“Hayır öyle değil;
Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin
verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar”
(Nîsâ 65).
Târihselcilik, “Kur’ân’ın
belli bir târihî dönemde indiği, indiği târihe hitâp ettiği, indiği zamâna
uygun bir metin olduğu, bu nedenle de bu metnin yâni Kur’ân âyetlerinin
tamâmının tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olamayacağı, Kur’ân’da sâdece
ahlâkî yada Mekkî sûreler ve âyetlerin “evrensel” olabileceği, diğer âyetlerin
-ki özellikle Medenî sûre ve âyetlerin- ise hükmünün nesh edildiğini ve indiği
târihle ve Mekke ve çevresindeki Arapları kapsadığı, bu yüzden de 1.400 yıl
önceki hükümlerin çağımızda bir uygulama alanı olmadığından dolayı artık nesh
olduğu ve geçersizleşerek hükmünü yitirdiğini” düşünmek ve söylemektir. Buna
göre Kur’ân’ın hükümleri ve emirleri, indiği târihte okunup anlaşılacak ve
sâdece mânâsı (lafzı değil) çağa uygun olarak yeniden yoruma tâbi tutulup
günümüze taşınabilecektir.
Kur’ân’ın âyetleri nesh
edildiğinde yada târihe hapsedildiğinde, aslında sünnet de târihe âit kılınıp
hapsedilmiş olur. Târihselciler, “âlemlere rahmet” ve “muhteşem bir ahlâka
sâhip” olan Peygamber’in ve sahabenin müthiş ve destansı mücâhede ve
mücâdelesini de târihe hapsedip hükümsüzleştirirler. Oysa Kur’ân böyle yapmaz
ve peygamberlerin şirke, küfre ve zulme karşı mücâdelelerini kıssalar şeklinde
sûrelerine alıp anlatır. Târihselciler böyle yapmakla zımnen hem Allah’ın
hükümlerini hem de Peygamber’in örnekliğini takmadıklarını söylemiş olurlar.
Abdulaziz Kıranşal, târihselciliği tanıtırken şunları söyler:
“Târihselci
anlayışa izâfe edilen görüşler şöyle özetlenebilir: Peygamberlerin belli bir
zaman-diliminde, belli bir yöreye gönderildiği inkâr edilemez bir gerçektir. Bu
nedenle peygamberlerin getirdiği mesajları kendi dönemlerinin zaman ve şartları
içinde değerlendirmek gerekir. Bir sonraki gelen peygamber bile bir önceki
peygamberin getirdiği emirleri belli bir revizyona tâbi tutmuştur. Öte yandan
Hz. Muhammed ‘son peygamber’ olarak bütün insanlığa gönderilmiştir ve fakat
sonuçta o da mesajını belli bir zaman-diliminde, belli bir topluma tebliğ
etmiştir. Bu tebliğin üzerinden tam on dört asır geçmiştir. On dört asır önceki
toplumsal normlar ve ihtiyaçların bugünün dünyâsından farklı olduğu şüphe
götürmez bir gerçektir. O hâlde on dört asır öncesinin târihselliğinde belli
bir topluma uygun şekilde vâz edilen hükümlerle bugünkü hayâtı düzenlemek
mümkün değildir.
Târihselci
yaklaşıma göre inanç ve ahlâkla ilgili temel mesajlar hâriç Kur’ân’ın tümü
nâzil olduğu dönemin târihselliğine âittir. Kur’ân insanların kıyâmete kadar
karşılaşacakları tüm tikel sorunları çözmek gibi bir hedef gözetmemiştir
(Öztürk, 2008: 11). Milâdi yedinci yüzyılın Arap toplumunda zuhûr eden
sorunları çözmek için indirilen ve dolayısıyla kendi döneminin şartlarını
gözeten şer’î hükümlerin günümüzdeki problemleri çözmesi düşünülemez. Fazlur
Rahman’ın bakış-açısına göre Kur’ân’ı bir ‘hukuk kodu’ olarak değil, bir ‘ahlâk
kitabı’ olarak görmek gerekir. En büyük hatâ, Kur’ân’ın bir hukuk kitabı olarak
görülmesidir. Oysa Kur’ân emirlerindeki asıl maksat, hukûkî değil, ahlâkîdir
(Fazlur Rahman, çev. 1997: 74). Fazlur Rahman’ın bu görüşü Muhammed Taha’nın ‘İslâm’ın
İkinci Mesajı’ nazariyesiyle birebir örtüşmektedir. Çünkü Taha’nın söz-konusu
nazariyesinin temel içermesi, İslâm’ın aslî/ana mesajının Mekke dönemine âit
inanç, ahlâk ve adâlet unsurlarından müteşekkil olduğudur”.
Târihselcilerin baş-tâcı
ettikleri bu düşünce tam da küresel tâğutların ve dolayısıyla modernitenin
istediği ve beklediği sözleri içerir ve onların ekmeğini yağ-bal içinde
bırakır. Üstelik “sâdece ahlâkî âyetler bağlayıcıdır” diyenlerin ahlâksızca
işler yapan siyâsilere nasıl da ahlâksızca yalakalıklar yaptıkları çok net
olarak görülmektedir. Bilmiyorlar ki İslâm’ın bahsettiği ahlâk, Peygamber’in “güzel
örneklik” olarak, şirke, küfre ve dolayısı ile zulme karşı tevhid-merkezli
ortaya koyduğu çabadır ki bu ancak “Kur’ân bütünlüğünde” yapılabilir. İşte
bunun mücâdelesini vermekten korkanlar “târihselcilik sapıklığı”na
sığınmaktadırlar ve hadsizce Allah’ın âyetlerini 1.400 yıl öncesine hapsetmeye
kalkarlar ve günümüzde ise geçersiz olduğunu söylerler. Târihselcilerin;
küfrün, şirkin ve zulmün bayraktarlığını yapanları bir-kez olsun adamakıllı bir
eleştiriye tâbi tuttukları vâki değildir. Buna rağmen kalkıp bir de
ahlâkilikten bahsedebiliyorlar. Onlar aslında Mekkî âyetlerin de hepsini kabûl
etmiyorlar ve zâten Kur’ân’ın da ancak 5-10 sayfası kadar bir bölümünü -sözde-
kabûl ediyorlar. Çünkü Peygamberimiz, Mekke müşriklerinin şirk-merkezli
tekliflerine karşı onlarla hiç-bir ittifâkın içine girmemiş ve onların bâtıl
bir dîne inandıklarından dolayı küfür ve şirk içinde bulunduğunu çok net bir
şekilde söylemişti. Târihselciler bu “Mekkî örneklik”i de gösterebilecek
cesârete sâhip değildirler ki zâten saplandıkları sapıklık batağında
debelenmelerinin nedeni de budur.
Târihselcilik de modern bir
akımdır ve moderni meşrûlaştırmak için geleneği yada daha önemlisi sünneti
târihe hapsetmek ameliyesidir. Tabi asılsız rivâyetleri, hurâfeleri ve uydurma
sözleri-hadisleri târihte bırakmanın faydası vardır fakat târihselciler bunun
yerine, Kur’ân’ın büyük bir bölümünü de târihe hapsederler ve de daha da
önemlisi, Peygamber örnekliğini yok sayarlar. Peygamber’in güzel örnekliği
(Ahzâb 21) tüm zamanlar ve mekânlar için bir örnek olmasına rağmen onu da “târihe
âit” kılarlar ve o güzel örnekliği boğarlar. Yâni yaptıkları şey aslında vahyin
hem teorisini hem de pratiğini târihe hapsetmektir. Geriye de savunmacı bir
İslâm anlayışını yansıtan aşırı yoruma tâbi tutulmuş bâzı Mekkî âyetler kalır
ki onları da yorumlayarak moderniteye uydurmak aşırı yorumlanıldığında zor
olamaz. Tabi târihselciler geleneği ve sözde târihe âit olması gereken âyetleri
ve sünneti modernistler gibi direkt olarak yok say(a)mazlar. Onu târihe
hapsederek etkisiz bırakırlar. Târihe hapsettikleri âyetlerin ve Peygamber
örnekliğinin teberrüken okunmasına karşı çıkmazlar ki zâten amaçları da budur.
