16 Mart 2023 Perşembe

Bildiklerimiz ve Yaptıklarımız


“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu yüklenmemiş olanların durumu, (yâni bilgisini amele-eyleme dökmeyenler) koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zâlim bir kavmi hidâyete erdirmez” (Cum’a 5).

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

“Hiç birinizin gönlü, arzusu ve hevesi, benim getirip tebliğ ettiğim şeylere tabi olmadıkça mü’min olmuş olamazsınız” (Nevevî, Kırk Hadis).

 

İslâm iki yönü bulunan bir hedef için gönderilmiştir: İç-âlemlerin inşâsı ve sonra da dış-âlemin inşâsı. İç-âlemlerin inşâsı; kâlbin, rûhun ve zihnin vahiy-merkezli inşâsıyla olurken, dış-âlemin inşâsı ise; sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, siyâsî, askerî vs. tüm alanların vahiy-merkezli inşâsıyla olur. İslâm sâdece “bilmek” demek değil, bildikten sonra “yapmak”la kemâle eren bir sistem ve din’dir. Çünkü amele-eyleme dönmeyen okumayla ve bilinçlenmeyle, bilinçsiz ve körü-körüne yapılan eylem aynı sonucu verir yâni hedefe ulaşılamaz ve sonuç alınamaz.

 

Hz. Muhammed’in “Resûl-Nebî olarak” 23 yıllık nübüvvet sürecinde yaptıklarına “Sünnet” denir. Güzel örneklik (Ahzâb 21) Muhammed bin Abdullah’ın tüm hayâtı boyunca yaptıkları değil, Hz. Muhammed olarak 23 yıllık nübüvvet sürecinde yaptıklarıdır. Peygamberimiz’in söyledikleri (hadis) ile yaptıkları (sünnet) birbirleriyle çelişmeyeceği için, söyledikleri yaptıklarıyla, yaptıkları da söyledikleriyle uyumlu olmalıdır. Aksi-hâlde bir çelişki ortaya çıkar ki çelişkili olan şey “sahih” olmaz. Bir sözün sahih olduğunun en bâriz delîli, onun amel ile ispatlanmış ve ortaya konmuş olmasıdır. Zâten Peygamberler, insanların beşerî akıllarına ve kafalarına göre yaptıkları yorumları iptâl etmek ve “Allah’a göre” yapmak için gönderilirler. Bu nedenle peygamberlerin ve Peygamberimiz’in söz ile yaptıkları yorumdan ziyâde fiîlen yaptıkları yorumlar (Sünnet) bağlayıcıdır.

 

Dinleri, öğretilerinden ziyâde amel ve eylemlerine göre değerlendirmek gerekir. Zîrâ insanların neye inandıkları, ne yaptıklarıyla belli olur. İnsanlar yaptıkları şeylerle tanınırlar. En iyi, yararlı ve adâletli şeyi hangi din yapıyorsa, işte o din “hak din”dir. Allah katında tek hak din İslâm’dır. İslâm dîni ise sâdece bir haber değildir, olaydır da.

 

Halkın “büyük” saydığı meşhûr evliyâlar(!), işlerini hep kerâmetle yapmışlardır. Çünkü kerâmetten başka somut olarak yaptıkları bir şey yoktur. İki taşı üst-üste koymaktan âciz olanların ünleri, sözde “gösterdikleri kerâmetleri” nedeniyledir. Boş-boş atıp-tutmakla hiç-bir sorun çözülmez ve hakîkat ortaya konamaz. İnsanın büyüklüğünü söylediklerinden ziyâde yaptıkları göstermelidir, zîrâ söylediklerinde samîmi olup-olmadığı ancak yaptığında yâni amel ve eyleminde açığa çıkar.

 

İnsan bildiklerinin değil (çünkü bilmez bir duruma gelebilir), yaptıklarının toplamıdır. İnsanın dîni, “bildikleri”nden ziyâde “uyguladıkları”yla ortaya çıkar. Zâten eğer algılarınızı vahiy inşâ etmiyorsa ve hayâtınızın merkezinde vahiy yoksa, bildiklerinizin %90’ı yanlıştır. İnsanlar târih boyunca genelde vahiy-merkezi olmadıkları için ürettikleri bilginin %90’ı yanlış, %9’u ise eksik ve şüphelidir. Çünkü insan Allah’ın bildirdiklerinden başka mutlak ve kesin anlamda bir şeyi bilemez:

 

“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

 

Allah ve Resulü bir şeyi emrettiklerinde, başka bir ifade ile Kur’ân’dan ve Sünnet’ten, bir şeyi yapmanın veyâ yapmamanın gerekli olduğu hükmü anlaşıldıktan sonra artık mü’minlerin önündeki tek seçenek hükme uymaktır; bunu bırakıp da verilen hükmü tartışmaya ve araştırmaya girişmek yanlıştır.

 

“Oku” emri, eylemi de içinde taşır, yoksa “oku” (ikra) emri kuru-kuruya okumak anlamında değildir. Zâten ikra-oku, “çağır, dâvet et, bildir” anlamlarını da içerir yâni eylem içeren şeyi ifâde eder. Bu da, sâdece bilgi vermeyi değil, dâveti ve dâvete icâbet etmeyi gerektirir. Zîrâ okumak bir sorumluluk içerir.

 

Bir şeyin kesin olarak ne olduğu, onu ortaya koyunca belli olur. Yoksa bir söz farklı kişiler tarafından farklı anlaşılabilir. Çünkü okuduğu yada duyduğu şeyi birbirine tam aykırı şekilde anlayıp yorumlayanlar vardır. Hattâ Kur’ân’daki apaçık bir emir hakkında “vardır-yoktur” tartışmaları yapılır ve bir türlü anlaşılamaz. Üstelik zamanla iki farklı yorumun da taraftarları oluşur. Hâlbuki Kur’ân’ın ne dediği amel-eylem ile ortaya çıkar ki peygamberlerin gönderilmesi ve Sünnet denilen güzel örneklik işte bu nedenle önemli ve bağlayıcıdır. Peygamber ve sahabe uygulamışsa o hüküm Kur’ân’da ve İslâm’da var demektir. Hattâ o âyet Peygamberimiz nasıl uygulamışsa o şekildedir.

 

Okumak ve bilmek amaç değildir, araçtır, amel-eylem için araç. Okumak, “bilinçli bir şekilde yapmak” için araçtır. Fakat okumanın ve bilmenin kendisi amaç değildir. Çünkü okumanın ve bilmenin bir sonu yoktur. İlim bitmez. Allah’ın ilmi ise zinhar bitmez:

 

“De ki: ‘Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi” (Kehf 109).

 

Amaç sâdece “bilmek” değildir, vahiy-merkezli olarak hakkıyla bildikten sonra, bilineni hakkıyla yapmak, bildiğini yerine getirmek yâni vahye göre edip-eylemektir. Sahabe bilmekle değil, îman etmek ve sâlih amel işlemek ile yıldızlaşmıştı. Onlar Peygamberimiz’in vahye göre yaptığı ve bildirdiği direktifleri harfiyen yerine getirmişlerdi. Çünkü îman edenler için bunun kaçarı yoktur:

 

“Hayır!; Rabb’ine yemin olsun ki, onlar, aralarında anlaşmazlığa düştükleri konularda seni hakem tayin edip de, verdiğin hükme karşı içlerinde en ufak bir burukluk bile duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkları sürece, îman etmiş olamazlar” (Nîsâ 65).

 

Bu âyet, Peygamberimiz’in, Allah’tan aldığı vahiy ile Kur’ân mesajını yaşanılır kılmak ve mü’minlerin onu pratik durumlara uygulayabilmelerini sağlamak amacıyla verdiği emirlere her müslümanın teslim olması yükümlülüğünü tereddütsüz bir şekilde ortaya koymaktadır.

 

İşin sâdece bilme yönüne kilitlenenler, doğru yolda gittiklerini zannederek gün be gün amel-eylemden kopmakta ve İslâm’ı da bir “bilme dîni” zannetmeye başlamaktadırlar. Oysa İslâm, bilme ve yapma dînidir, bilerek yapma dînidir. Çünkü bilmeden yapmak da yanlışa götürür. Kur’ân bizi bu konuda şöyle uyarır:

 

“De ki: Yaptıkları işler bakımından en çok kaybedenleri size bildirelim mi?. Bunlar iyi işler yaptıklarını sandıkları hâlde dünyâ-hayâtındaki çabaları boşa giden kimselerdir” (Kehf 104).

 

Allah bizi bildiklerimizle değil, yaptıklarımızla-yapmadıklarımızla hesâba çekecektir. Biz âhirette bildiklerimizden değil, yaptıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan hesâba çekileceğiz:

 

“İşte bugün hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yaptıklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz” (Yâsin 54).

 

Bildikleriyle amel etmeyenler, bilmedikleri yönden cezâlandırılırlar. Allah Kur’ân’da acı azaptan kurtulmanın reçetesini şöyle verir:

 

“Ey îman edenler!, sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Saff 10-12).

 

Allah cennet ödülünü vereceği kişilerden bahsederken de, “bilmeyi” değil, “yapmayı” öne çıkarır:

 

“Şüphesiz muttakî olanlar, gölgeliklerde ve pınar-başlarındadır; Ve canlarının çekip-arzu ettiği meyveler (arasındadırlar). Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere, âfiyetle yiyin ve için. Elbette biz, ‘iyi ve güzel’ davrananları işte böyle ödüllendiririz” (Mürselât 41-44).

 

Şu da var ki, bilenlerle bilmeyenler de bir olmaz ve bilenler bilmeyenlerden apaçık şekilde üstündürler:

 

“…De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).

 

Lâkin bilmek, yapmak içindir, “bilerek yapmak” içindir. “Bilmek”ten sonra idrâk etmek ve “hakkıyla bilmek” de yine amel-eylemin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu konuda Peygamberimiz şöyle der: “Siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi öğretir”.

 

Oktay Sinanoğlu bilmek ve yapmak konusunda şöyle der: “Usta-çırak usûlü şeklinde “yaparak” öğrenme en iyi öğrenme şeklidir. Yoksa birisi anlatsın, sen orada masal gibi dinle, kafa salla; olmaz. Kendisi de bir şey yapacak, etkileşim olacak; öğrenci sorunlarla karşılaşacak, kafası karışacak ki bir şey ortaya koyabilsin. Bizde eğitim şimdilerde, hani kafa boş bir kutu, açıyorsun ve içine bir şeyler tıkıyorsun gibi görülüyor”.

 

Bildikten sonra yapılması ve yapılmaması gereken şeyleri yapmak yada yapmamak gerekir ki hem bilme tamamlansın hem de yapma, “doğru-dürüst yapma” hâline gelsin. Yapılması gereken şeyleri zamânı geldiğinde yapmamak mutlakâ sorun ortaya çıkarır ve bu sorun “yapılması gereken” şeyler yerine “yapılmaması gereken” şeyleri yapmakla cezâlandırılır. Meselâ kanser; “yapılması gereken” işleri yapmayıp da “yapılmaması gereken” işleri yapmaya başlayan hücreler nedeniyle ortaya çıkar.

 

İnsanların bildikleri “düşünceleri ve fikirleri” iken, amel ve eylemleri yâni yaptıkları ise inançlarıdır. Dînimiz, “bildiklerimiz”den ziyâde “yaptıklarımız”dır. 

 

Gün gelir insan bildiklerini bilmez bir durumuna gelebilir, fakat yaptıklarını hiç-bir zaman “yapmamış” durumuna gelemez. Bu nedenle âhirette bildiklerimizden değil yaptıklarımızdan sorulacağız.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Mart 2023

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder