadır. Çünkü tebliğ apaçık bir şekilde medyadan yapıldığında, tebliği yapanların sistem tarafından “zarâra ve sıkıntıya uğrama riskleri” vardır ki bu risk onlar için büyüktür. O yüzden resmî kurumlarla irtibatları olanların ve mevcut sistemin taşeronluğunu yapanları apaçık bir şekilde desteklediğini söyleyenlerin yaptıkları şey tebliğ değildir. Çünkü hakkı ve hakîkati gizlemektedirler. Böyle olunca da din tam anlaşılamamakta ve eksik anlaşıldığı için de yanlış anlaşılmış olmaktadır.

 

Çeşitli korkular nedeniyle tebliği apaçık yapamayanlar, hem dîni eksik anlatmışlar hem de dîni kullanmış olurlar. Zîrâ bu şekilde yapılan tebliğden geçinmektedirler. Tebliği apaçık bir şekilde yapmamaktan geçinmektedirler. Zâten apaçık Kur’ân gerçeklerini anlatmaktan ve hakîkatin anlaşılmasından korkanlar, bunun çâresi olarak Kur’ân’ın âyetlerini aşırı yoruma tâbi tutarak olduğundan çok daha farklı bir anlama kaydırmaktadırlar. Apaçık âyetler moderniteye, mevcut seküler sisteme ve çıkarlara ters düştüğünden dolayı aşırı ve modern yada klâsik yorumlarla saptırılmaktadır. Netîcede Hz. Muhammed’in yaptığı gibi bir tebliğ yapıl(a)mamakta ve Allah’ın emirleri apaçık bir şekilde ortaya kon(a)mamaktadır. Çünkü bu şekilde yapılan -sözde- tebliğlerin bir bedeli olmuyor ve tebliğci imtihandan kurtulmuş oluyor. İmtihandan kurtulmak “imtihanı geçememek” demek olduğundan dolayı da, Allah imtihanı geçip de liyâkatini ispatlayamayanlara yardımını ulaştırmıyor ve müslümanların mevcut kötü durumları ağırlaşarak devâm ediyor. Durum böyle olunca, medyatik tebliğciler, dâvetlerini Allah’a, hakka ve hakîkate değil, mezheplerine, târikatlarına, cemaatlerine ve partilerine vs. yapmış oluyorlar.  

 

Bugün müslümanlar mümkün olduğu kadar topluma, toplumun otoritesine, başlarına belâ gelmeyecek şekilde İslam’ı tebliğ etmeyi öne çıkarıyorlar. Hâlbuki âyetlerin ifâdesi açık, kesin ve nettir:

 

“Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şeyi göz-ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab vardır. Onlar, hidâyete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azâbı satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar” (Bakara 174-175).

 

Temsil tebliğden daha etkilidir. Hâl ile yapılan tebliği kâl ile yapılan tebliğden daha etkilidir.

 

Tâviz vererek ve sürekli olarak ruhsatlara sarılarak tebliğ de olmaz dâvet de olmaz. Zâten tâviz, tebliğ ve dâvetin bereketini kaçırır ve ters teper.   

 

Şu da var ki, tebliğ ve de dâvet karşılık bulmazsa, helâkı celbeder. Bu helâk ilk başta insanın iç-âleminin helâk olmasıyla başlar. İç-âlemi helâk olanın dış-âlemi de yakın-uzak vâdede mutlakâ helâk olur. Zîrâ kapta ne varsa dışına onu sızdırır.

 

Tebliğci ve dâvetçi, yaptığı tebliğ ve dâvetin sonuç vermemesine çok da üzülmemelidir. Zîrâ tebliğ ve dâvet, mutlakâ tebliğci ve dâvetçiye fayda verir. Zîrâ onu sorumluluktan kurtarır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mayıs 2019

 

 

Devamını Oku »

23 Ağustos 2020 Pazar

Kadın-Erkek Eşit(siz)liği Üzerine

 

“Allah’ın, bâzısını bâzısına “üstün” kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde koruyucu-yöneticidir (kavvâm)...” (Nisa 34).

 

Kadın-erkek eşitliği söylemi, modern hattâ post-modern bir söylemdir ve “feminizm sapıklığı” ile birlikte ortaya atılmıştır. Aslında feministler, “kadının erkekten üstün olduğunu” savunurlar ama bunu bir-anda ve direkt olarak söyleyemedikleri için -ki artık açıkça söylemeye başladılar-, “kadın-erkek eşittir” söylemini bir “ön söylem” olarak îcat edip dile getiriyorlar. Bu söylemin bir sonraki söylemi, “kadın erkekten üstündür” şeklindeki söylem olacaktır. Zâten söylem olarak çok açık olmasa da pratik hayatta, kadın erkekten üstün tutulmaya başlamıştır ve hattâ erkekler kadına bağımlı hâle getirilmeye çalışılmaktadır. Tabi bu aslında toplumda bir karşılık bulmamakta, kadına boğdurulmaya çalışılan erkek, kadına olan üstünlüğünü “başka” şekillerde göstermektedir. Hem de bu, ileri toplum, geri toplum meselesi de değildir. Kadına şiddetin ilk sırada olduğu ülke, bir Avrupa ülkesi olan Danimarka, ondan sonra da Finlandiya ve İsveç’tir.

 

Aslında erkeklerin kadınlardan, başta fizîki yapıları olmak üzere bir-çok üstün özelliklerle donatılarak yaratıldığını ve bunun bâriz bir şekilde görüldüğünü, erkeklerden çok kadınlar biliyor. Çünkü bu ayan-beyan görülebiliyor. Fakat kadınlar bunu feminizm ve liberâl-kapitâlist hareketler ve sistemlerin kışkırtmasıyla görmezden gelerek yok saymak istiyorlar. Sonuçta ise her zaman da kendileri zarar görüyor.

 

Erkeklerin kadınlara göre daha üstün özelliklere sâhip olduklarını tartışmak bile abestir. Apaçık olan bir şeyin tartışmasını yapmak ahmaklık olsa gerektir. Allah, erkekleri çeşitli nedenlerden dolayı kadınlara göre daha üstün özeliliklerle donatmıştır. Yâni erkekler üstünlüklerini sonradan kazanmamışlardır ki bunun bir rövanşı olsun ve kadınlar bir baskınla bunu tersine çevirsin. Allah, erkeği kadına göre üstün şekilde yaratmıştır. Çünkü onlara daha fazla sorumluluk yüklemiştir. Bu durum kadınların ezilmesini ve hor görülmesini gerektirmez elbette. Zâten erkekler bu üstünlüklerinden dolayı kadınlara merhâmet de ederler. Fakat sûni bir durum olarak, “üstünlük” kadınlara verildiğinde, kadınlar erkeklere karşı son derece merhâmetsiz davranabiliyorlar. Meselâ kadınlar erkeklere âmir yapıldığında -ki bu durumu normâl bir erkeğin kabûl etmesi mümkün değildir- erkekleri ezmeye yöneliyorlar ve sanki bu durumdan derin bir haz alıyorlar. Fakat erkekler buna bir noktadan sonra katlanamıyorlar  ve sonunda da iş “istenmeyen” yerlere gidebiliyor.

 

Modern zamanlarda sıkça görülen ve artan, kadınlara yapılan şiddet eylemleri, birilerinin, kadınları, doğal, normâl ve fıtrata aykırı olarak erkeklerin önüne geçirmek istemeleri ve erkeklerin de buna doğal olarak katlanamamalarındandır. Tabi kendini bilmez erkeklerin merhâmetsiz ve vicdansızca yaptıkları “insan-dışı” eylemler nedeniyle de böyle şeyler yaşanmaktadır maalesef.

 

Erkeklerin kadınlar üzerinde “üstün” olmaları, ta ilk baştan bêridir böyledir ve kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Feminist hareketler boşu-boşuna 2+2’yi 5 olarak göstermek istemektedirler. Modern zamanlarda kadınlara verilen sözde üstünlük, onların aşırı bir yük yüklenmelerine ve kendilerinin maddî-mânevî ezilmelerine sebep olmaktadır. Kadının özgürlüğü, “kadın özellikleriyle hareket etmek”le sağlanabilir ancak. Kadınları kışkırtarak, erkekler gibi her işe yöneltmek, kadınlara yapılan bir zulümdür. Târihte kadın, modern zamanlarda olduğu gibi bir zulme hiç-bir zaman mâruz kalmamıştır.

 

Târihi yapanlar hep erkeklerdir. Her konuda bir “erkek üstünlüğü ve belirginliği” vardır. Kadınlar da erkelere destek olmuşlardır tabi târih boyunca. Zâten “normâl” olan da budur. Fakat bu, kadınların târihte her zaman “ikinci plânda” kaldığı ve kalacağı gerçeğini değiştirmez. Bu durum kadınların zoruna gitmemelidir. Çünkü Allah’ın dilemesi ve yaratması böyledir. Kadınlarda erkeklere göre üstün özellikler vardır ki erkekler bu özellikleri kıskanmazlar ve zâten o konularda üstün olduklarını da kabûl ederler.

 

Diyorlar ki; “artık kadınlar da erkeklerin yaptığı her işi yapabiliyorlar”. Sanki iyi bir şey söylüyorlarmış gibi bunu övüne-övüne dile getiriyorlar ve acınacak durumlarına gülüyorlar. Oysa şu bir gerçektir ki, erkekler her işi kadınlardan daha iyi yaparlar. Buna yemek yapmak ve ev temizliği vs. gibi işler de dahildir. Zâten iş için direnci daha fazladır erkeğin. Bir işin yapılmasında direnç çok önemlidir. Direnç düşünce işin kalitesi de düşüyor doğal olarak. Fakat kadında; erkekte olmayan, Allah tarafından verilmiş bâzı özellikler ve duygular vardır. Vicdan, merhâmet, şefkat ve bâzı refleksler var; meselâ birisiyle konuşurken yada televizyon izlerken çocuğunu uyutmuş olan kadın, çocuğun ufak bir hareketlenmesinde, plânlanmamış bir şekilde çocuğa eliyle küçük dokunuşlar yapar ve çocuk yeniden uykuya dalar. Bunu yaptığının kadın da farkında değildir. O, Allah tarafından kadına verilmiş ve meleke hâline gelmiş bir duygu, bir reflekstir.  

 

Feministler ve feminizm lehine çıkarılan kânunlar, kadınlara sûnî bir özgüven ve konum yüklemiştir. Kadınlar bu nedenle erkek egemenliği(!)nden kurtulduklarını sansalar da, normâl, doğal ve fıtrî olan şey, erkeklerin kadınların üzerinde “yönetici” (kavvâm) oldukları gerçeği ve zâten yaratılış olarak da kadınlara göre daha üstün de yaratıldıklarıdır. Sözde “kadın lehine” olan hareketler ve söylemlerle kadın, “modern bir eziklik” yoluna sokuluyor. Kadına, erkeğin önüne geçirilmeye çalışılmakla zulmediliyor.

 

Çalışan kadın kocasına karşı çok aksi davranabiliyor ve kazandığı parayla kocasına hava atmaya başlayabiliyor. Fıtratları bozulmuş olan layt ve kılıbık erkekler buna aldırış etmese de normâl ve doğallığını kaybetmemiş olan erkekler bu duruma tahammül edemiyor ve şiddet içeren “başka yollara” başvuruyor. Üç-beş kuruş para kazandı diye evde kocasına rest çeken kadın, işyerindeki erkek patronuna karşı nerdeyse köle gibi hareket ediyor. Yâni sorun erkeklere karşı bir tavır takınma değil. Kocaya karşı tavır alma; tabî ki “fakir” kocaya karşı alınan bir tavırdır bu. Bundan sonra ne oluyor?. Ya boşanmalar artıyor, çoluk-çocuk ortada kalıyor ve toplumun yapısı bozuluyor, yada erkek kadını dövüyor, öldürüyor ve kadın mezara, erkek hapis-hâneye, çocuklar da çocuk yurduna-yuvasına gitmek zorunda kalıyorlar. Anne-baba sevgi ve şefkatinden mahrûm yetişen çocukların olduğu bir toplum tabî ki de batışa doğru sürükleniyor.  

 

Kadınların çalışması erkeklerin sorumluluklarını unutturuyor ve erkekleri sorumsuz yapıyor. Ayrıca evin geçimini sağlamakla yükümlü olan erkekleri işsiz bırakıyor. Artık bir evde kadının çalışıp da erkeğin çocuklara bakması normâl hâle gelmeye başladı. Evin reisi kadın oldu ve bu rôl değişikliği erkekleri komplekse sokuyor ve en ufak bir olumsuz durumda da “kas gücünün hâlâ geçerli olduğu” açığa çıkıyor.

 

Kadın ve erkek eşit değildir. Çünkü ikisi farklıdır. Modern Dünyâ’da kadın-erkek eşitliği oluşturulmak isteniyor. Fakat bu eşitlik, “adâletsiz bir eşitlik” olacaktır. “Mutlak eşitlik” adâletsizlik demektir. Mutlak eşitlik, eşitsizliktir.

 

Nârin yapılı kadını erkek gibi görmek ve ona erkeğe yüklenen şeyleri yüklemek zulüm olur. Ceylana aslan gibi davranmasını söylemek ve ceylan ile aslanın eşit olduğunu savunmak çok yanlıştır. Aslan ile ceylan arasındaki fark bârizdir. Erkekler kadınlardan fizîki olarak daha güçlüdürler. Çünkü kadınların kas sayıları erkeklere göre daha azdır. Zâten kadınları “çekici” yapan özelliklerden biri de, kadınların kas sayılarının az olmasıdır. Yâni kadınların erkeklere göre fizîken güçsüz olmalarıdır onları çekici ve güzel kılan şey. Bu nedenle erkeklerin bu özelliklerinden dolayı kadınları kıskanmadıkları gibi, kadınların da erkeklerin kendilerine göre üstün olan özelliklerini kıskanmamaları ve bu yüzden de onların yerine geçme düşüncelerinden ve isteklerinden vazgeçmeleri gerekir:

 

“Allah’ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi (malı) temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından pay (olduğu gibi), kadınlara da kazandıklarından pay vardır. Allah’tan onun fazlını (ihsânını) isteyin. Gerçekten, Allah her-şeyi bilendir” (Nîsâ 32).

 

Filimler, diziler, klipler ve bâzı programlar âileyi ve dolayısı ile toplumu bozup ifsâd etti ve ediyor. İslâm’a uygun olmayan ve aykırı olan filmlerin ve programların yapımcıları ve yönetmenleri kadının rôlünü bozarak âileyi dağıtan kişilerdir. Böylece şeytanın ve tâğutun uşaklığını yapmaktadırlar. Abdurrahman Arslan modern kadının erkekle eşitlenmek istemesi bağlamında şunları söyler:

 

“Batı için artık modası geçmiş, bizde ise hâlâ tedâvülde tutulmaya çalışılan geçen asrın ideolojilerinden biri olarak ‘kartezyen’ zihin ve buna dayalı ‘feminizm’, insanın iki cinsi arasındaki bütünlük ilişkisini parçaladı. İnsanlığın bir kutbuna kadını, diğer kutbuna da erkeği yerleştirerek böylece ‘helâk’ı başlatmış oldu. Bizim için bunun taşıdığı tehlike, müslüman kadının erkek karşısında ‘adâlet’i bırakıp ‘eşitlik’ aramasıdır. Müslüman kadın bunu yaparken müslüman erkeğin bağımsız olduğunu varsaymakta ve bir müslüman olarak erkeğin ne kadar ezildiğini ise bu yüzden görememektedir. Müslüman kadının Tanzimat’la başlayan modernleşme isteği, kendini en çok, ‘erkek karşısındaki eşitlik’ arayışında gösterir. Bu daha çok, müslüman kadının, bulunduğu konumu ve yaşam düzeyini artık erkekle olan eşitliğiyle ölçmesidir. Erkekle ne kadar çok eşit konuma geliyorsa durumunun o kadar çok iyileştiğine inanıyor”.

 

Modernite ve feminist proje ile birlikte kendisine aşırı haklar verilen kadın, erkeğin önüne geçirildi ve kadın erkeğe üstün kılındı. Rôller değişti. Aslında değiştirilmek istenen şey fıtratlardır ki, bu aslâ değişmez ve değiştirilmeye zorlandığında ise bir fitne ve ifsâd başlar ve ağır bedeller ortaya çıkar. Kadınlar unutmasınlar ki bu ağır bedellerin çoğunu kendileri ödemek zorunda kalacaktır. Çünkü normâle, doğala ve fıtrî olana aykırı bir iş yapıldığında mutlakâ düzen bozulur ve ağır bedeller ödenmeyi gerektiren sonuçlar açığa çıkar. Zîrâ bu fitneye, önünü-arkasını hiç düşünmeden ve hesâp etmeden kapılıveriyorsunuz. Erkeklere üstün tutulmak nefsinize hoş görünüyor. Oysa Allah, âilenin yöneticisi olarak erkeği seçmiştir.

 

İbn-i Ömer, Allah Resûlünün şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürülerinizden sorumlusunuz. Yönetici çobandır. Erkek âilesinin çobanıdır. Hepiniz çobansınız ve idâreniz altında bulunanlardan sorumlusunuz!”.

 

Başka bir hadiste de şöyle der: “Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur” (Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâret 20).

 

Eski putperestlik, bâzı kadınları “tanrıça” yapmıştı; modern putperestlik ise, tüm kadınları “tanrıça” yapma yolunda. Fakat aslında olan şey, kadının bir mal şeklinde kullanılmasından başka bir şey değildir. Bu uğurda şimdiki kadınların çoğu cinsini değiştirmiştir. Erkeklere-özgü işlere ve hareketlere sâhip çıkarak anneliği ve kadınlığı terk ediyorlar. Kadınlığı erkekliğe tebdil ederek Allah’ın yaratışını değiştirip Allah’ın sünnetine karşı gelmektedirler.

 

Kadın-erkek eşitliği söylemi kadını erkeksileştiriyor. Kadının çalışması kadının fıtratını bozunca, bu bozulma kadının fizîki yapısına da sirâyet ediyor ve çalışan kadın bir-süre sonra erkeksileşiyor. Kadın normâl-doğal-fıtrî olan hâlinden çıkıp, ev-dışı işlerde çalışınca hâl ve hareketlerinde erkekleşme yönünde bir değişme oluyor. Zâten; çalışan, sürekli erkekler arasında bulunan, erkek gibi giyinen, sigara içen, spor yapan, “anne” ol(a)mayan ve çok okuyan kadınlar erkeksileşiyor. Çünkü kadının normâl-doğal-fıtrî durumuna aykırıdır bunlar. Zîrâ kadın, erkek kadar sorumluluk sâhibi değildir. Kadınlar erkeksileşirken, erkekler de kadınsılaştırılıyor ve bu, -dediğimiz gibi- “bir proje kapsamında” yapılıyor.

 

İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kânunla kadın, erkek üzerinde bir “ceberrût” yapılmıştır. Modern kadını “dokunulmaz” kıldılar. Modern kadına erkeğe karşı o kadar çok silah verilmiştir ki, duygusal yoğunluğu çok fazla olan kadının, bu silahlarla işleyeceği “cinâyetler”i şimdiden kestirmek çok kolaydır. Modern kadın bu kânun ile, tâbiri câizse, gıcık olduğu bir erkeği, iftirâ ile hapse attırabilecek; boşanmak istediği kocaya, “bana tecâvüz etti” (karı-koca arasındaki tecâvüz) diyerek evden uzaklaştırabilecek ve hapse attırabilecek; makâmında gözü olduğu bir erkeğin yerine kolayca geçebilecek fırsatlar bulabilecektir. İşte tüm bunlar doğallığı ve fıtratı bozduğundan dolayı şiddete ve kadın cinâyetlerine sebep olmaktadır.

 

Kadının erkeğe üstün olduğu tek şey anneliktir. Cennet “annelerin” ayakları altındadır. Kadının kariyerinin zirvesi “annelik”tir. Ey modern kadınlar!, bilin ki fıtratınıza bir-çok yerde aykırı davranıyorsunuz. Allah sizi erkeğe göre farklı “artı özellikler”e sâhip bir şekilde yaratmıştır. Allah sizi, “bacı”, ‘”anne”, “eş” olarak yaratmıştır. Allah böyle dilemiştir. Sabah-kahvaltısını bile dışarıda yapmayı seven çoğu erkeğin istediği; akşam eve geldiğinde sıcak bir yemek ve huzurlu bir evdir. Bâzen çeşitli nedenlerle bu sağlanamayabilir, fakat diğer zamanlarda huzurlu bir ev-ortamı sağlarsanız erkek zâten sessiz bir şekilde bir köşede kuzu-kuzu oturacaktır. Erkekler, evi kadının yönetmesinden memnundurlar. (iç-işleri bakanı).

 

Kedi (kadın) ve köpekler (erkekler) ezelden beri birbirlerine dır-dır ederler ve köpekler kedileri sürekli kovalarlar. Fakat bu didişmelerinde bir-birlerini yaraladıkları ve öldürdükleri pek görülmemiştir. Bu kovalamacalarda sonuçta kedi doğal olarak kaçtığı ve alttan aldığı için kötü sonuçlarla karşılaşılmaz. Fakat modern zamanlarda feministlerin (kediler birliği) de kışkırtmasıyla kediler çok fazla öne çıkarıldı ve köpekler de çok fazla geri-plâna itildiler. Öyle ki kediler çok iyi bakılıp en iyi şekilde beslendiler, yıkandılar, tarandılar, giydirildiler, bakımları yapıldı ve kibirlendirildiler. Onlar olmadıkları gibi olduklarına inandırıldılar. Kediler artık köpeklerden üstün olduklarını düşünmeye başladılar. Çünkü bir kendi durumlarına bakıyorlar, bir de köpeklerin durumlarına bakıyorlar; kendilerinin (görece) daha üstün olduklarını görüyorlar. Köpekler artık çöplerden doğru-düzgün bir artık bile bulamaz duruma düşürülmüşlerdir. Çünkü artık evdeki yemekler çöpe atılmayıp kedilere veriliyor, köpeklere pek bir şey kalmıyor. Köpekler itildiler, hor görüldüler, hoşt!, höt!, vs. diyerek uzaklaştırıldılar. Kediler ise tam tersine kucaklarda taşındılar, “annem”, “kızım” gibi ifâdelerle pohpohlandılar. Köpekler bakımsız zayıf bir hâlde kaldılar. Kediler ise kendi şişirilmiş sûni durumlarına bakarak zannettiler ki biz köpeklerden daha üstünüz. Öyle bir duruma geldiler ki köpekleri yönetmeye, onları aşağılamaya başladılar ve hattâ onları dövebileceklerini bile zannetmeye başladılar. Fakat unuttukları bir şey var: Köpekler (erkek) köpekti, kediler (kadınlar) da kedi. Doğal ve fıtrî olarak değişen bir şey yoktur ve köpeklerin bu kötü duruma katlanması söz-konusu bile olamaz. Bâzı doğuştan kedileştirilmiş köpeklere bakarak hüküm vermek yanlıştır. Bu sûni pohpohlanmalara aldanan kediler köpeklerin üstüne gitmeye başladı. Kediler kedi olduğunu unuttu ve başladılar tıslamaya. Ama netîcede ne oldu?. Sinirlenen ve kızdırılan köpek kediye saldırdı ve onu ya ağır şekilde yaraladı yada öldürdü. Bu sonuç çok da şaşırılmayacak bir durumdur. Çünkü köpek köpektir, kedi de kedi. Kedi, köpeği hizâya sokmaya çalıştı/çalışıyor ama başaramadı ve başaramaz da. Tam-aksine köpek onu hizâya sokar. İnsanlar el-birlik kediden yana olsalar da tüm köpekleri denetimde tutamayacakları için önlemleri sonuç vermez ve hattâ zamanla mâlûm “kötü sonuçlar” çoğalır. Aşırı hırpalanmış ve kızdırılmış köpekler yapacaklarını yapmaya devâm edeceklerdir. Tâ ki kediler kediliklerini bilip köpeği görünce doğal-fıtrî durumda olduğu gibi, geri dönüp ondan kaçmaya ve alttan almaya başlayıncaya kadar..   

 

“Kadın ile erkek eşittir” dediğimizde, “kadın=erkek yada erkek=kadın” absürd bir laf söylemiş oluruz. Hâlbuki kadın ve erkek “eşit” değil “farklı”dır ve farklılıklar arasında da fizikî-psikolojik yapısı îtibârıyla doğaya daha iyi uyum sağlayabilen erkeğe sorumluluk verilmiştir. Erkeğin kadına olan üstünlüğü “sorumluluk” nedeniyledir. O hâlde yapılması gereken şey kadın ile erkeği eşitlemek değil, kadın ile erkeği doğal hâllerinde kabûl edip, mevcut durumlarına uygun şekilde adâletli davranmaktır.

 

Sözde kadın-erkek eşitliği bilimsel bir gerçekliğe ve kanıtlara değil; liberâl-kapitâlist-modern-nefsî modern reel-politiğe dayamaktadır. Modern politika, sosyoloji ve bilim, kadın-erkek arasındaki bâzı eşitlikleri insanların gözlerine-gözlerine sokarken, sayısız farklılıktan ise hiç bahsetmemektedir. Bu farklar kültürden değil, seküler konjonktürden kaynaklanır. Meselâ erkek çocuklarının kamyonlarla, kız çocuklarının ise bebeklerle oynaması, sonradan yapılan eğitimle ilgili değil, doğuştan gelen bir özelliktir ki, bu durum sâdece insanlarda değil, hayvanlar da aynıdır. Mücahit Gültekin bu konuda şunları söyler:

 

“Bu görüşü savunanlar, kadınların siyâsal, sosyâl, kültürel ve âile hayâtında erkekler her ne hakka sâhipse kadınların da aynı hakka sâhip olması gerektiğini belirtiyor. Bu konularda erkeklerle kadınlar arasındaki cinsiyetten kaynaklanan farklılıklara vurgu yapmanın ayrımcılık olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çiziyorlar.

 

Bugüne kadar çok farklı değişkenlerle kadın-erkek farklılıklarını araştıran sayılamayacak kadar çok araştırma yapılmıştır. Bu araştırmaların analiz edildiği meta-analiz çalışmaları kadınlarla erkeklerin kültürden bağımsız bir biçimde farklılıklar gösterdiğini bulgulamıştır. Bugüne kadar yapılan pek-çok bilimsel araştırma kadınlarla erkekler arasında ‘matematik’ gibi sayısal alanlarda farklılık olduğunu ortaya koymakta, erkeklerin sözü edilen alanlarda daha başarılı olduğunu ifâde etmektedirler.

 

Eşel; ‘Kadın ve erkek beyinlerinin farklı oluşu bilimsel araştırma sonuçlarına göre tartışılmaz bir gerçektir’ der. Erkek beyni kadın beynine oranla daha büyüktür. Arıkan, kadınların limbik sistemlerinin, yâni duygusal beyinin daha büyük olduğunu ve bu sebeple daha kolay bağ kurabildiklerini ve yine aynı sebeple depresyona girme olasılıklarının da erkeklere göre daha yüksek olduğunu belirtiyor. Arıkan, ‘testosteron erkek beyninin nesnelere, eylemlere ve rekâbete daha meraklı, yön duygusu, üç boyutlu görme ve matematik konusunda daha iyi olmasını sağlar. Buna ek olarak beyinde seks ile ilgili bölgeyi güçlendirir. Bu bölge erkeklerde kadınlara göre iki kat daha büyüktür. Gerçekten de erkekler cinsellikle daha fazla ilgilidir. Testosteron seviyesi yüksek kadınların libidosunun daha yüksek olduğu da bilinmektedir’ vurgusunu yapıyor.

 

Yapılan araştırmalar kız-bebeklerin duygulara ve duygusal değişikliklere daha duyarlı olduğunu göstermiştir. Yapılan bir araştırma, doğumlarının üzerinden henüz 24 saat geçmemiş kız bebeklerin, diğer bebeklerin stresten kaynaklanan ağlamalarına ve yüz ifadelerine erkek bebeklere kıyasla daha fazla tepki vermişlerdir. Kızlar daha 1 yaşlarındayken bile gerilim belirtilerine tepki vermeye başlıyorlar. Araştırmalar özelikle mutsuz yada acı çeken insanlara kız bebeklerin daha duyarlı olduğunu gösteriyor (McClure, 2000, akt. Brizendine, 2012).

 

Kadınların dokunma duyusunun da erkeklere oranla 10 kat daha duyarlı olduğu ifâde edilmektedir (Amen, 2010). Paglia da (2004, akt. Ersoy, 2009) cinsiyetler arasındaki farklı davranış özelliklerinin doğuştan gelen yapısal özelliklerle ilişkili olduğunu vurgulamaktadır.

 

Uzmanlar okul-öncesi çocukların ve bebeklerin oyuncak tercihlerinin cinsiyete göre farklılaşıp-farklılaşmadığına önem vermişlerdir. Özellikle bebekler arasında görülebilecek cinsiyet temelli bir farklılaşmanın biyolojik kaynaklı açıklamalara kanıt sağlayacağı düşünülmüştür. Bu konuda farklı ülkelerde pek-çok araştırma yapılmış ve kızlarla oğlanların oyuncak tercihlerinin farklılaştığı bulunmuştur. Örneğin Roopnarine, 10, 14 ve 18 aylık bebekler üzerinde yaptığı bir araştırmada kız-bebeklerin oyuncak bebekleri erkeklere göre daha fazla tercih ettiklerini bulmuştur. Caldera, Houston ve O’Brien’ın, 18-23 aylık bebekler üzerinde gerçekleştirdiği bir araştırmada da bebeklerin kendi cinsiyetine uygun oyuncakları tercih ettiği, karşıt cinsin oyuncaklarıyla oynamayı reddettikleri ortaya konulmuştur.

 

Kadın-erkek eşitliğinin en iyi uygulandığı ülkelerin başında gelen İsveç’te de benzeri araştırmalar yapılmış ve aynı sonucu vermiştir. Nelson’un 3-5 yaş arasındaki çocuklarla yaptığı araştırmada çocukların kendi cinsiyetine uygun oyuncaklar seçtiği bulunmuştur. Çiftçi, 60-72 ay arasındaki çocuklar üzerinde yaptığı araştırmada çocukların oyuncak tercihini araştırmıştır. Araştırma sonucunda kızlarla erkeklerin oyuncak tercihlerinin ve oyun etkinliklerinin cinsiyete göre farklılaştığı bulunmuştur. Erkekler güç, hız ve dayanıklılık gerektiren oyunları tercih ederken, kızlar bakım vermeyi, ebeveyn rôlünde olmayı ve grup-içi etkileşimleri gerektiren etkinlikleri tercih etmişlerdir. Erkek çocuklar daha büyük gruplarla geniş alanlarda yapılan etkinlikleri tercih ederken, kız çocuklar daha küçük gruplarla dar alanlarda oynanabilen oyunları tercih etmişlerdir.

 

Alexander ve Hines, aynı araştırmayı maymunlar üzerinde de yapmışlardır. Afrika’da yaşayan yeşil maymun yavrularıyla yapılan araştırma da insanlarla yapılan araştırma sonuçlarına benzer sonuçlar vermiştir. Erkek maymunlar dişi maymunlarla karşılaştırıldığında erkek çocuklarının oynadığı (kamyon, silah gibi) oyuncakları daha fazla tercih etmişlerdir. Hines ve Alexander, benzer araştırmayı yıllar sonra yeniden yapmışlar ve aynı sonuçları almışlardır. Araştırmacılar bu sonucu, oyuncak tercihlerinin doğumdan önce belirlendiğini ve hormonlarla ilişkisi olduğuna bir kanıt olarak yorumlamışlardır.

 

Brizendine; ‘oysa bize insanlardaki cinsiyet ayrımının âilelerin çocukları kız yada erkek olarak yetiştirmelerinden kaynaklandığı öğretilmişti. Bugün bunun tamâmen doğru olmadığını biliyoruz’ der.

 

Parmak-izi bir suçlunun kimliğini belirlemede kriminâl bilimi tarafından güvenle kullanılmaktadır. Diğer bir deyişle parmak-izi kişisel kimliğin bir göstergesidir. Uzmanlar parmak izinden sâdece kişisel kimliği değil, cinsiyet kimliğini de belirlemenin mümkün olduğunu belirtmektedir. Bu bulgu, cinsiyete dayalı farklılıkların doğuştan geldiğini anlatır gibidir. Parmak-izlerinin cinsiyetle ilişkisinin araştırıldığı ilginç bir çalışmayı Ceyhan yürütmüştür. Araştırmada cinsiyetleri bilinmeyen bir grup kişinin parmak-izi kesitleri alınmış ve sâdece parmak-izlerine bakarak cinsiyetleri başarılı bir şekilde tahmin edilebilmiştir. Bu çalışmada yapay sinir ağları tabanlı kişinin parmak-izinden cinsiyetini tanıyan otomatik bir sistem geliştirilmiştir. Parmak-izinin kişinin kimliğini yansıttığı düşünülürse, bu çalışma cinsiyetin kişinin kimliğinin bir parçası olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Erkekler ve kızların arasındaki fiziksel farklılıklar üzerinde de çok sayıda araştırma yapılmıştır. Erkeklerin güç ve fiziksel aktiviteye dayalı üstünlüğü pek çok araştırmayla ortaya koyulmuştur. Bu konuda yapılmış iki çalışmaya işâret etmek yeterli olacaktır. Araştırmalar kilo ve boy gibi en belirgin iki özelliğin doğumda cinsiyete göre farklılaşıp farklılaşmadığına da bakmıştır. Bulgular, erkeklerin doğumda kızlara oranla hem kilo hem de boy açısından istatistiksel açıdan anlamlı derecede fazla olduğunu ortaya koymuştur.

 

Erkekler dayanıklılık ve kas gücü gerektiren işlerde; kadınlar ise ince motor kas becerileri gerektiren işlerde daha başarılıdır.

 

Kadın-erkek konusunun fazlaca politikleştirilmiş olması kadını da, erkeği de doğru bir şekilde anlamamızı zorlaştırıyor. Kadın ve erkeğin farklılıklarını dikkate alan ama bu farklılıkları istismar etmeyen ‘cinsiyetler arası adâlete’ dayalı yeni bir perspektifin mümkün olduğunu daha güçlü bir şekilde vurgulamaya her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğunu belirtmeliyiz”.

 

Ey kadınlar!, “sözde kadın-hakları savunucuları” olan feministlerin oyunlarına gelerek tutum belirlemekten vazgeçin. Erkekleri hizâya getirme düşüncesinden vazgeçin. Başaramazsınız. Tam tersine erkek sizi “hizâya” sokar. Adama “dır-dır” etmeyin de adamı zıvanadan çıkarmayın. Biraz susun; şşşşşşşş!.

 

Tâğutların uşakları istiyorlar ki âileniz dağılsın (yâni kocanızdan ayrılın) da mecbûren iş piyasasına atılın. Böylelikle hem kolayca sözlerini dinletecek ve istediği fiyata çalıştıracak istihdam potansiyeli oluşturmuş olsunlar, hem de işsizlik artsın ve bunu çok taraflı kullansınlar. Sizin gündeminizi, tutumunuzu, davranışınızı, kadın hakları, dernekler ve ne-idüğü belirsiz şeytâni kurumlar değil, Allah/Kur’ân belirlesin. İşte ancak ve ancak o zaman normâl ve doğal bir durum ortaya çıkabilir ve rahat edersiniz.

 

Kadının değişimi, “Dünyâ’nın değişimi”dir. Kadına gerçek ve doğru değerini veren, gerçek ve doğru yerine koyan sâdece İslâm’dır. Modernizm kadını ifsâd ederek değiştirmek istiyor. Hâlbuki İslâm, kadını âit olması gereken yere koyar ve koymuştur. Seküler, feminist, modern kapitâlist sistem, kadını bir “mal” hâline getirdi ve her yerde teşhir ediyor. Bir meta oldu kadın. İslâm ise kadını, yaratılışına uygun bir yere koyar. Böylece onu zulmedilmekten kurtarır.  

 

Kadınların hayâtı erkek-merkezli bir hayattır. Bu durumun doğal olanı fıtrîdir. Allah kadınları mûnis olarak yaratmıştır çünkü.

 

Modern dönemde, “ekinin ifsâdı” tamamlandı. Neslin ifsâdı ise “kadın” üzerinden yapılıyor.

 

Kadın, önce Allah’a, sonra da erkeğe karşı haddini bilmedikçe bu Dünyâ düzelmez.

 

Kadının kariyerinin zirvesi “annelik”tir. Kadının erkeğe üstün olduğu en önemli şey “annelik”tir. Bu üstünlük onu “cennet” yapar ve cenneti “annelerin” ayakları altına koyar.

 

Tabî ki de yazı boyunca bahsedilen “erkek üstünlüğü”, maddî, fizîki ve “sorumluluk alma” anlamında ve alanında olan bir üstünlüktür. Yoksa Allah katında “gerçek üstünlük”, “takvâda üstünlük” şeklindedir ki, kadın yada erkek, takvâda kim daha üstün ise “üstün” olan odur. Bir kadın takvâca erkekten üstün ise, erkekten tabi ki de üstündür:

 

“Ey insanlar!, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

Mutlu âilenin formülü şudur: Kadınlar erkekler karşısında “haddini” bilecek; erkekler de “emânet”e (kadın) ihânet etmeyecek..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2018

 

Devamını Oku »