Zîrâ 1.400 yıl önce inen âyetlerin çoğu ve vahyin pratik örnekliğini hükümsüz
görürler. Ergün Yıldırım, modernite ve târihselcilik hakkında şunları söyler:
“İslâm
dünyâsında târihselcilik, modernistlerle gelenekçilerin çatışmasından yükselen
bir ara-yaklaşım. İkiyüz yıllık modernleşme sorunumuzun bir parçası olarak
doğar. Bu îtibarla ‘batı târihselciliği’nden epeyce farklıdır. Modernistler,
İslâmiyet’i modernliğin parametrelerini ön-koşul kabûl ederek yorumluyor.
Modernlerin meta-fiziği, âdetâ modernliğin prensipleridir. Değişmez, öz ve
cevher kabûl edilen prensipler. İlginç bir biçimde cevher düşüncesiyle birleşen
bu modernlik algısı, ciddî anlamda pozitivist bir karakter taşır ve aslında
târihselcilik yaklaşımıyla da çatışır. Modernistler, İslâm’ın ilk doğuş ve
târihsel mîrâsına moderniteyle bakarlar. İslâm’ın bütün zamanlarına modern
bilincin mutlaklığıyla nazar ederler. Modernlik, cevher olduğu kadar,
insanlığın evrim sonucu elde ettiği son hakîkattir!. Hakîkatin son hâli!.
İnsanlığın bulduğu son değişmez paradigma.
İslâmiyet,
modernliğin hakîkat kabûlleriyle tartılmaya başlanır. Bu çerçevede modernlikle
çelişki arz eden İslâmî pratikler ve görüşler hesâba çekilir. Elbette
rasyonâlizm, pozitivizm ve târihselcilik gibi modern yöntemler burada devreye
girer. Bu yöntemlerle sâdece İslâm’ın târihsel ve kültürel mîrâsı okunmaz,
aynı-zamanda İslâm meta-fiziği veyâ ilâhiyatı da buna dâhil edilir. Dolayısıyla
bu yöntemlerle uzlaşmayan ve çelişik gözüken taraflar ‘târihselcilik’ bağlamında
dışlanır. Yâni ‘bunlar târihseldir, geçmişte kaldı’ denir. Olumsuzlama
tutumuyla İslâm’ın hakîkatine meydan okunur. Arkasından da hermenötik
aracılığıyla da modern bilince göre yeni yorumlar yapılır.
19.
Yüzyılda müslüman aydınların ekseriyetle uzlaştıkları ‘müslüman kalarak
modernleşmek’ tezi yerine, ‘müslümanlıkla modernleşmek’ yaklaşımını
benimsiyorlar. Modernliğe uymayan ve onunla çatışan müslümanlık ise
târihsellikle açıklanır ve ilerlemenin gerisinde kalan bir olgu olarak
değerlendirilir. Türkiye târihselciliği, gelenekçiliğin açmazlarından ve
modernliğin umutlarından besleniyor. Geleneği temelde olumsuzlar ve anti-tez
olur. Bunun yerine modernliği tez olarak inşâ eder. Bundan dolayı da Türkiye’deki
pozitivistlerle anlaşır ve gerektiğinde onları ‘kurtarıcı’ olarak göreve
çağırır”.
Târihselcilere göre ilk
tâlimatlar yâni Mekkî âyetler ve açıklamalar genellikle çoğulcu, hoşgörülü ve
pasifisttir. İslâm’ın gerçekliğini yansıtır. Bu nedenle de “İslâm’ın evrensel
âyetleri Mekkî âyetlerdir” derler. Bu âyetler örnek olarak şöyledir:
“Öyleyse sen emrolunduğun
şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme” (Hicr 94).
“Rabbinin yoluna hikmetle
ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücâdele et. Şüphesiz
senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidâyete ereni de bilendir” (Nâhl 125).
“Sizi en iyi Rabbiniz
bilir; dilerse size merhâmet eder, dilerse sizi azablandırır. Biz seni onların
üzerine bir vekil olarak göndermedik”
(İsrâ 54).
“Kötülüğü en güzel olanla
uzaklaştır; biz, onların nitelendire-geldiklerini en iyi bileniz” (Mü’min’un 96).
“O, amel (davranış ve
eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü
ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır” (Mülk 2).
“Onların demelerine karşı
sen sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla (düşünce ve eylem bakımından
köklü bir tutum) ile kopup-ayrıl”
(Müzzemmil 10).
“Sonra îman edenlerden,
sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti birbirlerine tavsiye
edenlerden olmak” (Beled 17).
“De ki: Ey kâfirler!. Ben
sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de
sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak
değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn Sûresi).
Târihselciler bu gibi
âyetleri çok öne çıkarırlar. Bu âyetler tabî ki Kur’ân’ın âyetleridir ve
değerlidir. Fakat târihselciler sâdece, İslâmî mücâdelenin ilk başlarında inen
îman-dâvet-tebliğ-sabır içeren âyetlerin evrensel ve bağlayıcı olduğunu, daha
sonra inen ve pratikliği bâriz olan Medenî âyetlerin ise târihsel olduğunu
söylerler.
Târihselcilerin savundukları
şey aslında bir çeşit hristiyanlıktır. Tahrif olmuş Hristiyanlıkta “bir
yanağına vurana diğer yanağını da çevirmek” vardır. Oysa İslâm’da yanağınıza
bir tokat vurulduğunda bunun “kısas”ı vardır. Bu kısas Mekke’de olmuyorsa
Medîne’de olur.
Modernite, kendisinin
aslında tek rakibi olan İslâm’ın yayılıp da siyâsî olarak hâkim duruma
gelmesinden ürküntü duyar. İşte bu nedenle bunun önüne geçmek için her-şeyi
yapar. Târihselciler ise Medîne’yi yâni sünneti, pratikliği ve İslâm
toplumunu-devletini-medeniyetini inkâr ederek ve de dışlayarak modernlerin
arzularına çanak tutarlar. Târihselcilik, “İslâm’ı konjonktürel görmek”
anlamına gelir. Bu, onu kendi dönemine hapsetmeyi ve zamânın konjonktürüne
uymayı da yanında getirir.
Târihselcileri ürküten ve
çok korkutan konulardan biri de müslümanların bâtıla karşı örnek bir İslâmî
toplum olması ve devlet kurmasıdır. Modernite bunu aslâ istemediğinden dolayı,
modernitenin ağır kuşatması altında ona boyun büküp râm olmuş olan
târihselciler de “İslâm’da devlet” konusuna korkuyla bakarlar. Bu nedenle de “İslâm
Devleti” yerine absürd bir söylem kullanarak “Adâlet Devleti”nden bahsedenlere
bakıldığında bunlar ya modernisttir yada târihselcidir. Bunlar İslâm devleti
olmadan adâlet devleti olamayacağını ya bilmezler yada kabûl etmek istemezler.
Adâlet ancak Allah’tan gelir. Bu nedenle adâlet sâdece İslâm-merkezli olarak
sağlanabilir. Mahmud Muhammed Taha, İslâm devletini inkâr ederken şöyle der:
“Bugün
bizim amacımız hem maddî ilerlemeye hem de uygarlığa bir kerede ve aynı-anda
erişmektir. Bu görüşe göre, özetle, İslâm’ın bir devlet modeli yoktur; Hilafet
târih içerisinde oluşmuş bir kurumdur; dînî bir delile dayanmaz ve müslümanlar
akıl, bilim, tecrübe vs. aracılığıyla târihin farklı dönemlerinde farklı siyâsi
rejimleri benimseyip uygulayabilirler. Bu, yerine göre demokrasi de olabilir,
bolşevizm de olabilir, daha başka bir şey de olabilir”.
Taha’ya göre müslümanlar her
türlü beşeri rejimi hayatlarına karıştırabilirler ama bir tek İslâm’ı sosyâl,
kültürel, ekonomik ve siyâsî alana karıştıramazlar. İşte şirk, küfür ve
dolayısı ile zulmün başladığı yer burasıdır. Böyle bir sözü söyleyenleri ve
benimseyenleri İslâm’dan saymak da doğru değildir. Bu kişiler eğer “câhil”
değillerse, İslâm’ın hâinleridirler.
Târihselcilik, “İslâm’ı
ahlâka hapsetmek” demektir. Oysa İslâm’da ahlâk hesâba katılmadan hiç-bir şey
yapılamaz ama İslâm, doğu öğretileri gibi salt bir “ahlâk dîni” değildir.
Târihselciler; “Peygamber şöyle demiştir: ‘Ben en yüksek ahlâkî değerlerin
mükemmelleştirilmesi için gönderildim’. Bu sözünden sanki yalnızca en yüksek
ahlâkî değerlerin mükemmelleştirilmesi için gönderildiği sonucu çıkmaktadır”
derler. Fakat ahlâkilik öyle oturulup durulan yada bâtıl sisteme entegre olarak
erişilecek bir şey değildir ki!. Peygamberimiz aynı-zamanda hayâtı boyunca 70’e
yakın gazve, seriye ve savaş organize etmiş ve bunların 27’sinde de
başkomutanlık yapmıştır. Ahlâkilik sâdece savunma durumunda ve ezik kalmak demek
değildir. Fakat târihselciler Medenî âyetlerin pratikliğini inkâr ettikleri
için bunu sorun etmezler.
Târihselcilere göre tek
mutlak gerçek bireysel ahlâkîliktir. Üstelik şirkin küfrün ve zulmün altında
ahlâkîliği en ideâl seviyede gerçekleştirebileceklerini sanmaktadırlar. Bireyin
ve de toplumun, modernitenin yayılmasıyla birlikte nasıl da ahlâksızlaştığı
apaçık ortada olmasına rağmen bunu söylemek ahmaklıktan başka bir şeyle
açıklanamaz. Târihselciler, hem batı modernitesine adapte olmuş olduklarından
dolayı hem de modernitenin bireyciliğini benimsemiş olduklarından dolayı “bireyciliği”
savunurlar ve İslâm’ın da bireyciliği yada bireyselliği istediğini ve
hedeflediğini güyâ kanıtlamak için şu âyetleri kullanırlar:
“De ki: O, her-şeyin
Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rab mi arayayım?. Hiç-bir nefis,
kendisinden başkasının aleyhine (günah) kazanmaz. Hiç-bir günahkâr (suçlu) bir
başkasının günahını (suçunu) yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size
hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir” (En-âm 164).
“Artık kim zerre
ağırlığınca hayır işlerse onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer
(kötülük) işlerse onu görür” (Zilzâl
7-8).
“Onun söylemekte olduğuna
biz mîrasçı olacağız; o bize, ‘yapayalnız tek başına’ gelecektir” (Meryem 80).
“Göklerde ve yerde olan
(herkesin ve her-şeyin) tümü Rahmân (olan Allah)a, yalnızca kul olarak
gelecektir. Andolsun, onların tümünü kuşatmış ve onları sayı olarak saymış
bulunmaktadır. Ve onların hepsi, kıyâmet günü O’na, ‘yapayalnız, tek başlarına’
geleceklerdir” (Meryem 93-95).
“Andolsun, sizi ilk defâ
yarattığımız gibi (bugün de) ‘teker-teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)’
bize geldiniz ve size lûtfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden,
gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda
görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve
haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır” (En-âm 94).
Tabi İslâm’ın toplumsal ve
kurumsal özelliklerini târihe hapsedince, en sonunda şu sözü söylemekten
çekinmeyeceklerdir: “İslâm, özünde, kelimenin gerçek anlamıyla bir din değil,
akîdesi yalnızca bilimsel evreye geçiş için kullanılan bir bilimdir”.
Aslında târihselciler, akla
ve aklın (aslında nefsin) ortaya çıkardığı uygarlığa yâni moderniteye uymadığı
için İslâm’ın pratik sonuçları olan özellikle Medenî âyetleri inkâr ederler ve
İslâm’ın sâdece Mekkî âyetleri ile yetinilmesini ve bununla avunulmasını
isterler. Bir yazıda târihselcilik hakkında hristiyanlık üzerinden şunlar
söylenir:
“Târihselcilik
ile, ‘müslüman modernistler’in kimileri ‘siyâset terminolojisi’ kimileri ‘hermenötik’
alanında daha öne çıkmış olsalar da, bu gruba mensup isimlerin pek çoğunun
anlayış olarak ‘târihselciliği’ benimsediği ve savunduğu bilinmektedir. Mâlûm
olduğu üzere, (sosyâl ve beşerî bilimler alanlarında) bu yaklaşım, esâsen, batı’ya
özgüdür ve ilâhiyat çevrelerinde ilk olarak İncil’in yorumlanması alanında
kullanılmıştır. Bunun gerekçesi bellidir ve basittir: İncil ile çağdaşlaşma
sürecinde ‘bilimsel’ olarak doğruluğunun kanıtlandığı düşünülen hususlar
arasında kâbil-i telif olmayan bir zıtlık vardır ve bunun ‘yorumlama’ yoluyla
giderilmesi gerekmektedir!. İşte ‘târihselcilik’ burada işlevdir.
Peki, bu
yöntem bir başka ‘kutsal metin’ olan Kur’ân için de uygulanabilir mi?. ‘Müslüman
modernistler’ içerisinde yer alan bir kesim, bunun mümkün olduğunu, Kur’ân’ın
da benzer şekilde yorumlanması gerektiğini söylemektedirler”.
Târihselcilik ve
târihselciler tasavvufla bağlantılıdır. Çünkü hükümler bağlayıcı sayılmayınca
ve sâdece ahlâkîlikten bahsedilince, tasavvuf da -sözde- “gönül dîni”
olduğundan dolayı ona sıcak bakılır. Tabî ki ahlâk olmayınca yâni fıtrata uygun
olmayınca hiç-bir şey de doğru ve düzgün olmaz. Fakat tasavvuf, tam da sömürgecilerin
ve işgâlcilerin ekmeğine yağ sürecek bir düşüncedir. Böyle olunca da bireysel
bir mânevî düşünce benimsenir ve Dünyâ’da hâkimiyeti kimin elinde tuttuğu da
önemini kaybeder. Fakat şu da bilinmelidir ki, İslâm bunu değiştirmeye
gelmiştir ve “göklerde sâdece Allah hâkim olduğu gibi yeryüzünde de sâdece
Allah hâkim olmalıdır” düşüncesi İslâm’ın temelidir.
Târihselcilikte İslâm “gönül
ve ahlâk dîni”dir. Pratikte gösterilmesi gereken de budur. Tabi bunu
söyleyebilmek için İslâm’ın “zâhirî şeriatı” yerine “bâtınî şeriatı” öne
çıkarılır ki aslında İslâm’ın bâtınî bir şeriatı yoktur. Bâtınî şeriat tabî ki
de tasavvuftur. Buna göre târihselciler sünneti, “tasavvufî hâl” olarak
göstermeye çalışırlar. Mahmud Muhammed Taha, gnostik düşünce geleneğindeki “kâmil
insan” telâkkisine paralel olarak, bu vasıftaki insanın derin hakîkatlere
ulaştığı için şer’î mükellefiyetlerden bağımsız olduğu fikrini savunmuştur.
Böylece şeriatı ilgâ ve iptâl etmiştir. Çünkü onun için aslolan, mârifet yâni
derin hakîkati kavramaktır. Oysa şeriat ve hukuk “hakîkat” değil, sûrettir.
İşte Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünden kopmak adamı böyle sapık düşüncelere ve
yollara sürükler ve sapıklık bataklığında bırakır.
Fazlur Rahman’a göre de Kur’ân
bir “hukuk normu” olmaktan çok “ahlakî bir rehber”dir. Diğer bir deyişle Kur’ân
bir “kânun kitabı” değildir. Çünkü Kur’ân kendisini insanlara bir “rehber”
olarak tanımlar. Ayrıca Kur’ân insanların kendi emirlerine göre yaşamasını
ister; ancak bu emirler umûmiyetle ahlâkî içeriklidir. Bu sözler İslâm’ a ve
Kur’ân’a atılmış iftirâlardır. Çünkü Kur’ân’da, 250’nin üzerinde savaş âyeti vardır.
Sosyâl, ekonomik ve siyâsî mesajları vardır. Küfre, şirke, zulme ve cehâlete
savaş açmıştır ve tâğutlarla her türlü mücâdeleyi vermiştir ve Kur’ân ve İslâm
târihi de bunun şâhididir.
Târihselciler pratik
örnekliği inkâr edip yok saydıkları için, genellikle Medenî âyetlerde açığa
çıkan emirleri ve nehiyleri de takmazlar ve târihe hapsederler. Meselâ
başörtüsü-tesettür, çok-eşlilik, zekât gibi emirleri târihseldir diyerek iptâl
etmeye çalışırlar. Târihselciler bu konularla ilgili hükümleri İslâm’ın
aslından görmez. Zîrâ özellikle Medîne’de inen hükümleri bağlayıcı görmezler.
Kur’ân’ın Medîne döneminde inen ve mesajını oluşturan ahkâm âyetlerinin
yirminci yüzyıldaki insanların pratik yaşantılarını düzenlemeye elverişli
olmadığını söylerler. Dînin muâmelat ve ukûbatla ilgili hükümlerinin modern
dünyâda reel ve aktüel bir karşılığının bulunmadığını söyleyebilme cesâretini
ve sapıklığın gösterirler. Fakat iş lâik-seküler-demokratik ideolojilere
gelince onlar için ortada bir sorun yoktur. Zîrâ moderniteye yaptıkları bir
eleştirileri yoktur. Seküler-beşerî ideolojilerle de sorunları yoktur. Çünkü
târihselciler (ve de modernistler), İslâm ile demokrasi ve sosyâlizm gibi çağdaş
düşünce kuramları arasında özdeşlik düzeyinde ilişkiler kurabilmekte, hattâ
demokrasiyi dînin temel bir unsuru sayabilmektedirler.
“Bugün size
dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak
İslâm’ı seçip-beğendim” (Mâide 3).
Medîne’de
nazil olmuş bir âyette böyle denilmektedir. “Din tamamlanmıştır ve işte budur!”
denilmesine rağmen daha sonraki 1.400 yıl boyunca milyonlarca kişi ahkâm
kesmiştir ve kesmektedir.
Mekke
ve Medîne namaz ve zekât gibidir. Biri “insan”ı ve mâneviyi, diğeri “insanlar”ı ve maddiyatı
temsil etmektedir.
Bu nedenle birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Mekke ve Medîne, madde ve mâna bütünlüğüdür.
Taha, Kur’ân’ın Medîne
döneminde sunduğu ahkâm ağırlıklı mesajın aslında ibtidâî-ilkel bir mesaj olduğunu
söyler. Zîrâ Taha’ya göre din, tıpkı hayâtın balçık ve sudan evrimleşmesi gibi
bir evrim geçirmiştir. Din olgusu uzun târihsel süreçte çok-tanrılı dinlerden
tek-tanrılı dinlere evrilmiştir. Tek-tanrılı dinler de kendi içlerinde
evrimleşmiştir. Daha açıkçası Allah’a teslîmiyet inancına dayanan üç semâvi din
aslında kemâl noktasına doğru bir evrimin ifâdesidir. Tabi bu evrim kemâl
noktasına, Taha’ya göre demokrasi ve sosyalizm-komünizm ile ulaşacaktır.
Modernlere ve bâzı diğer târihselcilere göre ise modernite ile zâten en kemâl
noktaya ulaşılmıştır. Sanki -hâşâ- Allah’ın da murâdı, “İslâm’ın moderniteye ve
lâik-seküler demokrasiye ulaşmasıdır” gibi düşünce ortaya koymaktadırlar. Taha,
tam ters olarak, Mekkî âyetleri -ilk inen sûreler ve âyetler olmasına rağmen- “İslâm’ın
ikinci mesajı”, Medenî âyetleri ise “ilk mesajlar” olarak gösterir ve böylece
sözde ikinci mesajın yâni Mekkî âyetlerin, ilk mesajı yâni Medenî âyetleri nesh
ederek hükümsüz bıraktığı”nı söylemekle sapıkça ve dangalakça bir görüş ortaya
koyar. Sonuçta artık ortada uygulanabilecek İslâmî bir pratik kalmayacak,
uygulanacak şey ise demokrasi ve komünizm olacaktır. İşte sapıtmak ve küfre
düşmek böyle bir şeydir. Absürdce sapıkça düşüncelerin, akîdenin konusu olması
böyle olur.
Taha’nın din anlayışında
İslâm’ın birinci mesajı şeriat ve şer’î ahkâma karşılık gelir. İkinci mesaj ise
îman ve ahlâk ilkelerini muhtevî olan sâbit-değişmez dîne tekâbül eder. Tabi bu
düşüncede Kur’ân kıssaları da târihselliğe hapsedilmekten kurtulamaz. Oysa
Allah, kıssaları, kendi târihlerinden alıp da vahyin nâzil olduğu 1.400 yıl
önceki gündeme taşımıştır ve zımnen onların târihte kalmadığı söylemiştir. Bir
yazıda bu konuda şular söylenir:
“Târihselcilerin
‘müslüman modernistler’in çoğu, Kur’ân kıssalarının bizzat vukû bulmuş
hâdiseler olmadığı, bilakis ‘öğüt almak’ amacıyla Kur’ân’da yer alan
anlatılardan ibâret olduğu tezini savunmaktadırlar. Burada dikkat edilmesi
gereken husus, bu hususun da yine ‘modern’ etki ile îzah edilebileceğidir; zîrâ
bir batı’lı-modern yaklaşım olarak ‘rasyonâlizm’in (yâhut ‘pozitivizm’in)
müslüman dünyâsına ithâl olunduğu dönemden bu yana benzer tezleri savunanlar
hep olmuştur. Buradaki mantık, kimi zaman ‘Kur’ân’da akla-bilime aykırılık
yoktur’ şeklindeki ifâdesini modern postülaya, kimi zaman da ‘hayatta en hakikî
mürşit ilimdir’ şeklinde ifâdesini bulan ‘bilimci’ anlayışa dayanmaktadır. İlk
yaklaşım, gerçeğe tekâbül etmemekle birlikte, çoğunlukla, müslümanlar arasında
moderniteye karşı geliştirilen ‘apolojetik’ tavrın tezâhürü olarak
görülebilecek iken, ikincisi sâfi mânâda ‘modern’ bir anlayışın ürünü olarak
değerlendirilebilir. Târihselciler arasında, kıssaların vâkîliğini kabûl
etmeyenlerin genellikle ilk gruba mensup olduğu söylenebilir. İkinci gruba ise
daha çok, ‘seküler’ (yâhut ‘batı’cı’) yaklaşıma sâhip olanlar girmektedir.
Buradaki
soru şudur: Böyle bir sözü, ‘İslâmcı’ anlayışa sâhip bir ağızdan duymak
neredeyse imkânsız iken, bir târihselci nasıl olup da bu türden bir cümleyi
rahatlıkla kurabilmektedir?. Cevap bizce şudur: Târihselciler, siyâsi-ideolojik
alanda, genel olarak (örneğin İslâmcılar gibi) net bir duruş-tutum sâhibi
değildirler. O yüzden ‘ideolojik tutum’ sâhibi olmayı önemsememekte, o yüzden
örneğin ‘demokrasi’, ‘özgürlük’, ‘eşitlik’ vb. kavramlara eleştirel
bakamamaktadırlar. Bu, esâsen, onların modernite bağlamında takınmış oldukları ‘bağdaştırmacı’
tutumla ilişkilidir. O yüzden Fazlur Rahman, Muhammed Arkoun, Hamid Ebu Zeyd,
Hasan Hanefi, Abid el-Cabiri gibi isimler, hem müslüman dünyâsında küresel iktidârın
doğrudan veyâ dolaylı vesâyetiyle tahakkümlerini sürdüren çevrelerle
uğraşmamakta, hem de küresel hegemonyaya karşı bir tutum takınarak
politik-ideolojik bir mücâdelenin içinde (genellikle) yer almamaktadırlar. Yâni
târihselcilik, bu özelliği nedeniyle, esâsen, mevcut iktidarlar tarafından ‘tehdit’
olarak görülmeyen bir anlayıştır. Hattâ bir zihinsel tutum olarak, modernitenin
müslüman dünyâsında yaygınlaşması için batı tarafından bilinçli bir şekilde
desteklenmektedir.
Bu noktada,
meşhûr oryantalistlerden Hamilton A. R. Gibb’in ‘İslâm’da Modern Eğilimler’
adlı kitabında ‘müslüman modernistler’ için sarf etmiş olduğu sözleri
hatırlamak yararlı olacaktır. Gibb, kitabında, batı düşüncesinin müslüman
dünyâsında bir geleceğinin olabilmesinin şartı olarak, müslüman modernist
anlayışın yaygınlaşmasını göstermektedir. Gerekçesi de, bu kesimin modernite
ile İslâm arasında özde bir bağdaşmazlık olmadığı tezini savunmasıdır!. Gibb,
eğer bu tez müslüman dünyâsında kabûl görürse, gelenekçi ve fundamentâlist (siz
ona ‘İslâmcı’ da diyebilirsiniz!) tezlerin zaman içerisinde zevâl bulacağını da
sözlerine eklemektedir”.
Taha, “İslâm geleneğinde din
ile şeriat özdeş kabûl edilmiştir. Oysa şeriat dînin kendisi olmadığı gibi onun
aslî bir unsuru da değildir. Ayrıca sâbit değil, değişkendir” der. Zâten bu,
târihselcilerin ortak görüşü yada sapkınlığıdır. Târihselcilere göre Kur’ân “bütünsel
olarak” târih-üstü değil târihsel ve konjonktüreldir. Tüm zamanlar için
insanlara rehberlik etme vasfını hâiz değildir. Çünkü İslâm şeriatına temel
teşkil eden ve hemen tamâmıyla Medîne döneminde nâzil olan ahkâm âyetlerindeki
normatif içerik o dönemin târihsel ve toplumsal şartlarıyla koşullu bir
geçerliliğe sâhiptir; dolayısıyla bugünün dünyâsında tatbike elverişli
değildir. Buna mukâbil Kur’ân’ın Mekke döneminde nâzil olan ve tevhid inancı
ile temel ahlâkî ilkeleri ortaya koyan âyetlerdeki mânâ ve muhtevâ sâbittir,
târih-üstüdür. Dolayısıyla İslâm’ın asıl mesajı ikinci(!) mesaj olan Mekkî
âyetlerdir. Bu mesaj değişim ve dönüşüme açık değildir.
Târihselcilere göre “evrensel”
olan “târihsel” olanı nesh ettiği için, güyâ artık târihsel olan âyetler de
hükmünü yitirmiş oluyor. “Peki onun yerine ne konulacak” diye sorulduğunda,
tabi ki modern ideolojiler ve sistemleri dile getiriyorlar. Zâten bunu o modern
sistemlerin psikolojik baskısı ve yada bir görevlendirmesiyle söylüyorlar.
Medenî âyetleri inkâr eden Taha,
bu âyetler hakkında şunları söyler:
“Şeriat,
vahiy ve Peygamber aracılığıyla toplumun somut sorunlarını sabit din (ed-dîn)
açısından çözer. Fakat şeriatın çözüm kâbiliyeti, bütün zamanlar için nihâi,
ebedî ve evrensel ölçekte çözmekten öte, zamâna ve mekâna, toplumsal yapıya,
insanların etnik, antropolojik, demografik, sosyolojik yapısına bağlı olma gibi
bir keyfiyete sâhiptir. Bu noktada denebilir ki Allah’a ubûdiyet din’dir; fakat
bunun menâsiki-ritüelleri şeriattır. Mîrâsı âdil şekilde paylaştırmak din’dir;
fakat bunun hangi oranlarda paylaştırılacağı şeriattır. Adam öldürmenin,
hırsızlığın, zinânın günah olarak nitelendirilmesi dindir; fakat bu
günahlara-suçlara hangi cezâların terettüp ettiği şeriattır”.
İyi de örnek verilen bu
cezâlar niçin ebedî olan Kur’ân’a girmiştir ki?. Yine, Peygamber’in vahyin
doğrultusundaki uygulamaları ve örnekliği Kur’ân’da övülmüştür?. Bunu hiç kimse
anlamamış ve sorgulamış da bir tek târihselciler mi anlıyor ve sorguluyor?.
Taha diyor ki: “Mekke
döneminde vahyedilen inanç ve ahlâk hükümleri illete, dolayısıyla zamâna,
mekâna ve belli bir târihselliğe bağlı değildir. Medîne dönemine âit hükümler ise
illete bağlıdır; zaman, mekân ve târihsel olguyla koşulludur”. İyi de Mekkî
âyetler niye “târihsel” olmuyor?. Aynı târihlerde gelen âyetlerin bir kısmı
târihsel oluyorken diğerleri niye târihsel olmuyor?. Hattâ “evrensel” diyerek
kabûl ettikleri Mekkî âyetler aslında daha da târihseldir. Zîrâ daha önce
inmiştir. Bu ayırımı neye dayanarak yapıyorsunuz be ahmaklar!?. Deliliniz
nedir?. Kur’ân’da “Medenî âyetleri kafanıza takmayın” şeklinde âyetler mi
var?. Ölçünüz nedir?, dayanağınız
nedir?. Tabi ki de keyiflerine ve nefislerine dayanıyorlar ve modernitenin ağır
kuşatması, baskısı ve ışıltısı altında yelkenleri suya indirerek tâvizler
vermeye başlıyorlar. Tabi bir kere verilen tâvizlerin sonu gelmiyor ve verilen
tâvizlerden yeni bir din doğuyor. Artık tâvizcilerin yeni dinleri “târihselcilik”
gibi sapık ve bâtıl dinler oluyor.
Târihselcilerin “târihsel”
dedikleri âyetler, “moderniteye uymayan âyetler”dir. Bu nedenle İslâm’ı,
moderniteye, tâğutlara, şeytana, şirke, küfre, zulme ve adâletsizliğe
karışmayan sözde ahlâkî bir dîne çevirmeye çalışıyorlar. Böylece moderniteyle
arada sorun kalmayacaktır. Çünkü indirgedikleri ahlâkîlik de aslında “ahlâkîlik”
değil “etik” denilen “sözde dürüstlük”tür. Garaudy de Kur’ân hakkında ağır bir
zanda bulunarak ve târihselcilerin düştüklerin aynı küfre düşerek şunları
söyler:
“Kur’ân
her-şeyden önce dînî-ahlâkî bir çağrıdır. Bu düşünce temelinde ilâhî hitâb
kesinlikle hukûkî bir kânun metni değildir. Kur’ân bir hukuk kitabı olsaydı,
toplumun anayasasından iktisâdî düzenine kadar sosyâl hayâtın tüm alanlarıyla
ilgili yasal düzenlemelerde bulunmuş olması gerekirdi. Oysa Kur’ân, târihin her
döneminde toplumun ihtiyaçlarına uygun düzenlemelerin yapılabilmesi için temel
ahlâkî değer ve prensipleri sunuyor, ama herhangi bir kânun teklifinde
bulunmuyor. Bilinen anlamda siyâsetle ilgili olarak da sâdece ‘şûrâdan söz
ediliyor; fakat şeklinin nasıl olacağı husûsu inananlara bırakılıyor. Ekonomi
için bir başka kelime, ribâ kullanılıyor, ama onun da nizâmî tanımı yapılmıyor.
Dolayısıyla hep ahlâkî düsturlar veriliyor”.
İşte bizim “Peygamber’i yok
saymak” dediğimiz şey budur. İslâm’ı sâdece Kur’ân’a indirgeyenler ve Peygamber’i
yok sayanlar aslında İslâm’ın pratikliğini ve uygulanan güzel örnekliği yâni
sünneti yok sayıyorlar. Böylece Peygamber’in 23 yıllık yaşanmış örnekliğini
göremiyorlar. Oysa 23 yıllık Peygamber örnekliğinde benzer uygulamalar vardır
ve bunlar Allah’ın ve vahyin kontrôlünde yapılmıştır. Yâni Garaudy’nin, “Kur’ân
bir model vermez” demesi bomboş bir laftır ve bir zırvalıktır. O modelin nasıl
olacağını Peygamber göstermiştir. Peygamber’in örnekliği budur zâten.
Peygamberler bu yüzden vardır. 23 yıllık süreçte Peygamber’in yaptığı
uygulamalar sâdece “ahlâkilik örneği” değil, “ahlâkî bir uygulama örneği”dir ki
Kur’ân’ın “güzel örnek” dediği şey budur. Kur’ân bu uygulamalara “güzel örnek”
dediği ve Ahzâb 21. âyetinde yer verdiği için de bağlayıcıdır. Artık
müslümanlar bu uygulamalara bakarak, Kur’ân’a ve sünnete aykırı olmayacak
güncel uygulamalar yapabilirler. Aksi-hâlde uyacakları şey İslâm değil,
modern-beşerî sapık ideolojiler ve sistemler olacaktır ki zâten târihselcileri
yönlendiren de budur. Târihselcilerin Peygamber’i ve onun pratik örnekliği olan
sünnetini göz-ardı ettikleri hattâ inkâr ettikleri için İslâm’da “nasıl olması”
gerektiğinin belirtilmediği zannediliyor. Mesele budur. Garaudy’ye göre Kur’ân’da
ahlâk hukuktan, sevgi ve merhâmet ise kânundan üstün tutulur. Şöyle der:
“Örneğin
Mâide 45. âyette: ‘Biz Tevrat’ta onlar için şöyle bir hüküm-kural vâz etmiştik.
Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralamalarda misliyle
mukâbele (kısas) vardır’ denilmiş; fakat âyet, ‘Kim kısas hakkından vazgeçerse,
bu vazgeçiş-affediş onun için bir kefâret olur’ ifâdesiyle sona erdirilmiştir.
Kezâ Şûrâ 40. âyette suç-cezâ dengesinden söz edildikten sonra, ‘kim kötülüğü
affeder ve yapıcı bir şekilde davranırsa (ıslah) onun ödülü Allah katındadır…’
buyurularak af ve merhâmetin her hâlükârda çok büyük bir fazîlet olduğu
belirtilmiştir. Kânunla müeyyide uygulamak elbette bir sosyâl gerekliliktir;
lâkin yürekteki aşk ve sevgiyle affetmek de beşerî ilişki düzeyinde
mânevî-ahlâkî bir zarûrettir”.
Ey târihselciler!, -Allah
korusun- en sevdiğiniz kişilere tecâvüz edilip katledilse ona “kânun” ile mi
yoksa “sevgi” ile mi muâmele ederdiniz?. Sevgi ile muâmele edildiğinin bir
örneği mi var ki.. O hâlde neden dînin yarısını sanki yokmuş gibi
gösteriyorsunuz?.. Allah’ın irâdesi sâdece kâlplerde değil, hayâtın her
alanında sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî alanlarda da geçerli olmalıdır.
Tabî ki uydurma hadis ve
rivâyetlerle yeni ve de târihsel kânun ve kurallar da ortaya çıkarılmıştır
fakat bizim ilk baştaki sorumluluğumuz, güzel örnekliğimiz olan Peygamberimiz’dir.
O tüm alanlarda ve hem Mekke de hem de Medîne’de güzel örnekliğini
sergilemiştir. Bu örneklik göz-ardı edildiğinde İslâm ve müslümanlık olmaz.
Değişmeyen ve değişmeyecek
olan şey, tüm zamanlarda ve mekânlarda “hükmün Allah tarafından verilmesi”dir.
Allah bir zaman için verdiği hükmün şeklini, diğer zamanlarda ve mekânlarda bir
cezâ olarak yada farklı bir gerekçeyle değiştirebilmektedir. Fakat “hükmün
Allah’a âit olması” gerçeği hiç-bir zaman değişmez ki zâten aslâ değişmeyecek
olan şey de budur.
İşte her-şeyin mâliki olan
Allah, hem Kur’ân’da hükümler belirlemiş hem de bir “örneklik” olarak Peygamber
tarafından hükümlerin uygulaması gösterilmiştir. Bu uygulama Kur’ân’a geçtiği
için bu güzel örneklik tüm zamanlarda ve mekânlarda bağlayıcıdır, geçerlidir.
Allah, Peygamber göndererek bir hayat-tarzı belirliyor ve örneklik ortaya
koyuyor. Bu örneklikte sâdece ahlâki davranışlar değil, hayâtın her alanını
kapsayan örnekliklerdir. Peygamberler zâten bu nedenle vardır. Peygamber yokmuş
gibi davranmakla ve Peygamber’i hesâba katmamakla İslâm doğru olarak
anlaşılamaz ve anlaşılamayınca da yanlış yollara girilir. Târihselciler şöyle
der:
“Muayyen
bir târihsel ortamda illete bağlı olarak vâz edilmiş bir hükmün tüm zamanlar ve
durumlar için geçerli olduğu söylenemez. Daha açıkçası, sırf Kur’ân metninde
yazılı olduğu gerekçesiyle, şer’î bir hükmü lafzen ve/veyâ aynen uygulama
iddiâsında bulunmak, Allah’ın ezelî ve değişmez kânunu olan şeriatı (ed-dîn)
belli bir hukûkî düzenlemenin milâdî 7. asrın Hicaz bölgesine mahsus uygulama
biçimiyle özdeşleştirmekten başka bir şey değildir. Kuşkusuz, sâbitlerin
yanı-sıra değişken hükümler de Kur’ân’a âittir; ancak bu ikisini birbirine
karıştırmak, diğer bir deyişle, günümüz insanına milâdi 7. asrın Arap
yarım-adasındaki yaşam-biçimiyle ilgili bir hukûkî düzenlemeyi empoze etmeye
kalkışmak Kur’ân’a ve İslâm’a karşı işlenmiş bir cinâyettir”.
Bu hezeyan dolu sözleri
söyleyen kâfir sapıklar, sıra 2.500 yıl önce ortaya çıkan şeytan-işi pislik bir
ideoloji olan demokrasiye gelince, ona sanki Allah’ın en önemli emriymiş
sarılıyorlar. İyi de demokrasi niye “târihsel” değil?. Beşeri ideolojiler ve
sistemler niçin târihsel olmuyor?. Başta demokrasi olmak üzere, lâiklik,
cumhuriyet, kapitâlizm, liberâlizm, modernite, parlamenter yönetim, komünizm,
sosyâlizm vs. tüm izmler de târihseldir. Bunlar târihsel değilse İslâm’ın 1.400
yıl önceki hârika uygulamaları niye târihsel olsun ki?. Bu uygulamalarda bir
kötülük mü oldu?. Yâni Peygamber kötü bir yönetim mi gösterdi?. Sünnetullah
denilen Allah’ın yasalarında bir değişme olmayacağına göre ve sünnetullah aynen
devâm ettiğine göre uygulamalar niçin Peygamber’in sünnetine göre olmasın?.
Neden Allah’ın âyetlerini iptâl ediyor yada değiştiriyorsunuz da beşerî
ideolojileri ve sistemleri İslâm’a ve Kur’ân bütünlüğüne göre değiştirmeyi
düşünmüyorsunuz?. Zîrâ beşerî sistemler apaçık bir şekilde görülüyor ki
sorunlara çâre olamıyor ve sorunları gün geçtikçe daha da derinleştiriyor.
Sanki modern dünyâ “çok adâletli bir dünyâ” imiş gibi beşerî ideolojileri gözü
kapalı savunmak ve baş-tâcı etmek nasıl bir ahmaklıktır?. İşte burada devreye,
şeytan, tâğutlar, nefs, beşeri ideolojilerin baskısı, kuşatması, ışıltısı ve
ayartması giriyor. Beşerî olan modern ideolojilerin her biri de târihseldir ve
târihin belli sosyâl, kültürel, ekonomik ve siyâsî ortamında ortaya çıkan bu
teoriler de târihsel ise, o hâlde insanlar hayatlarını neye göre
belirleyecektir?. Allah’ın emri yerine beşerî ideolojilere göre ortaya konan
sistemlerde insanların büyük çoğunluğu perişân bir şekilde maddî yada mânevî
olarak çeşitli hastalıklara müptelâ olacaklardır.
Taha’ya göre, “Kur’ân’ın
Mekke dönemini İslâm’ın “ikinci” mesajı, Medîne dönemini de İslâm’ın “birinci”
mesajı olarak adlandırır. Mekke döneminde zorlamalardan ziyâde iknâ âyetleri
hâkimdir. Mekke döneminin mesajı “iman”dır. Ancak insanların henüz bu mesajı
kâmil şekliyle anlayabilecek olgunluğa erişmemiş olması nedeniyle mesaj nitelik
değiştirmiştir. Taha’ya göre, “Mekkî âyetler aslî bir emri ifâde ederken,
Medenî âyetler tâlî/fer’î emri bildirir. Aslî emrin (tam) yerine
getirilemeyeceği anlaşılınca bunun yerine geçici bir hüküm ikâme edilmiştir.
Aslî ve nihâi emir, onu yerine getirmeye yönelik koşullar yada bireysel ve
toplumsal kapasiteler yeterince olgunlaştığında yeniden geçerli olacaktır”.
1.400 yıl boyunca -bâzı
sapıklar hâriç- müslümanların İslâm’ı-Kur’ân’ı anlayamamaları ve Peygamber
örnekliğini de yanlış yaptıkları fakat “modern zamanlardaki müslümanların(!)
işi hemen çözdükleri” gibi bir saçmalık kabûl edildiğinde, 1.400 yıllık boşa
yaşanmış bir zamandan bahsetmek gerekir. Oysa 1.400 yıllık İslâm târihinin son
200 yıllık modernite kısmını ayırdığımızda, müslümanlar hiç-bir zaman modern
müslümanlar gibi batı ve modernite karşısında böylesine aşağılık kompleksine
kapılmamış ve bir ezikliğe düşmemişlerdir. Zâten bu tür yorumlar ve saçmalıklar
da bu ezikliğin ve kompleksin bir sonucudur. Dik duramamak ve eziklik adamı
böyle sapıklıklara düşürür ve bâtılın sözcülüğünü yaptırır. Bakın çok bilmiş
ahmak Taha ne diyor:
“Cihat,
kölelik, özel mülkiyet, kadın-erkek eşitsizliği, çok-eşlilik, boşanma, örtünme,
haremlik-selamlık uygulaması gibi konularda getirilen hükümlerin ve
kısıtlamaların insanların kendilerine tanınan özgürlüğü henüz anlayamamasından
kaynaklanır. İnsanlar özgürlüklerinin değerini anlayabilecekleri ve sınırları
aşmayacakları bir akıl seviyesine ulaştıklarında özgürlükleri üzerindeki
kısıtlamalar kalkacaktır”.
1.400 yıl boyunca medeniyete
zirve yaptırmış müslümanlar akledememişler de târihselciler akletmiş.. Bilmiyorlar
ki müslümanlar akıllarını en doğru ve ideâl bir şekilde kullanmışlar ama hiç-bir
zaman akıllarını ilahlaştırmamışlar ve bâtıl karşısında böylesi ezik ve rezil bir
duruma düşmemişlerdir. Târihselciler düşüncelerinin bir kompleksin ve ezikliğin
sonucunda oluştuğunun farkında değiller. Abdulaziz Kıranşal, bu bağlamda şunları
söyler:
“Taha’yı
böyle söylemeye
sevk eden faktör İslâm’ın ahlâkî özünün, derûnî-mânevî
yönünün yitirilmiş olmasıdır. Modern dönemde müslümanların İslâm
temelinde çok ciddî bir ihyâya ihtiyaçları vardır. Aslında bu ihyâ talebi, son
iki yüzyıldan beridir İslâm dünyâsında sıkça seslendirilen bir taleptir. İslâm
dünyâsında ihyâ, ıslah ve tecdit taleplerinin geniş ölçekte seslendirildiği
dönem 18 ve 19. yüzyıllara rastlar. Çünkü bu yüzyıllar İslâm dünyasının batı
karşısında çok-yönlü bir mağlûbiyetin ağır travmalarını yaşadığı yüzyıllardır. Aslında
daha önceki zamanlarda da tecdid ve yenilikten bahsedilmiştir. Bu zamanlara
baktığımızda en yoğun olarak, müslümanların siyâsî olarak zayıfladığı dönemleri
görürüz. Böyle dönemlerde İslâm’ın temel konuları gündem yapılmış ve bâtıl
lehine değiştirilmeye çalışılmıştır.
19.
yüzyılda ıslah ve tecdit çağrısının yaygınlaşması, İslâm dünyâsının bu
yüzyıldaki durumuyla ilgili bir olgudur. Bütün bir İslâm âleminin târihteki en
kötü yüzyıllarından birisi ve belki de birincisi olan 19. yüzyılda ıslah ve
tecdit çağrılarının yaygınlık kazandığı coğrafyaların başında Hint alt kıtası
ve Mısır gelir. Seyyid Ahmed Han (ö. 1898) ve tâkipçilerinin ‘modernist’ olarak
nitelendirilen görüş ve düşünceleri aslında bir dînî ıslah ve tecdit projesi
olarak okunabilir. Ama son dönem İslâm dünyâsında ümmet-merkezli asıl ihyâ ve
tecdit çağrısı Mısır kaynaklıdır denebilir. Zîrâ Mısır’da Cemâleddîn Efgânî’nin
(ö. 1897) çabalarıyla varlık kazanan ihya-tecdit eksenli düşünce Muhammed Abduh
(ö. 1905) ve Reşid Rıza (ö. 1935) tarafından geliştirildi. İslâm’ın temel
meselelerini sosyâl reformcu bir kimlikle okumaya çalışan ve bu çerçevede fikrî
tecdit ile iyi yetişmiş insan unsuruna dayanan bir rönesans ideâlinin peşinde
koşan Abduh’a göre İslâm âlemindeki çok boyutlu inhitat-inkırâz bâdiresini
aşmak için dînî tefekkürde yenilik şarttır.
Aslolan ‘İslâm’ı
çağa taşımak’ olunca, ister-istemez Kur’ân’ın ahkâmla ilgili âyetleri modern
akıl ve anlayışın kabûl edebileceği şekilde te’vil edilir. Böylece İslâm çağın
idrâkine sunulmuş olur. Ayrıca modern dönemin cumhuriyet, demokrasi, meclis,
seçim, insan hakları gibi modern kavram ve kuramlara da Kur’ân’dan karşılıklar
bulunmaya çalışılır. Sözgelimi demokrasi kavramının şûrâ ile irtibâtı kurulur”.
Târihselciler (ve de
modernistler) sürekli olarak “İslâm’da zorlama yoktur” muhabbeti yaparlar. Zîrâ
moderniteyi en çok rahatsız eden şey, İslâm’ın hâkim olmasıdır ki bunu
engellemek için yaptıkları şey, “İslâm’ın bir zorbalık dîni” olduğunu
söylemektir.
Târihselcilere göre Hz.
Peygamber’in risâleti milâdi yedinci yüzyılı çevreleyen târihsellik içinde
tatbik mevkiine konulmuştur. Dolayısıyla risâlet çerçevesinde vâz edilen teşrî
hükümler o dönemin târihsel ve toplumsal koşulları içinde geçerlidir. Hâliyle
Hz. Peygamber’in sünnetini modern dünyâya taşımak Muhammedî risâlet mesajıyla
mümkün değildir. Çünkü bu mesaj, Kur’ân’ın aslî ve nihâi emirlerinin o günkü
insanların imkân ve kapasitelerine uygun seviyeye indirildiği bir mesaj niteliğindedir.
Bu sebeple, risâlet Kur’ân’daki mânâ ve mesajın tam anlamıyla açıklanması
değildir.
Peygamber örnekliği ki o
“güzel örneklik”tir (Ahzâb 21), uygulanmadığında güzelliğini kaybeder.
Peygamber örnekliği hesâba katılmayınca insana nefsinin fısıltılarını din
yapmak kalır.
Bizim âhirette
sorgulanacağımız kitap, Kur’ân’ın tamâmıdır, sâdece bir kısmı değildir. Fakat
sorgu; “Kur’ân’ı, modernizme uydurup-uyduramadığımız şeklinde de değildir.
Sorgu, “Kur’ân’ı hayatta hâkim kılıp-kılamadığımız ve onu hakkıyla
yaşayıp-yaşamadığımız” şeklinde olacaktır. Târihselcilerin bu anlamda çok derin
yanılgıları vardır ve hattâ şirke düşen sözler de söylerler. İlhâmi Güler,
şöyle diyerek şirke düşer meselâ:
“Kur’ân
bütünüyle ‘ölçü’ değildir, örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve
insanlardan ne istediğini anlayan mü’min, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar,
hüküm koyar”.
Hâlbuki Kur’ân şu âyetlerle
bu düşünceyi yerin dibine geçirir:
“Hüküm vermek yalnızca
Allah’a âittir” (Yûsuf 40).
“Yalnız Allah’ın hükmüne
dâvet edildiğiniz zaman kabûl etmiyorsunuz. Fakat şirk unsuru olan başka
hükümler bahis konusu olunca kabûl ediyorsunuz. Oysa ki hüküm yalnız her-şeye
gücü yeten Allah’ındır” (Mü’min 12).
“Allah ve Resûlü, bir işe
hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse,
artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).
Târihselciler âyetlerin varlık
nedeni için sürekli olarak o zamanki târihsel süreci dikkate alıyorlar. Fakat
zaman akmaya, târih de değişmeye devâm ediyor ve aynı yada benzer sorunlar
günümüzde de açığa çıkıyor. Bundan 100 yada 200 yıl sonra yaşayanlar
müslümanlar, günümüzde vardığımız yargıları “târihsel” diyerek iptâl
etmeyecekler midir?. Eğer edeceklerse o hâlde “insanlar hiç-bir zaman doğru bir
bilgiye ve uygulama tarzına ulaşamayacaklar” demektir. Çünkü bunun için bir
ölçüleri olmayacaktır. Zîrâ hem Kur’ân bütünlüğü iptâl edilip hükümsüzleştirilmiş
hem de Peygamberimiz’in “güzel örneklik” denen vahyin pratik uygulaması olan
sünneti iptâl edilip târihe hapsedilerek hükümsüz bırakılmış olacaktır. İşte
tahrifat ve tahribat böyle başlıyor. Kur’ân bütünlüğüne ve sahih sünnete
yapılacak aşırı yorum ve bunun sonucunda ortaya çıkan hükümsüz kılma
ameliyeleri birer fitne ve ifsâd hareketi olarak küfürdür, şirktir, zulümdür ve
kendini bilmezliktir.
Târihselciler kendilerini “modern
peygamberler” zannetmektedirler ve önceki şeriatı kaldırıp eskisiyle meczedilmiş
yeni bir şeriat ortaya koymakla görevli olduklarını sanıyorlar. Belki de bu
görev onlara direkt yada dolaylı ve psikolojik olarak verilmiş yada dikte
edilmiştir.
Peygamber mânâyı lafza
dökmek için değil, lafzı mânâlandırmak ve ete-kemiğe büründürmek için
gönderilmiştir. Bu, Kur’ân’ın tamâmı için geçerlidir.
“…Bugün size dîninizi
kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı
seçip-beğendim…” (Mâide 3) âyeti,
Kur’ân’ın sâdece bâzı bölümlerini (Mekkî) değil, tüm zamanlar ve mekânlar için
tamâmını kapsar.
Târihselciler açıkça
Kur’ân’ın özellikle hüküm içeren, pratik uygulaması gösterilen ve güzel bir
örneği sunulan âyetlerinin günümüzde güyâ uygulanamayacağı(!) için iptâl
edildiğini söyleyerek hükümsüz bırakırlar. Oysa Kur’ân böylelerini şu apaçık
âyeti ile uyarıp korkutur ve söylemlerini boşa çıkarır:
“..Yoksa siz,
Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık
sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka
değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2019