28 Ekim 2023 Cumartesi

Şeref(sizlik) Üzerine

 

“Ve muhakkak ki o (Kur’ân) hem senin için, hem kavmin için bir şereftir ve ileride bundan sorulacaksınız” (Zuhrûf 44).

 

Şeref: “Başkasının, birine gösterdiği saygının dayandığı mânevî değer; onur. Toplumca benimsenmiş iyi şöhret” (TDK).

 

Arapça “şrf” kökünden gelen şaraf; yücelme, öne çıkma, astronomide yıldızın zirve noktası, onur, îtibar” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça şarafa, “öne çıktı, yükseldi” fiilinin fa’al vezninde masdarıdır.

 

Peki şerefin kaynağı nedir?. Şeref kimden yada nereden gelir?. Şerefin ne ve nasıl olduğunu kim belirleyebilir?. Elbette şerefin ne ve nasıl olduğunu belirleyecek olan, şerefin mutlak kaynağı, yaratıcısı ve sâhibidir ki O, âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Peki Allah şerefi ve dolayısıyla şerefin yokluğu hâli olan şerefsizliği ne ile belirler?. Allah insanlarla ancak vahiy ile iletişim kurduğu için elbette şerefi ve dolayısı ile şerefsizliği belirleyecek olan şey vahiydir. O-hâlde insan şerefini vahiyde bulurken ve oradan alırken, vahiysizlik de şerefsizlik anlamına gelecektir.

 

“Vahiy ile hiç alakaları olmadığı hâlde şerefsizlik yapmayanlar vardır” diye bir îtirâz gelecektir elbette. Fakat bu, şerefin erdem ile karıştırılmasından dolayıdır. Erdem de iyidir ve insanlar erdemli olmalıdır. Fakat erdem “sonuna kadar” şerefli davranmayı sağlayamaz. Çünkü erdem sonuna kadar ahlâklı olmayı sağlayamaz. “Sonuna kadar ahlâklı davranmayı ancak, vahiyle kazanılmış olan şeref sağlayabilir. Eski Türkçe erdem; “yiğitlik, şan” sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Moğolca erdem “bilgi, bilgelik, yetenek, beceri” sözcüğü ile eş kökenlidir. Erdem bir etik üretebilir ve ona göre davranış ortaya koyabilir. Fakat erdem “sonuna kadar” ahlâklı olmayı sağlayamaz. Zîrâ “sonuna kadar ahlâklı olmak” ancak âhiret bilinci ve îmânı ile mümkündür. Ancak âhiret endişesi taşıyanlar, yaptıklarının karşılığını mutlakâ göreceklerine inandıkları için ne pahasına olursa-olsun şerefli olmak zorunda hissederler kendilerini. Eğer âhiret inancı yoksa sonuna kadar erdemli olmak saçma olur. Sonuna kadar ve her ne pahasına olursa-olsun erdemli olmak bâzen ahlâklı olmayı yanlış olarak bile görebilir. “Sonuna kadar” ahlâklı olabilecek olanlar ancak, vahyin kazandırmış olduğu şeref sâhipleridir. O şerefi onlara, vahiyle bildirilmiş olan âhiret-merkezli düşünmek ve yaşamak bilinci kazandırmıştır.  

 

 Meselâ birini düşünün, çok dürüst olarak bilinen erdemli biri. Fakat bu kişi ilâhi olana inanmayan biri olsun. Yâni ahlâkı değil, etiği olan biri. Bu kişinin kimsenin malında-canında-nâmusunda gözü yoktur. Kimsenin hakkını yemez, yalan söylemez, kimseye ve hiç-bir şeye zarar vermez vs. Bu tabî ki iyi bir şeydir. Fakat eğer bu kişi inançsız bir kişiyse ve doğal olarak ölümden sonraki hayâta inanmıyorsa, etiği ve erdemi yâni şerefi onu bir yerden sonra korumayacaktır. Bu kişinin çok sevdiği biri; ana-babası yada eşi-kızı-oğlu çok büyük bir suç işlese, meselâ mâsum birisini öldürmüş olsa ve olayı gören de sâdece bahsettiğimiz o erdemli kişi olsa; bu kişi, çok sevdiği ana-baba-eş-çocuklarının îdam ile yada müebbet hapis ile cezâlandırılmasına göz yumabilir mi?. Bu kişinin meselâ annesi yada oğlu, mâsum birini öldürse ve cinâyeti de sâdece o görse, anasını yada oğlunu ihbâr eder mi?. Çünkü cinayeti sâdece o görmüştür ve eğer ihbâr etmezse hayat boyunca olayı kimse bilmeyecek ve cinâyeti işleyen kişi icâbında 90 yaşına kadar yaşayacak. Âhiret inancı ve korkusu yoksa, anasını yada oğlunu niye ihbâr etsin?. Onu, sevdiği kişiyi ihbâr etmeye ne zorlayacak?. Toplumun oluşturduğu töre için, birilerinin keyfinden çıkardığı yasalar için mi fedâ edecek sevdiklerini?. Kesinlikle yapmaz bunu. Hattâ olay cinâyet değil de meselâ hırsızlık olsa, yine de ihbâr etmez sevdiklerini. Ben şahsen inançsız biri olsam, kesinlikle fedâ etmem sevdiklerimi. Niye edeyim ki?. Ne de olsa ölünce her-şey bitiyor. Fakat gerçek bir “ölüm sonrası inanç” ve âhiret bilincine sâhip olanlar bunu kesinlikle saklayamaz. Müslümanların güzel örnekliği olan Peygamberimiz, hırsızlık yapan zengin birinin affedilmesi isteği üzerine; “hırsızlığı yapan, kızım Fâtıma da olsa vallâhi elini keserim” demiştir. İşte îman, âhiret bilinci, inancı ve korkusundan kaynaklanan ahlâk ve şereftir bunu yaptıran. İnsan-merkezli olan etik ve erdem göz-ardı edebilirken, ilâhi-merkezli olan ahlâk ve şeref zinhar göz-ardı edemez. 

  

Dünyâ’da “nasırlaşmış bir şerefsizlik” hüküm sürüyor. Çünkü her alanda her-şeyi belirleyenler büyük oranda, âhiret bilinci ve îmânı olmayan ahlâksızlar ve şerefsizlerdir. Her alanda şerefsizler hüküm sürüyor ve şerefsizce hüküm veriyorlar. Bu da insanlara adâletsizlik, eşitsizlik, merhâmetsizlik, vicdansızlık, cehâlet, ahlâksızlık ve zulüm olarak dönüyor.  

 

Peygamberler insanların en şereflileridirler. Çünkü onları insanlar içinden Allah seçmiştir ve Allah insanlar içinden en ahlâklı ve dolayısı ile şerefli olanları peygamber seçmiştir. Niçin başkasını değil de kendisini peygamber olarak seçtiğini sorgulayan Peygamberimiz’e Allah şöyle karşılık vermiştir:

 

“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

Muhteşem bir ahlâk ve şeref üzere olduğu için “âlemlere rahmet” olmuştur:

 

“Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107).

 

Bu nedenle de insanlara “en güzel örnek” kılınmıştır:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Allah peygamberleri insanlar içindeki en ahlâklı olanlar arasından seçer ve bu seçim onlara ayrıca büyük bir şeref kazandırır. Vahyin onlar aracılığı ile inmesi de peygamberlerini ve vahyi tâkip edenlere şeref kazandırırken, vahye ve peygamberlere karşı olanlara da şerefsizlik kazandırır. O-hâlde şeref, “Allah’a ve peygamberlere itaat” demekken, şerefsizlik ise bunun zıddıdır. Şerefsizlik itaatsizliktir. Bu bağlamda seküler batı’nın “özgürlük” bağlamında, hiç kimseye ve hiç-bir şeye gösterilmeyen itaatsizliği övmesi, onu şerefsizleştirmektedir. Bu şerefsizliktir işte onları şerefsizce işler yapmaya iten sebep. Oysa İslâm’da hiç kimse ve hiç-bir şey Allah’tan bağımsız ve özgür olamaz. İslâm ile İslâm-dışı arasındaki en bâriz fark budur. Dünyâ’ya İslâm hâkim olmadığında ortaya çıkan ve hayâta hâkim olan şerefsizlik de bu nedenle ortaya çıkar. Şeref, Allah’a olan bağlılıkla, şerefsizlik ise, Allah’a olan bağın gevşemesi yada kopmasıyla ile alâkalı olan şeydir. Şerefsizlik ne kadar artıyorsa, Allah’a olan bağın o oranda gevşediği yada koptuğu anlaşılmalıdır.

 

İnsan şerefini kazandıracak şey “sâdece Allah’a tapmak” iken, insanı şerefsizleştirecek olan şey ise, “O’ndan başka her-şeye bağlanmak ve tapmak”tır. Yaratan’a tapmak insana şeref kazandırırken, yaratılana tapmak ise şerefsizlik kazandırır.

 

Şerefli olmak yada şerefi arttırmak; zenginlik, ilim, soy-sop, güç, boy-pos, güzellik, güç, başarı, gündemde ve göz-önünde olmak, popüler işler yapmak, malı-mülkü ve parayı arttırmak vs. ile değil; takvâ yâni sorumluluk bilinciyle sorumlu davranmakla ve adâletsizlikten, eşitsizlikten, merhâmetsizlikten ve vicdansızlıktan, küfür ve şirkten, ahlâksızlıktan ve zulümden uzak durmakla ve bunlarla sâbit kadem olmakla kazanılır ve arttırılır. Bunu sağlayacak olan da Allah ve âhiret bilinci ve korkusu, vahiy-merkezli yaşamak çabasıdır. Çünkü bütün şeref oradadır:   

 

“Kaf. Şerefli üstün Kur’ân’a andolsun” (Kâf 1).

 

“Hayır; o (Kitap), ‘şerefli-üstün’ olan bir Kur’ân’dır” (Burûc 21).

 

“O (Kur’ân), ‘şerefli-üstün’ sâhifelerdedir” (Abese 13).

 

Şerefli Kur’ân’ı Allah’tan alıp Resûl’e getiren elçi de (Cebrâil), Kur’ân’ın kâlbine indiği Resûl de şeref-sâhibidirler:

 

“Şüphesiz o (Kur’ân), üstün onur sâhibi bir elçinin gerçekten (Allah’tan getirdiği) sözüdür; (Bu elçi,) bir güç sâhibidir, arşın sâhibi katında şereflidir” (Tekvir 19-20).

 

“Hiç şüphesiz o (Kur’ân), şerefli bir elçinin kesin sözüdür” (Kâf 40).

 

Bu nedenle tüm şeref, Allah’ın sözü olan Kur’ân’dadır:

 

“Hayır, biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar” (Mü’minûn 71).

 

Câhiller idrâk edemese ve fâsık, zâlim, kâfir, müşrik, münâfık ve şerefsizler kabûl etmese de, Dünyâ ancak vahyin hükümleriyle düzene kavuşabilir. Zîrâ şerefsizlik ancak vahiy sâyesinde bitebilir.

 

Birileri arkalarına almışlar şerefsiz-zâlim batı’nın argümanlarını, sürekli olarak 1.400 yıllık İslâm târihine vuruyorlar. Bunu da “iyi müslümanlık” zannediyorlar. İslâm’ın “modern seküler çağ”a uymaması, onun “geriliği”nden değil, “şerefinden”dir. O-hâlde ey mü’minler!; izzetinizi ve şerefinizi İslâm’dan-Kur’ân’dan almazsanız, onu size hiç kimse veremez. Şerefsizlerden şeref beklemeyin.

 

Lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-konformist-modernist sistem insanları öyle bir hâle soktu ki; İslâm’ın bâtılı bile ondan daha şereflidir.

 

Modern uygarlığın geçtiği yoldan müslümanların da geçmesi gerektiği, yâni müslüman muhayyilenin modern paradigmayı taklit etmesi (oksidentâlizm) gerektiği söylemleri var. Eğer müslümanlar böyle yaparlarsa, bir zaman sonra; batı’nın birilerini sömürdüğü gibi müslümanlar da birilerini sömürmeye başlarlar. Bu sömürme “öldürerek sömürme” şeklinde de olacaktır. Bu durumun İslâm’ın özüyle uyuşması söz-konusu bile olamaz. Çünkü batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak şerefsizliktir.

 

Savaş uçakları olmayan bir topluma karşı, uçaklardan atılan bombalarla savaşmak şerefsizliktir.

 

Kafaların konforu bozulmadan; tâğutların-zâlimlerin-şerefsizlerin konforu bozulmaz.

 

Bir yanlışın “câhillik nedeniyle” yapılmış olmasıyla, “şerefsizlik nedeniyle” yapılmış olması arasında fark vardır. Fakat insanın başına gelen musîbetlerin büyük çoğunluğu insanın ahmaklığından yada şerefsizliğinden dolayıdır. Modern insan, şerefsizliği “akıllılık” zannediyor. Bu yüzden de yaptığı şerefsizliklerle övünüyor.

 

Modernizm en temelde köleciliğe, öldürmeye, sömürmeye ve zulme yâni şerefsizliğe dayandığı için hiç-bir zaman genel hayır getirmedi, getirmez, getirmeyecektir.

 

Küresel anlamda ve Dünyâ’nın kaderini etkileyecek oranda sermâyedar ve servet-sâhibi olmanın yolu akıllı/zeki olmaktan değil, şerefsiz olmaktan geçer. Çünkü hakka ve hukûka uyarak o kadar zengin olunamaz. Şerefsizlik, profesyonelce yapıldığında “şerefsizlik” olmaktan çıkmaz.

 

Modern insan, popüler olan her-şeyi hayâtına yansıtmaya başlıyor. O şey isterse şerefsizce ve ahmakça olsun fark-etmiyor.

 

Kadın için şeref, görünürlülük, bir işte çalışmak okumak makyaj ve giysilerle dikkat çekmek vs. modern şeylere sâhip olmak değil, iffet, dürüstlük, mü’mine bir insan olmak ve iyi bir ev-hanımlığıdır. Annelik kadının en büyük şerefidir. Zîrâ cennet bile “annelerin” ayakları altındadır.

 

Şerefin göstergesi beşerî makam ve mevkîler değildir. Bir ülkenin en başındaki kişi şerefsiz olabilirken, dağdaki çoban üstün bir şerefe sâhip olabilir.

 

Tutuklanmaya/eziyet edilmeye/öldürülmeye değer yazılar yazmak mü’min için bir şereftir.

 

Sömürülerek ölmektense, sömürüye karşı isyân edip savaşmak ve ölmek “şerefli bir ölüm”dür.

 

Birilerinin zannettiği gibi, hiç kimse İslâm’a katılmakla İslâm’ı şereflendirmiş olmaz, tam-aksine, o İslâm ile şereflenirse şereflenir.

 

“Kim izzeti ve şerefi istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, sâlih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azap vardır. Onların tasarladıkları ‘boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).

 

İslâm’dan başka bir yerde şeref arayanlar, şerefsizlerin önde gidenleridir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

 

Devamını Oku »

Tasavvuf ve Felsefe

 

“Hayır, zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir yardımcıları yoktur” (Rûm 29).

 

Tasavvuf: “Allah’ın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği (vahdet-i vücut) anlayışıyla açıkladığını iddiâ eden dînî ve felsefî akım”.

 

Tabi tasavvuf “felsefî tasavvuf” ve “amelî tasavvuf” diye yada “enfüsî tasavvuf” ve “âfâkî tasavvuf” diye ikiye ayrılır. Amelî-âfâkî tasavvuf, enfüsî-felsefî tasavvuf gibi, sâdece kuru laf yapmak ve güçten-güçlüden yana durmak gibi değildir. Amelî-âfâkî tasavvufçuların, meselâ âhilerin zulme rızâları yoktur ve insanlara faydalı işler yaparlar. Tabi amelî-âfâkî tasavvuf da tasavvuftur ama tasavvuf felsefesinden dem vursalar da “şatahat” denilen sözlere pek girmezler yada bunu yaygın olarak kullanmazlar. Bu nedenle daha dengelidirler. Ayrıca ilim, kültür ve sanat erbâbıdırlar. Enfüsî-felsefî tasavvuf müntesipleri ise, sapkınlığa varan düşünceler ve sözler (şatahat) ederler ki zâten tüm yaptıkları budur. Âhi Evren amelî-âfâkî tasavvuf tarafındayken, Celâleddin Rûmî enfüsî-felsefî tasavvuf tarafındadır.

 

Felsefe: “Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilimin veyâ bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü. Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi. Dünyâ görüşü. Bir konuda soyut düşünüş”.

 

“Felsefe (Yunanca: φιλοσοφία, philosophia, ‘bilgelik sevgisi’ veya ‘hikmet arayışı’; varlık, bilgi, gerçek, adâlet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili özsel sorunlara ilişkin yapılan çalışmalardır. Felsefe düşünce sanatı olarak da bilinir” denir fakat bunlar hep felsefenin, felsefecilerin ve filozofların iddiâlarıdır. Bertrand Russell’e, “felsefe nedir?” diye sorulduğunda şu yanıtı vermiştir: “Oldukça tartışmalı bir sorudur bu. Size aynı cevâbı verecek iki ayrı filozof yoktur. Benim görüşüm ise şu şekilde; felsefe, kesin bilginin henüz mümkün olmadığı meseleler üzerine yürütülen tahminlerden meydana gelmektedir. Bana göre filozofun işi Dünyâ’yı değiştirmek değil, onu anlamaktır”.

 

Bâzılarının zannettiği gibi din, tasavvuf ve felsefe aynı şey değildir ve zâten aynı şeyden yola çıkmadıkları gibi, aynı sonuçlara da ulaşmazlar. Tasavvuf ve felsefe kesin bir temele yâni ilâhî bir köke dayanmadığı için nihâî bir sonuca ulaşamaz. Kesin ve nihâi sonuca ulaşmak için ilâhî bir temele dayanmak şarttır. Bu temel de ancak Allah, âhiret, gayb, melek, vahiy, peygamber yâni İslâm-temelli ve İslâm-merkezli bir temel olabilir. Yoksa bunları göz-ardı edip de akla, beyne, zihne, insana, eşyâya, doğaya yâni maddeyi merkeze alarak hakka ve hakîkate ulaşabilmek söz-konusu bile değildir. İşte tasavvuf ve felsefe, Hak’tan geleni değil de, aslında şeytandan, nefsten ve tâğutlardan gelenleri hakîkat zannederek bâtılın peşine düşmekte ve ulaştığı bâtıl ve boş şeyleri ise gerçeklik zannetmektedirler. Sorsanız hem tasavvufçular hem de felsefeciler “hakîkat arayıcısı”dırlar ve kendilerini -güyâ- hakîkati bulmaya adamışlardır. Fakat sağlam bir temele dayanmadıkları için hakîkat yerine hep bâtıla ulaşmaktadırlar ve ulaştıkları bâtılı hakîkat zannederek kabûl edip baş-tâcı yapmaktadırlar. Oysa hakîkat ancak Hak’tan gelendir ki o da güzel bir örneklikle (Sünnet) pratiğe dökülmüş olan Kur’ân ile açığa çıkar.

 

Lâkin hem tasavvufçularda hem de felsefecilerde aşırı bir kibir vardır ve kendilerini dev-aynasında görmektedirler. “Ancak biz biliriz” havasındadırlar. Bu da felsefecilerin çoğunun vahyi hesâba katmamalarına, tasavvufçuların büyük çoğunluğunun ise vahyi-Kur’ân’ı, altını üstüne getirecek şekilde yorumlamadan kabûl edememelerine sebep olmaktadır.

 

Aslında felsefenin de tasavvufun da -bir temele dayanmadığı için- bilgiyi ve bilinci amele-eyleme dökme düşünceleri ve niyetleri yoktur. Bu nedenle de onların bir sorunu çözdükleri hattâ bir sorunu çözmeye çalıştıkları görülmez. Bir yaraya merhem olmazlar ve hattâ yaralı parmağa bile işemezler. Bunlar kendilerini “çözümcü” olarak değil, “çözümlemeci” olarak tanıtırlar. Fakat çözüm olmadıkça çözümlemenin hiç-bir faydası yoktur. Tasavvufun ve felsefenin kibri, hakîkate daha doğrusu -bunların hakîkate ulaşma ihtimâli olmadığı için- gerçeğe ulaşma yolunda şaşmaz ve değişmez bir ölçüleri ve hiç-bir işâret levhaları yoktur. Zâten bu nedenle birinin söylediği diğerinin söylediği ile birebir tezat teşkil eder. Şeytan her birine farklı şeyler fısıldadığı için her biri farklı düşünceler ve fikirler üretir. Bu düşünce ve fikirler çoğunlukla saptırıcıdır ama hiç-biri de iknâ edici değildir. Zâten kutsal metinler bile onları iknâ etmez de kendilerine şeytanın fısıldadığı vahiylerden oluşan felsefeyi ve tasavvufu vahiyden üstün görürler. Bu da onların bâtıla kaymasına, şaşırmalarına ve yoldan çıkmalarına neden olur. Bunların güvenilir rehberler olamamalarının nedeni budur.

 

Tasavvufun da felsefenin de bir sistematiği yoktur. Seyr-i sülûk ve felsefi öğretiler net ve kesin bir görüşü ve düşünceyi ortaya koymaz. Zîrâ -dediğimiz gibi- şaşmaz bir temele dayanmadıkları için buna güçleri yetmez. Bu da önüne gelenin keyfine, daha doğrusu nefsine göre konuşmasına sebep olur. Tasavvufta da felsefede de “ne desen gider” durumu vardır. Çünkü temelsiz oldukları için söylenen havalı ama bâtıl bir sözü bile çürütemezler. Bu nedenle herkes, felsefe bilmese de felsefe yapabilir, tasavvuf bilmese de tasavvufça konuşabilir. Zîrâ ikisi de “ne desen gider felsefeleri”dir. İkisinde de birbirine tamâmen zıt düşüncelerin olmasının nedeni budur. Bunların bir temeli yoktur, kriterleri yoktur. Boş laf ve zırvalık üretmekten başka bir şey değildir yaptıkları. O-anda şeytan ne fısıldarsa dile getirebilirsiniz ve bunları tasavvuf ve felsefe olarak kabûl edebilirsiniz ki zâten tasavvuf “kadim bir şirk felsefesi” olduğu gibi, felsefe ise dinsizlikten dolayı “sonsuz bir şirk felsefesi”dir. İkisi birbirinin neden-sonucudur. Hakkın ve hakîkatin yâni Allah katındaki tek hak din olan İslâm’ın tahrif edilmesi en başta dînin felsefe ve tasavvufa dönüşmesiyle başlar. Tasavvuf kadim bir şirk felsefesidir ki felsefe zâten insanlığın en kadim şirk düşüncesidir.

 

Hem tasavvuf hem de felsefe, insanı ve aklı yüceltir ve ilahlaştırır. Felsefede “üst-insan”, tasavvufta ise “insan-ı kâmil” denilen süpermenler vardır ki bu insanlar -güyâ- kâinâtı ve Dünyâ’yı yönetip ayakta tutan güçlerdir. Oysa bu kişiler daha büyük-abdestlerini bile tutmaktan âcizdirler.

 

İkisinin de aşkın bir ilah yâni Allah inancı yoktur. Çünkü felsefeye göre Allah denilen şey “doğa” iken, tasavvufa göre ise Allah, doğa da dâhil her-şeydir. Bu nedenle tasavvuf ve felsefenin birbirini inkâr etmesi çok saçma olur. Çünkü ikisi birbirinin besinleridirler. Zâten felsefecilerin tasavvufu hoş görmeleri ve sıcak bakmaları, tasavvufçuların da felsefeyi çok sevmesi ve benimsemesinin nedeni budur. Tasavvuf aslen bir felsefedir. Hint, Çin, Îran, Anadolu, Mısır, Yahudilik, Hristiyanlık, Yunan felsefesi ve Yeni Eflâtunculuk gibi felsefî sistemlere dayanır. Kendilerini İslâm’dan göstermek için aşırı yorumlarla ters-yüz edilmiş âyetleri ve özellikle de hadis-i kutsî denilen uydurmaları tuz-biber ve sos olarak kullanırlar. Felsefe ise zâten tüm düşüncesini dîne karşı çıkmak ile sağlar. Vahiy-merkezli İslâm bunları mahveden en etkili panzehirdir.

 

Hak öğreti olan vahiy ve peygamber örnekliği ifsâd edildiğinde ortaya çıkacak olan şey en temelde felsefe yada sözde dînî adıyla tasavvuftur ki bunun önceki isimleri bâtınîlik ve mistisizmdir. Hakîkat tahrif edildiğinde ortaya ilk başta felsefe yada tasavvuf çıkar. Sonuçta Allah yerine insana tapılmaya başlanır, akıl ilahlaşır ve madde kutsanır. Zâten felsefede maddenin sonu olmadığı gibi madde yok-olucu da değildir. Tasavvufta ise madde -hâşâ- bizzat Allah’ın kendisidir.

 

Tasavvuf da felsefe de din zayıfladığında ve etkisizleştiğinde ortaya çıkar. Hristiyanlık en etkili olduğu zamanda felsefeyi ezip geçmişti. Tasavvufun en etkili olduğu zamanlar ise, İslâm devletlerinin Haçlı Seferleri ve Moğol akınlarıyla zayıfladığı zamanlardır. Hristiyanlık henüz tam olarak bozulmadığı zamanlarda antik felsefeyi ortadan kaldırmış ve onu 1.000 yıl boyunca yer-altına itmişti. Ne zaman ki Hristiyanlık iyice yozlaştı, “antikçağ düşüncesine yeniden dönüş” demek olan Rönesans ile dinsiz felsefe yeniden hortladı ve günümüzdeki seküler düşünceyi ve küresel dünyâyı ortaya çıkardı.

 

Felsefenin tasavvufu yada tasavvufun felsefeyi kötülemesi çok tutarsız ve saçma bir şeydir. Gazâli’nin felsefeye iyice bir sövdükten sonra -Kur’ân ve Sünnet yolu dururken- en sonunda gidip tasavvufun yoluna girmesi çok büyük bir absürdlüktür.

 

İç-âlemlerin inşâsında sonra dış-âleme yâni hayâtın sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî vs. her alana karışmayan şey din değil, tasavvuf yada felsefedir. Oysa din bir “hayat-felsefesi” değil, “hayat-tarzı”dır.

 

Tasavvuf ve felsefe argümanlarını fil-dişi kulelerinde oluşturur ve oradan seslendirir. Çünkü ikisinde de amel-eylem sorunu vardır ve boş laftan vakit bulup da amel-eylem anlamında harekete geçemezler ki zâten öyle bir niyetleri de yoktur.

 

Dîni sekülerleştirdiğinizde yâni dîni dinden-Kur’ân’dan bağımsız yorumlamaya başladığınızda ortaya felsefe-tasavvuf çıkar. Felsefe-tasavvuf, dînin fesada uğratılmış şeklidir. Felsefe ve tasavvuf “eylemi olmayan şey”dir. Vahiy de eylemden koparıldığında tasavvufa ve felsefeye döner. Fakat İslâm dîni, pasifliği sembôlize eden bir felsefe ve aslında din görünümlü bir felsefe olan “tasavvuf” değildir. Tasavvuf bir felsefedir, din değil. Platon felsefesinin İslâm’casına “tasavvuf” denir.

 

Felsefe ve tasavvuf târihi; filozofların ve tasavvufçuların “bir mûcize olarak” yaratılmış olan varlığı net olarak açıklayamayınca, (çünkü en doğrusunu sâdece Allah bilir) varlığı ya “mutlak varlık” olarak görmeleri, yada “varlığı yok saymalarının” târihidir.

 

Peygamberi olmayan yâni pratiği olmayan dinler, bir felsefe ve tasavvuf olmaktan öteye gidemez.

 

Bir din, inanç, düşünüş ve felsefe yada tasavvuf “basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan” gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.

 

Dünyevileşmek, dinden uzaklaşıp felsefeye, tasavvufa ve bilime yaklaşmayla sonuçlanır.

 

Felsefe, “Allah’ı hesâba katmadan” düşünme, konuşma ve yazma sanatıdır. Çünkü tasavvuf ve felsefe, bir “söz tapıcılığı”dır.

 

Felsefe, eyleme dönük değildir. O yüzden İslâm’da temel bir konu değildir.

 

Modern müslümanlar; “dinde şu yok, bu yok, şöyle değildir, böyle değildir, şu anlamdadır” vs. diye-diye İslâm’ı eleyip, tam da moderniteyle uyumlu bir felsefe ortaya çıkarıyorlar. Tasavvufa da felsefî içerikli olduğu için yanaşmaya başlıyorlar.

 

Tasavvuf tüm dinlerden ve felsefelerden etkilenmiş ve alıntı yapmış eklektik bir felsefi sistemdir. Fakat en az alıntıyı Kur’ân’dan yâni İslâm’dan yapmıştır. Çünkü tasavvuf, her türlü bâtıl düşünceyi kabûl edip içselleştirmeye uygun bir felsefedir. Bu yüzden müslümanların tasavvufa ve felsefeye kapılmaları ve destek vermesi, İslâm’a yapılan bir ihânettir.

 

Nefsinin güdümünde olanlar, aradıklarını Kur’ân’da bulamamışlarsa daha doğrusu Kur’ân’ın cevaplarını beğenmedilerse, felsefeye ve tasavvufa kapılmaktan başka çâreleri yoktur.

 

Çüke dil takılsaydı, felsefe ve tasavvuftan bahsederdi. Çünkü felsefe ve tasavvuf “çük”üne göre konuşmaktır.

 

Tasavvuf ve felsefe, bozuk psikolojilerin düşünceleridir. Psikoloji bozulup anormâlleşince, felsefi ve tasavvûfî düşünce ortaya çıkmaya başlar.

 

Kibir, iki bâtıl akımın ortak özellikleridir ve ikisi de genel halkı câhil ve avam olarak görürler. Fakat aslında kendileri de bir bok değildirler.

 

İslâm adına hiç-bir sorumluluk almak ve hiç-bir şey yapmak istemiyorsanız, mecbûren tasavvufa ve felsefeye sığınmak zorunda kalırsınız.

 

Felsefe, mistisizm, bâtınîlik ve tasavvuf, “işgüzarlık”tan başkası değildir. Allah’ın insanlardan böyle bir beklentisi yoktur.

 

“Tasavvuf ve felsefe nedir?” sorusuna verilecek tek kelimelik cevap şudur; “tembellik”.

 

Tasavvuf ve felsefe, laçkalığın bir sonucudur. İnsan laçkalaştıkça tasavvufa ve felsefeye yamanır.

 

Dikkat edin!; “aldatıcı” sizi tasavvuf ve felsefe ile aldatmasın. Zîrâ:

 

“..Allah kimi saptırırsa ona doğruyu gösterecek yoktur” (R’ad 33).

 

Tasavvuf ve felsefe, “kitlelerin afyonu”dur vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

Devamını Oku »

Sünnet ve Gelenek

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Gelenek: “Öteden bêri yapıla-gelen şeyler, alışkanlıklar. Geçmişle olan bağlantı” anlamlarındadır. Gelenek ya İslâm geleneğidir yada beşerî geleneklerden bir gelenektir. Gelenek ya Allah’a yada insana dayanır, üçüncü bir şık yoktur.  

 

Allah tüm peygamberlere indirdiği vahiylerde, “İslâm’ı yâni Allah’ın dînini hayâta egemen kılın” der. “Dîni dosdoğru ayakta tutmak” onu hayâta hakim kılmakla olur. Allah dînin “hayâta” egemen kılınmasını ister, yoksa sâdece zihinlere zapt-edilmesini değil. Yâni Allah, “Kur’ân’ı zihinlerinize iyice belletin ve iyice ezberleyin” demiyor. Çünkü İslâm sâdece zihinlerin ve iç-âlemin değil, dış-âlemin de İslâm ile belirlenmesini ve İslâm’ın iç-âlemlerde olduğu gibi dış-âlemde de hâkim olmasını ister ve emreder (Şûrâ 13). İslâm’ın hayâta hâkim olması elbette İslâmî yaşayış tarzının ve davranışının hayâta hâkim olması demektir ki bu yaşayış da elbette Peygamberimiz’in örnek yaşayışına göre olacaktır. Çünkü o, tamamlanmış vahye göre olan yaşanmışlığın ve davranmanın en ideâl ve güzel örnekliği ve pratiğidir.

 

Peygamberimiz’deki güzel örnek, en ideâl ve en güzel örnekliktir. Çünkü vahye göre ortaya konmuş bir örnekliktir. Vahye göre oluşturulmuş bir gelenektir. Sünnet denilen bu örneklik, “İslâm geleneği”dir. Fakat şunu hemen söylemek gerekir ki İslâm geleneği, 1.400 yıl boyunca yaşanan ve davranışlar sergilenen “müslümanların târihi” değildir. 1.400 yıl boyunca elbette İslâm’a ve İslâm geleneğine uygun bir-çok yaşayışlar ve davranışlar olmuştur. Fakat bir o kadar da yanlış ve çirkin yaşayışlar ve davranışlar da gösterilmiştir. Bu nedenle İslâm geleneği, mezheplerin ve târikatların zannettiği gibi, “müslümanların 1.400 yıllık târihinin tamâmı” olarak anlamak ve kabûl etmek yanlıştır. İslâm geleneği vahye göre oluşmuş olduğu için, vahye aykırı olan ve uygun olmayan hiçbir davranış İslâm geleneği değildir. Onlar beşerî geleneklerden bir gelenektir sâdece. Açıkçası müslümanların 1.400 yıllık târihi çok büyük oranda sorunlu bir târihtir ve büyük oranda İslâm geleneğine yâni Sünnet’e yâni vahye uygun değildir ve aykırıdır. O-hâlde “İslâm geleneği” ile “müslümanların geleneğini” ayırmak şarttır. 

 

İslâm’ın Hz. Âdem ile yâni ilk peygamber ile başlayan bir geleneği vardır ve kıssalar bu geleneklerin ete-kemiğe bürünmüş anlatımlarını içerirler. Tüm peygamberler İslâm geleneği üzeredirler ve İslâm geleneğini yaşatmışlardır yada bunun için çalışmışlardır. Her peygamber bozulan İslâm geleneğini düzeltmiş yada düzeltmek için çabalamıştır. İslâm geleneği en nihâyet vahyin tamamlanmasıyla Kur’ân’a dayanır hâle gelmiştir ve artık Kur’ân ile belirlenip ve Peygamberimiz’in ve elbette o’na uyanların örnek yaşamı ile tezâhür etmiştir.

 

Tüm müşrik ve kâfirlerin İslâm’a karşı çıkmaları aslında “İslâm’ın geleneğine karşı çıkmaları”dır. Yoksa fikir ve düşünce olarak vahye karşı çıkmamışlardır. Zâten hanifler tevhide uygun söylemlerini yapıyorlardı ve Mekke’liler bunları duyuyorlardı. Fakat hanifler işi amele-eyleme döküp de tevhidi “gelenek” hâline getirmiyorlardı ve böylece Mekke’deki mevcut geleneğe söylem anlamında karşı çıksalar da amel-eylem anlamında karşı çıkmamış oluyorlardı. Günümüzde olduğu gibi “o da onun düşüncesi” deyip geçip gidiyorlardı. Zâten İslâm ne zaman bir hayat-tarzı olarak ortaya çıkıp da konuşulmaya ve amele-eyleme dökülmeye ve mevcudu eleştirip îtirâz etmeye başlamışsa ve de davranmışsa, kâfir ve müşrikler de o zaman Peygamberimiz ile ve mü’minlerle mücâdele etmeye başlamışlar, o’na o zaman düşman olmuşlardır. Çünkü İslâm bir gelenek oluşturmak ister ve bu gelenek, Mekke’lilerin atalardan kalma mevcut geleneğine aykırıdır ve hattâ o atalar geleneğini de yıkıp onu ortadan kaldırmak istediği gibi, İslâm geleneğini hâkim kılmak da ister. İşte kâfir ve müşriklerin tüm zamanlarda İslâm’a düşman olmalarının nedeni budur. Bu -bağlamda müşrikler hep şöyle demişlerdir:

 

“Dediler ki: Bizim için fark-etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir” (Şuârâ 136-137).

 

“Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin’ denildiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki,) ya ataları bir şey bilmiyor ve hidâyete ermiyor idilerse?” (Mâide 104).

 

Şimdilerde İslâm’ı savunanlara yobaz, gerici, orta-çağ karanlığında yaşayan, terörist, ilkel ve çağ-dışı gibi sözler söyleniyor ya, işte bu âyetler, tüm zamanlarda söylene-gelen benzer sözlerin özetidir. Yâni zımnen demek istiyorlar ki, bizim gelişmiş, modern ve ileri geleneğimiz varken eskilerde kalmış geleneklerle mi hareket edeceğiz?. Meselâ şimdilerde şöyle diyorlar: “1.400 yıl öncesinin köhnemiş uygulamalarını yâni geleneğini mi getireceksiniz?, biz bunlara niçin uyalım?. Fakat aslında istemedikleri şey, nefislerinin İslâm geleneği ile kısıtlanmasıdır. Çünkü onlar 1.400 yıl öncesi uygulamalara karşı çıkarken 2.500 yıl öncesi uygulamaları baş-tâcı eden kişilerdir. Üzerinde uzun zaman geçmiş uygulamaları ve gelenekleri istemiyorlarsa 2.500 yıl önceki uygulama olan demokrasiyi neden bu kadar savunuyorlar ki o zaman?. Çünkü o daha eski ama nefse aykırı değil ve çok uygun. Mesele o. Meselâ Türkiye’de günümüzde Atatürk’ün ortaya koyduğu gelenek hâkimdir ve başka gelenekleri işe karıştırmıyorlar hattâ buna katlanamıyorlar. Hele ki İslâm geleneğini hayâta karıştırılmasına zinhar izin vermiyorlar. Fakat Atatürk de getirdiği geleneği batı’dan -sözde- yendiği düşmanlardan almıştır. Yâni Türklere has bir gelenek yâni din değildir inanılan ve yaşanan gelenek. Şamanizm geleneği olsa neyse..

 

Gelenek aslında “ahlâk” demektir ve İslâm geleneği ahlâk-timsâli peygamberler ve ahlâkın kaynağı olan vahiy ile belirlenirken, kötü ve çirkin gelenekler ise beşerî ve yanlış düşüncelerle açığa çıkar ki bunları fısıldayan elbette -Allah olmadığı için- şeytan, nefs ve tâğutlardır. İnsanlık târihi İslâm geleneği ile beşerî gelenekler yâni dinler arasındaki mücâdelenin târihidir.

 

Kıssalarda ortaya konan peygamberlerin vahiy-merkezli hayatları İslâm geleneğini ortaya koyar. Tabi onların ortaya koyduğu bu gelenek vahye uymanın bir sonucudur. Vahye göre davranıldığında İslâm geleneği ortaya çıkar ki buna ilk ortaya koyanlar peygamberler olduğu için onların bu örnek davranışlarına Sünnet diyoruz. Peygamberlerin vahiy-merkezli ideâl ve örnek davranışları “İslâm geleneği”dir. Tüm peygamberler kendilerinden önceki peygamberlerin sünnetlerine yâni ortaya koymuş oldukları geleneklere uymakla emrolunmuşlardır. İslâm geleneğinde çok az değişiklik olmuştur ki bu değişiklikler İslâm Dîni’nin ve geleneğinin temel ilkelerine aykırı olan değişimler değildir.

                                                                                                    

İslâm geleneğine hep “esâtir” yâni “eskilerin masalları ve uygulamaları” denilmesi, yeni geleneğe meftûn ve râm olunmasından dolayıdır. Geleneğe düşmanlık en çok ve en bâriz bir biçimde Modernizm sürecinde olmuştur. Zîrâ Modernizm hayâtiyetini genelde tüm eski olana, özelde ise İslâm geleneğine karşı çıkmakla sağlar ve kendi geleneğini oluşturmak ve insanları buna yönlendirebilmekle ayakta tutar ve devâm ettirir. Modernite, gelenek düşmanıdır. Oysa kendisi de bir gelenek kurmuştur ve zâten kurmak zorundadır. Zîrâ insanlar ancak geleneğe göre hareket ederler ve geleneği tâkip ederler. Çünkü geleneğin etkisi çok güçlüdür, zîrâ gelenek yaşamın kendisidir. Bilmenin etkisi “yapma”nın etkisine göre çok zayıftır. Öyle ki, bilinenler değişir yada unutulur gider ama, yapılanlar âdet ve gelenek olarak -saçma bile olsa- çok uzun yıllar boyunca sürer gider.

 

İslâm’ın kurucu unsuru Kur’ân’dır. Fakat İslâm sâdece ilmî bir konu değildir ve Kur’ân da sâdece bir “ilim kitabı” değildir ve ilmiyle âmil olmak bağlamında iç-âlemleri inşâ edip belli bir seviyeye gelmiş olan kişileri dış-âleme yönlendirir ve dış-âlemin inşâsı için görevlendirir. Buna göre bunu en ideâl olarak gerçekleştiren kişi, güzel örnekliğimiz (Ahzâb 21) Peygamberimizdir ki literatürde onun o örnek davranışı Sünnet olarak bilinir. Bu nedenle Kur’ân “kurucu bilgi ve bilinç” iken, Sünnet “kurucu amel-eylem”dir. “Peygamberimiz’in bizzat ağzından çıkan hikmetli sözleri ve vahiy-merkezli ve vahiy-çıkışlı yada vahiy-kaynaklı amel-eylemleri” demek olan Sünnet “kurucu amel-eylem”dir. Bu, vahye bağlı ve vahye dayalı olan amel-eylem, İslâm’ın geleneği olmuştur. “Sahih gelenek” budur. Vahyin oluşturduğu gelenek, Sünnet olarak yâni “en güzel örneklik” olarak ortaya koyulmuş ve hâkim kılınmıştır. Artık mü’minlerin görevi bu geleneği yeniden diriltmektir. Bunu yapabilecek olanlar da elbette Kur’ân ile bilgilenip bilinçlenen ve Sünnet örnekliğini tâkip edenler olacaktır.

 

Sünnet-hadis ayrımı yapmanın bir anlamı yoktur, çünkü Peygamberimiz hem Kur’ân’ın açık emri ve uyarısıyla, yapmadığı bir şeyi söylemeyeceğinden dolayı, hem de yaptıkları şeyler ortadayken bir de ayrıca “ne dedi”yi araştırmak ve tam metni bulup ortaya çıkarma çabaları çok önemli değildir. Zâten geleneği de bunlar belirlemez, belirlememelidir. Peygamberimiz’in vahyin ışığında neyi nasıl yaptığı önemlidir. Zâten Peygamberimiz’in çeşitli sıfatlarla da söyledikleri sözler yâni hadisler vardır ki bunların hepsini vahye dayandırmak gerekmez. Fakat ne yaptığı önemlidir. Çünkü bir peygamberin davranışlarını vahyin inşâ etmiş olması gerekir. Tabi kendisine bir konu hakkında sorulduğunda buna söz ile cevap da vermiştir ki bu sözler değersiz görülemez. İmam Âzam şöyle der:

 

“Allah’ın Elçisi Allah’ın kitabına aykırı söz söylemez; Allah’ın kitabına aykırı söz söyleyen Allah’ın Elçisi olmaz. Benim reddettiğim kişiler Kur’ân’a aykırı sözleri hadis diye rivâyet etmekteler. Allah’ın Elçisi’nin duyduğumuz ve duymadığımız bütün sözleri başımız-gözümüz üstündedir. Ama biz, Allah Elçisi’nin Allah’ın emrettiği bir şeyi yasaklamadığına, yasakladığı bir şeyi de emretmeyeceğine inanmaktayız. Allah’ın Elçisi, bir şeyi Allah’ın nitelendirmesinin dışında bir nitelemeye de tâbi tutmaz. Onun, bütün işlerinde Allah’a uyma hâlinde olduğuna tanıklık ederiz. O, ne dinde kendinden bir şey îcat eder ne de Allah’ın söylemediği bir sözü Allah’a isnât eder. İşte bu böyle olduğu içindir ki Kur’ân, ‘Resûl’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur’ buyurmaktadır” (İmam-ı Âzam, el-Âlim ve’l-Müteâllim, 32-33).

 

“Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı” iken “Sünnet ise amel ve eylemin kaynağı”dır. Kur’ân amele-eyleme dökülmedikçe kuruculuğu eksik kalacağı için Sünnet Kur’ân’ın amel-eylem yönü olmuştur. Böylece Kur’ân ve Sünnet, İslâm geleneğini oluşturur ve ortaya koyar. Amaç, beşerin ortaya koyduğu geleneklere karşı Allah’ın vahiyleriyle İslâm geleneğini oluşturmak ve hâkim kılmaktır.

 

Çeşitli nedenlerden dolayı insanların büyük çoğunluğu Kur’ân’ı okumaz-okuyamaz, öğrenemez, üzerinde çalışamaz ve ayrıntılı olarak bilip idrâk edemez. Zâten Allah da insanların tümünden bunu beklemez ve herkesin din konusunda uzmanlaşmasını ve âlim olmasını emretmez. Fakat gelenek ile dîni öğrenmeyi ve yaşamayı kolayca yapabilir. İşte bu nedenle Sünnet ile yâni vahiy-merkezli en ideâl yaşanmışlık ile ortaya konan İslâm geleneği ile insanların İslâm’ı öğrenmesi ve uygulaması çok daha kolay ve mümkün olur. Zâten târih boyunca müslümanlar genelde dinlerini kitaptan değil, gelenekten öğrenmiştir fakat sorun şudur ki gelenek vahiy-merkezli olduğunda sorun olmazken, vahye aykırı düşüncelerle, kişilerle yada şeylerle belirlendiğinde fitne ortaya çıkmakta ve toplum ayrışıp ifsâd olmaktadır. Artık ortada sâhih din ve gelenek değil, birilerinin vahye aykırı düşünceleri ve görüşleri kalır. Bunlar kısa zamanda gelenek hâline gelir ve kolayca yayılır gider.

 

Günümüzde ise modern gelenek vardır ve tüm Dünyâ’ya hâkimdir. Dîni dışlayarak ortaya konan bir gelenektir bu. İnsana, akla, eşyâya, doğaya yâni maddeye dayalı bir gelenektir. Hak ile alâkasını kesmiş olduğu için bir türlü Hakkı ve hakîkati ortaya koyup da yaygınlaştırmayan ve bunu yapması mümkün de olmayan bir gelenek.

 

“İslâm’ın hâkim olması” demek, “İslâm geleneğinin hâkim olması” demektir. Vahiy ancak bu şekilde hayâta hâkim olur, yoksa masa-başı çalışmalarına mahkûm oluruz ki günümüzde yapılan çoğunlukla budur. Çünkü müslümanlar Kur’ân’ı okuyorlar ama modern geleneğe teslim olmuş durumdadırlar. Üstelik modern geleneğe teslim oldukları için Kur’an’ı da modern geleneğe uygun yorumlamak için çabalıyorlar. Tabi Kur’ân ile modernizmin uyuşması mümkün olmadığı için (çünkü ikisi bambaşka gelenekler üretir) yaptıkları şey “Kur’ân’ı modernizme uydurmak”tan başkası değildir.

 

Eski gelenekten kurtulma isteği, “yeni geleneğe kolayca bağlanma ve adapte olmak”tan kaynaklanır. Bir geleneğe karşı çıkmak mecbûren başka bir gelenek ile olabilir. O-hâlde yeni gelenek -meselâ modern gelenek- de eski geleneğin tümüyle ortadan kalkmasını istemez. Zîrâ ona sürekli olarak bir “düşman gelenek” lâzımdır.

 

Beşerî gelenek ve görenekler, eski yada yeni dinlerin uygulamalarıdırlar. Bu ya İslâm geleneğidir yada beşerî geleneklerden biridir. Romalılar, Roma Uygarlığı’nın köklü geleneklerinden nasiplenmemiş olanları “barbar” sözcüğüyle tanımlanıyorlardı. Bu tutum şu-anda da geçerlidir. Modernizm bir greko-romen gelenek ve uygarlıktır. Bu uygarlığa ayak uydur(a)mayanlar barbar, yobaz, ilkel, gerici ve terörist olarak kabûl ediliyor.

 

Türkler her dîne kolayca girip-çıktılar. Sâdece İslâm’ı çok zor kabûl ettiler. Zâten onu da Kitap-merkezli olarak değil, tasavvuf-bâtınî senkretik ve eklektik şekilde ve kendi şaman geleneklerine uydurduktan sonra benimsediler. Bu -istisnâları saymazsak- hâlen de büyük oranda böyledirler.

 

Bu-gün Modernizm adına bir-çok müslümanın uygarlık olarak algıladığı/bildiği şey, İslâmî gelenekte câhiliye diye bilinen değerlerin uyanışıdır. Modernizmin ağır kuşatması altında seküler sistemlere îtirâza cesâret edemeyen müslümanlar, “gelenek eleştirisi”yle idâre ediyor. Gelenek eleştirisi de olmasa müslümanlar işsiz kalırlardı. Fakat bilsinler ki bu yaptıkları da “modernizm geleneğine göre davranmak”tır.

 

Bir insan, modern-bilim ve teknolojiyi övüyorsa, sürekli olarak kadınları öne çıkaran şeyler söylüyorsa, demokrasiye, lâikliğe ve moderniteye eleştirisi yoksa ve sürekli olarak İslâmî geleneği eleştiriyorsa, o kişi İslâm’dan ziyâde, “modernite dîni ve geleneği” üzeredir.

 

1.400 yıllık “müslüman geleneği”nin (İslâm geleneği değil) eleştirilmeyi hattâ düşman olmayı gerektirecek hak edecek bir-çok yönü vardır. Fakat şu da var ki, Dünyâ’da batı’nın hâkim olduğu modern-seküler şirk geleneğinin içinde yaşamaktansa, Dünyâ’ya müslümanların hâkim olduğu klâsik-geleneksel şirkin içinde yaşamayı tercih ederim. Çünkü İslâm’ın bâtılı yâni “müslümanların 1.400 yıllık geleneği, modernizm denilen şerefsizlikten daha iyidir.

 

Müslüman gelenekçiler, İslâm geleneğinin yozlaştırılmış tarafına “mest” olurlarken; gelenek düşmanları olan modernler ise, İslâmî geleneğin yozlaşmış-yozlaşmamış her tarafına “düşman” oluyorlar. Çünkü onlar kendi geleneklerine şirk koşmazlar ve koşturmazlar.

 

İslâmî gelenek ile beşerî gelenekler bâriz şekilde farklıdır. Geleneksel toplumda bilgelik yaşlılardayken, modern toplumda gençler, modernitenin etkisiyle yaşlıları “bunak” olarak görmektedirler.

 

Modern-bilim ve teknoloji çağı Allahsız olduğu için Allah’ı hatırlatmaz. Oysa doğal-geleneksel İslâmî toplumda doğayla iç-içe yaşandığı için Allah sürekli hatırdadır. Bir çiçek doğal olarak insana Allah’ı hatırlatır, fakat bir entegre Allah’ı hatırlatmaz ve tam-aksine O’nu unutturur. Bu nedenle de doğallıktan uzaklaşıldıkça Allahsızlaşma başlar.

 

Muhâfazakârlık, “İslâm geleneği”ni değil, “geleneksel müslümanlık”ı savunmaktır.

 

Modern dünyâyı ve geleneğini kucaklarken müslüman geleneğini yada İslâmî gelenek eleştirisi yapmak samîmiyetsizliktir.

 

Gelenek ya ilâhî yada şeytânî, nefsî ve tâğûtîdir. Üçüncü bir şık yoktur. İslâm geleneği vahiy-merkezli ve vahye dayalı Sünnet’tir. (Ahzâb 21).

 

Klâsik yada modern anlamda İslâm-*dışı geleneklerden kurtulmadıkça iyi bir dünyâ kurulamaz.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

 

 

Devamını Oku »

Hakîkati Aramak ve Bulmak

 

“Onlar yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).

 

İnsanlık-târihi boyunca hep bir “hakîkati aramak” çabası olmuştur. Herkes hakîkati arıyor ve hep hakîkati bulmaktan bahsediyor. Fakat sorun şu ki, hakîkatin nerede ve nasıl bulunacağında ortak bir görüşleri yok. Herkes kendi kafasına, inancına ve düşüncesine göre hakîkati arıyor ama bir türlü de bulamıyor. Çünkü hakîkat öyle karambôle aranacak ve şans-eseri denk gelinip de bulunacak bir şey değildir. Zâten hakîkati aramak düşüncesinin ve çabasının kendisi bâtıldır. Hakîkat bir yerlerde gizli ve saklı mı ki hakîkat sürekli olarak aranıp duruluyor ve bulmaya çalışılıyor. Hayır!; hakîkat yapısından ve özelliğinden dolayı “apaçık” olandır, onu aramak ve bulmaya çalışmak diye bir şey olamaz. Apaçık ortada olan şeyin neyi aranacak ve bulunacaktır ki!. O-hâlde “hakîkati arıyorum” diyenler aslında keyiflerine göre bâzı gerçeklikler aramaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.  

 

İşin ilginç yanı, “hakîkati arıyorum” diyenlerin çoğu hakîkati bâtılın içinde yada bâtıl ile birlikte bulmaya çalışmaktadır. Bu-bağlamda herkes hakîkatin kendi uzmanlık ve ilgi alanı içinde ve kişisel düşüncesine uygun olduğunu söyleyerek kendi aradıkları yerde aranmasını söylüyor. Hakîkatin ancak böyle bulunabileceğini iddiâ ediyor.

 

Felsefeciler binlerce yıldır hakîkati arıyorlar ama bir türlü de bulamıyorlar. “Gerçekten de hakîkatin arayışı içinde midirler yoksa onlar keyiflerine göre mi takılıyorlar?” diye sorulsa, hakîkati aradıkları iddiâlarının gerçek-dışı olduğu ortaya çıkacaktır. Onlar ön-bilgi ve on-yargılarına delil aramaktan başkasını yapmıyorlar.

 

Târihçiler, matematikçiler, fizikçiler, kimyâgerler, biyologlar, antropologlar, astronomlar, jeologlar, tasavvufçular, modern bilimi ve teknolojiyi din yapmış olanlar vs. herkes hakîkati arıyor ve herkes de kendi alanı içinde bulacağını zannediyor. Şimdiye kadar “hakîkati bulduk” diyen de olmamıştır. Hiç-bir zaman da olmayacaktır. Çünkü hakîkati bulma adına bir kriterleri, dayanacakları sağlam bir temelleri yoktur. Yola nereden ve nasıl çıkacaklarını bilmiyorlar yada biliyorlar ama o yola girmek istemiyorlar.

 

Hakîkat aranacak bir şey değildir. Zîrâ apaçık ortadadır. Peki nedir bu apaçık olan hakîkat?. Hakîkat “Hak’tan gelen”dir. Hak’tan yâni Allah’tan gelendir. Allah’tan gelen elbette vahiydir. Peygamberlere indirilen vahiy hakîkatin ta kendisidir. Peygamberler de zâten hakîkatin tebliğini yapmışlar, hakîkate dâvet etmişler, o hakîkate göre hareket etmişler ve o hakîkate göre yaşam-tarzları ortaya koymuşlardır. Kimisi de o hakîkati ve güzel örnekliği hayâta hâkim kılabilmiştir. 

 

Hakîkati aramak ve bulmaya çalışmak diye bir şey yoktur. “Hakîkati bilmek ve ona uymak” vardır ve aslolan budur. Allah hakîkati zâten bize apaçık bir şekilde indirmiştir ve Peygamberimiz de apaçık bir şekilde hakîkate göre nasıl yaşanacağının örneğini göstermiştir. Öyleyse hâlâ “hakîkati aramak ve bulmaya çalışmak” saçmalığı da nedir?. Hakîkat ortada işte!; Kur’ân’ı okuyup idrâk etmek ve Peygamber örnekliğine uyarak hakîkati günümüzde de yaymak ve hayâta  hâkim kılmaktır. Yapılacak olan budur.

 

Bakmayın siz yana-yakıla hakîkati arıyorum havasında olanlara. Onlar apaçık hakîkate teslim olamadıkları için, teslim olabilecekleri ve keyifle yapabilecekleri şeyleri arıyorlar. Herkes de kendi keyfine, kendi düşüncesine ve kendi aklına uygun bir hakîkat arıyor ve bulmak istiyor. Aslında kafa ve beden konforunu bozmayacak şeyi arıyorlar. Bunlar hakîkati arama konusunda samîmi değiller. Bu yüzden “hakîkati arıyorum” diyenlerle hiç muhâtap olmaya değmez. Çünkü onlar aslında Hak’tan ve hakîkatten kaçıyorlar.

 

İşin ilginç yanı, hakîkati Hak’tan bağımsız arayanların olmasıdır. Hakkı hesâba katmadan hakîkatin bulunması söz-konusu bile olamaz. Zîrâ hakîkatin kaynağı zâten Hak’tır. Siz Hak’tan başka bir hakîkat mi arıyorsunuz?. Hakîkat Hak’tan gelendir, hakîkati ancak Hak bildirir ve gösterir. Hakîkati bulmanın daha doğrusu bilmenin başka da bir yolu yoktur.

 

Hakîkat modern-bilim ve teknoloji ile de bulunamaz. Bakmayın siz onların hakîkati aramak, bulmak ve görebilmek için “tanrı parçacı”ğı falan aradıklarına. Onlar maddeyi ilahlaştırmalarını meşrûlaştırmaya çalışmaktan başkasını yapmıyorlar. Bu yüzden de tanrılaştırdıkları maddenin bir parçasını bulabilirler sâdece. Hakîkatin maddede mündemiç olduğu ne mâlûm ki?. Madde de bir gerçekliktir ama “mutlak gerçeklik” yâni “hakîkat” değildir. Modern-bilim ve teknoloji ile bâzı gerçeklikler bulunabilse de mutlak gerçeklik olan hakîkatin maddenin içinde bütünüyle bulunması mümkün değildir. Çünkü hakîkat “maddeye içkin” değil “maddeye aşkın”dır. Bu nedenle maddeyi parçaladıkça-parçalamakla ve tanrı parçacığı falan aramakla hakîkat bulunamaz. Hattâ böyle bir arama çabası hakîkatin daha beter üstünü kapatır da bulunmasını daha doğrusu bilinmesini engeller. Modern-bilim hakîkat yerine hep “zan” bulmuştur ve bir süre onun hakîkat olarak kabûl eder ama sonra yanıldığını görüp anlayınca yeni arayışlara girer. Bu-bağlamda modern-bilim için “çürütülebilir olandır” diye bir kabûl ortaya atmışlardır.

 

Hakîkat insanda, akılda, eşyâda, doğada yâni maddede bulunamaz, bu nedenle maddeyi ne kadar parçalarsanız-parçalayın yine de hakîkati bulamayacağınız gibi tam-aksine büyük bir yalanın içine düşmüş olursunuz. Çünkü parçaladıkça bütünlük bozulacağı için hakîkat olarak anlamlandırılacak bir şey kalmaz ortada. Bu nedenle de en sonunda “hakîkat yoktur” sonucuna ulaşmak kaçınılmaz olur. Hakîkat ne göklerde, ne yerin dibinde, ne makroda, ne mikrodadır. Hakîkat bir bütündür ve hakîkat yüzde-yüz hakîkattir. Parçalanamaz, bölünemez, bir kısmına bakarak idrâk edilemez. Zîrâ hakîkat “Hak’kın sözü”dür.

 

Hakîkat tasavvufla da bulunamaz. “Hakîkat aramakla bulunamaz ama bulanlar arayanlardır” sözünü söyleyip dururlar ama hakîkati buldukları da görülmez, çünkü onlar da felsefeciler gibi aslında işin eğlencesindedirler. Aslında hakîkati bulmak istemezler. Zîrâ hakîkat insana icâbında ağır sorumluluklar yükler ve malları ve canları bile ortaya koymayı gerektirebilir. Hakîkati görenler ve bilenlerin hayatlarını ona adamaları gerekir, hakîkat-merkezli bir hayat yaşamaları gerekir ki hakîkat bütün bâtılları ve yalanları ortaya serip yok edeceği için hakîkati arıyorum diyenler aslında içten-içe “inşaallah bulamayız” demektedirler. Bu nedenle de hakîkate uymamak için hakîkati aramakla oyalanıp dururlar. Oysa hakîkat aranacak ve bulunacak bir şey değil, bilinip idrâk edilecek ve uyulacak bir şeydir.

 

Hakîkat modern paradigma içerisindeyken bulunamaz. Bâtılın içindeyken, bâtılı seviyor ve savunuyorken, bâtılı mahvedecek olan hakîkati aradıklarını söyleyenler yalancıdır.

 

Târih boyunca hakîkat yanlış yerde arandığı için bulunamamıştır. Oysa peygamberler kendilerine inen vahiyleri Îlân ederek “işte hakîkat budur!” diye haykırmışlar ve insanları bu hakîkate dâvet etmişlerdir. Fakat onlar yine de apaçık hakîkat yerine, şeytanın fısıldadıklarını, nefislerinin arzuladıklarını ve tâğutların uydurduklarını aramaya devâm etmişlerdir. Dolayısı ile de hep eksik ve yanlış sonuçlara ulaşmışlar ve buldukları bâtılları hakîkat olarak kabûl etmişlerdir. Lâkin hakîkat zannettikleri ama kısa süre sonra onun da hakîkat olmadığını gördüklerinde yeniden arayış başlar.

 

Akıl, hakîkati tek-başına ve vahiyden bağımsız olarak idrâk edemez, bulamaz. Ancak vahyin kılavuzluğunda hakîkate doğru gidebilir ve hakîkati idrâk edebilir. Aslında hakîkat ancak akıl-üstü bir bilgiyle bulunabilir ki o bilgi elbette vahiy bilgisi ve bilincidir.

 

İnsanlık-târihi vahyin “aklı tokatlama” târihidir. Vahiy, aklı tokatlaya-tokatlaya yola sokmuştur hep. Fakat o her fırsatını buldukça yoldan çıkmıştır.

 

Hakîkat her-şeyden yola çıkarak bulunamaz. “Hak’ka ve hakîkate giden yollar insanların nefesleri sayısınca” falan değildir, hakîkate giden yol ancak tek bir tânedir o da Hak’kın indirdiği vahiy yoludur. Gerisi bâtıldır, sapıklıktır.  

 

“İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var?. Peki, nasıl hâlâ çevriliyorsunuz?” (Yûnus 32).

 

Hakîkat Allah’ın bildirdiğidir ki o da ancak vahiydir. Vahiy tümüyle bir hakîkattir. Vahye göre davrandığınızda hakîkate göre yaşamış olursunuz.

 

“Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl her zaman yok olmaya mahkûmdur” (İsrâ 81).

 

Dünyâ’ya ya hak ve hakîkat hâkimdir yada bâtıl. Üçüncü bir şık yoktur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2023

 

Devamını Oku »