“İşte böylece biz onu
(Kur’ân’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden
sonra, onların hevâ(istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan
ne bir yardımcı-dost, ne bir koruyucu vardır” (Ra’d 37).
Sürekli olarak söylenen;
“Kur’ân’ın dilini günümüze göre değiştirmeliyiz” sözüyle Kur’ân’ı günümüzün
yâni modernitenin nesnesi yapmaya kalkıyorlar. Vahyin dilini niçin günümüze
göre değiştirmeliyiz?: Çünkü günümüz zaman ve mekânı vahiy-merkezli olmayan bir
şekilde değişmiştir ve bu değişim kendine has bir dil de ortaya çıkarmıştır.
Ortaya çıkan bu dil vahyin dili ile uyuşmuyor. Uyuşmayınca da uyacak hâle
getirilmesi isteniyor. Peki böyle yapıldığında ne olur?. Aynen günümüzde olan
şey olur. Vahyin dilini günümüze uyarlayacağız diye dînin dili bambaşka bir
hâle getirildi. Öyle ki Kur’ân’ın söylediklerinden, 1.400 yıl önce
Peygamberimiz ve sahabenin anladığından çok farklı bir şey anlamaya başladık.
Din-dilinin değişmesinden amaç bu mudur yâni?.
Din-dilini neye göre
değiştireceğiz?. Neye uyarlayacağız?. Klâsik dilin değişmesi söylendiğine göre
demek ki dil moderniteye uyarlanacaktır. Meselâ Cumhûriyet ile birlikte
Türkçe’den 60.000 kelime atıldı ve Türkçe’ye de Frenk dillerinden 15.000 kelime eklendi. Böylece Türkçe özünden
uzaklaştı, modernleşti. Sonuçta, aslında “Türkçe” olan Kur’ân dili
anlaşılmamaya başlandı. İşte bu nedenle de Türkçe meâllerin sayısı 300’leri
geçmesine rağmen yine de anlamama sorunu devâm ediyor. Bir türlü modern insana
uygun bir meâl yapılamıyor. Dile ne kadar takla attırırsanız attırın, değişen
bir şey olmayacaktır. Çünkü değişmesi gereken şey dil değil, nefislerdir.
Nefisler değişmedikçe dili uzaydan da getirseniz bir şey değişmez.
İnsanların nefisleri
değişti-değişiyor. Modern insanın nefsi ise târihte hiç olmadığı kadar değişti
ve dönüştü. Artık ona ne deseniz kâr etmiyor. Zîrâ kışkırtıldıkça kışkırtıldı.
Nefisler artık dizginlenemiyor. Bunu hangi dille ve ne tür bir dil-üslup
kullanarak yaparsanız-yapın yine de bir yarârı olmuyor. Buna rağmen dînin
dilini değiştirmekte yine de ısrar ederseniz din-dilini nefislere uyarlamış
olursunuz. Böylece dîni de nefsîleştirmiş olursunuz. Yada bu uğurda boşuna
yorulmuş olursunuz. Çünkü dînin dilini değiştirmek bir şeyi olumlu yönde
değiştirmez. Şu da var ki, vahiy “korunmuş” olduğundan dolayı onu aslâ nefse
uyarlayamazsınız. O kendi orijinâl diline sâhip çıkar ve rûhunu kaybetmez.
Değişen şey ancak yeni ve modern yorumlar olabilir ki zâten dînin dilinin
yenilenmek istenmesi, moderniteye daha kolay uyarlayabilmek içindir.
Biz bu değişimden şimdi yâni
modern zamanlarda bahsediyoruz. Peki Peygamberimiz’in vefâtından sonra, meselâ 632
ile 1.200’lü yıllar arasında da farklı bir dile ihtiyâcın olduğu bir durum olmuş
mudur?. Din-dilinin değişmesi konusu eski zamanlarda da gündem olmuş mudur?. Elbette
hayır!. Doğal durumda ve doğanın ve de insanın normâl değişimde dilin
değişimine gerek yoktur. Yada en azından bu değişim, insanların farkına
varmayacakları şekilde çok yavaş olur. Hızlı değişimi bize zorlayan şey ise modernite
ve onun kışkırttığı nefislerdir.
Modernitenin dili ile dînin
dili birbirine aykırı ise, modernitenin soruları din-dili ile hâlledemiyorsa, o
zaman değişmesi gereken şey din yada din-dili değil, modernitenin dili yada modernitenin
kendisidir. Niçin her zaman dînin değişmesinden söz ediliyor?. Değişim niçin
sâdece dinde oluyor-olacak?. Niçin tâviz vermesi istenen hep din oluyor?.
Mevcut zaman dinden üstün müdür ki?. Klâsik dil, modern dilden daha mı
kötüdür?. Klâsik din-dilini anlamayanlar ve bunu sorun edenler mevcut modern dillerini
değiştirsinler ve dînin diline âşinâ olmaya çalışsınlar. Niçin din modern dile
uymak zorunda olsun ki?.
Modernite karşısında ezikliği,
kuşatmayı ve baskıyı iliklerinde hissedenler sürekli olarak din-dilini değiştirmekten
söz ediyorlar. Bir şeyin dilini değiştirmek o şeyin kendisini değiştirmek
demektir. Bu ilk başta öyle gözükmese de dili değiştirince zamanla başka bir
dinden bahsetmeye başlarsınız ki modern müslümanların bahsettiği ve kullandığı,
amel-eylemden kopuk, peygambersiz din ve din-dili buna örnektir.
Kâinatta, Dünyâ’da ve doğal
işleyişte ne değişiyor?. Hiç-bir şey. Kâinatta bir uygunsuzluğun ve
düzensizliğin olmamasının nedeni budur. Kâinatta bir ilerleme yoktur ve muhteşem
ve kusursuz bir döngü vardır. Muhteşem ve hiç-bir düzensizlik göstermeyen
döngü. Bu döngü sâdece insanlar arasında bozuluyor ve farklılaşıyor. Yeni bir
yörünge çiziliyor ve o yörüngeden gidilmeye başlanıyor. Fakat bu yörünge eğer
doğal bir yörünge değilse din ile bir zıtlaşma ve farklılaşma başlıyor. İşte
tam da bu noktada dînin ve din-dilinin değişmesi ihtiyâcı açığa çıkıyor. Yâni
aslında bu Allah’ın bir emri ve isteği olmadığı gibi, doğal, normâl ve fıtrî de
değildir. Sünnetullah bunu zorlamaz ki!. Bu bir fitne durumudur, bir sapmanın
sonucudur. Modernite dinlerin ve dilin değişmesini zorluyor. Bu değişim nefsin
lehine olan bir değişim oluyor. Dîn yeni bir dille anlatıldığında karşıdaki
kişi bunu bir tâviz olarak görüyor ve nefse yönelik şeyleri daha rahat ve kolay
bir şekilde yapmaya başlıyor. Zîrâ modernite “nefsin kışkırtılması uygarlığı”dır.
Nefsi kışkırtmayı engelleyen her-şey aykırı, ilkel ve yozlaşmış kabûl ediliyor
ve de değişmesi isteniyor. Bu bağlamda nefse en çok engel olan dînin ve din-dilinin
değişmesi gerektiği söyleniyor.
Dînin değişmesini istemek ve
zorlamak sağlam bir dirençle karşılaştığı için, bu değişimin, dînin dilini
değiştirmekle olacağı sanılıyor. Böylece moderniteye meftûn ve râm olanlar ve
sisteme göbekten bağlı olanlar dînin değişmesini mâkûl görebiliyorlar. Bu
değişimin de din-dilinin değişmesiyle olacağını düşünerek başlıyorlar yeni
şeyler söylemeye. Yeni şeyler söylene-söylene başka bir din ortaya çıkıyor ve
artık nefse uygun olan yeni din ile hakîki din arasında da bir çelişki ortaya
çıkmaya başlıyor. Bu çelişki moderniteye uygun olan yeni din lehine
desteklenince hakîki din ve dînin dili kötü görülmeye ve mevcut sorunların
kaynağı olarak görülmeye başlıyor.
Îmanlarını ve amellerini
düzelt(e)meyenler din-dili üzerinden dîni değiştirmeye kalkıyorlar.
Tabi din diye din-dışı bâtıl
inançların dilini kullananlar da vardır ki onlar zâten dînin yâni İslâm’ın dilini
kullanmamaktadırlar. Nasıl ki modernitenin dilini kullananlar insanları bu
dille sapkınlığa itiyorlarsa, bâtıl inançların ve hurâfenin dili de insanları
sapıklığa yönlendiriyor. Zâten modernler din-dilini bu sapkınlar yüzünden
değiştirmek istiyor gözüküyorlar. Fakat onlar da İslâm’a yabancı olan bir dile
yöneliyorlar.
Dînin dili Kur’ân’ın ve Peygamber’in
dili ve mantığıdır ki bu dil tam da doğala, normâle ve fıtrata uygun olan bir
dildir. Bu dilin rûhu hiç-bir zaman değişmez ve farklı dillerde bile yine bu
dil rûhuyla birlikte o dile taşınır. Çünkü bu dil fitne ve fesad üretmez. Zîrâ Allah’tan
geldiği için doğaya ve fıtrata uygundur.
Din ve dînin dili hiç
kimsenin hatırına ve çıkarına göre değiştirilemez. Hele ki modernitenin nefs-merkezli
arzularına, plânlarına ve projelerine uygun olarak değiştirilmesi, “dînin değiştirilmesi”
anlamına geleceği için değiştirilmesi söz-konusu bile olmaz. Dîn-dilinin değiştirilmesi
“dînin değiştirilmesi” olacağı için, din-dilinin değiştirilmesi teklif dâhi
edilemez.
Eğer dînin dili yeni nesle
uymuyorsa, o-hâlde dînin dilini değil, yeni neslin dilini değiştirmek gerekir.
Zîrâ din yeni nesle değil, yeni nesil dîne uyacak yada uymayacaktır. Yeni
neslin sapkınlığına dînin dilini uydurma düşüncesi ve gayreti, “dîni yeni nesle
kurbân etmek” anlamına gelir. Din, dil dâhil her-şeyi değiştirmek için
gelmiştir, yoksa her-şey ve herkes tarafından ama özellikle de -dîne uyum sağlaması
zinhar mümkün olmayan- modernite tarafından belirlenmek için gelmemiştir. Bizim
modern gençlik, dînin dilini beğenmiyor diye dînin o kendine-has rûhî-mânevî ve
derinlikli dilini niye değiştirelim yada güncelleyelim ki!. Haa, derseniz
“dînin dilini o kendi has rûhuna döndürelim” tamam eyvallah. Tabî ki bunu
yapmak gerekir ve dînin o zihinlere ve kâlplere hitâp ederek hem iç-âlemleri
hem de dış-âlemi değiştirip hayâtın her alanına hâkim olacak dilini yeniden
ortaya koymalıyız. Fakat dînin dilini, gençlerin yada dibine kadar modernleşmiş
birilerinin hoşuna gitmiyor diye değiştirmek düşüncesi bâtıldır. Dînin dilini;
moderniteye, zamâna, mekâna, çağa, sapkın mevcut sisteme, beşerî ideolojilere,
bâtıl düşüncelere ve mevcut paradigmaya uymuyor diye değiştirmek ve güncellemek
istemek, “dîni mevcudun nesnesi yapmak” anlamına gelir ki bu, dîne yapılan bir
zulüm ve ihânetten başka bir şey olmaz.
Bir toplumun, kültürün,
dînin ve medeniyetin değişimi, dilinin değişmesiyle başlıyor. Modernizm bir dil
değişimi (filoloji) ile başladı. Çünkü dil üzerinde çalışmak yorum yapmayı
gerekli kılar. Yorum merkeze alınır ve aşırı yorum sonunda oluşan zihniyetle dil
de, kültür de, insan da değişmeye başlar. Dîni değiştirmek de dînin diline
değiştirmekle başlar. Dînin dili dil üzerinde yapılan yorum ve aşırı yorumlarla
ve sonunda da eleştiriyle başlar. Oysa hak din eleştirilebilir değildir. Dînin
dilini değiştirmek için din merkezden çıkarılıp yerine başka bir kaynak konur
ve o kaynak üzerinden din eleştirisi başlar. Bu eleştirisi çoğaldıkça dînin dili
ve zamanla da reform isteği ile birlikte dînin kendisi değişir. Modernizm,
greko-romen uygarlığı merkeze alarak dîni eleştirmek ve dilini değiştirmekle
başlamıştır. Din-dilinin değişimiyle birlikte insanlar artık merkeze dîni
değil, temel kaynak olarak belirlediği ve benimsediği din-dışı şeyleri alır.
Bir tepki ile karşılaşmadığında merkeze alınan şey dîni de kapsamına alır.
Sözler iki yolla karşıdaki
insana geçer. 1- Dilden dile. 2- Kâlpten kâlbe. Bir söz, insanın neresinden
çıkarsa, karşıdaki insanın da orasına gider. Hakîkati sâdece bilmek yetmez, onu
dile getirmek de şarttır. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. Fakat doğruyu,
hakkı ve hakîkati tatlı dilden ziyâde öfke daha iyi dile getirir. İki kere
ikinin dört olduğunu sert bir şekilde söylersiniz meselâ. Kur’ân sürekli
doğruları ifâde ettiği için dili serttir. Hakîkati sert sözlerle söylemek onun
hakîkat olduğunu değiştirmez. Fakat hakîkatin têsir etmesi için onu güzel bir
dille söylemek gerekir. Müslümanların
ana-sorunu, İslâm’ın ne olup-olmadığını net bir şekilde dile
getir(e)memeleridir.
Hayvanın,
taşın-toprağın, suyun vs. bir dili vardır. Bitkilerin dilini botanikçi, taşın
dilini jeolog anlar. İşte Hz. Süleyman da karınca ve kuş-dilini, hayvan-dilini
bu şekilde biliyordu. Her meslek erbâbı, mesleğinin dilini iyi bilir.
Birileri de
Peygamber’i “dilsiz” zannediyor. Yâ bu Peygamber hiç ağzını açıp da bir laf
etmedi mi?. Hiç durmadan sürekli konuşan bir Peygamber olmadığı gibi, hiç
konuşmayan bir Peygamber de yoktur. Tüm peygamberler dînin diliyle konuşmuştur.
Kur’ân, Peygamberimiz’e
gelene kadar “el” ve “dil” değmeden hazırlanmıştır. Çünkü Kur’ân’ın edebî bir yanı
olsa da Kur’ân bir dilbilgisi kitabı değildir. Kur’ân dili ile fazla
uğraşıldığında, yâni kelimenin kökeni ve yapısı fazla araştırıldığında, kelime,
bütünlüğünden koparıldığı için kelimenin ve sonuçta cümlenin anlamı değişiyor.
Ortaya çıkan yeni anlam ise, “Kur’ân’ın asıl bilinmesi gereken gizli anlamı”
zannediliyor.
Eğer
Kur’ân’ı sâdece “yüzünden” okumak yetseydi, Kur’ân’ın Araplara arapça yâni
anladıkları dilden gelmesine gerek olmazdı.
Eyleme dönmediğinde dile
vurur. Müslümanlar, “dil”i (söz), “el”e (eylem) üstün tutuyorlar ve bu nedenle
dînin dilini değiştirmek istiyorlar. Oysa değiştirmeleri gereken şey nefisleri
ve davranışlarıdır. “Dil” ve “el” birliği olmadıkça samîmiyet ve ciddiyet
ispatlanamaz.
Diller ile kâlpler ve sonra
da eylemler arasındaki çelişki ortadan kalkmadıkça hiç-bir şeyin “iyi” olması mümkün
değildir.
Dînin dili değiştirilip de
dinsizlerin diline benzetilemez.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2020