“…Yoksa siz, Kitab’ın bir
bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
İnsanların İslâm hakkındaki
en büyük yanlışı, “İslâm’ı hayattan kopuk salt rûhânî bir din” gibi görmektir.
İslâm kısaca; “iç-âlemlerin
inşâsıyla başlayıp, süreç içinde dış-âlemi, tam da Allah’ın emir-nehiylerine
göre düzenlemek ve Dünyâ’ya aynen göklerdeki gibi bir nizâm vermek için
gönderilmiş bir hayat-dîni”dir. İslâm’ın bâtıl dinlerden, felsefelerden ve sapkın
düşüncelerden farkı, İslâm’ın sâdece iç-âleme hitâp eden ve sâdece iç-âlemi düzenleyen,
sâdece rûhânî şeylerle ilgilenen ve hayâta hiç karışmayan bir din olmaması ve
iç-âlemlerden başlayan inşânın ve nizâmın dış-âleme de yansıması ve süreç içinde
tüm Dünyâ’yı aynen gökler gibi Allah’a göre işler hâle getirilmek hedefinin
olmasıdır. Böylece Allah’ın sözü Dünyâ’ya ve insanlara da hâkim olmuş olacak ve
her-şey doğal, normâl (yâni ilâhî norma göre olacak) ve fıtrata uygun hâle
gelecektir ki, Dünyâ’da insanca ve şereflice yaşamanın başka da bir yolu
yoktur. Zâten Allah Dünyâ’ya böyle bir nizâm vermek için insanlar arasından
peygamberler seçer ve onlara vahyederek emrini bildirir:
“Fitne kalmayıncaya ve
dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…” (Enfâl 39).
Şeytan, nefs ve tâğutlar
tarafından kışkırtılmamış, ayartılmamış ve sapkın yola girmemiş olanlar için
Dünyâ’daki ve insanlar arasındaki düzenin ve nizâmın aynen göklerdeki gibi
sorunsuz olmasını yâni Allah’a göre olmasını istemek normâl ve doğru olandır.
İslâmî düzeni ve nizâmı ancak; şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından kışkırtılmış
olanlar, sapkın düşüncelere ve yollara girenler istemezler ve hattâ bundan
nefret ederler. Çünkü Dünyâ’da ve insanlar arasındaki düzen de aynen gökler
gibi Allah’a göre olduğunda, birileri nefsin doğrultusunda azgınca ve sapkınca
işler yapamayacaklardır. Zîrâ buna fırsat bulamayacaklardır. O hâlde onlar
Dünyâ’da ve insanlar arasında İslâmî bir düzen ve nizâmı istemedikleri gibi,
İslâm’ı Allah’tan, Din’den, Kitap’tan ve Peygamber’den koparmalı ve her-şeyi
kışkırtılmış nefisleri doğrultusunda yapmalıdırlar ki kışkırtılmış nefislerini
ve taptıkları şeytanı tatmin ve memnun edebilsinler ve ruhsuzluktan kaynaklanan
boşluklarını da geçici dünyâlık şeylerle tıka-basa doldurabilsinler.
Fakat sorun şu ki, bu isteklerini
Allah’ı, Dîn’i, Kitab’ı ve Peygamber’i tümden iptâl ederek ve yok sayarak gerçekleştirememektedirler.
Çünkü insanların inanma ve tapınma duyguları çok baskındır. Bu yüzden de dinden
tamâmen uzaklaşmazlar. O hâlde ne yapılmalıdır?. Evet; yapılması gereken şey,
İslâm’ı hayattan koparıp uzaklaştırmak ve onu kâlplere, vicdanlara, zihinlere,
câmiye ve dört duvar arasında yâni rûhâniyete indirgemektir. İslâm-dışı
inanışlar için bu zâten sorun olmadığından dolayı ve onlar zâten işin sâdece
rûhânî yönüyle ilgilendikleri için sorun çıkmamaktadır. Fakat bir hayat-dîni ve
nizâmı olan İslâm’ın böyle bir yola girmesi mümkün değildir ki zâten Kur’ân’ın
emir-nehiyleri hem iç hem de dış-âlem için apaçık olduktan başka, Peygamber
örnekliğinde de İslâm’ı iç ve dış-âlemde birlikte hâkim kılmak vardır. Peygamberimiz
bu konuda da örnekliği apaçık bir şekilde ortaya koymuştur.
İşte bu nedenle şeytan,
mânevî-rûhânî olan tarafı aşırı öne çıkarmak, bunu desteklemek ve işin dünyevî tarafını,
hayatla ilgili olan yâni sosyâl, ekonomik, siyâsî, hukûkî, askerî vs. her alanla
ilgili olan tarafını bloke edip boğmak düşüncesini dostlarına ilham etmiş,
onlar da gayr-ı meşrû şerefsiz yollarla ele geçirdikleri güç ile bunu uygulama
yoluna girmişler ve bu konuda büyük oranda da başarılı olmuşlardır. Öyle ki artık
“din” deyince İslâm dışındaki inanışların sâdece rûhâniyeti anladığı gibi,
müslümanlar da İslâm deyince sâdece rûhâniyeti anlamaya ve yaşamaya başlamışlardır.
Tabi böyle olunca Dünyâ da şeytana, nefse, şerefsiz tâğutlara ve onların alçak-şerefsiz
yalakalarına kalmıştır.
Peki insanlar dînin sâdece
ruhânî tarafına nasıl bu kadar kolay iknâ ve râzı oluyorlar?. Çünkü işin sâdece
rûhânî tarafıyla ilgilenmenin çok da bir bedeli yoktur. İbâdetlerinizi yaparsınız,
zâhirî okumalar yaparsınız ve birilerinin direktifleri doğrultusunda inanır ve
yaşarsınız. Oysa işin hayat ile Dünyâ ile ilgili yönünde, aynen Peygamber ve sahabe
örnekliğinde olduğu gibi çetin bir uğraş vardır. Zîrâ İslâm, hak ve hakîkatten
uzaklaşmaya, adâletsizliği ve zulmü yaygınlaştırmaya, küfre-şirke ve sapıklığa
bir eleştiri, îtirâz ve isyân eden bir din’dir ve hem Kur’ân’da hem de Peygamber
örnekliğinde bu apaçık bir şekilde gösterilmiş ve ortaya konmuştur. Tabi bu
uğruda üstün gayret ve çaba göstermek, tâviz vermemek, çeşitli sıkıntılara sabretmek,
vatanından ve sevdiklerinden uzaklaşmak, mallardan ve canlardan vazgeçebilmek
de gerekir. Bunlar ise kolay şeyler değildir ve çok üstün bir îman-güven ve irâde
ister.
İşte bu îmâna, güvene ve
irâdeye sâhip olamayanlar, üstelik şeytanın ve tâğutların kışkırttığı dünyâ nîmetleri-ürünleri
de ortadayken, İslâm’ın Dünyâ ile ilgili tarafını es geçip işin sâdece rûhânî
tarafıyla ilgilenmek ve sâdece rûhânî tarafına odaklanmakla sonuçlanmıştır. Böylece
artık “iyi müslüman” demek, çokça namaz kılan, çok oruç tutan, defâlarca hacca
giden, biraz zekat veren, kurban kesen, Kur’ân’ı yüzünden yada Türkçesinden
okuyup duran, kitaplarda-külliyatlara yazılı olan kayıtları ezberleyen ve
tekrarlayan, sakal, tesbih, cübbe, takke takan, bir şeyhe-hocaya yada profesöre
ve de evliyâya-hazrete vs. bağlanarak işin sâdece rûhânî tarafına yönelenler
anlaşılır ki aslında rûhânî denilen bu şeyler de büyük oranda İslâm değil, eski
bâtıl-sapkın dinlerden, gelenek ve göreneklerden, hurâfelerden ve uydurmalardan
devşirdikleridir.
Klâsik ve modern devletler
de işte dîni Dünyâ’ya yâni devlete-siyasete vs. karıştırmamak için işin rûhânî
tarafını destekleyerek İslâm’ı sâdece rûhânî bir din’miş gibi görürler ve gösterirler.
Rûhânîyet, resmî bir din hâline gelir böylece. Resmî din, İslâm’ı sırf bir
mâbed dîni olarak göstermektedir. Lîderler bu nedenle insanları sürekli olarak
câmiye yönlendirirler.
Modernizm ve post-modernizm de
“din” deyice rûhâniyeti anlar ve işine de öyle gelir. İnsanların dînin rûhânî
tarafıyla ilgilenmelerine hiç ses çıkarmazlar ve hattâ destek verirler. Çünkü
böylece İslâm rûhâniyete hapsedilmiş ve indirgenmiş olacak ve de hayattan uzak
tutulmuş olacaktır. İslâm’ı hayattan yâni devletten; sosyâl, kültürel, siyâsal,
ekonomik, hukûkî, siyâsî, askerî alandan uzak tutmak istemektedirler. Böylece
istedikleri gibi at koşturabileceklerdir. Zâten sosyâl, siyâsal, ekonomik,
hukûkî alana karışan dîni “aşırılık” olarak gördükleri ve gösterdikleri gibi,
bu yolda olanları da gerici, ilkel, yobaz, hattâ hâin ve terörist olarak
görmektedirler. Zîrâ İslâm’ın hayâta dönük olan yüzü onların dümenlerine çomak
sokup bozmakta, şerefsizliklerini açığa çıkarmakta ve onlara nefes
aldırmamaktadır.
O yüzden hem siyâsiler, hem
bürokrasi, hem hoca-hacı takımı, hem de sermâyedarlar yâni Allah’ın herkes için
eşit olarak yarattığı Dünyâ nîmetlerini sömürenler, kendi aralarında yaptıkları
paylaşımı rahatça sürdürebilmek için işin sâdece rûhâni tarafını gündem ederler
ve desteklerler. Haktan ve hakîkatten bahsedenleri ise hâin ve terörist olarak
fişlerler. Halk ise hem çok kolay olduğu, hem riski olmadığı hem de çıkarlarına
uygun düştüğü için onlar da işin sâdece rûhânî denilen tarafına meylerdeler.
Lâkin İslâm bölünebilecek ve hayattan uzak tutulabilecek bir din olmadığı için,
-sünnetullahın bir gereği olarak- rûhâniyete hasredilen din kısa zamanda
yozlaşmaya başlar. Yâni İslâm diğer dinler gibi değildir. Baştaki âyette de
söylendiği gibi; Kur’ân sâdece bir kısmıyla ilgilenilecek ve diğer yarısı bir
tarafa atılacak, modernizm ve ruhâniyet lehine baskılanacak ve hayattan uzaklaştırılabilecek
bir din değildir. Böyle olduğu içindir ki İslâm sâdece rûhânî tarafına
hasredilince yozlaşması ve bozulması kaçınılmaz olacaktır. Öyle ki ortalığı
sonunda ortalığı klâsik yada modern hurâfeler, uydurmalar ve zırvalıklar sarar
ve insanlar da târih boyunca bambaşka bir hâle gelmiş bir inancın içinde oyalanıp
durular. Üstelik bu yozlaşmış ve bozulmuş olan inanç, onların akıllarını da blôke
eder, duygularını zayıflatır ve edilgen hâle getirir. Böyle olunca da ancak
kıl-tüy ve incik-boncukla ilgilenmeye, hurâfelerle avunmaya başlarlar ki, göremeseler
de bu, içler acısı bir durumdur.
Tasavvuf ve târikatlarda
şeyhler-efendiler Dünyâ işlerine karışmazlar, zîrâ onlar her-şeyleriyle “rûhânî”
olmuşlardır. Böylece dîni rûhâniyete indirgemişlerdir ki zâten inançlarının
kaynağı olan uzak-doğu inanışları olan Hinduizm ve Budizm’de de din,
“rûnânilik” olarak görülür.
İslâm’ın bit hayat-dîni
olduğunu, hayâtın her alanına sözü ve dokunuşu olduğunu gör(e)meyen ve bilmeyenler,
İslâm’ı sâdece rûhâniyet ve ibâdet zannederek ibâdete yönelirler fakat İslâm
ritüel anlamında “sâdece ibâdet etmek” demek olmadığı için, Kur’ân’daki ibâdetleri
az ve yetersiz gördükleri için de târikatlar, şirk din ve inanışlarından aldıkları
sözde ritüellere sarılmaktadırlar. Böylece dîni ibâdet etmekten yâni kişisel
rûhâniyetten ibâret sanmaya devâm etmektedirler. Bu düşünce ve inanış,
uzak-doğu din, felsefe ve inançlarında da vardır. Meselâ Budizm’de bunun böyle
olduğu, bir yazıda şöyle gösterilir:
“Budizm, temel bir doktrine sâhiptir.
Bu doğrultuda yapılan uygulamalar, genellikle gönül-dünyâsında yaşanır ve salt
düşünce yoluyla olgunlaşmayı öğütler. İslâm’ın, ilâhî vahye dayanan; temelde
evrensel; dünyâ hayâtı bakımından ise hem kişiye, hem de topluma hitâp eden
sosyâl bir din ve hayat-düzeni olmasına karşın, Budizm, insan tarafından
düzenlenmiş; sosyâl ve toplumsal yaşamdan çok, birinci derecede kişisel yaşamı
yönlendiren içsel bir terbiye sistemidir. Onun için İslâm’la bu açıdan
karşılaştırıldığı zaman ikisi arasında büyük bir uçurumun varlığı hemen
sezinlenir. Dolayısıyladır ki Budizm’den oldukça etkilenmiş olan Nakşibendî
Târikatı’nın da esas Îtibâriyle konusu toplum ve hayat değil, kişinin
iç-dünyâsı yâni rûhâniyettir”.
Evet; Hz. Âdem’den bêri “müslümanım”
diyenlerin çoğu, bir “hayat dîni” olan İslâm’ın hayâta bakan yüzünü görmezden gelmişler
ve işin sâdece rûhânî tarafına meylederek İslâm’ın dünyevî tarafını es
geçmişlerdir. Fakat ne yazık ki sonuçta İslâm’ın hakîkati temsil eden rûhânî
yönünü geliştirmek ve ona göre hârika bir müslümanlık-mü’minlik modeli ortaya
çıkmamıştır ki!. İslâm’ın bir kanadı kırıldığında çıkması mümkün de değildir.
Çünkü dediğimiz gibi; İslâm bölünebilecek ve parçalanabilecek bir din değildir.
İslâm sâdece rûhâniyete indirgenebilecek bir din değildir. Böyle olduğu içindir
ki iş sâdece rûhânî tarafa bırakılınca idrakler ve anlayışlar da eksiklikten
dolayı körleşir ve yanlışa ve sapkınlığa düşülmesi kaçınılmaz olur-olmuştur.
İslâm’ın sâdece yarısıyla ilgilenmek ve diğer yarısı yokmuş gibi davranmak, aslında
hak olsa da rûhânî tarafta bir zaman sonra yozlaşmalara ve bozulmalara sebep olur.
Çünkü İslâm’ın hayâta bakan yüzünü yok saymak, bir kuşun tek kanatlı olarak
uçmasını beklemek gibidir. Bu tabi bir cezâ olarak böyle olur. Sonuçta İslâm
sâdece rûhâniyete indirgendiğinde, işin aslında hak olan rûhânî tarafı, şeytânî
olan tarafla değişir ve toplum hurâfeler, uydurmalar, zırvalıklar, yalanlar-dolanlar
ve şerefsizliklerle kuşatılır. Artık insanlar rûhânî-mânevî yol diye bâtıl ve
sapkın bir inanış içinde bocalar hâle gelirler. Yâni İslâm’ın dünyevî tarafından
yâni hayâta bakan tarafından uzaklaşınca ve onu yok sayınca, rûhânî tarafını da
yozlaştırdılar ve şeytânı, nefsi ve tâğûtu merkeze alan bir inanış açığa çıkmış
oldu.
İşin amel-eylem yönünü
bırakıp, İslâm’ın hayâta yâni sosyâl, kültürel, siyâsî, hukûkî, ekonomik vs.
yönünü bırakıp da sâdece kelimelere, ilme, zihne, rûhâniyete vs. takılınca yâni
İslâm’ı parçalayınca Allah da onları, “tâğutları ve sistemi övmekle”
cezâlandırıyor.
İslâm hayâtın her alanına sözü
olan bir din’dir ve hayâtın her alanına nizâm vermek düşüncesi vardır. Bunu
görmezden gelip, es geçip umursamamak ve hattâ İslâm’ın hayâta dönük yüzünü
savunmayı aşırılık olarak görerek işin sâdece mânevî, ilmî, rûhânî vs. yönüyle
yetinmek, hem yöneldikleri alanın bir süre sonra yozlaşmasına, hem de -bir cezâ
olarak- yozlaşanların bir süre sonra şeytanı, nefsi ve tâğutları övmelerine ve
onların düzenlerine kapılmalarına neden olur. Müslümanların başına gelmiş olan
şey târih boyunca böyle olduğu gibi modernite ile birlikte günümüzde de bu
durum çok daha fazla artarak devâm etmektedir.
İslâm, Kur’ân’da ifâdesini
bulduğu şekliyle, hem iç-âlemleri, hem de dış-âlemi inşâ ederek, aynen göklerdeki
gibi kusursuz bir nizâm kurma projesidir. İslâm’ın rûhânî ve dünyevî yönü
birlikte inşâ edilmelidir. Bir tarafına meyledip de diğer yanı es geçmek,
sünnetullah gereğince -bir cezâ olarak- yozlaşmayla ve sapmayla sonuçlanacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Hazîran 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder