16 Mart 2023 Perşembe

Küfür ve Kâfir

 

“De ki: ‘Ey kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6).

 

Küfür; “İlâhi metod” yerine, “beşerî metod”u hayat-tarzı (din) yapmaktır. Bütün Dünyâ eksiksiz bir-araya gelip Allah’ın kânunlarına aykırı bir kânun ortaya koysa, o kânun yine de küfürdür, şirktir. O kânunu koyanlar da müşrik, kâfir, fâsık, zâlim ve câhildir.

 

Mülk, “küfr” üzere bâki kalır fakat “zulm” üzere bâki kalmaz diye anlamsızca bir söz söyleniyor. Küfr ile de bâki kalmaz, zîrâ küfrün zulme dönmemesi imkânsızdır. Hattâ tüm zulümler küfürden neş’et eder. Zulüm küfür ile başlar.

 

Tekfir, kime yapıldığı ile alâkalıdır. Müslümanı tekfir etmektir kötü ve yanlış olan. Yoksa kâfire Kur’ân da “kâfir” der. Kur’ân, kâfiri tekfir eder. Kâfire kâfir demek, yâni gevura gevur demek terk edildiğinde, kimin kâfir/gevur, kimin mü’min olduğu belli olmaz. Bu nedenle küfrü açıkça ortaya koyduğumuz gibi kâfiri de açıkça ortaya koymamız gerekir ki Kur’ân bunu yapar. Meselâ Kur’â, Ebe Leheb’in küfrünü ve kâfirliğini açıkça ortaya koyar. O hâlde küfürle mücâdele-cihad etmek, kâfirle de mücâdele ve cihad etmeyi gerektirir. Hattâ küfürle ilmen mücâdeleyle yetinerek kâfire bir şey dememek, küfürle yapılan mücâdelenin bozgunla sonuçlanmasına neden olur. 

 

İslâm; şirke, küfre, adâletsizliğe ve zulme bir tepki olarak vardır ve şirki, küfrü, adâletsizliği ve zulmü yâni câhiliyeyi ve bâtılı yıkıp ortadan kaldırmak ve sonra da hakkı-hakîkati, adâleti ve tevhidi hâkim kılmak için gönderilmiştir. Yâni İslâm, küfrü, dolayısıyla zulmü ortadan kaldırmak için gönderilmiş tek hak dindir. Fakat bunu yapmak için küfrün temsilcileri olan kâfirlere çatar ve onlarla mücâdele eder. Bu nedenle de “biz kâfirle değil küfürle uğraşıyoruz”, “bizim derdimiz kâfirle değil küfürle” gibi sözler gerçekliğin ancak bir bölümüdür ve hattâ ezikliğin ve kompleksin sonucunda söylenmiştir. Zîrâ “küfür ile uğraşmak sâdece ilimle oluyor ama kâfirle uğraşmak meydana çıkmayı gerektiriyor” düşüncesi kendini belli ediyor. İlimle yapılan mücâdele, kâfirle mücâdele olmadığında işe yaramıyor ve küfür ve onun temsilcileri olan kâfirler gün geçtikçe daha fazla güçleniyorlar. Demek ki “kâfirle değil küfürle mücâdele etme” düşüncesi eksiktir ve yanlıştır. Çünkü küfür ancak kâfirle de yâni hem ilmen hem de fiîlen yapılacak olan mücâdele ile ber-tarâf edilebilir ki zâten peygamberlerin ve Peygamberimiz’in örnekliklerinde de bunu görürüz.

 

“Küfür soyut bir şeydir, o yüzden onunla ancak soyut argümanlarla mücâdele edilmelidir” düşüncesi, kâfirle mücâdele ve cihad etmeden küfür ile hakkıyla mücâdele edilemeyeceği için yanlıştır. Küfrü ile mücâdele soyut ve somut olarak yâni ilmen ve fiîlen birlikte yapılmalıdır. Çünkü eğer aynen günümüzde olduğu gibi Dünyâ’ya küfür hâkim ise “kâfirler hâkim” demektir ki Dünyâ’yı küfür ve kâfirler kuşatmış olur. Küfrün Dünyâ hâkimiyeti kâfirler aracılığı ile olur-oluyor. O yüzden de böyle bir ortamda kâfirlerle de mücâdele-cihad etmeden küfür ile mücâdele de olması gerektiği yapılamaz yada cılız kalır.

 

Küfürle mücâdele söz-konusu olduğunda, kendini müslüman zanneden kâfirler de bir rahatsızlık duymazlar. Küfrün kendileriyle ilgili olmadığını zannetmektedirler. Oysa küfür ve kâfirle aynı-anda mücâdele edildiğinde kâfirin kim olduğu ve mü’minin kim olduğu açıkça ortaya çıkar ve böylece saflar ayrılmış olur. Saflar apaçık bir şekilde yarılmadan ne küfürle ne de kâfirle gerçekçi bir mücâdele yapılamaz.

 

Kur’ân’ın çattığın ana konu küfürdür. Fakat İslâm ve Kur’ân çok gerçekçidir ve bu nedenle de kimin düşman olduğunu da açıkça söyler. İslâm küfre düşmandır fakat İslâm sâdece zihinsel bir konu olmadığı için, sâdece zihnî-ilmî mücâdeleyle yetinmez ve küfürle mücâdele etmeyi, kâfirle mücâdele etmekle birlikte yapar. Çünkü kâfirle mücâdele etmeden ve çatışmadan küfrün ortadan kalkmayacağını bilir. Bu nedenle de kâfirlere “ey kâfirler!” diye seslenir. Kur’ân hitâbında “ey küfür” diye bir hitâp yoktur ve sürekli olarak “ey kâfirler” hitâbını kullanır. Zîrâ küfürle mücâdelenin “kâfirle mücâdele etmek” demek olduğunu bilir. Küfrün niteliklerinden bahseder ama mücâdelesini kâfirlerle yapar, zîrâ küfrün temsilciliğini kâfirler yapmaktadır. Bu nedenle de kâfirler ber-tarâf edilmeden küfrün ber-tarâf edilemeyeceği çok açıktır. Küfrün somur temsilciliği ile mücâdele edilip zayıflatılmadan sâdece ilmî mücâdele ile küfrün belini kırmak ve hattâ bükmek imkânsızdır. Zîrâ sâdece soyut ilmî mücâdelede ile yeterli alan ve imkân bulunamaz ve mücâdele güdük kalır.

 

Kur’ân’ın hitâbı sürekli olarak kâfirleredir ve kâfirlere şu tarz hitaplarda bulunur:

 

“Allah kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır”.

“Diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu”.

“Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere cehennemliktirler”.

“Öyle değil, kâfirlikleri sebebiyle Allah onları lânetledi, onun için az, pek az îmâna gelirler”.

“Allah’ın lâneti kâfirlerin boynuna..”.

 

Demek ki Kur’ân; “bizim düşmanlığımız kâfirlere karşı değil, küfre karşıdır” şeklinde değildir. Kur’ân küfre ve zulme karşı mücâdelesini kâfire ve zâlime çatarak yaparak. Kâfir ve zâlim ile mücâdele etmek şeklinde bir cihad vardır Kur’ân’da.  

 

Allah kâfirlerden uzak durulmasını, onlara boyun bükülmemesini, onlarla dost olunmamasını vs. emreder. Çünkü kâfirlere can-ciğer olup da küfürle mücâdele edilebilmesi söz-konusu bile olmaz ve zâten edilse de bir sonuç alınamaz. Hattâ zamanla hem küfür hem de kâfirler daha da güçlenir. Günümüzde müslümanların en büyük yanlışı “küfürle mücâdele ediyorum” derken kâfirlerle iş tutmasıdır. Kâfir gibi yaşayarak küfürle mücâdele edilebileceğini zannetmek ağır bir ahmaklıktır. Rabbimiz kâfirlere aslâ sempati duyulmaması, onların hayat-tarzlarına özenilmemesi husûsunda şöyle buyurur:

 

“Sakın zulmedenlere meyletmeyin (sempati duymayın), sonra size ateş çarpar” (Hûd 113).

 

Yâni nasıl ki küfürden uzak duruluyor ve onunla mücâdele ediliyorsa, kâfirlerden de uzak durmak onlarla mücâdele etmek gerekir.

 

“Biz kâfiri değil küfrü hedef alıyoruz” sözünde bir gariplik ve çelişki yok mudur. Açıkçası çok samîmi bir söz değildir bu. Küfür dediğin şey, eğer bir temsilcisi olmazsa hayâta nasıl etki edebilir ve zulme dönüşebilir ki?. Hayâta etki etmeyen bir şeyin insanlara zarârı nedir?. İslâm küfre, insana ve hayâta zarar verdiği için karşıdır. Yoksa küfür sâdece zihinde kalsa, onunla da ancak zihinsel mücâdele edilirdi. Çünkü küfür nihâyetinde bir fikirdir. Hayâta geçmediği takdirde bir etkisi olmaz. Hayâta geçmiş olması için ise bir temsilcisi olması gerekir ki bu da ancak insanla olabilir. Küfrü temsil eden insanlar kâfirdir elbette. O hâlde “sâdece küfürle uğraşmak ve çatışmak” kâfirle de uğraşamadan ve çatışmadan nasıl mümkün olacak?. Tabî ki de olmaz. Küfürle uğraşmak ve küfrü ber-tarâf etmek, “kâfirle uğraşmak ve kâfiri düşüncesinden-yolundan döndürmek yada kâfiri ber-tarâf etmekle olabilir.

 

Tabi küfre düşmüş olanı hemen “kâfir” îlân etmek de doğru değildir. İlk başta yoğun ve gayretli bir tebliğ ve dâvet süreci olması gerekir. Her-şeyi idrâk etmesine ve neyin ne olduğunu açıkça görmesine rağmen, bile-isteye inkâr edenler kâfirdir. Yoksa günah işleyenler bilinçli bir şekilde inkâr etmiyorlarsa ancak “günahkâr” olurlar.

 

Küfre ve küfür sistemlerine, düşüncelerine ve ideolojilerine bilinçli bir şekilde katılanlar, destekleyenler ve savunanlar elbette kâfirdirler. İslâm’ı savunmak için onlarla ilmî ve fiîli çatışma içinde olunmalıdır. Yoksa sâdece küfürden bahsedip de kâfirleri hoş görmekle bir yere varılamaz. Modern zamanlarda yapılan budur. “Bizim savaşımız küfür iledir, kâfir ile değil” diyerek küfürle mücâdele ve cihad edilmesi imkânsızdır. Günümüzde küfre karşı çıktığını söylediği hâlde kâfirlerle, kâfir düşünce, ideoloji, sistem ve kültür ile sarmaş-dolaş olmuş olanların küfür ile mücâdelesi gerçekçi değildir, olamaz.

 

Modern müslümanlar(!) bir-çok şeyi paylaşabileceği ve anlaşma yolları bulabileceği müslümanlardan yüz çevirip, mü’minlere düşman olan kâfir ve müşrik toplumlarla dostluk yapmaktadırlar. Küfre, şirke, adâletsizliğe ve zulme-zâlime düşman olduğunu söylediği hâlde bâtılın, câhiliyenin ve zulmün temsilciliğini yapan kâfirleri hoş görüp onlarla iş tutmak küfürle mücâdele etmeyi blôke eder. Bu nedenle kâfirle ve zâlimlerle iş tutmak ve dostluk kurmak Kur’ân’da yasaklanmıştır:

 

“Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri veliler/dostlar edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah’tan hiç-bir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gâyesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Varış Allah’adır” (Âl-i İmran 28).

 

“Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dostlar (veliler) edinirler. Kuvvet ve onuru (izzeti) onların yanında mı arıyorlar?. Şüphesiz, bütün kuvvet ve onur, Allah’ındır” (Nîsâ 139).

 

“Ey îman edenler!; mü’minleri bırakıp kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ 144).

 

“Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden her-hangi bir gruba (veyâ bir gruba) boyun eğecek olursanız, sizi îmânınızdan sonra tekrar küfre döndürürler” (Âl-i İmran 100).

 

“Ey îman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sînelerinin gizli tuttukları ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz Kitab’ın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında ‘inandık’ derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak-uçlarını ısırırlar. De ki: Kin ve öfkenizle ölün. Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. Size bir iyilik dokununca tasalanırlar, size bir kötülük isâbet ettiğindeyse buna sevinirler. Eğer siz sabreder ve sakınırsanız, onların hîleli düzenleri size hiç-bir zarar veremez. Şüphesiz, Allah, yapmakta olduklarını kuşatandır” (Âl-i İmran 118-120).

 

“Ey îman edenler!; yahudi ve hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar bir-birlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler-topluluğuna hidâyet vermez” (Mâide 51).

 

Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene îman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fâsık olanlardır” (Mâide  81).

 

“Allah’a ve âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşîretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kâlplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir” (Mücâdile 22).

 

“Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar onlarla berâber oturmayın. Çünkü (rızâ gösterir oturursanız) siz de onlar (kâfir ve münafıklar) gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir-araya getirecektir” (Nisâ 140).

 

Peygamberimiz de kâfirlerle iş tutmayı ve onları izlemeyi yasaklar ve şöyle der:

 

“Sizler karış-karış, arşın-arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz (onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz). İnsanın giremeyeceği küçük bir keler (kertenkele) deliğine girecek olsalar, siz de onları takip edeceksiniz. Kim herhangi bir gruba benzeşirse o da onlardandır” (Ebu Davûd, Libas 4).

 

İslâm, müslüman olmayanların yönetici olmalarına izin vermiyor. İslâm siyâset târihinde hiç-bir fâkih, kâfirin yöneticiliğini tartışmamıştır. Çünkü Kur’ân’la sâbittir ki kâfirlerin mü’minler üzerinde velâyet hakkı yoktur:

 

“…Allah kâfirlere mü’minler üzerinde aslâ velâyet hakkı (yol) tanımamıştır” (Nîsâ 141).

 

Mü’minlerin küfürle, şirkle ve dolayısı ile zulümle mücâdele ve cihad etme yöntemi, “hem ilmen hem de fiîlen yâni soyut ve somut bir şekilde mücâdele etmek” şeklindedir ki bu aynı-anda hem küfürle hem de kâfirle mücâdele etmeyi gerektirir.

 

Küfre hasımlık kâfire de hasımlığı yanında taşır. Mü’minler için küfre ve kâfire olan hasımlık, İslâm’a olan hısımlıktan kaynaklanır. İslâm’a ne kadar “hısım” olursanız, küfre ve kâfire de o kadar “hasım” olursunuz.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2019

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder