“Kendilerine Tevrat
yükletilip de sonra onu yüklenmemiş olanların durumu, (yâni bilgisini amele-eyleme dökmeyenler) koskoca
kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan kavmin
durumu ne kötüdür. Allah, zâlim bir kavmi hidâyete erdirmez” (Cum’a 5).
“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara.
Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).
“Hiç birinizin gönlü, arzusu
ve hevesi, benim getirip tebliğ ettiğim şeylere tabi olmadıkça mü’min olmuş
olamazsınız” (Nevevî, Kırk Hadis).
İslâm iki yönü bulunan bir
hedef için gönderilmiştir: İç-âlemlerin inşâsı ve sonra da dış-âlemin inşâsı.
İç-âlemlerin inşâsı; kâlbin, rûhun ve zihnin vahiy-merkezli inşâsıyla olurken,
dış-âlemin inşâsı ise; sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, siyâsî,
askerî vs. tüm alanların vahiy-merkezli inşâsıyla olur. İslâm sâdece “bilmek”
demek değil, bildikten sonra “yapmak”la kemâle eren bir sistem ve din’dir.
Çünkü amele-eyleme dönmeyen okumayla ve bilinçlenmeyle, bilinçsiz ve
körü-körüne yapılan eylem aynı sonucu verir yâni hedefe ulaşılamaz ve sonuç
alınamaz.
Hz. Muhammed’in “Resûl-Nebî olarak”
23 yıllık nübüvvet sürecinde yaptıklarına “Sünnet” denir. Güzel örneklik (Ahzâb
21) Muhammed bin Abdullah’ın tüm hayâtı boyunca yaptıkları değil, Hz. Muhammed
olarak 23 yıllık nübüvvet sürecinde yaptıklarıdır. Peygamberimiz’in
söyledikleri (hadis) ile yaptıkları (sünnet) birbirleriyle çelişmeyeceği için,
söyledikleri yaptıklarıyla, yaptıkları da söyledikleriyle uyumlu olmalıdır.
Aksi-hâlde bir çelişki ortaya çıkar ki çelişkili olan şey “sahih” olmaz. Bir
sözün sahih olduğunun en bâriz delîli, onun amel ile ispatlanmış ve ortaya
konmuş olmasıdır. Zâten Peygamberler, insanların beşerî akıllarına ve kafalarına
göre yaptıkları yorumları iptâl etmek ve “Allah’a göre” yapmak için
gönderilirler. Bu nedenle peygamberlerin ve Peygamberimiz’in söz ile yaptıkları
yorumdan ziyâde fiîlen yaptıkları yorumlar (Sünnet) bağlayıcıdır.
Dinleri, öğretilerinden
ziyâde amel ve eylemlerine göre değerlendirmek gerekir. Zîrâ insanların neye
inandıkları, ne yaptıklarıyla belli olur. İnsanlar yaptıkları şeylerle
tanınırlar. En iyi, yararlı ve adâletli şeyi hangi din yapıyorsa, işte o din
“hak din”dir. Allah katında tek hak din İslâm’dır. İslâm dîni ise sâdece bir
haber değildir, olaydır da.
Halkın “büyük” saydığı
meşhûr evliyâlar(!), işlerini hep kerâmetle yapmışlardır. Çünkü kerâmetten
başka somut olarak yaptıkları bir şey yoktur. İki taşı üst-üste koymaktan âciz
olanların ünleri, sözde “gösterdikleri kerâmetleri” nedeniyledir. Boş-boş
atıp-tutmakla hiç-bir sorun çözülmez ve hakîkat ortaya konamaz. İnsanın büyüklüğünü
söylediklerinden ziyâde yaptıkları göstermelidir, zîrâ söylediklerinde samîmi
olup-olmadığı ancak yaptığında yâni amel ve eyleminde açığa çıkar.
İnsan bildiklerinin değil
(çünkü bilmez bir duruma gelebilir), yaptıklarının toplamıdır. İnsanın dîni,
“bildikleri”nden ziyâde “uyguladıkları”yla ortaya çıkar. Zâten eğer algılarınızı
vahiy inşâ etmiyorsa ve hayâtınızın merkezinde vahiy yoksa, bildiklerinizin
%90’ı yanlıştır. İnsanlar târih boyunca genelde vahiy-merkezi olmadıkları için
ürettikleri bilginin %90’ı yanlış, %9’u ise eksik ve şüphelidir. Çünkü insan
Allah’ın bildirdiklerinden başka mutlak ve kesin anlamda bir şeyi bilemez:
“Dediler
ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten
sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).
Allah ve Resulü bir şeyi
emrettiklerinde, başka bir ifade ile Kur’ân’dan ve Sünnet’ten, bir şeyi yapmanın
veyâ yapmamanın gerekli olduğu hükmü anlaşıldıktan sonra artık mü’minlerin
önündeki tek seçenek hükme uymaktır; bunu bırakıp da verilen hükmü tartışmaya
ve araştırmaya girişmek yanlıştır.
“Oku” emri, eylemi de içinde
taşır, yoksa “oku” (ikra) emri kuru-kuruya okumak anlamında değildir. Zâten
ikra-oku, “çağır, dâvet et, bildir” anlamlarını da içerir yâni eylem içeren
şeyi ifâde eder. Bu da, sâdece bilgi vermeyi değil, dâveti ve dâvete icâbet
etmeyi gerektirir. Zîrâ okumak bir sorumluluk içerir.
Bir şeyin kesin olarak ne
olduğu, onu ortaya koyunca belli olur. Yoksa bir söz farklı kişiler tarafından
farklı anlaşılabilir. Çünkü okuduğu yada duyduğu şeyi birbirine tam aykırı
şekilde anlayıp yorumlayanlar vardır. Hattâ Kur’ân’daki apaçık bir emir
hakkında “vardır-yoktur” tartışmaları yapılır ve bir türlü anlaşılamaz. Üstelik
zamanla iki farklı yorumun da taraftarları oluşur. Hâlbuki Kur’ân’ın ne dediği
amel-eylem ile ortaya çıkar ki peygamberlerin gönderilmesi ve Sünnet denilen
güzel örneklik işte bu nedenle önemli ve bağlayıcıdır. Peygamber ve sahabe
uygulamışsa o hüküm Kur’ân’da ve İslâm’da var demektir. Hattâ o âyet Peygamberimiz
nasıl uygulamışsa o şekildedir.
Okumak ve bilmek amaç
değildir, araçtır, amel-eylem için araç. Okumak, “bilinçli bir şekilde yapmak”
için araçtır. Fakat okumanın ve bilmenin kendisi amaç değildir. Çünkü okumanın
ve bilmenin bir sonu yoktur. İlim bitmez. Allah’ın ilmi ise zinhar bitmez:
“De ki: ‘Rabbimin
sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o
kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz
tükeniverirdi” (Kehf 109).
Amaç sâdece “bilmek”
değildir, vahiy-merkezli olarak hakkıyla bildikten sonra, bilineni hakkıyla
yapmak, bildiğini yerine getirmek yâni vahye göre edip-eylemektir. Sahabe
bilmekle değil, îman etmek ve sâlih amel işlemek ile yıldızlaşmıştı. Onlar
Peygamberimiz’in vahye göre yaptığı ve bildirdiği direktifleri harfiyen yerine
getirmişlerdi. Çünkü îman edenler için bunun kaçarı yoktur:
“Hayır!; Rabb’ine yemin
olsun ki, onlar, aralarında anlaşmazlığa düştükleri konularda seni hakem tayin
edip de, verdiğin hükme karşı içlerinde en ufak bir burukluk bile duymadan tam
anlamıyla teslim olmadıkları sürece, îman etmiş olamazlar” (Nîsâ 65).
Bu âyet, Peygamberimiz’in, Allah’tan
aldığı vahiy ile Kur’ân mesajını yaşanılır kılmak ve mü’minlerin onu pratik
durumlara uygulayabilmelerini sağlamak amacıyla verdiği emirlere her müslümanın
teslim olması yükümlülüğünü tereddütsüz bir şekilde ortaya koymaktadır.
İşin sâdece bilme yönüne
kilitlenenler, doğru yolda gittiklerini zannederek gün be gün amel-eylemden
kopmakta ve İslâm’ı da bir “bilme dîni” zannetmeye başlamaktadırlar. Oysa
İslâm, bilme ve yapma dînidir, bilerek yapma dînidir. Çünkü bilmeden yapmak da
yanlışa götürür. Kur’ân bizi bu konuda şöyle uyarır:
“De ki: Yaptıkları işler
bakımından en çok kaybedenleri size bildirelim mi?. Bunlar iyi işler
yaptıklarını sandıkları hâlde dünyâ-hayâtındaki çabaları boşa giden kimselerdir” (Kehf 104).
Allah bizi bildiklerimizle değil,
yaptıklarımızla-yapmadıklarımızla hesâba çekecektir. Biz âhirette bildiklerimizden
değil, yaptıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan hesâba çekileceğiz:
“İşte bugün hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez
ve siz de yaptıklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz” (Yâsin 54).
Bildikleriyle amel
etmeyenler, bilmedikleri yönden cezâlandırılırlar. Allah Kur’ân’da acı azaptan
kurtulmanın reçetesini şöyle verir:
“Ey îman edenler!, sizi
acı bir azaptan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resulü’ne
îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu,
sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar,
sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel
konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Saff 10-12).
Allah
cennet ödülünü vereceği kişilerden bahsederken de, “bilmeyi” değil, “yapmayı”
öne çıkarır:
“Şüphesiz muttakî olanlar, gölgeliklerde ve
pınar-başlarındadır; Ve canlarının çekip-arzu ettiği meyveler (arasındadırlar).
Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere, âfiyetle yiyin ve için. Elbette biz, ‘iyi
ve güzel’ davrananları işte böyle ödüllendiririz” (Mürselât 41-44).
Şu da var ki, bilenlerle
bilmeyenler de bir olmaz ve bilenler bilmeyenlerden apaçık şekilde üstündürler:
“…De ki: ‘Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?’. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt alıp-düşünürler” (Zümer 9).
Lâkin bilmek, yapmak
içindir, “bilerek yapmak” içindir. “Bilmek”ten sonra idrâk etmek ve “hakkıyla
bilmek” de yine amel-eylemin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu konuda
Peygamberimiz şöyle der: “Siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size
bilmediklerinizi öğretir”.
Oktay Sinanoğlu bilmek ve yapmak konusunda şöyle der:
“Usta-çırak usûlü şeklinde “yaparak” öğrenme en iyi öğrenme şeklidir. Yoksa
birisi anlatsın, sen orada masal gibi dinle, kafa salla; olmaz. Kendisi de bir
şey yapacak, etkileşim olacak; öğrenci sorunlarla karşılaşacak, kafası
karışacak ki bir şey ortaya koyabilsin. Bizde eğitim şimdilerde, hani kafa boş
bir kutu, açıyorsun ve içine bir şeyler tıkıyorsun gibi görülüyor”.
Bildikten sonra yapılması ve
yapılmaması gereken şeyleri yapmak yada yapmamak gerekir ki hem bilme
tamamlansın hem de yapma, “doğru-dürüst yapma” hâline gelsin. Yapılması gereken
şeyleri zamânı geldiğinde yapmamak mutlakâ sorun ortaya çıkarır ve bu sorun
“yapılması gereken” şeyler yerine “yapılmaması gereken” şeyleri yapmakla
cezâlandırılır. Meselâ kanser; “yapılması gereken” işleri yapmayıp da
“yapılmaması gereken” işleri yapmaya başlayan hücreler nedeniyle ortaya çıkar.
İnsanların bildikleri
“düşünceleri ve fikirleri” iken, amel ve eylemleri yâni yaptıkları ise
inançlarıdır. Dînimiz, “bildiklerimiz”den ziyâde “yaptıklarımız”dır.
Gün gelir insan bildiklerini
bilmez bir durumuna gelebilir, fakat yaptıklarını hiç-bir zaman “yapmamış”
durumuna gelemez. Bu nedenle âhirette bildiklerimizden değil yaptıklarımızdan
sorulacağız.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Mart 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder