“De ki: ‘Ey
kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak
değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma
tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6).
Küfür; “İlâhi
metod” yerine, “beşerî metod”u hayat-tarzı (din) yapmaktır. Bütün Dünyâ eksiksiz bir-araya gelip Allah’ın
kânunlarına aykırı bir kânun ortaya koysa, o kânun yine de küfürdür, şirktir. O
kânunu koyanlar da müşrik, kâfir, fâsık, zâlim ve câhildir.
Mülk, “küfr” üzere bâki kalır fakat “zulm” üzere bâki kalmaz
diye anlamsızca bir söz söyleniyor. Küfr ile de bâki kalmaz, zîrâ küfrün zulme
dönmemesi imkânsızdır. Hattâ tüm zulümler küfürden neş’et eder. Zulüm küfür ile
başlar.
Tekfir, kime
yapıldığı ile alâkalıdır. Müslümanı tekfir etmektir kötü ve yanlış olan. Yoksa
kâfire Kur’ân da “kâfir” der. Kur’ân, kâfiri tekfir eder. Kâfire kâfir demek,
yâni gevura gevur demek terk edildiğinde, kimin kâfir/gevur, kimin mü’min
olduğu belli olmaz. Bu nedenle küfrü açıkça ortaya koyduğumuz gibi kâfiri de
açıkça ortaya koymamız gerekir ki Kur’ân bunu yapar. Meselâ Kur’â, Ebe Leheb’in
küfrünü ve kâfirliğini açıkça ortaya koyar. O hâlde küfürle mücâdele-cihad
etmek, kâfirle de mücâdele ve cihad etmeyi gerektirir. Hattâ küfürle ilmen
mücâdeleyle yetinerek kâfire bir şey dememek, küfürle yapılan mücâdelenin
bozgunla sonuçlanmasına neden olur.
İslâm; şirke, küfre,
adâletsizliğe ve zulme bir tepki olarak vardır ve şirki, küfrü, adâletsizliği ve
zulmü yâni câhiliyeyi ve bâtılı yıkıp ortadan kaldırmak ve sonra da hakkı-hakîkati,
adâleti ve tevhidi hâkim kılmak için gönderilmiştir. Yâni İslâm, küfrü,
dolayısıyla zulmü ortadan kaldırmak için gönderilmiş tek hak dindir. Fakat bunu
yapmak için küfrün temsilcileri olan kâfirlere çatar ve onlarla mücâdele eder.
Bu nedenle de “biz kâfirle değil küfürle uğraşıyoruz”, “bizim derdimiz kâfirle
değil küfürle” gibi sözler gerçekliğin ancak bir bölümüdür ve hattâ ezikliğin
ve kompleksin sonucunda söylenmiştir. Zîrâ “küfür ile uğraşmak sâdece ilimle
oluyor ama kâfirle uğraşmak meydana çıkmayı gerektiriyor” düşüncesi kendini
belli ediyor. İlimle yapılan mücâdele, kâfirle mücâdele olmadığında işe
yaramıyor ve küfür ve onun temsilcileri olan kâfirler gün geçtikçe daha fazla güçleniyorlar.
Demek ki “kâfirle değil küfürle mücâdele etme” düşüncesi eksiktir ve yanlıştır.
Çünkü küfür ancak kâfirle de yâni hem ilmen hem de fiîlen yapılacak olan
mücâdele ile ber-tarâf edilebilir ki zâten peygamberlerin ve Peygamberimiz’in
örnekliklerinde de bunu görürüz.
“Küfür soyut bir şeydir,
o yüzden onunla ancak soyut argümanlarla mücâdele edilmelidir” düşüncesi,
kâfirle mücâdele ve cihad etmeden küfür ile hakkıyla mücâdele edilemeyeceği
için yanlıştır. Küfrü ile mücâdele soyut ve somut olarak yâni ilmen ve fiîlen
birlikte yapılmalıdır. Çünkü eğer aynen günümüzde olduğu gibi Dünyâ’ya küfür hâkim
ise “kâfirler hâkim” demektir ki Dünyâ’yı küfür ve kâfirler kuşatmış olur. Küfrün
Dünyâ hâkimiyeti kâfirler aracılığı ile olur-oluyor. O yüzden de böyle bir
ortamda kâfirlerle de mücâdele-cihad etmeden küfür ile mücâdele de olması
gerektiği yapılamaz yada cılız kalır.
Küfürle mücâdele söz-konusu
olduğunda, kendini müslüman zanneden kâfirler de bir rahatsızlık duymazlar.
Küfrün kendileriyle ilgili olmadığını zannetmektedirler. Oysa küfür ve kâfirle
aynı-anda mücâdele edildiğinde kâfirin kim olduğu ve mü’minin kim olduğu açıkça
ortaya çıkar ve böylece saflar ayrılmış olur. Saflar apaçık bir şekilde
yarılmadan ne küfürle ne de kâfirle gerçekçi bir mücâdele yapılamaz.
Kur’ân’ın çattığın ana
konu küfürdür. Fakat İslâm ve Kur’ân çok gerçekçidir ve bu nedenle de kimin
düşman olduğunu da açıkça söyler. İslâm küfre düşmandır fakat İslâm sâdece
zihinsel bir konu olmadığı için, sâdece zihnî-ilmî mücâdeleyle yetinmez ve
küfürle mücâdele etmeyi, kâfirle mücâdele etmekle birlikte yapar. Çünkü kâfirle
mücâdele etmeden ve çatışmadan küfrün ortadan kalkmayacağını bilir. Bu nedenle
de kâfirlere “ey kâfirler!” diye seslenir. Kur’ân hitâbında “ey küfür” diye bir
hitâp yoktur ve sürekli olarak “ey kâfirler” hitâbını kullanır. Zîrâ küfürle
mücâdelenin “kâfirle mücâdele etmek” demek olduğunu bilir. Küfrün
niteliklerinden bahseder ama mücâdelesini kâfirlerle yapar, zîrâ küfrün
temsilciliğini kâfirler yapmaktadır. Bu nedenle de kâfirler ber-tarâf edilmeden
küfrün ber-tarâf edilemeyeceği çok açıktır. Küfrün somur temsilciliği ile
mücâdele edilip zayıflatılmadan sâdece ilmî mücâdele ile küfrün belini kırmak
ve hattâ bükmek imkânsızdır. Zîrâ sâdece soyut ilmî mücâdelede ile yeterli alan
ve imkân bulunamaz ve mücâdele güdük kalır.
Kur’ân’ın hitâbı
sürekli olarak kâfirleredir ve kâfirlere şu tarz hitaplarda bulunur:
“Allah kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır”.
“Diretti ve kibirlendi, (böylece)
kâfirlerden oldu”.
“Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlar
ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere cehennemliktirler”.
“Öyle değil,
kâfirlikleri sebebiyle Allah onları lânetledi, onun için az, pek az îmâna
gelirler”.
“Allah’ın
lâneti kâfirlerin boynuna..”.
Demek ki Kur’ân;
“bizim düşmanlığımız kâfirlere karşı değil, küfre karşıdır” şeklinde değildir.
Kur’ân küfre ve zulme karşı mücâdelesini kâfire ve zâlime çatarak yaparak.
Kâfir ve zâlim ile mücâdele etmek şeklinde bir cihad vardır Kur’ân’da.
Allah kâfirlerden
uzak durulmasını, onlara boyun bükülmemesini, onlarla dost olunmamasını vs.
emreder. Çünkü kâfirlere can-ciğer olup da küfürle mücâdele edilebilmesi söz-konusu
bile olmaz ve zâten edilse de bir sonuç alınamaz. Hattâ zamanla hem küfür hem
de kâfirler daha da güçlenir. Günümüzde müslümanların en büyük yanlışı “küfürle
mücâdele ediyorum” derken kâfirlerle iş tutmasıdır. Kâfir gibi yaşayarak
küfürle mücâdele edilebileceğini zannetmek ağır bir ahmaklıktır. Rabbimiz
kâfirlere aslâ sempati duyulmaması, onların hayat-tarzlarına özenilmemesi
husûsunda şöyle buyurur:
“Sakın
zulmedenlere meyletmeyin (sempati duymayın), sonra size ateş çarpar” (Hûd 113).
Yâni nasıl ki
küfürden uzak duruluyor ve onunla mücâdele ediliyorsa, kâfirlerden de uzak
durmak onlarla mücâdele etmek gerekir.
“Biz kâfiri
değil küfrü hedef alıyoruz” sözünde bir gariplik ve çelişki yok mudur. Açıkçası
çok samîmi bir söz değildir bu. Küfür dediğin şey, eğer bir temsilcisi olmazsa
hayâta nasıl etki edebilir ve zulme dönüşebilir ki?. Hayâta etki etmeyen bir
şeyin insanlara zarârı nedir?. İslâm küfre, insana ve hayâta zarar verdiği için
karşıdır. Yoksa küfür sâdece zihinde kalsa, onunla da ancak zihinsel mücâdele
edilirdi. Çünkü küfür nihâyetinde bir fikirdir. Hayâta geçmediği takdirde bir
etkisi olmaz. Hayâta geçmiş olması için ise bir temsilcisi olması gerekir ki bu
da ancak insanla olabilir. Küfrü temsil eden insanlar kâfirdir elbette. O hâlde
“sâdece küfürle uğraşmak ve çatışmak” kâfirle de uğraşamadan ve çatışmadan nasıl
mümkün olacak?. Tabî ki de olmaz. Küfürle uğraşmak ve küfrü ber-tarâf etmek, “kâfirle
uğraşmak ve kâfiri düşüncesinden-yolundan döndürmek yada kâfiri ber-tarâf etmekle
olabilir.
Tabi küfre
düşmüş olanı hemen “kâfir” îlân etmek de doğru değildir. İlk başta yoğun ve gayretli
bir tebliğ ve dâvet süreci olması gerekir. Her-şeyi idrâk etmesine ve neyin ne
olduğunu açıkça görmesine rağmen, bile-isteye inkâr edenler kâfirdir. Yoksa
günah işleyenler bilinçli bir şekilde inkâr etmiyorlarsa ancak “günahkâr”
olurlar.
Küfre ve küfür
sistemlerine, düşüncelerine ve ideolojilerine bilinçli bir şekilde katılanlar,
destekleyenler ve savunanlar elbette kâfirdirler. İslâm’ı savunmak için onlarla
ilmî ve fiîli çatışma içinde olunmalıdır. Yoksa sâdece küfürden bahsedip de kâfirleri
hoş görmekle bir yere varılamaz. Modern zamanlarda yapılan budur. “Bizim
savaşımız küfür iledir, kâfir ile değil” diyerek küfürle mücâdele ve cihad
edilmesi imkânsızdır. Günümüzde küfre karşı çıktığını söylediği hâlde
kâfirlerle, kâfir düşünce, ideoloji, sistem ve kültür ile sarmaş-dolaş olmuş
olanların küfür ile mücâdelesi gerçekçi değildir, olamaz.
Modern müslümanlar(!) bir-çok
şeyi paylaşabileceği ve anlaşma yolları bulabileceği müslümanlardan yüz
çevirip, mü’minlere düşman olan kâfir ve müşrik toplumlarla dostluk
yapmaktadırlar. Küfre, şirke, adâletsizliğe ve zulme-zâlime düşman olduğunu
söylediği hâlde bâtılın, câhiliyenin ve zulmün temsilciliğini yapan kâfirleri
hoş görüp onlarla iş tutmak küfürle mücâdele etmeyi blôke eder. Bu nedenle
kâfirle ve zâlimlerle iş tutmak ve dostluk kurmak Kur’ân’da yasaklanmıştır:
“Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri
veliler/dostlar edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah’tan hiç-bir şey (yardım)
yoktur. Ancak onlardan korunma gâyesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi kendisinden
sakındırır. Varış Allah’adır” (Âl-i
İmran 28).
“Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dostlar
(veliler) edinirler. Kuvvet ve onuru (izzeti) onların yanında mı arıyorlar?.
Şüphesiz, bütün kuvvet ve onur, Allah’ındır” (Nîsâ 139).
“Ey îman edenler!; mü’minleri bırakıp kâfirleri
veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir
delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ 144).
“Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden
her-hangi bir gruba (veyâ bir gruba) boyun eğecek olursanız, sizi îmânınızdan
sonra tekrar küfre döndürürler” (Âl-i
İmran 100).
“Ey îman edenler, sizden olmayanları sırdaş
edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir
sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa
vurmuştur, sînelerinin gizli tuttukları ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi
açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz,
oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitab’ın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında
‘inandık’ derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve
öfkelerinden dolayı parmak-uçlarını ısırırlar. De ki: Kin ve öfkenizle ölün.
Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. Size bir iyilik
dokununca tasalanırlar, size bir kötülük isâbet ettiğindeyse buna sevinirler.
Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların hîleli düzenleri size hiç-bir zarar
veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır” (Âl-i İmran 118-120).
“Ey îman edenler!; yahudi ve hristiyanları dostlar
(veliler) edinmeyin; onlar bir-birlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost
edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler-topluluğuna hidâyet
vermez” (Mâide 51).
“Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene îman etselerdi, onları
dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fâsık olanlardır” (Mâide 81).
“Allah’a ve âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk)
bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve
dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister
kardeşleri, isterse kendi aşîretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir
ki, (Allah) kâlplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir rûh ile
desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada
süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan râzı
olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın
fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta
kendileridir” (Mücâdile 22).
“Allah’ın
âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman,
bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar onlarla berâber
oturmayın. Çünkü (rızâ gösterir oturursanız) siz de onlar (kâfir ve münafıklar)
gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir-araya
getirecektir” (Nisâ 140).
Peygamberimiz de
kâfirlerle iş tutmayı ve onları izlemeyi yasaklar ve şöyle der:
“Sizler
karış-karış, arşın-arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz (onların
inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz). İnsanın giremeyeceği küçük bir
keler (kertenkele) deliğine girecek olsalar, siz de onları takip edeceksiniz. Kim
herhangi bir gruba benzeşirse o da onlardandır” (Ebu Davûd, Libas 4).
İslâm, müslüman
olmayanların yönetici olmalarına izin vermiyor. İslâm siyâset târihinde hiç-bir
fâkih, kâfirin yöneticiliğini tartışmamıştır. Çünkü Kur’ân’la sâbittir ki
kâfirlerin mü’minler üzerinde velâyet hakkı yoktur:
“…Allah
kâfirlere mü’minler üzerinde aslâ velâyet hakkı (yol) tanımamıştır” (Nîsâ 141).
Mü’minlerin
küfürle, şirkle ve dolayısı ile zulümle mücâdele ve cihad etme yöntemi, “hem
ilmen hem de fiîlen yâni soyut ve somut bir şekilde mücâdele etmek” şeklindedir
ki bu aynı-anda hem küfürle hem de kâfirle mücâdele etmeyi gerektirir.
Küfre hasımlık
kâfire de hasımlığı yanında taşır. Mü’minler için küfre ve kâfire olan
hasımlık, İslâm’a olan hısımlıktan kaynaklanır. İslâm’a ne kadar “hısım”
olursanız, küfre ve kâfire de o kadar “hasım” olursunuz.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder