30 Ocak 2022 Pazar

Dînin Dili

 

“İşte böylece biz onu (Kur’ân’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâ(istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir yardımcı-dost, ne bir koruyucu vardır” (Ra’d 37).

 

Sürekli olarak söylenen; “Kur’ân’ın dilini günümüze göre değiştirmeliyiz” sözüyle Kur’ân’ı günümüzün yâni modernitenin nesnesi yapmaya kalkıyorlar. Vahyin dilini niçin günümüze göre değiştirmeliyiz?: Çünkü günümüz zaman ve mekânı vahiy-merkezli olmayan bir şekilde değişmiştir ve bu değişim kendine has bir dil de ortaya çıkarmıştır. Ortaya çıkan bu dil vahyin dili ile uyuşmuyor. Uyuşmayınca da uyacak hâle getirilmesi isteniyor. Peki böyle yapıldığında ne olur?. Aynen günümüzde olan şey olur. Vahyin dilini günümüze uyarlayacağız diye dînin dili bambaşka bir hâle getirildi. Öyle ki Kur’ân’ın söylediklerinden, 1.400 yıl önce Peygamberimiz ve sahabenin anladığından çok farklı bir şey anlamaya başladık. Din-dilinin değişmesinden amaç bu mudur yâni?. 

 

Din-dilini neye göre değiştireceğiz?. Neye uyarlayacağız?. Klâsik dilin değişmesi söylendiğine göre demek ki dil moderniteye uyarlanacaktır. Meselâ Cumhûriyet ile birlikte Türkçe’den 60.000 kelime atıldı ve Türkçe’ye de Frenk dillerinden 15.000  kelime eklendi. Böylece Türkçe özünden uzaklaştı, modernleşti. Sonuçta, aslında “Türkçe” olan Kur’ân dili anlaşılmamaya başlandı. İşte bu nedenle de Türkçe meâllerin sayısı 300’leri geçmesine rağmen yine de anlamama sorunu devâm ediyor. Bir türlü modern insana uygun bir meâl yapılamıyor. Dile ne kadar takla attırırsanız attırın, değişen bir şey olmayacaktır. Çünkü değişmesi gereken şey dil değil, nefislerdir. Nefisler değişmedikçe dili uzaydan da getirseniz bir şey değişmez.

 

İnsanların nefisleri değişti-değişiyor. Modern insanın nefsi ise târihte hiç olmadığı kadar değişti ve dönüştü. Artık ona ne deseniz kâr etmiyor. Zîrâ kışkırtıldıkça kışkırtıldı. Nefisler artık dizginlenemiyor. Bunu hangi dille ve ne tür bir dil-üslup kullanarak yaparsanız-yapın yine de bir yarârı olmuyor. Buna rağmen dînin dilini değiştirmekte yine de ısrar ederseniz din-dilini nefislere uyarlamış olursunuz. Böylece dîni de nefsîleştirmiş olursunuz. Yada bu uğurda boşuna yorulmuş olursunuz. Çünkü dînin dilini değiştirmek bir şeyi olumlu yönde değiştirmez. Şu da var ki, vahiy “korunmuş” olduğundan dolayı onu aslâ nefse uyarlayamazsınız. O kendi orijinâl diline sâhip çıkar ve rûhunu kaybetmez. Değişen şey ancak yeni ve modern yorumlar olabilir ki zâten dînin dilinin yenilenmek istenmesi, moderniteye daha kolay uyarlayabilmek içindir.  

 

Biz bu değişimden şimdi yâni modern zamanlarda bahsediyoruz. Peki Peygamberimiz’in vefâtından sonra, meselâ 632 ile 1.200’lü yıllar arasında da farklı bir dile ihtiyâcın olduğu bir durum olmuş mudur?. Din-dilinin değişmesi konusu eski zamanlarda da gündem olmuş mudur?. Elbette hayır!. Doğal durumda ve doğanın ve de insanın normâl değişimde dilin değişimine gerek yoktur. Yada en azından bu değişim, insanların farkına varmayacakları şekilde çok yavaş olur. Hızlı değişimi bize zorlayan şey ise modernite ve onun kışkırttığı nefislerdir.

 

Modernitenin dili ile dînin dili birbirine aykırı ise, modernitenin soruları din-dili ile hâlledemiyorsa, o zaman değişmesi gereken şey din yada din-dili değil, modernitenin dili yada modernitenin kendisidir. Niçin her zaman dînin değişmesinden söz ediliyor?. Değişim niçin sâdece dinde oluyor-olacak?. Niçin tâviz vermesi istenen hep din oluyor?. Mevcut zaman dinden üstün müdür ki?. Klâsik dil, modern dilden daha mı kötüdür?. Klâsik din-dilini anlamayanlar ve bunu sorun edenler mevcut modern dillerini değiştirsinler ve dînin diline âşinâ olmaya çalışsınlar. Niçin din modern dile uymak zorunda olsun ki?.

 

Modernite karşısında ezikliği, kuşatmayı ve baskıyı iliklerinde hissedenler sürekli olarak din-dilini değiştirmekten söz ediyorlar. Bir şeyin dilini değiştirmek o şeyin kendisini değiştirmek demektir. Bu ilk başta öyle gözükmese de dili değiştirince zamanla başka bir dinden bahsetmeye başlarsınız ki modern müslümanların bahsettiği ve kullandığı, amel-eylemden kopuk, peygambersiz din ve din-dili buna örnektir.

 

Kâinatta, Dünyâ’da ve doğal işleyişte ne değişiyor?. Hiç-bir şey. Kâinatta bir uygunsuzluğun ve düzensizliğin olmamasının nedeni budur. Kâinatta bir ilerleme yoktur ve muhteşem ve kusursuz bir döngü vardır. Muhteşem ve hiç-bir düzensizlik göstermeyen döngü. Bu döngü sâdece insanlar arasında bozuluyor ve farklılaşıyor. Yeni bir yörünge çiziliyor ve o yörüngeden gidilmeye başlanıyor. Fakat bu yörünge eğer doğal bir yörünge değilse din ile bir zıtlaşma ve farklılaşma başlıyor. İşte tam da bu noktada dînin ve din-dilinin değişmesi ihtiyâcı açığa çıkıyor. Yâni aslında bu Allah’ın bir emri ve isteği olmadığı gibi, doğal, normâl ve fıtrî de değildir. Sünnetullah bunu zorlamaz ki!. Bu bir fitne durumudur, bir sapmanın sonucudur. Modernite dinlerin ve dilin değişmesini zorluyor. Bu değişim nefsin lehine olan bir değişim oluyor. Dîn yeni bir dille anlatıldığında karşıdaki kişi bunu bir tâviz olarak görüyor ve nefse yönelik şeyleri daha rahat ve kolay bir şekilde yapmaya başlıyor. Zîrâ modernite “nefsin kışkırtılması uygarlığı”dır. Nefsi kışkırtmayı engelleyen her-şey aykırı, ilkel ve yozlaşmış kabûl ediliyor ve de değişmesi isteniyor. Bu bağlamda nefse en çok engel olan dînin ve din-dilinin değişmesi gerektiği söyleniyor.

 

Dînin değişmesini istemek ve zorlamak sağlam bir dirençle karşılaştığı için, bu değişimin, dînin dilini değiştirmekle olacağı sanılıyor. Böylece moderniteye meftûn ve râm olanlar ve sisteme göbekten bağlı olanlar dînin değişmesini mâkûl görebiliyorlar. Bu değişimin de din-dilinin değişmesiyle olacağını düşünerek başlıyorlar yeni şeyler söylemeye. Yeni şeyler söylene-söylene başka bir din ortaya çıkıyor ve artık nefse uygun olan yeni din ile hakîki din arasında da bir çelişki ortaya çıkmaya başlıyor. Bu çelişki moderniteye uygun olan yeni din lehine desteklenince hakîki din ve dînin dili kötü görülmeye ve mevcut sorunların kaynağı olarak görülmeye başlıyor.

 

Îmanlarını ve amellerini düzelt(e)meyenler din-dili üzerinden dîni değiştirmeye kalkıyorlar.

 

Tabi din diye din-dışı bâtıl inançların dilini kullananlar da vardır ki onlar zâten dînin yâni İslâm’ın dilini kullanmamaktadırlar. Nasıl ki modernitenin dilini kullananlar insanları bu dille sapkınlığa itiyorlarsa, bâtıl inançların ve hurâfenin dili de insanları sapıklığa yönlendiriyor. Zâten modernler din-dilini bu sapkınlar yüzünden değiştirmek istiyor gözüküyorlar. Fakat onlar da İslâm’a yabancı olan bir dile yöneliyorlar.

 

Dînin dili Kur’ân’ın ve Peygamber’in dili ve mantığıdır ki bu dil tam da doğala, normâle ve fıtrata uygun olan bir dildir. Bu dilin rûhu hiç-bir zaman değişmez ve farklı dillerde bile yine bu dil rûhuyla birlikte o dile taşınır. Çünkü bu dil fitne ve fesad üretmez. Zîrâ Allah’tan geldiği için doğaya ve fıtrata uygundur.

 

Din ve dînin dili hiç kimsenin hatırına ve çıkarına göre değiştirilemez. Hele ki modernitenin nefs-merkezli arzularına, plânlarına ve projelerine uygun olarak değiştirilmesi, “dînin değiştirilmesi” anlamına geleceği için değiştirilmesi söz-konusu bile olmaz. Dîn-dilinin değiştirilmesi “dînin değiştirilmesi” olacağı için, din-dilinin değiştirilmesi teklif dâhi edilemez.

 

Eğer dînin dili yeni nesle uymuyorsa, o-hâlde dînin dilini değil, yeni neslin dilini değiştirmek gerekir. Zîrâ din yeni nesle değil, yeni nesil dîne uyacak yada uymayacaktır. Yeni neslin sapkınlığına dînin dilini uydurma düşüncesi ve gayreti, “dîni yeni nesle kurbân etmek” anlamına gelir. Din, dil dâhil her-şeyi değiştirmek için gelmiştir, yoksa her-şey ve herkes tarafından ama özellikle de -dîne uyum sağlaması zinhar mümkün olmayan- modernite tarafından belirlenmek için gelmemiştir. Bizim modern gençlik, dînin dilini beğenmiyor diye dînin o kendine-has rûhî-mânevî ve derinlikli dilini niye değiştirelim yada güncelleyelim ki!. Haa, derseniz “dînin dilini o kendi has rûhuna döndürelim” tamam eyvallah. Tabî ki bunu yapmak gerekir ve dînin o zihinlere ve kâlplere hitâp ederek hem iç-âlemleri hem de dış-âlemi değiştirip hayâtın her alanına hâkim olacak dilini yeniden ortaya koymalıyız. Fakat dînin dilini, gençlerin yada dibine kadar modernleşmiş birilerinin hoşuna gitmiyor diye değiştirmek düşüncesi bâtıldır. Dînin dilini; moderniteye, zamâna, mekâna, çağa, sapkın mevcut sisteme, beşerî ideolojilere, bâtıl düşüncelere ve mevcut paradigmaya uymuyor diye değiştirmek ve güncellemek istemek, “dîni mevcudun nesnesi yapmak” anlamına gelir ki bu, dîne yapılan bir zulüm ve ihânetten başka bir şey olmaz.

 

Bir toplumun, kültürün, dînin ve medeniyetin değişimi, dilinin değişmesiyle başlıyor. Modernizm bir dil değişimi (filoloji) ile başladı. Çünkü dil üzerinde çalışmak yorum yapmayı gerekli kılar. Yorum merkeze alınır ve aşırı yorum sonunda oluşan zihniyetle dil de, kültür de, insan da değişmeye başlar. Dîni değiştirmek de dînin diline değiştirmekle başlar. Dînin dili dil üzerinde yapılan yorum ve aşırı yorumlarla ve sonunda da eleştiriyle başlar. Oysa hak din eleştirilebilir değildir. Dînin dilini değiştirmek için din merkezden çıkarılıp yerine başka bir kaynak konur ve o kaynak üzerinden din eleştirisi başlar. Bu eleştirisi çoğaldıkça dînin dili ve zamanla da reform isteği ile birlikte dînin kendisi değişir. Modernizm, greko-romen uygarlığı merkeze alarak dîni eleştirmek ve dilini değiştirmekle başlamıştır. Din-dilinin değişimiyle birlikte insanlar artık merkeze dîni değil, temel kaynak olarak belirlediği ve benimsediği din-dışı şeyleri alır. Bir tepki ile karşılaşmadığında merkeze alınan şey dîni de kapsamına alır.  

 

Sözler iki yolla karşıdaki insana geçer. 1- Dilden dile. 2- Kâlpten kâlbe. Bir söz, insanın neresinden çıkarsa, karşıdaki insanın da orasına gider. Hakîkati sâdece bilmek yetmez, onu dile getirmek de şarttır. Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. Fakat doğruyu, hakkı ve hakîkati tatlı dilden ziyâde öfke daha iyi dile getirir. İki kere ikinin dört olduğunu sert bir şekilde söylersiniz meselâ. Kur’ân sürekli doğruları ifâde ettiği için dili serttir. Hakîkati sert sözlerle söylemek onun hakîkat olduğunu değiştirmez. Fakat hakîkatin têsir etmesi için onu güzel bir dille söylemek gerekir. Müslümanların ana-sorunu, İslâm’ın ne olup-olmadığını net bir şekilde dile getir(e)memeleridir.

 

Hayvanın, taşın-toprağın, suyun vs. bir dili vardır. Bitkilerin dilini botanikçi, taşın dilini jeolog anlar. İşte Hz. Süleyman da karınca ve kuş-dilini, hayvan-dilini bu şekilde biliyordu. Her meslek erbâbı, mesleğinin dilini iyi bilir.

 

Birileri de Peygamber’i “dilsiz” zannediyor. Yâ bu Peygamber hiç ağzını açıp da bir laf etmedi mi?. Hiç durmadan sürekli konuşan bir Peygamber olmadığı gibi, hiç konuşmayan bir Peygamber de yoktur. Tüm peygamberler dînin diliyle konuşmuştur.

 

Kur’ân, Peygamberimiz’e gelene kadar “el” ve “dil” değmeden hazırlanmıştır. Çünkü Kur’ân’ın edebî bir yanı olsa da Kur’ân bir dilbilgisi kitabı değildir. Kur’ân dili ile fazla uğraşıldığında, yâni kelimenin kökeni ve yapısı fazla araştırıldığında, kelime, bütünlüğünden koparıldığı için kelimenin ve sonuçta cümlenin anlamı değişiyor. Ortaya çıkan yeni anlam ise, “Kur’ân’ın asıl bilinmesi gereken gizli anlamı” zannediliyor.

 

Eğer Kur’ân’ı sâdece “yüzünden” okumak yetseydi, Kur’ân’ın Araplara arapça yâni anladıkları dilden gelmesine gerek olmazdı.

 

Eyleme dönmediğinde dile vurur. Müslümanlar, “dil”i (söz), “el”e (eylem) üstün tutuyorlar ve bu nedenle dînin dilini değiştirmek istiyorlar. Oysa değiştirmeleri gereken şey nefisleri ve davranışlarıdır. “Dil” ve “el” birliği olmadıkça samîmiyet ve ciddiyet ispatlanamaz.

 

Diller ile kâlpler ve sonra da eylemler arasındaki çelişki ortadan kalkmadıkça hiç-bir şeyin “iyi” olması mümkün değildir.

 

Dînin dili değiştirilip de dinsizlerin diline benzetilemez.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

25 Ocak 2022 Salı

Modern Paradigmayı Benimsemek

 

“Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120).

 

Mevcut hâkim paradigma üzerinden konuşmak çok kolaydır. Üstelik mevcut hâkim paradigmaya uygun konuşunca “daha haklı” olursunuz ve toplum da modern paradigmaya uygun konuştuğunuzda ve hareket ettiğinizde sizi haklı görür ve sizden taraf olur. Fakat bu durum “zor yokuşa tâlip olma” ve “o zor yokuşu göze alma”nın önündeki en büyük engeldir. Çünkü zor yokuş, hâkim paradigmanın aksine düşünmeyi, konuşmayı, yazmayı ve hareket etmeyi gerektirir. Zîrâ küresel ölçekteki hâkim paradigma, -İslâm istisnâsı hâriç- her zaman şeytan, nefs ve tâğutların ortaya çıkardığı ve kontrôl ettiği paradigmadır.

 

Dünyâ nereye gidiyor ve ilerliyor?. Gerçekten de her alanda ve her anlamda iyiliğe, güzelliğe ve Yaratıcı’nın istediği ve râzı olduğu bir yere doğru mu gidiyor; yoksa; şirke, küfre, adâletsizliğe, ahlâksızlığa ve dolayısıyla zulme doğru mu gidiyor?. Apaçıktır olumsuz olan şeyler çok fazlalaşmıştır ve günden-güne de artmaktadır. Zâten -görece- iyi olan şeylere de herkes ulaşamıyor. O hâlde buna “ilerleme” ve “iyilik” değil, “gerileme” ve “kötülük” demek gerekir ki bu kötü gidişâta mâni olmak şarttır. Bunu yapacak olanlar elbette, Dünyâ kurulalıdan bêri olduğu gibi, yine mü’minler olacaktır.

 

Mevcut dünyâ iyi bir dünya mıdır?. İnsan şu mevcut yaşamında, birilerinin “ilkel” ve “geri” dediği daha önceki zamanlara göre daha iyi bir durumda mıdır ve insanlar daha mı mutludur?. Tabî ki değil. Yaşı 40’ın üzerinde olanlar yada 1990’lardan önce bir şeylere aklı erenler, 90’dan sonra yâni tek kutuplu bir dünyâdan bêri, Dünyâ’nın çivisinin çıkmaya başladığını ve çıktığını çok net olarak görürler. Yeter ki bunda inat etmesinler. İnat edenlerin, mevcut durumun daha iyi olduğunu söylemeleri sâdece madden bâzı iyiliklerin olmasından dolayıdır. Bu kişiler insanların sosyâl, psikolojik, mânevî, ahlâkî ve adlî yönden çöküşte olduğunu gör(e)miyorlar yada görmek istemiyorlar. Çoğunluk göremiyor. Çünkü İslâmî bilinçten yoksunlar. 1.000 yıllık İslâm medeniyetinden bi-haberler ve modern paradigmayı iyice benimsemiş durumdadırlar. Bu yüzden meselâ şöyle demektedirler; “bundan daha iyisi nasıl olabilir ki!”..

 

Peygamberimiz’in başlattığı ve kurduğu İslâm Devleti ve Medeniyeti’nde yaşanmadığı ve bundan daha da kötüsü, o târih iyice bilinmediği için, modern paradigmayı benimsemiş olanlar mevcut dünyâdan daha iyisini hem bilmiyorlar hem de düşünemiyorlar. Böyle olunca da “batı uygarlığı ile birlikte gün-yüzü gördük” düşüncesine ve zannına kapılıyorlar. Zîrâ modern paradigmaya meftûn ve râm olup da onu kayıtsız-şartsız ve sorgusuz-suâlsiz benimsemek, insanı zan içinde bırakır ve cehâletin içinde körü-körüne yaşamasına sebep olur.

 

Cehâlet, bir şeyin neye kıyasla tanımlandığına bağlıdır. İslâm’a göre cehâlet, Allahsız yaşamdır. Mevcut modern sistem günümüzün Allahsızlığıdır. Bir sistem ve yaşayış İslâmî değilse câhiliyedir. Modernite apaçıktır ki İslâm’dan nefret eder ve yaptıklarını da zâten İslâm’ın yâni hakîkatin tam tersine yapar da ortaya seküler bir hayât-tarzı çıkar. İslâm vahiy-merkezli inşâ olmuş akla göre tezâhür ederken, modernite ise şeytan, nefs ve tâğutların ortaya çıkardığı akla ve zanna göre düşünür ve hareket eder.

 

Modern paradigma, İslâm’ı çok sıkı kontrôl altına almak ve kontrôl altında tutmak ister. Zîrâ ona karşı çıkacak olan sâdece İslâm Dîni’dir. Bu nedenle de İslâm’ı ancak modern paradigmayı benimsedikten sonra kabûl edebilir ve hoş görebilir yada ona katlanır. Fakat İslâm, şeytânî bir paradigma içinde, yozlaştırılmadıkça yaşanamayacağından dolayı, modern paradigmayı benimseyenlerin çok da uzak olmayan bir vâdede yozlaştıklarını gördük ve görüyoruz. Neredeyse tüm iddiâlarından modernitenin lehine vazgeçmiş bulunuyorlar. Kur’ân âyetleri varken, “kevnî âyetler”den bahsetmeye başladılar, sanki ikisi birbirine aykırıymış gibi. Aslında “kevnî âyetler” dedikleri, Allah’sız modern-bilim ve teknolojinin ortaya koyduğu sonuçlardır ki çoğu yanlıştır. Kevnî âyetler ancak Kur’ân âyetleriyle uyum içindeyse doğru yorumlanmış olur. Modernleşme, sekülerizasyon, bireycilik gibi modern düşüncelerle bırakın iyi bir dünyâ kurmayı ve hayâlleri gerçekleştirmeyi, bunları yerin dibine sokmadan insanın mutlu, huzurlu ve Dünyâ’nın da güven içinde olması imkânsızdır.

 

Dünyâ’yı gayr-i İslâmî merkezde şekillendirenlere saygı duyulması isteniyor ve sürekli bu söyleniyor. Bunlara saygı duyulduğu takdirde müslümanlar hiç-bir zaman İslâm’ı hakkıyla yaşayamazlar. O hâlde “ben de müslümanım” demelerine rağmen modern paradigmayı benimseyenlere, İslâm’a göre değil de benimsedikleri modern paradigmaya göre düşünen, konuşan ve edip-eyleyenlere saygı duyulması ve onların hoş görülmesi mümkün değildir. Onlara düşman olmaktan bahsetmiyorum ama, onların kulvar değiştirmelerine elbette hoş bakamayız.

 

Müslümanların bir-kısmı, batı’nın, “İslâm’ın rüyâlarını söndürdüğünü” zannediyor. Hâlbuki batı’nın, İslâm yeniden hâkim oluverecek diye ödü patlıyor. Bunu da, sürekli şiddet göstererek, saldırarak gösteriyor. Çünkü İslâm’ın, modernite karşısındaki tek hakîki cephe olduğunu biliyorlar.

 

Moderniteyi hazırlayan Rönesans, Sanâyi Devrimi gibi süreçler, bir hırsızlığın sonucu ve zulmün bir tezâhürüdür. İnsanlara -küçük bir şerefsiz azınlık dışında- mutluluk getirmemiştir, getirmemektedir ve getirmeyecektir. Hiç-bir zaman da getiremez. Zîrâ fıtrata aykırıdır. Bu nedenle de övülecek ve benimsenebilecek bir tarafı yoktur.

 

İslâm’a-fıtrata aykırı ve dolayısı ile insana zarar veren bir süper teknoloji yapmak mı daha iyidir; yoksa insana zarar vermeyen ve onu tutsak edip sömürmeyen “fıtrî olan”da kalmak mı daha iyidir?. Modern paradigma, insanlara, hayvanlara ve doğaya zarar verip-vermediğine bakmadan insana zarar verecek şeyleri üretmekten hiç çekinmemektedir. Çünkü mantığı nefs-merkezli çalışır.

 

İslâm, “modern paradigma”nın şeytan-işi pislik bir câhili küfür sistemi olduğunu öğretir, fakat seküler modern akıl, modern paradigmayı iyice benimsediğinden dolayı bunu görememektedir, görebilecek gibi de değildir.

 

Modernite çoğunluğa göre hareket eder yada en azından öyle görünür. Oysa çoğunluk  genelde yanlış yolda gider. Çünkü sürüler, bir sesle hep birden yol alırlar ve yön değiştirirler. Kur’ân boyunca “çoğunluk” için iyi bir şey söylenmez ve çoğunluğun “saptırıcı” olduğu ifâde edilir: “Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

 

“Her ne kadar aksini arzu edenler varsa da, geldiğimiz bu aşamadan geriye dönüş söz-konusu değildir” deniyor. Bu bir öngörüden çok temennîdir. Modern paradigmayı benimseyenlerin temennîsidir bu. Oysa Peygamberimiz ve onunla birlikte olanlar, kendilerine inen vahiy ile birlikte o çok sağlam görülen sistemi bozmuşlar ve yıkmışlar, yerine de İslâm’a göre olan bir hayat kurmuşlardır. İslâm ile birlikte bâtıl sistem tümden çökmüş ve değişmiştir. Tabi o zaman câhiliye yaşamı da doğal yaşama uygundu. Bu yüzden doğaya uygun olmayan değişimler çok olmadı. Modernitenin farkı, doğal yaşamdan uzaklaşılmış olmasının sonunda Dünyâ’nın bambaşka bir görünüme dönmesidir. Bunu tersine döndürmek imkânsız değildir elbette. Baktığınızda 20 yıl önceki kentlerin ve yerleşim yerlerinin, nasıl da yavaş-yavaş değişmiş ve şimdiki duruma gelmiş olduğu görürsünüz. O hâlde İslâm’a ve doğala göre de yavaş-yavaş değişmesi mümkündür.

 

Müslümanların birbirlerine girmelerinin bir nedeni de ulus-devlet, milliyetçilik, lâiklik, demokrasi ve modernitedir. Batı’nın ortaya attığı bu fitneler nedeniyle müslümanlar birbirlerine düşman olmuşlar-oluyorlar. Parçalanmalarının ve birbirlerine düşman olmalarının nedeni budur. Batı’nın o çok övülen kânunları ve kurallarıdır insanları birbirine düşman eden.

 

Çoğunluk tarafından benimsenmiş olan modern paradigmayı değiştirmek herkesi memnun ederek olmayacaktır elbette. Bu nedenle bu değişim sessiz-sedâsız olacak değildir. Zâten gerçek değişimlerin güle-oynaya ve gürültüsüz-patırtısız olduğunun târihte bir örneği yoktur. Herkesi memnun etme diye bir şey yoktur. “Sen ne kadar istesen de insanların tümü îman  etmeyecektir” diyor Allah. O hâlde neden herkesin modern paradigma yerine İslâm’ı ve İslâm Devleti’ni, medeniyetini ve paradigmasını kabûl etmesini bekleyelim?. “Sizden emr-i bil mâruf yapan bir topluluk bulunsun” diyor Allah. Böyle bir topululuk oluştuğunda “iş” başlar ve Allah’ın izniyle biter.

 

“İdeâl bir Dünyâ için cumhûriyet, demokrasi, modernleşme, insan hakları, serbest pazar, küreselleşme-küresel sisteme entegrasyon ve batı ile iyi ilişkiler içerisinde olmak ve bunlara eklemlenmek şarttır” diyorlar. Bunlar Kur’ân-Sünnet-merkezli bir müslümanın söyleyeceği sözler olamaz. Bu söz ancak, muhâfazakâr milliyetçi demokratlara yakışabilir. Çünkü bunlar İslâm düşüncesinden vazgeçmiş ve modern paradigmayı benimsemeden söylenebilecek sözler değildir.

 

İslâm’ı, Müslümanlığı Avrupa’lının gözünden anlamak zorunda değiliz. Zâten bu doğru bir anlama şekli olmaz. Oryantâlist bakış-açısı ancak ifsâd etmiştir-eder. İslâm’ı batı paradigmasına göre anlama iddiâsı ve düşüncesi, ahmaklıktan ve ciddiyetsizlikten başka bir şey değildir. Allah, teslîmiyetin adını İslam-Müslümanlık olarak belirtmiştir, modernlik olarak değil.

 

Son 200 senede müslümanlar yozlaştı. Çünkü modern paradigmaya göre düşünmeye, konuşmaya ve hareket etmeye başladılar. Çünkü modern paradigmayı baya bir benimsemişlerdir. Fakat bilinsin ki modern paradigma şeytan, nefs ve şeytanın dostları olan tâğutlara göre oluşturulmuştur.

 

Muhâfazakâr demokrat -sözde- İslâmcılıkla; “Kur’ân’ı ve Sünnet’i her alanda merkeze almanın olmazsa-olmaz olduğunu söyleyen İslâmcılığı ayırmayanlar, modern paradigmayı benimsemiş olanlardır. Muhâfazakâr-milliyetçi-liberâl demokratlar batı’nın sözünü-ilmini-bilimini-ideolojisini vs. üstün kılmaya çalışırlarken; mü’minler, onları yıkarak Allah’ın sözünü Dünyâ’ya hâkim kılmak isterler. “İslamcı” sözüne de gerek yoktur. Onlar müslümlerdir, mü’minlerdir. İslâmcılık aslında -adı üstünde- “İslâm’ı hayâta hâkim kılma düşüncesi ve çabası içinde olmak” anlamındadır ve öyle anlaşılmalıdır.

 

Modern paradigmayı benimsemiş olanlar modernitenin zulümlerini görmezden gelirler. Bu yüzden binlerce metre yükseklikten atılan bombalarla sevdiklerini, can-pârelerini fecî bir şekilde kaybedenlerin acılarını ve feryatlarını göremezlerken, kendilerini canlı bomba yaparak intikâm (kısas) alanları terörist olarak görürler. Zîrâ modern paradigmayı benimsemiş olanlar, zulüm profesyonelce yapılınca alkışlarlarken, şiddet  profesyonelce yapılmadığında teröristlik olarak görürler.

 

Yapılmaya çalışılan şey, modernite lehine yeni bir din kurmaktır. Allah’ın “İslâm” diye adlandırdığı din kendisine yetmeyenler, modern dinlere meftûn ve râm olmaktadır.

 

Modern paradigmanın üreticileri olan “küresel güçler” (yoksa “küresel götler” mi demeliydim?) hiç-bir sorun ile başa çıkamıyorlar ve tam-aksine sorun üretip duruyorlar. Garibanları bombalayarak insanlara güç gösterisi yapmaktan başka bir şey yaptıkları yoktur. Modern paradigmayı benimseyenler de onların bu güç-gösterisi karşısında kedinin köşeye sıkıştırdığı fâre gibi olmuşlardır. Oysa zâlimler, karşılarında sağlam ve dirâyetli duran hiç-bir topluluğa karşı savaşamazlar. Savaşsalar da kazanamazlar da ağır bir tokat yemiş olarak dönüp giderler. Bu nedenle de küresel şerefsizler, devamlı olarak sâdece zayıf olanlara binlerce metre yukarıdan saldırıp dururlar.

 

Mesele dirâyetli bir müslüman toplum kurabilmektir. Kimseyi zorla müslüman yapamazsınız, İslâm’da bu yasaktır zâten. Ama insanları esâretten-mazlûmiyetten kurtarmak için dirâyetli olmaya zorlayabilirsiniz tatlı-sert şekilde. Çünkü Nûr Sûresi 55. âyetinde, Peygamberimiz ve sahabenin yaptığı gibi, aynı şartları yerine getirdiğimizde Allah bize de iktidâr (İslâm Devleti) vereceğini söylüyor:

 

“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

 

Müslümanların önündeki en büyük engel; Allah’a, Peygamber’e ve Kur’ân’a gerektiği gibi îman etme ve güvenme probleminden başka, modern paradigmayı körü-körüne benimsemiş ve bu paradigmaya körü-körüne bağlanmış olmalarından başka bir şey değildir. Bu cehâletten kurtulduklarında ve eleştiri, îtirâz ve isyân süreci başlattıklarında Dünyâ bambaşka bir Dünyâ olmaya doğru gider. İslâm Güneş’i yeniden Dünyâ’yı aydınlatmaya başlar. Böylece küfür, şirk, adâletsizlik, ahlâksızlık ve de zulüm yeryüzünden kalkar yada görünemez olur. İşte insan ancak o zaman insanca yaşamanın ne demek olduğunu görür.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2020

 

 

Devamını Oku »

22 Ocak 2022 Cumartesi

Bilim İle Aldatmak

 

“Göklerin ve yerin gizemleri Allah’a âittir. (Göklerin ve yerin uçsuz-bucaksız derinliklerini bilmek sâdece Allah’a mahsustur). Saat, (Dünyâ’nın sonu) bir göz-kırpması kadar veyâ daha kısadır. Allah her-şeye Gücü Yeten’dir” (Nâhl 77).

 

Modern insan, insanlık târihinin en çok aldanan ve en fazla aldatılan varlığıdır. Çünkü modernizm ile birlikte Allah ve İslâm kâlplerden ve zihinlerden silinmiş, yerine Dünyâ’ya ve maddeye tapılmaya başlanmıştır. Zîrâ her-şey madde ile ölçülmektedir. Modern insanın “aşkın bir kriteri-referansı” kalmamış olduğundan dolayı bir kıyas yapamamakta ve sürekli olarak kandırılmakta ve aldatılmaktadır. Allah yerine Dünyâ’ya tapan ve Allah’a Dünyâ ile şirk koşanların cezâsı -sünnetullah gereğince- her-şey ile aldatılmaktan başkası değildir.

 

Modern insan, maddî olan her-şey ile kandırılmakta ve aldatılmaktadır. Çünkü Allah-merkezli olmayınca, İslâm-merkezli olmayınca, Dünyâ tüm aldatıcılığı ile ortaya çıkar ve şeytan da artık insanları Dünyâ’daki her-şey ile aldatır. Maddenin doğasında -imtihanın bir gereği olarak- çekicilik ve etkileyicilik vardır ve bu yüzden madde ile aldanmak yâni Dünyâ ile aldanmak bir kez başladığında ve bir kırmızı çizgi olmadığında durdurulamaz:

 

“…Dünyâ hayâtı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir” (Âl-i İmran 185).

 

Şeytan, insan düşmanıdır. Onun tüm kârı, insanı alabildiğine aldatmak ve saptırmaktır. Zâten bunun için -imtihanın bir gereği olarak- Allah’tan kıyâmet gününe kadar süre almıştır. Bu izinle birlikte şeytan bizi, bizim onu görmediğimiz yerden bile görebildiği için bizi her-şeyle kandırıp aldatmak ister. Sağdan, soldan, yukarıdan, aşağıdan ve her yönden yaklaşarak ve kandırarak insanı aldatabilme gücü vardır. Bu yüzden Allah bizi şeytana karşı şiddetle uyarır ve şeytana karşı dikkatli olmamızı emreder: 

 

“Ey insanlar!, hiç şüphesiz Allah’ın vâadi haktır; öyleyse dünyâ-hayâtı sizi aldatmasın ve ‘aldatıcı’ (şeytan) da, sizi Allah ile aldatmasın” (Fâtır 5).

 

Şeytan, insanı en çok “sağdan yaklaşarak” kandırır ve aldatır. Sağdan yaklaşarak insanı kandırması, özellikle ibâdetler ve iyilikler konusunda olur. Sağdan yaklaşarak aldatması, aldatmak için kullandığı şeyin insan tarafından zararlı ve kötü görülmemesi nedeniyledir. Müslümanları târih boyunca en çok sağdan yaklaşarak kandırmıştır. Peki, İslâm artık resmî olarak geçerli olmadığına ve insanların çoğunun ibâdetle, vahiyle vs. pek işi olmadığına göre, günümüzde şeytan genelde tüm insanları, özelde ise müslümanları ne ile aldatıp kandırmaktadır?. Bizi ne ile aldatmaktadır?. İşte modern zamanlarda şeytan, onun uşakları olan tâğutlar ve de tâğutların taşeronları, insanları yâni modern insanı iki şey ile aldatmaktadır: Modern-bilim ve teknoloji. “Bilim ve teknik” değil, yanlış anlaşılmasın; modern-bilim ve teknoloji. Modern-bilim ve teknoloji “bilim ve teknikten” başkadır. Modern-bilim ve teknoloji, bilim ve tekniğin kışkırtılması, aşırılaştırılması ve de Allahsızlaştırılmasının bir sonucudur. Şeytan modern insanı en çok modern-bilim ve “onun tezâhür etmesi ve ürün olarak gözükmesi” demek olan teknoloji ile aldatmaktadır. Teknoloji modern-bilimin sonucu olduğu için aslında aldatıldığımız şey modern-bilimdir. “Bilim ile aldatmak” deyince “modern-bilim ile aldatmak”tan bahsediyoruz.    

 

Allah ile aldatan şeytan, bilim ile mi aldat(a)mayacak. Şeytan şu-anda modern insanı modern-bilim, teknoloji ve modernite ile aldatıyor. Bu aldatmanın sonucunda modern insan, modern-bilimin ve de teknolojinin “kulu” hâline gelmiştir. Artık insan, modern-bilim ne derse onu yapıyor, nasıl isterse öyle düşünüyor. Öyle ki yeni bilimsel bir şey söylenmesin yada yeni bir teknolojik ürün üretilmiş olmasın.. Modern insan hemen bu yeni teorilere inanıyor ve yeni teknolojik ürünlere hemen sâhip olmak istiyor. Sanki farzmış gibi, zorunluymuş gibi. Çünkü aldatılmıştır-aldatılmaktadır. İnsan neyle aldatılıyorsa ona daha çok meylettiği için onun tarafından kolayca yönlendirilir ve yönetilir.   

 

Sürekli olarak kendisiyle aldatıldığınız şey sizin en değerli putunuz, ilahınız ve dîniniz olur. O put başınıza diktatör kesilir. Modern-bilim ve teknoloji bir faşizme dönüşmüştür, zıvanadan çıkmıştır ve insanları saptırmaktadır. Söyledikleri şeylerin bir-çoğu eksik ve de yanlış olmasına ve de bâzı küçük yararlarının yanında daha çok zarârları olmasına rağmen yine de aldatmaya ve insanlar da aldanmaya devâm eder. Oysa modern-bilimin Dünyâ-dışı hakkındaki verilerinin -iyimser bir rakamla- %90’ı, Dünyâ-içi verilerinin ise %65’i yâni 2/3’ü eksiktir ve yanlıştır. Daha dün söylediği şeyi bugün yalanlar ve üstelik bir de buna “bilimsel gelişme” yada “yanlışlanabilirlik ilkesi” diyerek insanları kandırır. Oysa modern-bilim, daha meselâ kırmızı rengin “kırmızı” olduğunu bile ispatlayamaz.

 

Modern-bilim bizâtihi bir kandırmacadır. Allah’ın ve dînin yerine geçirilmiştir. Bir puttur, modern bir hurâfedir, bâtıl bir dindir. Modern-bilim, Allah’a karşı bir meydan okumadır. Modern-bilim, bir “anlamsızlaştırma ameliyesi”dir. Zîrâ modern-bilim parçalayıcıdır. Parçalanan şey anlamsızlaşır. Modern-bilim, ancak dîne savaş açtığı ve onu karaladığı ölçüde yıkılmaktan korunabilir. Modern-bilim, hakîkati perdeler ve insanları yalanlarla aldatır. Modern-bilimsel teorilerin çoğu, bilimsel değil, siyâsi teorilerdir. Seküler siyâset, kendine nasıl bir teori lâzım ise, bilim-adamlarına o şekilde bir teori sipâriş eder. Seküler siyâset de insanları işte o teorilerle kandırır. Modern-bilimin en büyük destekçisi “emperyâlizm”dir. Modern-bilimin hakîkate ulaşmak gibi bir derdi yoktur. Onun derdi, seküler paradigmanın yalakalığını yapmaktan başkası değildir. Modern-bilimin temeli de yoktur. Zîrâ modern-bilim, “bilimin ifsâd edilmiş şekli”dir. Modern-bilimin yarısı filmdir.

 

Aldatmanın bir çeşidi de, “Kur’ân ile aldatmak”tır. Eğer Kur’ân’ı bilmiyorsanız ve rûhunu idrâk edememişseniz tüm “aldatıcılar” sizi aldatır. Modern anlamda ise şeytan bizi “Kur’ân’ı modern-bilime uydurmaya çalıştırarak” aldatır. Bu aldatmanın sonucunda Kur’ân, modern-bilimin nesnesi yapılarak; “Kur’ân bunu önceden söylüyordu zâten, fakat bunun neliği ve nasıllığı modern-bilim ile birlikte anlaşılmaya başlandı” sözü söylenir durur. Daha önce anlaşılmamış da modern-bilim ile anlaşılmış. Peygamber ve sahabe, kendilerine en canlı şekilde gelen vahyi anlayamamış da Kur’ân’ın ne dediği modern-bilim ile anlaşılmış. “Modern din-adamları olan bilim-adamlarının araştırmaları sonucunda anlaşıldı” demeye getiriyorlar. Peygamber’in anlayamadığı bir Kur’ân âyetini, çoğu Allahsız olan yada Allah’ı, dîni ve Kur’ân’ı merkeze almayan ve hesâba katmayan bilim-adamları mı anlayacak?. İşte böyle ahmakça ve aptalca konuşmak, insanların modern-bilim tarafından aldatıldığının bir göstergesidir.  

 

Modernizm, bir “aldatma uygarlığı”dır. Herkesi her-şeyle aldatır. Hiç-bir şey gerçekte söylendiği, yazıldığı ve gösterildiği gibi değildir. Biraz üzerine gidince ve araştırılınca bu çok net olarak görülür.

 

Şeytan ete-kemiğe bürünmüş, modern-bilim ve de teknoloji olarak görünmektedir ve de aldatmayı bunlar üzerinden yapmaktadır. Şeytan için fark etmez ki!; insanlar en çok neye meyilli ise onunla aldatır. Aldatılan insan aldatıldığı şeye daha çok bağlanır. Bu nedenle insanlar neye çok bağlandıklarını ve neye meftûn ve râm olduklarını iyi gözlemlesinler. Çünkü o şey tarafından kandırılmakta, aldatılmakta ve sömürülmektedirler.

 

Modern-bilim, İslâm hayattan uzaklaştırılmadan etkili olamaz ve aldatamaz. Modern-bilimin ve teknolojinin etkili olması ve bu etki ile birlikte modern insanı aldatması için İslâm’ın yâni Allah’ın, Kur’ân’ın ve Peygamber’in hayattaki etkinliğinin azaltılması gerekir. Modernizm denen melânet işte bunu yapmıştır. Rönesans, Aydınlanma, Sanâyileşme, Modernizm vs. diyerek dînin yerine modern-bilimi ikâme etmiştir.

 

Modern-bilim, aldatmanın modern adıdır. Ne zamana kadar aldatılacağını ise insanların bilgileri ve davranışları sonunda Allah belirleyecektir.   

 

Modern-bilime ve teknolojiye bir sınır koymayanlar ve karşı çıkmayanlar modern-bilim tarafından aldatılmakta ve sömürülmektedirler.

 

Modern-bilim ve modern teknolojinin ilahlaştırıldığı, tümüyle hâkim olduğu ve kuşattığı bu Dünyâ’da yaşamayı zûl görmeyenler câhildir ve modern-bilim tarafından aldatılmaya ve sömürülmeye mahkûmdur.

 

Öyleyse ey insanlar!; dünyâ-hayâtı sizi kandırmasın ve aldatıcı (şeytan) sizi modern-bilim ile de aldatmasın..  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2021

 

 

Devamını Oku »

15 Ocak 2022 Cumartesi

Küresel Tûfan: Modernizm

 

Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feverân ettiği zaman, dedik ki: ‘Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, âileni ve îman edenleri ona yükle’. Zâten onunla birlikte çok azından başkası îman etmemişti” (Hûd 40).

 

Nûh Kıssası’nın anlattığı şey, tûfânın büyüklüğü ve kapsama alanı değildir. Anlatılan şey, “1.000 seneden 50 yıl eksik” yâni 950 yıl boyunca bir Peygamber’in, toplumuna sürekli olarak çeşitli şekillerde tebliğde bulunarak onları İslâm’a dâvet etmesi, içinde bulundukları cehâlet ve şirk batağından kurtulmaları için onları yıllar boyunca uyarması, bu uğurda her yolu denemesi, fakat sonunda küçük bir azınlık dışında ona îman eden olmaması ve en sonunda da “sünnetullahın tezâhür etmesi”dir. Yâni bir tebliğ ve dâvet yolunda olan kararlılık, azim ve sebattır asıl konu. Anlatılan şey, dâvetin metodu, îman ve kararlılıktır. Yine; “Allah’a olan güven”dir. Zîrâ “karada” gemi yapılmaktadır. Zımnen; “Allah’a îman edip O’nun emrinin gereği olarak karada gemiyi yaparsanız, Allah suyu ayağınıza getirir” denmek isteniyor. Îmânın ve görevin hakkını vermekten bahsediyor kıssa. Bu tûfândan alınacak ana-ders herhâlde şudur: “Nûh tûfânı, alt-yapı eksikliğinden dolayı olmadı” ve “îman ve güven varsa korkmayın, Allah sizinledir”.

 

Tâğutların hüküm sürdüğü yâni “tuğyân” olan her-yerde aslında bir “tûfân” da var demektir ve orada hâli-hazırda “tandır” kaynamaktadır. Bu nedenle tuğyânın sonu hem Dünyâ’da hem de âhirette “acı azap”tır

 

Târihte meydana getirdiği keskin değişim-dönüşüm açısından modernizm süreci Nûh Tûfânı’na benzetilebilir. Nasıl ki Tûfan yeryüzünden her-şeyi silip-süpürdü ve sonrasında tüm insanlık için yeni bir dönem doğduysa, benzer şekilde modernizm de her-şeyi silip-süpürmekte ve Dünyâ’yı “modernizm tûfânı” kuşatmaktadır. Tabi Nûh Tufânı’nın sonuçları olumlu, modernizm tufânının sonuçları olumsuz olmuştur-olmaktadır. Bu tûfandan kurtulacak olanlar sâdece “bir gemicik insan” olacağa benzemektedir. Zîrâ “modernizm tûfanı” tüm Dünyâ’yı sarıp kuşatmış ve küreselleşmiş durumdadır. Artık bu tûfânın uğramadığı yer ve kişi kalmamıştır. Gemi’ye binip kurtulacak olanlar elbette bu “tûfâna karşı dik duranlar ve  mücâdele edenler” olacaktır. Bu tûfâna su taşıyanlar ve tüm Dünyâ’ya yayılması için uğraşanlar ise en sonunda hem Dünyâ’da modernizm tûfânında hem de cehennemde “ateş tûfânı”nda boğulacaklardır. Zîrâ varlığın yegâne sâhibi olan Allah’ın hem dîni hem de mülkü modernizm tufânı tarafından kuşatılmakta ve dîne, tevhide ve adâlete alan bırakmayarak küfrü, şirki ve zulmü sürdürmektedir.       

 

“(Elçiler) dediler ki: ‘Ey Lût!; biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında âilenle birlikte yürü (yola çık). Sakın, hiç-biriniz dönüp arkasına bakmasın; fakat karın başka. Çünkü onlara isâbet edecek olan (azap), ona da isâbet edecektir. Onlara vaâdolunan (azab) sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?. Böylece emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık” (Hûd 81-82).

 

Hz. Lût, sabah erkenden, azâba uğrayacak olan kavminden ve o bölgeden ayrılarak ve uzaklaşarak o acı azaptan kurtulmuştur. Fakat Hz. Nûh’a gelince iş değişmiş, ona; “bırak o kavmi, sana inananlarla birlikte ayrıl o bölgeden de şuraya git” gibi bir şey denmemiştir. Zîrâ gelecek azap tüm Dünyâ’yı kapsayacaktır ve bu nedenle gidilecek bir yer yoktur. Yürüyerek ve bineklerle gidilebilecek kuru-kara bir yer olmayacaktır. Dolayısı ile Allah o’na azaptan önce hem “imtihan” için hem de “kurtuluş” için bir gemi yapmasını söyler ve azap sırasında da gemiye binmesini ister. Çünkü başka alternatif yoktur. Yürüyerek yada bineklerle gidiverecek bir yer yoktur, olmayacaktır. Sular gökten ve yerden fışkırmış ve tüm yeryüzü sular altında kalmıştır. Sâdece “gemiyle” kurtuluş söz-konusudur. Allah şimdi de bir peygamber gönderseydi, bize “modernizm tûfânı”ndan herhâlde bir gemiye yada hava-taşıtına binerek kurtulmamızı emrederdi. Fakat buna gerek yoktur. Zîrâ “Kur’ân ve Sünnet Gemisi” elimizdedir. Kur’ân ve Sünnet gemisine binerek kurtulmaktan başka çâremiz yoktur. “Gemi”den başka bir seçeneğin olmaması, yeryüzünde, “uzaklaşıp gidilecek kara-kuru bir yerin olmaması”ndan dolayıdır. Çünkü modernizm tûfânının ulaşmadığı yer kalmamıştır. Yâni tûfan her yeri sarmıştır. Bir mağaralık da olsa yer yoktur. O hâlde bize de bir “gemi” lâzımdır. O gemi “Kur’ân ve Sünnet gemisi”dir. Kur’ân ile projesi çizilmiş ve Sünnet ile îmâl edilmiş bir gemi. O “kurtuluş gemisi”ni tüm zamanlarda ve mekânlarda yapmak mümkündür. Zâten Hz. Nûh da böyle yapmış ve gemiyi îmâl etmişti.

 

Dünyâ’da sosyoloji temelli küresel bir tûfan vardır. Bu tûfân tüm Dünyâ’yı sarmış durumda ve kaçacak bir yer yok. Sosyolojik sapma, yanında mutlakâ ekonomik, siyâsî ve ahlâkî sapmaları da getirir ve getirmiştir. Modernite küresel bir tûfâna dönmüştür. Tüm Dünyâ’yı sarmıştır ve sığınacak bir yer kalmamıştır. Tûfânın içindeyken tûfânın etkisinden kurtulmak mümkün değildir. Zîrâ tûfânın dalgaları dağlar gibidir ve tûfan olmayan yoktur. Vahyi kılavuz etmiş olanlar, kurtuluş için oğullarını ve kızlarını Kur’ân ve Sünnet Gemisi’ne çağırmasına rağmen gelmemekte ve “dağlara-tepelere sığınmakla” kurtulacaklarını sanmaktadırlar. Tâ ki, tûfânın dalgaları araya girene ve onları boğana kadar.

 

Modernizm olarak görünen küresel tûfân, tüm Dünyâ’ya yayılmış durumdadır ve tüm Dünyâ’yı boğmaktadır. Müslümanlar da İslâm’dan koparak tufâna gark olmaktadırlar. Bu tûfândan kurtulmanın tek yolu İslâm’dır. Zâten tûfan bir tek İslâm’ı etkileyememektedir. İslâm’a olan düşmanlığın temelinde bu vardır. Zîrâ İslâm, tûfân karşısında “kurtuluş gemisi”dir. Celaleddin Vatandaş, bu yayılma ve kurtuluş hakkında şunları söyler:

 

“Batı, küreselleşme adı altında hegemonyasını tüm Dünyâ’ya zor ve iknâ araçlarıyla dayattı, dayatıyor. Geleneksel kültürler, dinler ya yok oldular yada asimilasyona uğradılar. Modem kültür karşısında asimile olan geleneksel kültürler ve dinler ‘kendisi’ olmaktan uzaklaştığı gibi ‘öteki’ de olamadı ve melezleşip yozlaştılar. Artık ismen varlar ama cisimleri ve işlevleriyle târihin sayfalarındaki yerlerini çoktan almış durumdalar. Târihin derinliklerinden çıkıp tekrar hayâtın içinde yerlerini alırlar mı bilinmez; fakat imkânsız denecek kadar zor olduğu da kesin. Çünkü temel kodlarını kaybettiler; modernite seli her-şeylerini silip-süpürdü; artık ilke ve sınırlarını belirleyemiyorlar. Ve tüm bunlar gerçekleşirken dimdik ayakta kalan sâdece İslâm oldu. Süreç içerisinde yıpranması veyâ zayıflaması söz-konusu olmadığı gibi, hattâ daha da yalın ve dinamik hâle geldi. Ayakta durmakla kalmadı, insanlığa ebedî saadet rehberliğinin gereğine uygun mesajları daha diri bir şekilde vermeye başladı. Modernite selinde insanlık için gerçek tek sığınağın sâdece kendisi olduğunu her geçen günle birlikte biraz daha güçlü şekilde ortaya koydu. ‘Modernite kralının’ çıplaklığını her fırsatta gözler önüne serdi ve sermeye devâm ediyor. Modernite seli bir türlü İslâm’ı silip-süpüremedi. Her yeni günle birlikte, aldatıcı deccallığının İslâm tarafından biraz daha açığa çıkarıldığını fark ediyor. Batı işte bunu kabûl edemiyor, fakat rakibinden kurtulma yolunda bir şey de yapamıyor. Sorgulanamaz bir irâde ve güce erişmesinin önündeki engelin, gerçekleştirdiklerinin içyüzünü açığa vurup hakîkati insanlığa sunma potansiyeline sâhip tek referansın, büyüsü bozulan Dünyâ’nın tekrar büyüsünü inşâ edebilecek gücün İslâm olduğunu biliyor. Çünkü İslâm’ı çoğu müslümandan daha doğru ve ayrıntılı biliyor. Üstelik müslümanların tüm edilgenliklerine, dağınıklıklarına, düşünce karmaşalarına rağmen, İslâm’ın her geçen gün insanlığın daha fazla umûdu hâline geldiğini korku dolu gözlerle seyretmek zorunda kalıyor”.

 

Tûfânın su ile olması mı yoksa ideolojiyle ve beşerî sistemlerle olması mı daha kötüdür?. İkisi de kötüdür. Fakat su ile olan tûfanda en azından bir gemicik de olsa insan Allah yolunda olabiliyor ve dîni yaşamak için kendine bir zaman sonra da olsa kara-kuru bir alan bulabiliyor. Fakat sosyolojik küresel tûfanda İslâm’ı yaşayacak bir alan olmadığı gibi, her-şeyden vazgeçerek gemiye binecek adam bulmak da çok zor. Modernizm tûfânının içinde İslâm’ın hayâta hâkim olması da mümkün değil yada çok zor. O yüzden mü’minlere sâdece bu tûfan ile mücâdele etmek kalıyor. En iyi mücâdele edenler “en iyi ve en takvâlı mü’min” oluyor. Lâkin tûfan her yeri kuşatmış olduğu için yapılan mücâdele somut bir fayda vermiyor ve gün geçtikçe umutlar zayıflıyor ve suya düşüyor. Sonuçta mücâhitler azalıyor, mücâhitlikten müteahhitliğe dönüyorlar ve tûfânın dalgaları arasına bırakıyorlar kendilerini. Zîrâ Kur’ân ve Sünnet Gemisi’ne binmenin ve o gemide olmanın bedelini göze alamıyorlar. O geminin kurtuluşa götüreceğinden emin olamadılar ve modernizm tûfânını “kurtuluş gemisi” sandılar.

 

İşin en acı tarafı, bu küresel modernite tûfânında o gemiyi yapmaya kalkacak bir ehliyete, liyâkate, dirâyete ve cesârete sâhip değiliz. Modern gemilerde “yalancı esintiler” eşliğinde gitmek daha çok hoşumuza gidiyor. Mevcuda iknâ oluyoruz. Tâ ki bir fırtınaya yakalanana kadar. İşte o anda aklımız başımıza geliyor:

 

  “Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dîni yalnızca O’na hâlis kılan gönülden bağlılar olarak Allah’a yalvarıp-yakarırlar (duâ ederler). Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor. Bizim âyetlerimizi gaddar, nankör olandan başkası inkâr etmez” (Lokmân 32).

 

 “Onlar gemiye bindikleri zaman, dîni yalnızca O’na hâlis kılan gönülden bağlılar olarak, Allah’a yalvarıp yakarırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca, hemen şirk koşarlar” (Ankebût 65).

 

Karaya çıkınca çok geçmeden tekrar sapma başlıyor. Çünkü insan acı azâbı görmeden îman etmez:

 

“Mûsâ dedi ki: Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünyâ-hayâtında bir çekicilik (güç, ihtişâm) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?). Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kâlblerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azâbı görecekleri zamâna kadar îman etmeyecekler” (Yûnus 88).

 

Bu modernite tûfânı böyle giderse, yeryüzünde zamanla mü’minlerden hiç kimseyi bırakmayacağı gibi, kâfirlerden de hiç kimseyi bırakmayacaktır.

 

Peki bu tûfan niçin ortaya çıkmıştır?.

 

Kur’ân ve Sünnet-merkezli îman, takvâ, ahlâk, düşünce-amel-eylem pratikliği aksadığında ve insanların iç ve dış-âlemlerini şekillendirmede etkisi azaldığında, ilâhî olanın yerine ortaya mutlakâ şeytânî ve beşerî olan şeyler çıkar. Müslümanlar Me’mun zamânında felsefe, Selçuklular zamânında da Moğol işgâline mâruz kalarak çok yıpransalar da kendilerini toparlayabilmişlerdir. Ama Endülüs’ün yıkılışı ve Osmanlı’nın ilme yeterli ilgiyi göster(e)memesi -çünkü Osmanlı’da Kitap ve Sünnet merkezlilik yoktu-, sonunda batı’nın bâtıl ve beşer-merkezli yapılanması karşısında durgunlaşmış ve geri kalmıştır. Bu geri kalış cehâleti, dolayısı ile küfrü-şirki ve adâletsizliği-zulmü de yanında getirmiştir. Batı’nın çok muhteşem görülmesinin bir nedeni de, aslında müslümanların çok durgunlaşmasıdır. İşte tüm bunlardan dolayı ve -sünnetullah gereğince hayat boşluk kabûl etmeyeceği için-, boşalan ilâhî alanın yerini beşerî ve tâğûtî alan doldurmuştur. Fakat bu alan tümden nefis-merkezli olduğu için, insanlık târihinde görülmemiş oranda talep edilmiş ve desteklenmiştir. Buna bir süre sonra müslümanlar da dâhil olmuştur. Nefisten aşırı destek gören modernizm en nihâyet Nûh Tûfânı gibi bir tûfâna dönüşmüştür ve kuşattığı insanları boğmaktadır. Öyle ki, câhil, kâfir, müşrik ve zâlimlerden tekini bile bırakmayacaktır. Ondan sâdece bir avuç mü’min müstesnâdır. Fakat modernizm tûfânının her yanı kuşatmasına baktığımızda, Allah’a hakkıyla kulluk eden o bir gemicik insanın bulunacağı konusunda bile karamsarlığa düşmemek elde değildir. Modernizm belki de, kıyâmeti celbeden ve kaçınılmaz kılan bir etkendir. Çünkü insanlık târihinde bu derece bir sapma ve yoldan çıkma görülmemiştir. Modernizm bir tûfâna dönmüştür ve kıyâmete dönmesi an meselesidir. 

 

Evet; tuğyânın olduğu yerde mutlakâ tûfan da olur. Güncel tûfan modernitedir. Modernite bir tûfan olmuş ve tüm Dünyâ’yı sarıp-kuşatmıştır. Tüm Dünyâ’nın altını-üstüne getirmek üzeredir.

 

Dünyâ’yı ve insanlığı Allah’ın izniyle bu durumdan kurtaracak, “bir gemicik de olsa” mü’minlere ihtiyaç vardır. Bu mü’minler îcâbında mallarını ve canlarını (yâni her-şeylerini) Allah yoluna adamış insanlardan oluşacaktır. Allah zâten bunu istemekte ve emretmektedir:

 

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).

 

 Allah, insanlığı cehâletten, şirkten, küfürden ve zulümden kurtaracak mü’minlerin olmasını ister ve insanları her türlü tûfandan kurtaracak mü’minler tüm zamanlarda bulunmuştur. Bu, Zerdüştlük’te bile böyledir. Zerdüşt’e göre din, “inanmak, îtikat sâhibi olmak ve inandığı değerlerin ilkelerine uygun amel etmek” demektir. O, dîne tâbi olanların doğru düşünce, iyi söz ve güzel davranışa sâhip olacaklarına inanmaktadır. Bu durumda dîne inanan hem kendine hem de diğer insanlara faydalı olacaktır. Dînî telkinlerine başladığı zaman Zerdüşt’ün temel hedefi, “insanları kurtarmak ve Dünyâ’yı düzeltmek” olmuştur.

 

İslâm; cehâletin, küfrün, şirkin ve dolayısıyla zulmün yâni bâtılın ortadan kalkması için bir müfredat ortaya koymuştur. Buna göre ilk önce iç-âlemler vahiy ile temizlenecek ve iç-âlemlerini temizleyenler dış-âlemi de temizlemeye başlayacaklardır. İç-âlemler ve sonra da dış-âlemler temizlenmediğinde ortalığı pislik götürür. Hz. Nûh zamânında ortalık küfür, şirk ve zulüm ile pislenince ve Hz. Nûh’un tüm tebliğ, dâvet ve uyarıları göz-ardı edilince, tüm Dünyâ sulara gark olmuş ve küresel bir tûfan ve “küresel bir temizlik” gerçekleşmiştir. Çünkü o anda “bir gemicik adam” vardır ve onlar bâtıl toplumdan ayrılmışlar ve bâtıl toplumu karşılarına alma cesâretini gösterebilmişlerdir. Modern zamanlarda da tevhidi bilen insanlar olmasına rağmen Allah yolunda olmaya ve ölmeye adanmış insanlardan mahrumuz. Bu durum Dünyâ’nın, hakkıyla yapılan tebliğ, dâvet ve uyarılardan mahrûm kalmasına neden oluyor. Böyle olunca da ortalığı pislik götürüyor. Allah pisliğin su ile temizlenmesi için bir talep, liyâkat ve adanmışlık görmeyince, “pisliğin pislik ile temizlenmesi” yoluna gidiyor ve ortalığı “modernizm pisliği” sarıyor ve bu pislik zamanla tüm Dünyâ’yı kuşatıp “tûfan” hâline geliyor. Böylece “… O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100) âyeti tezâhür ediyor. O pislik, “modernizm pisliği”dir.

 

Modernite kendini “gelişmişliğin en ileri ucu” olarak görmekte ve “benden sonrası tûfandır” demektedir. Aslında tûfan başlamıştır bile. Çünkü modernizmin kendisi bir tûfandır ve gelişmişliğin değil, “bâtılın en ileri ucu” durumundadır.

 

Modernite tûfan olmuş tüm Dünyâ’yı boğmaktadır. Bu tûfandan kurtulmanın tek yolu, mü’minlerin, Allah’ın gösterdiği yola baş koyarak ve kendilerini adayarak, tevhid gemisine, tevhid adasına ve tevhid mağarasına sığınmaktır. Kurtuluş ancak böyle olur. Batmayacak olan gemi Titanic değil, Kur’ân ve Sünnet Gemisi’dir. Modernite tûfânında boğulmaktan kurtulmanın başka da bir yolu yoktur. Bilen varsa söylesin.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2019

 

 

 

 

Devamını Oku »

9 Ocak 2022 Pazar

Akıntıya Kapılmak

 

“Gerçek (hak) Rabbinden (gelen)dir. Şu-hâlde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!” (Bakara147).

 

İnsan, imtihanın ve sünnetullahın bir gereği olarak tâ Hz. Âdem ve Havvâ’dan bêri iki yoldan birine uyar. Bu yolun biri, İslâm’ın doğru yolu, diğeri ise şeytanın, nefsin ve tâğutların bâtıl yoludur. İslâm’ın yolu sırât-ı müstakîm yâni en doğru ve sağlam yol iken ve de sonu cennete çıkarken, diğer yol bâtıldır ve sonu cehenneme çıkar. İslâm’ın gösterdiği “sağlam ve geniş yol”dur ve kişiyi usul-usul ve sağlam adımlarla cennete doğru götürürken, bâtıl yola kapılanlar ise kapıldıkları akıntıyla birlikte sürüklene-sürüklene cehenneme kadar giderler.

 

Bu iki yoldan biri, şeytan, nefs ve tâğutların izinden gidenlerin kapıldığı ve sonu cehenneme çıkan seküler akıntı; diğeri ise, rûh-vicdan, vahiy ve peygamberlerin izinden giden ve âhirette sonu cennete çıkan sırât-ı müstakîm yoludur. İnsanların çoğu maalesef şeytana, nefse ve tâğutlara uyarak imtihanı kaybetmekte ve sonu âhirette cehenneme çıkan seküler akıntıya kapılmaktadır. Cennette sonlanan yola girenler ise ne kadar da azdır.

 

İnsanı cehenneme kadar götüren akıntı kuşku-şüphe ile başlar ve kuşatılmışlığın derecesi oranında kişi o akıntıya kapılır gider. Akıntı ilerledikçe öyle şiddetlidir ki, akıntıdan kurtulmak pek mümkün değildir ve zâten akıntıya kapılmış olanlar da akıntıdan çok da kurtulmak istemezler. Yâni akıntıya kapılmak isterseniz kapılırsınız ve o akıntı sizi sürükler. Kitlelere o akıntıda sürüklenmek Dünyâ’da hoş gelir. Çünkü ne de olsa -görece- daha hızlı bir yol almaktadırlar ve hız ve haz-merkezli (dromokrasi) modern dünyâ zâten sürekli olarak bunu pompalamaktadır. Fakat akıntıya kapılmak istemeyenleri ve kapılmayanları o akıntı aslâ kap(a)maz.

 

Kitlelerin kapılmış olduğu akıntı, “haz ve hız akıntısı”dır. Modern toplumla birlikte ortaya çıkan hız ve haz tutkusu, “dromoloji” (hız bilim) kavramıyla tanımlanmaktadır. Dromoloji kavramı antik Yunanca’da “dromos”; akıntı, yol, yürüyüş, koşu ve seyir anlamına gelmektedir. Modern çağla birlikte hız ve haz Dünyâ’nın genel yasası hâline gelmiştir. Artık dromokrasi çağındayız. Modern insan dromokrasi seline ve akıntısına kapılmış, sürüklene-sürüklene gitmektedir.

 

Bu şeytânî akıntı, akıntıya kapılan kişileri Dünyâ’da rezilliğe, âhirette ise cehenneme kadar sürükler. Fakat orada da “ateş akıntısı” başlar ve sürüklenme devâm eder. Akıntının cehenneme yuvarladığı kişiler için orada “yakıntı”dan başka bir şey yoktur. Pişmanlık ve yakınmaların sesinden başka ses işitilmez:

 

“Ateşin halkı cennet halkına seslenir: ‘Bize biraz sudan yada Allah’ın size verdiği rızıktan aktarın’. (Cennettekiler) derler ki: Doğrusu Allah, bunları, inkâr edenlere haram (yasak) kılmıştır” (A’raf 50).

 

Sonra cennettekiler de cehennemdekilere sorar:

 

“Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?. Onlar: Biz namaz kılanlardan değildik dediler. Yoksula yedirmezdik. (bâtıla ve tutkulara) dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik. Din (hesap ve cezâ) gününü yalan sayıyorduk” (Müddesir 42-46).

 

Allah, insanlar “akıntıya kapılıp sürüklenmesinler” diye sürekli olarak vahyini indirir ve gönderdiği peygamberler ile uyarmıştır, uyarmaktadır. Fakat insanlar yine de bu uyarıyı dinlememektedirler. Çünkü Allah’ın gösterdiği ve sonu cennete çıkan yolun bâzı bedelleri vardır ki bu bedeller bâzen ağır da olabilmektedir. İşte bu bedelleri ödemek istemeyen ve hafif-ağır yükün altına girmek istemeyenler, İslâm’ın yolu yerine bâtılın akıntısına kapılıp sürüklenmekte ve en sonunda da cehennemi boylamaktadırlar. Bedel ödemeyi göze alamayanlar akıntıya kapılıp sürüklenmekle cezâlandırılırlar.

 

İslâm toplumu-devleti-medeniyeti, “akıntıya karşı kürek çekmek”le başlayan bir süreçtir. İslâmî hareket, “akıntıya karşı yüzmek”le başlar. Zâten Allah’ın indirdiği vahiyler bunun yolunu ve plânını gösterirken, gönderdiği peygamberler ise akıntıya karşı kürek çekmenin yada yüzmenin nasıl olacağını, İslâm’ın yolunda nasıl yürüneceğinin örnekliğini göstermek için gönderilmişlerdir. Peygamberler hep akıntıya karşı yüzmüşler ve yüzmek gerektiğini söylemişlerdir. Zîrâ ancak akıntıya karşı yüzüldüğünde bir şeyler değişebilir ve akıntıya kapılıp gitmekten kurtulunur.

 

Tabi akıntıya karşı yüzmek kolay değildir ve hattâ akıntıya karşı yüzenlerin çoğu, gösterdikleri çabayla sâdece akıntıya kapılmaktan kurtulmuş olurlar. Tabi çok üstün gayretle ve Allah’ın izni ile akıntıyı yarıp menzile ulaşanlar da olmuştur-olur. Akıntıya karşı yüzerek hedefe varmak imkânsız değildir. Akıntıya karşı ilerleyip yol alınamasa da, akıntıya kapılıp sürüklenmekten kurtulmuş olunur. Bu “yerinde saymak” gibi gözükse de, sürüklenip gidenlere göre “ilerlemek ve yol almak” demektir. Dücane Cündioğlu bu bağlamda şunları söyler:

 

“Akıntıya karşı kürek çekenler ‘ibn’ul-vakt’tir; geçmişin ve geleceğin değil, ânın (şimdinin) hesâbını yapmakla meşguldürler. Hem geriye doğru gitmeyi, sürüklenmeyi, akıntıya kapılmayı istemezler; hem de ileriye doğru gidemeyeceklerini, akıntıyı yaramayacaklarını da bilirler; buna rağmen mücâdeleyi de elden bırakmazlar, direnmeyi sürdürürler, akıntıya karşı kürek çekmeye devâm ederler. Çünkü böyle yapmadıkları takdirde vârolma sebeplerini yitireceklerinin farkındadırlar. O hâlde niçin, evet niçin bir hiç(!) uğruna boğuşup dururlar?. İleri gidemedikten sonra, akıntıyı yaramadıktan sonra bu insanlar niçin akıntıya karşı kürek çekip dururlar?. Bu suâlin cevâbı gâyet basittir: Oldukları yerde tutunabilmek için, akıntıya kapılıp sürüklenmektense aynı yerde saymak için, ileriye doğru gitmek için değil, akıntının yarılamayacağını bildikleri hâlde bulundukları mevzîyi terk-etmemek için. Akıntıya karşı kürek çekmiş olanlar gayet iyi bilirler ki, dikine çekilen her kürek yada akıntıya karşı atılan her kulaç, sâhibini ilerletmez, sâdece yerinde saydırır, akıntıya kapılıp gitmesini önler ve bu insanlar sırf bunun için akıntıya karşı kürek çekerler, ileriye gitmek için değil, geriye gitmemek için çırpınıp dururlar”.

 

Akıntıya kapılıp da hızla sürüklenenler; akıntıya karşı kürek çekenleri yada yüzenleri “yerinde sayanlar” olarak görürler ve “siz hâlâ orada mısınız” sözünü söylerler. Oysa Allah katında başarı, akıntıya kapılıp gitmek değil, akıntıya kapılmamak uğruna akıntıya karşı kürek çekmek yada kulaç atmaktır, yerinde saysa bile. Akıntıya karşı kürek çekenlerden biri gün gelir akıntıyı yarabilir ve akıntıya karşı yol alır ve yol açar. Bir-çokları da açılan bu yolda olur ve akıntıya karşı yol alır. İşte bu yolun sonu cennete çıkar. Akıntıya karşı kürek çekmek “cennete kürek çekmek” demektir. Cennet, akıntıya karşı kürek çekmeden gidilemeyecek ve ulaşılamayacak olan yerdir.

 

Akıntıya kapılanlara “akıntıya kapılmış sürüklenip gidiyorsun, bu akıntı seni en sonunda boğar” dendiği zaman, akıntıya kapılmış olanlar hemen sûni tedbirler ve çârelerden bahsederek, “bir kalasa tutunup batmaktan kurtulurum” diyor, oyda kalas onu ancak az sonraki uçurma ve şelâleye kadar götürebilir. Aslında daha hızlı yol almasını ve daha hızlı batmasını sağlar. Akıntıya kapılıp gidenler uçuruma doğru sürüklendiklerinin farkında değildirler. Kendi irâdeleriyle yol aldıklarını sanmaktadırlar. Zamânında Hz. Nûh’un oğlunun da tûfân sırasında Hz. Nûh’un çağrısı karşısında “bir dağa çıkıp kurutulurum” demesi ama onu yüce dağların bile kurtaramaması örneğinde olduğu gibi. Akıntıya kapılanların ve akıntıda olmaktan memnun olanların sürüklenmekten kurtulması mümkün değildir. Akıntıdan kurtulmak için sürüklenmekten kurtulma isteği ve çabası olması gerekir. Ancak o zaman bir liman, gemi ve yol bulunabilir.

 

İslâm’da aslolan “azîmete göre yaşamak”tır ve peygamberler hep bunun örnekliğini göstermişlerdir. Fakat İslâm’da ruhsat kullanmak ve ruhsata göre yaşamak da vardır. Lâkin sürekli olarak ruhsata göre yaşamak, sürekli ruhsat kullanmak riskli olabilir. Çünkü her-an düşme yada yoldan çıkmak riski vardır. Çok da gevşetmeye gelmez. Peygamberler bize azîmete göre yaşamanın örnekliğini gösterirlerken, doğada da azîmete göre yaşama örnekleriyle karşılaşırız.

 

Doğada azîmete göre hareket etmek hâkimdir. Hayatta kalmak ve nesillerini bir sonraki zamâna aktarmak için çırpınan hayvanlar ve hattâ bitkiler vardır. Meselâ akıntıya karşı yüzen somon, inci kefali ve alabalıklar vardır. Bu balıkların yaptıkları, “azimetle yapılan bir iş”tir. Çünkü çoğu balık bu işi başaramaz ve avcılara yem olur. Bunu başaranlar çok azdır ve söz-konusu balıklar bunu başarmak için aşırı çaba harcamak zorunda kalırlar yâni azîmetle iş yaparlar. İşte en azından İslâm’ın ilk zamânlarında, bu balıkların yaptıkları gibi “akıntıya karşı yüzmek” şeklinde azîmetle iş yapmak şarttır. Öyle ki bu azîmet, akıntıya galebe çalacak oranda çaba gerektirir. İlk zamanda biraz daha fazla gösterilmesi gereken azîmetle iş yapmak, sonraki zamanlarda da devâm edecektir tabi. Belli bir noktadan sonra ise, insanları çok da zorlamamak için ruhsatlar daha fazla kullanılabilir. Fakat bu, azîmetin elden bırakılacağı anlamına gelmez. Zîrâ imtihan devâm etmektedir ve şeytanın “son saat”e kadar süresi vardır.

 

İşte aynen bunun gibi; İslâm’ın o selâmete çıkaran yolu da böyledir. İslâm “akıntıya karşı kürek çekme yada yüzme”nin adıdır. Ancak o gayreti gösterenler âhirette selâmete çıkarlar.

 

Modern dünyâ ise bir günah uygarlığıdır. Günah akıntısı, coşkun akan bir sel gibi insanları almış sürüklüyor. İnsanlar ayıp, günah ve haram akıntısına kapılmışlar sürükleniyorlar. Bu akıntının kendilerini cehenneme kadar sürükleyeceğini bilmediklerinden yada takmadıklarından dolayı akıntıdan memnunlar. Herkes o akıntıda daha hızlı yol almanın yarışında. Bu nedenle akıntıdan kurtulmak için hiç-bir çaba göstermiyorlar.

 

Artık İslâm’ın yolu yerine akıntıya kapılıp sürüklenmek popüler olmuş ve üstelik sürüklenenler, sürüklenmeye karşı duranlara ve akıntıya karşı kürek çekenlere alay edip gülerek ve aşağılayarak bakıyor. Akıntıya kapılıp da sürüklenmekten uzak duranlar yobaz, gerici, ilkel ve hattâ terörist olarak görülüyor. Tabi bu görüş, akıntı kendilerini sürükleyip Dünyâ’da rezilliğe yada âhirette cehenneme atınca yerini pişmanlığa bırakıyor:

 

“O gün, zulmeden, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: Ah!, keşke elçiyle birlikte bir yol edinmiş olsaydım” (Furkân 27).

 

Bu seküler akıntı kişiyi Dünyâ’da helâka ve rezilliğe âhirette ise cehennem azâbına sürükler. Akıntı cehennemde de devâm eder ve ebedî bir akıntı ve sürüklenme başlar. Lâkin cehennemin (y)akıntısı ateşten olur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2021

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »