29 Aralık 2023 Cuma

Yeni Yıldan Beklentilerim

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Bu yazıyı 29 Aralık 2023 yılında yazdım diye beklentim 2024 yılından değildir. Benim beklentim, İslâm’ın hâkim olmadığı bir dünyâda, tüm zamanlar için olan bir beklentidir. Çünkü İslâm’ın hâkim olmadığı bir dünyâda her zaman aynı ve benzer şeyler olacağı için, 2024’ten bir beklenti, 2025’ten ise bambaşka bir beklenti olmaz. İslâm hâkim olmadığında beklenecek ve karşılaşacak olan şeyler -sünnetullah ve imtihan gereğince- hep aynı olur. Buna göre, İslâm’ın hâkim olmadığı Dünyâ’da yeni yıldan ve yıllardan beklentilerim şunlardır…

 

Yeni doğan bebeklerin yine aşılarla, mamalarla ve çeşitli kimyâsallarla zehirlenerek doğal ve sağlıklı bir bünyeden mahrûm olmalarını ve böylece çeşitli hastalıklara ve alerjilere açık olmalarını bekliyorum. 

 

Anne ve babaların, doğan çocuklarını el-bebek gül-bebek büyüterek, onları aşırı hijyen içinde, kapalı ortamlarda, uzmanların önerdiği saçma-sapan önerilerle, birbirlerinden görerek ve yüksek miktarda paralar harcayarak bebekleri için yaptıkları saçma-sapan etkinliklerin artarak devâm edeceğini bekliyorum.

 

Annenin işe, babanın işe, bebek ve çocukların ise kreşe yada bakıcıya bırakıldığı, bu yüzden de mutsuz ve merhâmet eksikliği ile büyüyen bir nesil bekliyorum.

 

Bebeklerin ve çocukların kreşte, ana-okulu denilen yerlerde özellikle anne sevgisi, ilgisi ve merhâmetinden uzak bir şekilde otistik, hiper-aktif ve alerjik hastalıklar ile büyümek ve yaşamak zorunda kalacaklarını bekliyorum.    

 

İnsanların 25 yaşına kadar  okullarda, 65 yaşına kadar da iş-yerlerinde çalışarak hayâttan, doğadan ve âileden uzak bir yaşam içinde olacaklarını bekliyorum.

 

İnsanların sıfır ev, sıfır eşyâ, sıfır araba, güzel ve yakışıklı eşler, kolejde okuyan çocuklar, bol paralı ve bol tâtili olan işler, sağlıklı, mutlu, zevk, haz ve neşe içinde geçen uzun bir hayat sürmeleri hayâli içinde olmalarını ama bunların hemen hiç-birine ulaşamayacaklarını bekliyorum.

 

Tüm Dünyâ’da insanların -her zaman olduğu gibi- kategorilere ayrılarak modern kast sistemleri içinde, süper zenginler, zenginler, üst-düzey insanlar, orta hâlliler ve garibanlar olarak ayrılmaya devâm edeceklerini, üstelik bu kategoriler arasındaki ekonomik ve sosyâl farkın gün geçtikçe artacağını ve bir uçurum hâline geleceğini bekliyorum.

 

Yeni yılda ve yıllarda yine, devlet mêmurlarının ve devlet işçilerinin, kayırılacağını, fakat asgarî ücretlilerin ve hele emeklilerin ise “fedâkârlık” adı altında devletin yükünün yükletileceğini ve iyice fakirleştirileceğini ve de bir-an önce ölüp gitmesi beklenen baş-belâları olarak görüleceklerini bekliyorum.

 

Seküler devletin, insanların kaderini belirlemeye devâm edeceğini, kimin ne ve ne kadar yiyeceğini, içeceğini, giyeceğini, gezeceğini, nerede oturacağını, ne yapabileceğini ve ne kadar harcayabileceğini belirleyerek ilahlığını sürdüreceğini bekliyorum.

 

Hastânelerin yine sürekli artan çeşitli hastalıklar ve hastalarla dolup-taşacağını fakat -zâten devâ için değil de sefâ için kurulmuş olan bu sağlık sistemi ile olmayacağı için- kimsenin de derdine doğru-düzgün bir devâ bulamayacağı bekliyorum.

 

Pahalılığın ve enflasyonun yine garibanları ezdikçe ezeceğini, bu nedenle de âilede çalışan sayısının artacağını ama kredi kartlarının limitlerinin yine de dolu olacağını bekliyorum.

 

Garibanlar kendi gelirlerine baktığında ve diğer kişilerle kıyaslama yaptıklarında ezik bir durumda olduklarını fark edeceklerini ama yine de dindar olanların bunu parti hamâseti ve kader düşüncesi ile, seküler olanların ise boş alışkanlıklar ve beklentilerle geçiştireceklerini bekliyorum.

 

Yeni yılda ve yıllarda yine, -İslâm hayâta hâkim olmadığı için- hakkın-hakîkatin, adâletin-eşitliğin, ahlâkın, dürüstlüğün âhirete ve cennete erteleneceğini, adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, yolsuzluğun, adam kayırmanın, küfrün, şirkin, cehâletin ve zulmün devâm etmesini bekliyorum.    

 

Yine; mezhep, meşrep, târikat, cemaat, hizip, grup, parti, dernek, diyânet, ilâhiyat fakülteleri vs. aracılığı ile insanların Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm’dan uzak tutulacaklarını ve bunun yerine, klâsik, geleneksel ve modern anlamda uydurmaların, zanların, yalanların ve bâtılın destekleneceğini, öne çıkarılacağını ve halka bu saçmalıların anlatılması bekliyorum. Üstelik bunların kendi aralarında da tartışmaların ve çatışmaların yaşanmasını bekliyorum.

 

Hem Türkiye’nin hem de diğer müslüman ülkelerin cehâlet ve ihânet içinde oluşlarının devâm edeceğini, ABD, AB, İsrâil ve küresel güçlerin hem onlarla açık yada kapalı bir şekilde savaşmaya hem de onları birbirlerine düşürerek kendi aralarında düşmanlık oluşturarak birbirleriyle savaştırmaya zorlayacaklarına devam edeceklerini bekliyorum.

 

Mâsum, mazlum ve muhtaç insanlar üzerine, binlerce metre yükseklikten ve onlarca metre uzaktan yine bombaların düşmeye devâm edeceğini, bebeklerin, çocukların, kadınların, hastaların, yaşlıların toplu hâlde öleceklerini ve hiç kimsenin bir şey yapamayacağı gibi ve bir şey yapmayacağını bekliyorum.

 

Birileri açlık, susuzluk, evsizlik ve zulüm altında inlerken, “kardeş” olması ve yoldaşlık etmesi gerekenlerin, yılbaşı denen şerefsizliğin içinde kendilerinden geçmiş hâlde eğlenmelerini bekliyorum.     

 

Televizyon, bilgisayar, tablet, cep telefonları ve internetin hızlanması ve çoğalmasıyla birlikte hem sapkın düşüncelerin hem de çıplaklığın, erotizmin, pornonun, kumarın ve her türlü sapkınlığın, sapıklığın, yalanın, dolanın ve yasa-dışı ve din-dışının çoğalmasını bekliyorum.

 

Müslümanların yine fildişi kulelerde, kâşânelere, dört duvar arasında, medyada ve internette, insanları masa ve kitap başına, bilgilenmeye, okumaya, araştırmaya, yazmaya, konuşmaya vs. kitleyerek, eleştiri, îtirâz ve isyândan uzak tutarak onları amel-eylemden uzak tutacaklarını, dîni yine kâlplere, vicdanlara, zihinlere ve beyinlere hapsetmelerini bekliyorum.

 

Yeni yılda ve yıllarda müslümanların ama özellikle de gençlerin, modern-bilim, teknoloji ve felsefe ile zihinlerinin iğdiş edileceğini ve İslâm’ın da ancak bunlarla anlaşılabileceği düşüncesinin yayılacağını bekliyorum.

 

Bir zamanların mücâhitlerinin bir kısmının müteahhitleşeceğini, diğer kısmının ise iyice yavşaklaşarak ve dîne düşman olarak deist olduklarını îlân etmelerini bekliyorum.

 

Yeni yılda ve yıllarda şehvet, şöhret, siyâset ve servet tutkusunun çok daha fazla olacağını, cehâletin ise katlanarak artmasını bekliyorum.

 

Yeni yılda ve yıllarda da aynen  günümüzdeki gibi, işsizliğin, yoksulluğun, yoksunluğun, her türlü adâletsizliğin, bekârlığın, savaşların, yıkımların, hastalıkların, ölümlerin, zulümlerin ve her türlü kötülüğün ve zorluğun artmasını bekliyorum.

   

İslâm; sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî ve siyâsi her alanda hayâta tam anlamıyla hâkim olmadığında, yeni yıldan ve yıllardan beklenilecek olanlar çok büyük oranda olumsuz olacak, üstelik bunlar saymakla bitmeyecek kadar da çok olacaktır. Bu nedenle böyle bir dünyâda yeni yıldan hep olumlu şeyler beklemek ancak boş bir beklenti olabilir.

 

Hiç ayrıntıya girmeden söyleyeyim; yılbaşı kutlamak müslümanlığa da insanlığa da uygun değildir. Hele birileri perişân bir hâldeyken yılbaşı kutlamak domuzluk ve şerefsizliktir.

 

Yılbaşında 2024 yılından; sağlık, mutluluk, huzur, para, barış vs. dileyenler ve bekleyenler; 2024 yılında başımıza gelecek olan her türlü pisliğin nedenini de 2024 yılına yükleyecekler mecbûren. “Kara yıl” diyecekler her türlü iyiliği bekledikleri 2024 yılına.

 

Şunu da söylemek gerekir ki, saat gece 12.00 yâni 24.00.’den yarım sâlise önce yada yarım sâlise sonrası arasında ne fark var?. Yada 24.00’den bir sâniye önce ve sonrası; 1 saat önce ve sonrası?. Koca bir hiç. Ancak 1 saat önce yada sonra zâten her-gün olan periyodik döngüler sebebiyle yıldızlara farklı bir açıdan bakarız sâdece. O-hâlde günün 24.00’de bitmesinin ne anlamı var?. Yeni yılın girmesi için de 24.00’ü bekliyorlar. Bu saatlerde olağan-üstü bir şey olmuyor ki. İslâm’da ise gün, Güneş battığında biter. Hem de muazzam görünümlü bir batış/bitiş şekliyle. Akşam-ezanı okunduğunda.. Zâten “gün”, Gün-eş’in “gün”üdür. Güneş battığında gün biter. “Batmak” ile “bitmek” aynı yazılır Arapçada. Gün-eşin batması, gün-ün bitmesidir. Bu nedenle nereden baksanız tutarsızlık ve saçmalıktır yılbaşı.

 

İslâm’ın kânunları yerine beşerî kânunlarla Dünyâ’nın bir “barış yurdu”na döneceğini beklemek, “boşuna bir bekleyiş”tir.

 

İşe İslâm’ı karıştırmadan sağlanacağı zannedilen adâlet ve eşitlik beklentisi, ahmaklığın daniskasıdır.

 

“Müslümanım” diyenlerin de önemli bir kısmı yılbaşına müdâhil oluyorlar. Günde 40 kere okunan “iyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” yâni “Allah’ım!; sâdece Sana ibâdet ettiğimiz için, sâdece Senden yardım bekleriz, sâdece Sana duâ ve niyazda bulunuruz” sözünün farkında değiller. Bu âyeti idrâk ederek okumayanlar ve ne anlama geldiğini bilmeden okuyanlar, Allah’tan başka herkesten ve her-şeyden medet bekler hâle gelmişlerdir. Bu-bağlamda da yeni yıldan yâni yılbaşından da bir şeyhler bekleyip duruyorlar. Yılbaşı ne ve kim ki size bir şeyler verebilsin. Nerede ve nasıl verecek? O daha kendine bile yarar sağlayacak bir şey değildir ki!. Ya kardeşim, yılbaşı diye bir şey yoktur. Böyle bir maddî-mânevî bir varlık yoktur. Öyleyse sen kimden ve neyden bir şeyler bekliyorsun?. Ne istiyorsan ve ne bekliyorsan bunu Allah’tan iste ve bekle. O’na duâ et ve O’ndan iste. Çünkü O’ndan başka sana iyilik ve güzellik verecek hiç kimse ve hiç-bir şey yoktur. Kendinizin müdâhil olmayacağı şeyi başkasından beklemek de boş iştir.

 

Şunda var ki, hayat, -sünnetullah ve imtihanın gereği olarak- iyiliği-kötülüğü ve yarârı-zarârı ile iç-içedir. Hayattan ne kadar iyilik ve yarar beklerseniz, yanında imtihan da geleceği için potansiyel kötülükler ve zararlar da birlikte gelecektir. İmtihan bitmeyeceği için, istediğiniz şeylerin yanında şeytan da gelecektir, zorluklar da. Kötülüğün ve zarârın az olmasını istiyorsanız, hayattan çok da fazla bir şey beklememeniz gerekir.

 

Sünnetullah ve imtihan gereğince zorluklar hiç-bir zaman bitmez. Fakat doğal zorlulardan başka insanların ortaya çıkardığı zorluklardır insanları asıl zorlayan ve yıkan şey. Sıcak-soğuk, ağır, acı, ölüm, hastalık vs. doğal zorluklar vardır ve bunlar yanında güzellikleri de taşır. Çünkü Allah’ın sisteminde her zorlukla berâber bir kolaylık da vardır. Fakat insanın ortaya çıkardığı zorluklar yanında iyilik de taşımıyorlar yada o iyiliği açığa çıkarmak pek de mümkün olmuyor. Doğal zorluklardan başka zorlukların olmasının nedeni insandır. İnsan Allah’a değil de Allah’tan başkasına ve başka şeylere itaat edince ve tapınca, ağır bir imtihan ve cezâ olarak yapay zorluklar da ortaya çıkmaktadır. İslâm’ın hâkim olduğu hayatta ise sâdece doğal zorluklar olur ve insanın ortaya çıkarabileceği zorlukların da önü kapatılır. Kapatılamayıp da açığa çıkanlar ise kolayca bertarâf edilebilir. 

 

“Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür” (Zilzâl 7-8).

 

“De ki: Allah’ın bizim için yazdığı yasasından başkası başımıza gelmez. Bizim dostumuz ve gözeticimiz O’dur. Öyleyse mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler” (Tevbe 51)

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

 

 

Devamını Oku »

Îmâna Yer Açmak

 

“Ey îman edenler!; Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nûr ve anlayış (furkân) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sâhibidir” (Enfâl 29).

 

Dünyâ’nın ne hâlde olduğu, insanların îmâna ne kadar yer açtığı ve yer verdiği ile alâkalıdır. Kâinattaki her-şey, Allah’ın yarattığı düzene göre hareket eder. Bu nedenle kâinattaki her-şeyin, düzenini koruyacağı ve nizâmını bozmayacağına olan bir güven vardır. Çünkü onu Allah düzenlemiştir ve yerleri ve gökleri her dâim Allah tutmaktadır. İnsanlar arasında da böyle bir düzenin olması zannedildiği gibi imkânsız değildir ve mümkündür. Fakat bunun olmazsa-olmaz bir şartı vardır: Îman-merkezli olmak. İnsanlar arasında olan iş ve ilişkiler ve de insanların aldıkları kararlar, çıkardıkları kânunlar ve yaptıkları üretimler îman-merkezli olursa, aynen göklerdeki gibi bir düzenin ve nizâmın kurulması mümkün olur. Îman-merkezli olmak için ise îmâna yer açmak gerekir. İndirilen tüm vahiyler ve gönderilen tüm peygamberler, îmâna alan açmak ve hattâ yeryüzünü bir “îman-alanı” hâline getirmek için çalışmışlardır. Çünkü insanı yeryüzünden çektiğinizde tüm kâinatla birlikte Dünyâ da bir îman-alanı hâline gelerek düzene kavuşacaktır. Buna insan engel olmaktadır. Zîrâ îmâna yer açmamakta ve îmânın alanını daralttıkça-daraltmaktadır.

 

Tabi imtihan ve sünnetullah gereğince Dünyâ mutlak anlamda bir îman-alanı hâline gelmeyecek, hiç-bir zaman îmâna yeterli bir yer açılmayacaktır. Fakat îmâna ayrılan yer ne kadar geniş olursa Dünyâ daha yaşlanılır bir yer hâline gelecektir. İşte mü’minler bunun için çalışmalıdırlar. Peki îman alanın ne daraltmaktadır ve îmâna yer nasıl açılacaktır?.           

 

Zannedildiği gibi îman bilginin sonucunda ortaya çıkan bir şey değildir. Îman bilgiyle güçlendirilebilir ama tek-başına bilgi, kişiyi îmâna kavuşturmaz. Zîrâ îman bilgi değildir. Eğer öyle olsaydı tüm bilgili olanlar îmanlı olmuş olurlardı. Hattâ bilgi tam-tersine, çoğu zaman îmânı azaltır yada bitirir. Modern insan bilgiyi îmânın yerine koymuş olan ve bilgilendikçe îmânının arttığını ve iyi bir müslüman olduğunu zanneden kişidir. Oysa bilgi onu amele-eyleme sevk etmemekte yada yeterince amele-eyleme yöneltmemektedir. Oysa îman kişiyi mutlakâ amele-eyleme yönlendirmelidir. Zîrâ îman demek “amel” demektir. Zâten îmânın göstergesi de amel, eylem ve davranışlardır.

 

İnsanlık târihi boyunca insanların çoğu, “sıfır bilgi” ile değil ama, kulaktan dolma bilgilerle îman edebilmişlerdir. Hatâlı ve yanlış bilgilere göre bile îman edenler olmuştur ve bu kişiler îmanlarında samîmidirler de. Çünkü îman, mutlakâ bilgiye muhtâç değildir ama bilgi mutlakâ îmâna muhtaçtır. Çünkü bilgi îman-merkezli olmadığında mecbûren eksik  kalacağından dolayı yanlış sonuçlar vererek sapar ve saptırır. Zîrâ bilgi sâdece pozitif bilgi değildir. Maddî ve mânevî alanın bilgisi vardır ve bunlar zannedildiği ayrı şeyler değildir ve birbirleriyle irtibatları vardır. Mânevî bilgiyi es geçen ve inkâr edenlerin bilgi konusunda eksik ve dolayısıyla yanlışa düşmesi kaçınılmazdır. Allahsız modern bilgi böyle bir bilgidir. Sürekli olarak bilgiyi değiştirmesinin ve yenilemesinin nedeni budur. O-hâlde îmâna yer açmak için Allah’ın indirdikleri ve bildirdikleri de hesâba katılmalı ve hattâ îmâna taâllûk eden bilgi bir adım önde olmalı yâni îman-merkezli bir bilgi olmalıdır. Böylece bu bilgi, “Allah’ın bildirdiği bilgi” olacaktır. İşte bu, bilgi konusunda îmâna yer açmak demektir.

 

Şeytan nefs ve tâğutların ortaya koyduğu bilgi sınırlandırılmalı ve hattâ bir-çok konuda bu tür bilgiler iptâl edilerek onun yerine ise îmâna yer açılmalı ve îmânın kazandırdığı bilgi konulmalıdır. İşte bu “Allah’ın öğrettiği bilgiyle yetinmek”tir. Zâten Kur’ân da bunu söyler: “Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

 

  Allah’ın öğrettiği bilgi, îmâna dayalı olan ve bu merkezde ortaya konulan bilgidir. İşte bu bilgiyle yetinmeli ve hayâtımızı da bu merkezde yaşamalıyız. Çünkü ancak o zaman Dünyâ bir barış yurdu hâline gelir, herkes için adâlet ve eşitlik olur. Zîrâ Dünyâ’yı cehenneme çeviren şey ilk başta Allahsız bilgi ve îmansızlıktır.

 

Peki îmânın bilgisi nedir?. Bilgi, bâzıları için îmânı güçlendirmede işe yarayabilir. Ama îmânı ortaya çıkaran şey bilgi değildir. Îmânı sağlayan şey bilgiden daha üstün bir şeydir. Üstelik o şey ile Îman eden kişi artık îmânın kazandırmış olduğu “ferâset” denen idrâk etme yetisi de kazanmış olur. Yâni îmânın kendine has bir bilgisi vardır. Îmânın bilgisine kavuşanlar, delile ve kanıta ihtiyaç duymadan inanılması gereken şeyleri kabûl ederler ve inanırlar. Bu bilgiye sâhip olanlar için gaybın varlığı çok kesindir. Îman etmişseniz artık o bilgi, daha doğrusu “kesin bilginin kazandırmış olduğu ferâset”, sizde her-şey için kullanılabilecek bir kazanım olur. Hayâtınızda îmâna ne kadar yer açarsanız ve sağlam bir îmânınız olursa, artık hakkı-bâtılı ve doğruyu-yanlışı hemen fark edebilecek bir özelliğiniz olur. 

 

Bilimsel-bilgi “olanı”, îman bilgisi ise “olması gereken”i gösterir. Bilimsel-bilgi îmânı idrâk bile edemezken, îmânın vermiş olduğu bilgi ve kazandırmış olduğu ferâset, bilimsel ve deneysel bilginin doğrularının ve yanlışlarının “şıp” diye görülmesini sağlar.

 

Kant; “inanca yer açmak için bilgiyi inkâr ettim” demesi, bunun başka bir yolu olmadığı içinidir. Zîrâ îmânın alanı daralınca ortaya eksik, yanlış ve bâtıl bilgiler ve bu bilgiye göre de, adâletsiz, merhâmetsiz, vicdansız, ahlâksız ve zâlim bir Dünyâ ortaya çıkıyor. Bu nedenle insanlar mutlakâ îmâna yer açmalı ve îman-merkezli bir Dünyâ kurmalıdır. Zîrâ insanı Allah yaratmıştır ve Allah, insanı, maddî ve mânevî yönleri olan çift boyutlu bir varlık olarak yaratmıştır. Bu iki boyut bir-arada olmadığında ve îman bir adım önde olmadığında insanlar içeriden çürümeye ve sonra da Dünyâ’yı da çürüterek sonlarını getireceklerdir. Üstelik Dünyâ’da rezil olduklarıyla kalmayacaklar, âhirette de derin pişmanlıklar içinde kalacaklardır.

 

Modernizm; Allah, âhiret, din ve îman yerine; aklı, insanı, maddeyi, doğayı, eşyâyı geçirmiş ve artık her-şey zayıf, kısır ve yeterli çapa sâhip olmayan akla bağlanmıştır. Üstelik insan her-şeyi şeytanın ve nefsin yörüngesinde olan akıl ile çözebileceğini zannetmekte ve îmâna ihtiyâcı olmadığını düşünmektedir. Oysa gün geçtikçe îmandan ve îzandan koptuğu için kendini kaybetmekte ve savrulmaktadır. O-hâlde bâtıl bilgiye yer açmak için îmandan kopmanın yerine, seküler bilgiyi terk ederek îmâna yer açmak gerekmektedir. Bunun için de seküler-modern bilginin sıkı bir elek ile elenmesi şarttır. Böylece bilgi-merkezli olan tasavvur, duygu, düşünce, gözlem, söylem ve eylemlerden kurtulmak mümkün olacak ve îmâna yer açarak îman-merkezli bir Dünyâ kurulabilecektir.

 

Îmânın bilgisi pratiğe yöneliktir, fakat bilimsel-bilgi pratiğe yönlendirmeyebilir ve çoğu-zaman da yönlendirmez. Biz “îmâna yer açmak” dediğimizde “îmanın kazandıracağı ferâsete yer açmak”tan bahsediyoruz. Bu ferâsete sâhip olanların, mânevî bilginin de desteğini aldıkları için görüşleri keskinleşir. Böylece kesin ve net bilgiyi ortaya koyabilirler ve buna göre amel-eylem üreterek Dünyâ’yı zulümden ve adâletsizlikten kurtarabilirler. Îmânâ yer açmak “ferâsete yer açmak” demek olacağı için ve ferâset amel-eyleme yönelik olduğundan dolayı, “en iyiyi yapmak” genel bir düşünce olacaktır.

 

Tek-boyutlu olduğu için bilimsel yada deneysel bilgi insanı sonuna kadar tatmin ve iknâ edici özellikte değildir. Bunu sağlayacak olan şey îmânın kazandırdığı ferâsetin ortaya koyduğu bilgidir. Îmânın bilgisi dediğimiz bu bilgiye îman etmeden ulaşılamaz. Îman edince îmânın potansiyel bilgisi sizde de açılır ve bu bilgi, îman güçlendikçe ve îmâna yönelik işler yaptıkça çoğalır.

 

Modern dünyâ günaha bakmadan ve basmadan yürünemeyecek bir yer hâline gelmiştir. Secde edecek yer kalmamıştır neredeyse. Bu nedenle îmân zayıflamış ve ruhlar çok gerilerde kalmıştır. Modern dünyânın hâl-i pür melâlinin nedeni budur. Her taraf şeytana, nefse ve tâğutlara göre düzenlenmiş ve onların belirlediği şekilde yaşanabilecek bir yer hâline getirildiği için, îmâna göre yaşanacak yer bulunmamakta, bu da çoğu insanın ücrâ yerleri özlemesine neden olmaktadır. Oysa tüm peygamberler ve vahiyler, îmâna yer açmak ve tüm Dünyâ’yı îmân-merkezli kılmak için gönderilmişlerdir. Allah’ın murâdı ve emri budur.

 

Îmânın bilgisi değişmez ve kesindir. Oysa bilimsel yada deneysel bilgi değişir durur. Zîrâ akla, beyne ve zihne dayanır. Aslında bizim için bugün bilgi olarak kabûl ettiğimiz çoğu şeyler, zamanla yerini yeni bilgilere bırakmaktadır. Yâni bilimsel bilgilerde tam bir kesinliğin olduğunu söylemek pek mümkün değildir; Meselâ, Kopernik’e kadar insanoğlu yer-merkezli Batlamyus teorisinin doğru olduğuna inanmaktaydı, yâni o günün bilimsel denilen bilgisi oydu. Hâlbuki Kopernik’le birlikte yerin değil, Güneş’in evrenin merkezi olduğu teorisinin doğruluğu bilimsel olarak daha ağır basınca, eskinin bilimi diyebileceğimiz Batlamyus teorisi devre-dışı kalmış oldu. Fakat Kopernik’in teorisi de kesin değildir ve yeni bir bilgi ile yanlışlanmak zorunda kalacaktır. Bilimsel ve deneysel bilginin kaderi budur. Zîrâ mutlak ve sınırsız olana değil de sınırlı olana dayanmaktadır. Çünkü îmânı inkâr etmektedir. Demek ki îmânın bilgisine ve dolayısıyla îmâna yer açmak için bilimsel ve deneysel bilgiyi kısıtlamak gerekir ve onun yerine îmânın bilgisini koymak gerekir. Aksi-hâlde değişen bir şey olmayacak ve şeytan, nefs ve tâğutlar iktidarlarını sürdüreceklerdir.

 

Îmânın bilgisi denilen şey, bir şeye îmân ile yâni imânın kazandırmış olduğu ferâsetle bakmak ve netliğe kesinliğe ulaşmaktır. Îman bir bilgi değildir ama îman eden kişiye net ve kesin bilgiyi gösterecek bir ferâset kazandırır. İmânın bilgisi dediğimiz şey, kesin bilgiyi gösterecek olan ferâsettir. O ferâsete ancak sahih bir îman ile ulaşılabilir. Çünkü kâinatta “kesin bilgi” vardır ki bu ancak îmânın kazandırmış olduğu ferâsetle bilinebilecek olan şeydir. Zîrâ “îman Allah’a ve gayba îman”dır. Allah’ı ve gaybı hesâba katmadan yâni yaratılmış olanı, Yaratan’ı hesâba katmadan gözlemlemek ve onun hakkında bilgi edinmek elbette eksik ve dolayısıyla yanlış olmaktan kurtulamayacaktır.

 

Allah vicdanlara, göklere ve kâlplere hapsedildiği günden bêri bilginin sürekli olarak yanlışlanması ve bu yüzden yenilenip durması bu nedenledir. Bu durum Dünyâ’da sâdece küçük bir azınlığın işine gelmekte ve sâdece onlara fayda sağlamaktadır. Dünyâ’nın büyük çoğunluğuna ise, -insanların çoğu farkında olmasa da” maddî ve mânevî anlamda zarar vermektedir. İşte bu nedenle îmâna yer açmak ferâsete ve kesin bilgiye yer açmak anlamına da gelecek ve doğru ve kesin bilgiye göre kurulan Dünyâ -herkes için- bir huzûr diyârı olabilecektir. Bu da îmânsız ve Allahsız bilginin kısıtlanmasıyla hattâ bâzen tümüyle terk edilmesiyle olabilecek bir şeydir.

 

Îmânın bilgisi îmâna göre düşündükçe, konuştukça ve davrandıkça artar, çünkü ferâset artar. Ferâset; anlayışta ve kavrayışta güçlü, zeki, anlayışlı, sezgileri kuvvetli, doğru ve kesin bilgiyi gören-gösteren anlamlarındadır. Peygamberimiz; “mü’minin ferâsetinden sakının!. Çünkü o Allah’ın nûruyla bakar” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’ân, 16, Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, 1, 24) der.

 

Îmânın yerine aklın geçirilmesi, aklın alamayacağı şeyin inkâr edilmesini ve böylece ruhsuz, kâlpsiz, merhâmetsiz, vicdansız ve Allahsız bir dünyânın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Oysa îmân kişiyi hem yeterli ve net olarak Dünyâ’nın-maddenin-varlığın bilgisine hem de metafiziğe yönelik olan mânevî bilgiye ve ilgiye yönlendirerek yaşanabilir bir dünyânın kurulmasını sağlayabilir. Lâkin modern insan, aklı, bilimi ve deneyi o kadar çok abartmıştır ki, Allah’ı, âhireti, gaybı, dîni, rûhu vs. bile deney, akıl ve seküler-modern bilgiyle bilmeye çalışmış ama bunu başaramayınca da bunları yok saymıştır. İşte modernizm denen melânet budur ve Dünyâ’yı ve insanlığı mahveden şey budur. O-hâlde aklı ve deneysel bilgiyi kısmak, îmâna ve îmânın bilgisine aslan açmak olmazsa-olmazdır.

 

Bilimsel ve deneysel bilgiyi kısıtlayarak ve çoğu yerde iptâl ederek îmâna alan açmak, îmanın bilgisine ve ferâsete alan açmak demek olacağı için kesin ve net bilgiye alan açılarak insanlık sürekli değişip duran ve hem Dünyâ’yı hem de insanı yoran bilgiden ve o bilginin ortaya çıkardığı zorluklardan kurtulmuş olacaktır. Böylece hem dış-âlemde hem de iç-âlemlerde huzûra erecek, sonuçta da hem  Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe kavuşacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Klâsik Mitoloji, Modern Mitoloji

 

“Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiç-bir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler” (Yûsuf 40).

 

Mitoloji: Fransızca mythologie “efsâneler manzûmesi” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Eski Yunanca mythología “efsâne anlatımı” sözcüğünden alıntıdır.

 

Vahiy dışındaki yada vahye aykırı olan her-şey mitolojidir veyâ mitoloji kökenlidir. Mitoloji “esâtîru’l evvelin” yâni “öncekilerin masalları”dır. Fakat mitoloji kökenli yada mitoloji-merkezli olan putperestler bu sözü hep vahiy ile ortaya konan İslâm vahyi için söylemişlerdir. Zîrâ İslâm vahyi, mitolojinin mitoloji ve boş sözler olduğunu çok net olarak ifşâ etmiş ve açığa çıkarmıştır-çıkarmaktadır.

 

Mitoloji târihte kalmış değildir ve her zaman olduğu gibi günümüzde de devâm etmektedir. Hattâ günümüzün modern dünyâsında mitoloji, hiç olmadığı oranda yoğundur. “Esâtîru’l evvelin” yâni “öncekilerin masalları”dır olduğu gibi “esâtîru’l âhirin” yâni “şimdinin masalları” da vardır. Klâsik mitoloji olduğu gibi modern mitoloji de vardır. Fakat tek hak ve hakîkat olan İslâm’dan yâni “sâdece Allah’a olan teslîmiyet”ten kopup da Allah dışındaki şeyleri kutsamaya başlayanlar ve bu kutsamanın içinde olanların, bildiklerinin ve yaptıklarının mitoloji olduğunu anlamaları ve görmeleri pek mümkün değildir. Çünkü mitolojide de ilginç ve etkileyici anlatımlar ve yorumlar vardır ve ilgi çekici ve eğlendirici yönler vardır. Üstelik tüm mitolojilerde olduğu gibi, mitoloji birilerinin işine yaramakta ve siyâsiler halkı mitoloji ile avutmakta, iknâ etmekte ve birileri de mitoloji üzerinden çıkarlar elde etmektedir. Sokrates işte bu duruma çomak soktuğu için îdam ile mahkûm edilmiştir. 

 

Mitoloji putperestliktir. Klâsik anlamdaki mitolojide; hiç-bir şeye güç yetiremeyen hayâlî yada gerçek kişilere ve varlıklara, masallara ve anlatılara, destanlara, hikâyelere, dağlara-taşlara, denizlere-göllere, Ay’a, yıldızlara ve Güneş’e, ağaçlara, hayvanlara, kurda-kuşa, bitkilere, göğe, yere, suya, güne-geceye, lîderlere, ete, kana, kemiğe, kaşa, göze, boya, posa, silaha vs. tapılırken ve bunlar kutsallaştırılırken, modern anlamdaki mitolojide ise; insana, akla, beyne, maddeye, doğaya, eşyâya, Güneş’e (Güneş-merkezlilik), Ay’a (Ay’a gitmek), yıldızlara, galaksilere (Samanyolu), uzaya ve uzaylılara, makineye ve makine ürünü üretimlere, modern-bilime ve teknolojiye, Allahsız teorilere (Big-Bang, Evrim Teorisi vb.), ideoloji ve izmlere (lâiklik, sekülerizm, kapitâlizm, komünizm, sosyalizm, liberâlim, sınırsız özgürlük, feminizm, cumhûriyet, demokrasi, modernizm, post-modernizm, post-truth, meta-vers, yapay zekâ vs.), “ata”ların her türüne, ulusa, ırka, millete, vatana, bayrağa, ulusal marşa, millî bayramlara, yılbaşına, sevgililer gününe, anneler-babalar gününe, öğretmenler gününe, doğum gününe, ölüm gününe, mevlide, kandillere, ölünün yedisi, kırkı, elli ikisine, eve, eşyâya, arabaya, işe, paraya, makam ve mevkiye, mezhebe, meşrebe, târikatlara, cemaatlere, hiziplere, partilere, gruplara, kadına, şehvete, şöhrete, servete, siyâsete, hıza , hazza, zevke, neşeye, eğlenceye kısaca Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, sünneti, İslâm’ı, peygamberleri, hakkı, hakîkati, ahlâkı, adâleti, eşitliği ve tevhidi hesâba katmayan ve tınlamayan şeyleri kutsallaştırıp tapmaktadır. Oysa bunların tümü ve tamâmı mitolojidir. Bunların hiç-biri kendilerine verilen değeri hak etmemektedirler. Fakat şeytan, nefs ve tâğutlar bunları modern mitolojiler olarak kutsal göstermektedir. Şeytan insanları işte bunlarla kandırmakta ver oyalamaktadır:

 

“Onları -ne olursa-olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim’. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost (velî) edînirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrâna uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaâd ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey vâdetmez” (Nîsâ 19-20).

 

Allah Kur’ân’da mitolojiye ve hurâfelere karşı bizi şöyle uyarmaktadır:

 

“De ki: Size yarara da, zarara da güç yetirmeyen Allah’tan başka şeylere mi tapıyorsunuz?. Oysa Allah, işitendir, bilendir” (Mâide 76).

 

Mitoloji, târihte kalmış ve bitmiş değildir. Mitoloji de modernleşmiştir. Ortalık bu “modern mitolojinin tanrıları” ile tıka-basa dolmuş durumdadır. Batı uygarlığının kaynağı Roma ve Yunan mitolojisidir. Onlar da mitolojiyi başka yerlerden almışlar ve üretip geliştirmişlerdir. Bu bağlamda batı uygarlığı müthiş bir gericiliktir. Mitoloji-merkezli olan Yunan dil, kültür ve felsefesi ile Roma siyâsetinin güncelleştirilmiş şekli olan batı uygarlığı ve modernizm denen illet de bu nedenle, aslında “modern mitoloji”dir. Modernizm tüm Dünyâ’yı kuşattığı için günümüzde tüm Dünyâ ve insanların büyük çoğunluğu mitoloji içinde ve mitolojiye göre yaşamaktadır. Klâsik yada modern anlamdaki mitoloji, hakîkatin tek yolu olan İslâm karşısında hep vâr olmuştur ve olacaktır. İmtihan ve hak-bâtıl savaşı da işte her zaman mitoloji ve İslâm arasında olmuştur, olmaktadır ve olacaktır.

 

Mitoloji hemen-hemen insanlıkla yaşıttır fakat mitoloji daha ziyâde Yunan ile birlikte yoğunlaşmıştır. billurlaşmıştır. Yunan ve batı aklı mitolojiye dayanır. Milet’li doğa bilginlerinden önce bir şey “mitolojiye göre” açıklanırken, bu kişilerle birlikte “akla göre” açıklanmaya başladı. Aslında buna, doğa bilginlerinden önce “eski mitolojiye göre”, bunlardan sonra ise “yeni mitolojiye göre” açıklanmaya başlamıştır denilmelidir. Çünkü Allah’ın hesâba katılmadığı ve hakka aykırı olan ve uygun olmayan her-şey mecbûren bâtıl ve mitoloji olmaya mahkûmdur. Çünkü Allah’a dayanmadan yapılan her açıklama mitolojiye dayanır. Bir sınırı olan akla göre yapılan açıklamalar birer mitolojidir. Zîrâ “sınırlı olan” şey ancak mitoloji üretebilir. Hakîkat ise ancak Allah’ın indirdiği ve bildirdiğidir.

 

Bir yazıda şöyle denir: “Ateizmin kökenlerinin Antik Yunan’a dayanmasının sebebi natürâlizm ve ateizm arasındaki bağdan kaynaklanmaktadır. Onun kökenini kavramak için natürâlizmin kökenini kavramak gerekir. Natürâlizm ise M.Ö. 6.yy’a âit Sokrates-öncesi Milet’li filozoflara dayanmaktadır. Bunlar ise, Tales, Anaximander ve Anaximenes’dir. Bu filozoflar mitleri natürâlistler lehine reddeden ilk kişilerdi. Daha önceleri, Dünyânın kökenleri ve işlevleri mitlerle açıklanırken, Milet’li filozoflar, doğanın insan aklının kavrayabileceği kânunlara göre yönetilen kendi içinde bir sistem olarak anlaşılabileceğine dâir devrimsel bir fikirle ortaya çıktılar. Bu ortaya çıkışla berâber artık doğanın nasıl işlediğini anlamak için doğanın dışındaki şeylere ihtiyaç kalmamıştı. Cevapların hepsi zâten doğanın içinde vardı”. Fakat hesâba katılmayan şey şudur ki, mitoloji de zâten doğaya bakarak ve doğanın etkisiyle ortaya çıkmış bir şeydir. Klâsik mitoloji “doğaya göre” olduğu gibi modern mitoloji de “doğaya göre” olan şeydir. Çünkü üçüncü bir şık yoktur. Bir tasavvur, duygu, düşünce, söylem ve amel-eylem ya Allah’a göre yada insana, yâni akla, mitolojiye, doğaya, maddeye eşyâya göre olur.   

 

Ege Denizi havzasında yaşayan insanlar nedense, bir türlü dengeyi sağlayacak bir inanışa sâhip olamamışlar ve aklı bir türlü doğru istikâmette kullanamamışlardır. Bu durum hâlen de sürmektedir. Klâsik mitolojide, varlığı ve olayları aklı yok sayacak şekilde açıkladıkları için sapkınlığa ve sapıklığa düşerlerken, modern mitolojide ise, aklı ilahlaştırarak açıklamalar yapmaktadırlar ve yine sapkınlığa ve sapıklığa düşmektedirler. Böylece dengesizlik devâm etmektedir.

 

Yunan ve Roma’ya dayananlar,Aklı kullanmadıklarında klâsik mitolojiyi, aklı ilahlaştırdıklarında ise modern mitolojiyi ortaya çıkarmışlardır. Çünkü değişmez bir kânundur; aklı şeytan ve nefs-merkezli kullandığınızda mitoloji ve dolayısı ile küfür, şirk ve saçmalık ortaya çıkarken, aklı vahiy-merkezli kullandığınızda ise hak-hakîkat, adâlet-eşitlik, ahlâk ve tevhid ortaya çıkar. İnsanlar vahye yöneldiklerinde mitolojiyi terk ederek İslâm’a sarılırken, İslâm’dan vazgeçtiklerinde ise mitolojiye dönerler ve yeni mitolojiler üretirler.

 

Mitoloji ona inananlar ve mitolojinin içinde olanlar için çok saçma bir şey değildir. Mitolojinin içinde olan insanlar, klâsik zamanlarda klâsik mitolojiyi saçma bulmayanlar gibi modern zamanlarda da modern mitolojiyi saçma bulmayanlar ve hattâ modern mitolojiyi “en ileri gelişmişlik seviyesi” olarak görmektedirler. Böyle düşünülmesinin nedeni elbette dinden kopmuş olmak ve modern-bilim ve teknolojidir. Dinden kopulduğunda, üçüncü bir şık olmadığı için mecbûren insanı, yâni aklı, mitolojiyi, doğayı, maddeyi, eşyâyı modern-bilim ve teknolojiyi merkeze almak kaçınılmaz olacaktır.

 

Oysa modern-bilim ve teknoloji de, Allah’ı hesâba katmayan her-şeyde olduğu gibi ancak mitoloji üretebilirler. Mitoloji sürekli değiştirilip yenilenmeyi ve sürekli yeni şeyler uydurulmasını gerektirdiği için, modern mitolojiler olan modern-bilim ve teknoloji de sürekli değiştirilip yenilenmeyi yanında taşımaktadır. Çünkü Allah’ı hesâba katmayan dolayısıyla kesin, net ve doğru bilginin peşinden gitmeyenler mecbûren masallar, yalanlar ve saçmalıklar olan mitolojiler için sürekli olarak yenilikler ortaya koymak zorundadırlar. Ne ağır bir bedel!.

 

Oysa modern-bilim ve teknoloji de mitolojidir ve mitoloji yâni hurâfe üretir. Modern-bilimin teorileri tam bir mitolojidir, hurâfedir. Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi, Kâinâtın Genişleme Teorisi, Einstein’in Teorileri, Yerçekimi Teorisi vs. hep birer mitolojidir. Big-Bang Teorisi, bilimsel bir mitolojidir. Big-Bang Teorisi ve Evrim Teorisi sürecinde anlatılanlar, 300-500 yada 1.000 yıl sonra hurâfe ve mitoloji olarak görülecek ve anlatılacak olan masallardır. İnsanların bunlar hakkında bilgi sâhibi olmamasına rağmen bu teorilerin -sözde- doğruluğuna sonsuz bir güven duymalarıyla, klâsik mitolojiye inanan klâsik insanların Zeus’a, Hades’e, Afrodit’e, Apollon’a vs. ve bunların hayat-hikâyelerine inanması arasında hiç-bir fark yoktur. Çünkü ikisi de saçmalık bakımından aynıdır. İkisi de masa-başında üretilmiş olan hikâyeler ve hurâfelerdir. Yoksa görülen ve gözlemlenen bir şey yoktur. Bakın; astroloji ne kadar saçma ve boş bir şeyse ve hiç-bir geçerliliği yoksa, astronomi de aynen öyledir. Astrolojinin söylediği; “kova burcunda bir Merkür retrosu yaşayacağız” sözü ne kadar boş ve saçma ise, “bir milyon ışık-yılı uzaklıkta suyu olan bir gezegen keşfedildi” sözü de o kadar boş ve saçmadır. İkisi de yalandır, hurâfedir ve mitolojidir.

 

Astrolojinin saçmalıklarına inanmak ve astrolojiye göre konum almak şirk olduğu gibi, astronominin saçmalıklarına inanmak ve ona göre düşünmek ve konum almak da şirktir. Modern-bilimin ve akıl-çağının Dünyâ’ya yeni ve doğru bir şey sunduğu ve bir devrim yaptığı falan yoktur. Çünkü modern-bilimin Dünyâ-dışı verilerinin %95’i, Dünyâ-içi verilerinin ise %65’i eksik, yanlış ve saçmadır. Bu oranlar zâten astroloji için de geçerlidir. Modern-bilim yeni bir bakış-açısı değil, modernleştirilmiş bir mitoloji sunmaktadır. Eskiden mitoloji denilen şeye şimdilerde modern-bilim (bilim değil) demektedirler. Mitoloji modernleşince modern-bilim olarak gözükmektedir. Olan şey budur.

 

“Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var, tümü Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminde bulunarak’ yalan söylemektedirler” (Yûnus 66).

 

Târih boyunca savaş ve mücâdele, hak-bâtıl savaşıdır ki bunun görünümü her zamana İslâm ve mitoloji üzerinden olmuştur.

 

Câhil toplumları kontrol etmek için dâima yeni mitolojilere ihtiyaç duyulur. Her grup ve devlet, kendi mitolojisini uydurarak varlığını devâm ettirebilir.

 

Müslümanların “Yunan felsefesi”ni almalarına rağmen “Yunan mitolojisi”ni almamalarının nedeni, masalın değil, ilmin peşinde olmalarıydı. Fakat felsefeyi de abartmasalardı iyiydi.

 

Post-modernizm, “modern mitoloji”dir. Post-modernizmde, herkes ve her-şey doğrudur, herkes ilahlaşmış ve mitolojik bir kahraman ve tanrı olmuştur.

 

Dînin etkisinin zayıfladığı yerlerde klâsik yada modern anlamda mitolojiler oluşmaya başlar. Mitolojiler bu-şekilde ortaya çıkar. O-hâlde ya hak-din vardır yada mitoloji.

 

Hakîkatin peşinde olmayan insanlar, masal ve mitolojiye ihtiyaç duymaya başlarlar.

 

Modern mitoloji, modern-bilim ve teknolojiden oluşur.

 

Tasavvuf, târikat ve mistisizm birer mitolojidir.

 

Gerek klâsik gerekse modern mitoloji insana dayanır ve zâten insan ürünüdür ve insan-merkezlidir. Eski mitolojiye inananlar da sapkındır yeni mitolojiye inananlar da sapkındır ve aslında birer ateisttirler. Çünkü onlar Allah’a değil, hep kendi uydurduklarına inanırlar.

 

Klâsik mitolojinin tanrıları nasıl ki birer “put” idiyse modern mitolojinin tanrıları da birer puttur. Zâten mitoloji bir putçuluktur.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

 

Devamını Oku »

25 Aralık 2023 Pazartesi

İlimde Ayrışmak, Amelde Birleşmek


“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve berâberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık âyetler (ilim) geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, îman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir” (Bakara 213).

 

İnsanlar tâ ilk-baştan bêri ilim konusunda birleşememiş, ortak bir duygu, düşünce ve söylemde olamamışlardır. Çünkü hem ilim herkeste farklı duygu, düşünce ve söylem oluşturur, hem de ilim -imtihan ve sünnetullah gereğince- birleştirici özelliğe çok sâhip değildir. Bir düşünce, fikir, felsefe, ideoloji, din ve inanç etrâfında birleşenler bile tam anlamıyla birleşemezler de, o bağlı oldukları şey hakkında farklı düşünceleri ve sözleri olur. Hattâ bu, “tek hak din olan İslâm”da ilmi noktada bile böyledir.

 

Kur’ân metni indiği şekliyle korunmuştur ve muhâfaza edilmiştir fakat Kur’ân’ın âyetleri hakkında çok farklı hattâ birbirine birebir zıt düşünceler ve söylemler ortaya çıkabilmiştir. Mezhep, meşrep târikat, cemaat, hizip, grup, parti vs.’nin çok fazla sayıda olması ve çeşitlenmesi, tüm beşerî düşünce, sistem ve ideolojilerde olduğu gibi müslümanlar arasında da olmuştur. Çünkü bir şeyin bilgisi ve ilmi, insanları şaşmaz ortak bir zihinle bir-araya getirmez ve getiremez. İlim, -imtihan nedeniyle- temelde birleştirici olsa da ayrıntıda insanları farklılaştırır ve zıtlaştırır hâle getirir. Zîrâ ilim özü îtibârıyla yorumlamaya açık olduğundan dolayı ayrıştırıcıdır. 

 

Peki insanlar neyde birleşebilirler?. İster bâtıl, isterse hak, ne olursa-olsun, insanlar bağlı oldukları şeyin ilmî yönünde değil amelî yönünde birleşebilirler. Müslümanlar da vahyin ilmî yönünde değil, amelî yönünde birleşebilirler. Zâten bu kadar çok fırkalara ayrılmalarının nedeni budur. Müslümanların ilimde bu kadar çok ayrışmasının ve farklılaşmasının nedeni, “amelde birleşmemek”tir. Amelde birleşmeyi engelleyen şey “ilimde farklılaşmak”la başlar ama, ısrarla birlikte yapılan şeyler ilimdeki farklılaşmayı ve ayrışmayı blôke eder ve önler.

 

Meselâ aynı düşünce ve inanç etrâfında birleşmiş olan 10 kişilik bir grup bir yerde oturup konuşuyor olsalar, orada mutlakâ farklı düşünce ve fikirler açığa çıkar ve hattâ bu bâzen çok farklıklaşmaya, zıtlaşmaya ve ayrışmaya kadar gider. Zâten aynı yolun içinde farklılaşmaların ve ayrışmaların başlaması da bu nedenle başlar. Çünkü ilim ayrıştırır. Fakat o 10 kişilik gruba, biri gelse ve: “kardeşler!, arabam çalışmıyor, bir zahmet onu hep-birlikte itebilir miyiz?” dese, hep-birlikte aynı amaç için hareket edip arabanın çalışmasına yardım edebilirler ve arabayı çalışmasını sağlayabilirler. Amel-eylem ve iş gerektiren bir şeyi hiç farklılaşmadan hep berâber yapabilirler. Çünkü amel birleştiricidir. Yada meselâ yaşlı bir kadın gelse, o 10 kişilik gruptan yardım istese ve ancak 10 kişiyle kaldırılabilecek bir şeyin kaldırılıp yerine konulmasını istese, herkes o şeyin bir ucundan tutup el-birlik o şeyi kaldırıp yerine koyabilirler ve bu konuda bir tartışma ve anlaşmazlık da yaşamazlar. Üstelik o iş onlara zevk de verir. .

 

Bu neden böyledir?. Niçin ilim noktasında sürekli tartışmalar olur da amelde, eylemde ve iş konusunda olmaz?. Çünkü ilim, -o ilmin konusu Kur’ân vahyi olsa bile- yorumlanan şeydir. İlim yorumlanmaya açıktır ve zâten yorumlanmadan da konuşulacak, söylenecek ve yazılabilecek bir şey değildir. Lâkin herkes ilmi farklı idrâk eder ve yorumlar. Bu farklılık belli bir noktadan sonra tartışmaya dönebilir ve ayrışma başlatır. Oysa amelin ve eylemin yorumu olmadığı için amel ve eylem kolay-kolay bir tartışma ortaya çıkarmaz, çünkü amel nasıl ise öyledir. Amel hep aynıdır yada benzerdir. Nasıl olacağı bir kere öğrenildiğinde pek de değişmeden aynen devâm eder ve bu, ilim ile belirlenmiş olsa da, hayatta uygulayarak, deneyerek ve deneyimleyerek öğrenilip yapıldığı için nasıl olacağı herkes tarafından bilinir. Görerek öğrenilen amel-eylem yada bir iş, farklığa imkân vermez yada işi çok farklılaştırmaz. Böylece amel-eylem insanları ayrıştırmadığı için kolayca birleştirebilir. Hele bu temel ilkelere göre olan bir amel ve eylem ise birleşme çok daha kolay olur.

 

Kur’ân ve Sünnet konusunda da bu böyledir. Kur’ân’ı anlama ve yorumlama noktasında bir türlü anlaşamayanlar Sünnet konusunda daha kolay anlaşırlar. İşte bu nedenle halkın geneli daha çok Kur’ân’ın pratiği olarak bağlayıcı olan Sünnet ile İslâm’ı öğrenir, bilir ve yaşar. Zîrâ halkın büyük çoğunluğu fırsat bulamadığı için bilginin ilmin peşine düş(e)mez. Bu nedenle de halk uygulamaya-pratiğe bakar ki bu pratik “Sünnet” denilen “en güzel amel-eylem”dir. Müslümanlar 1.400 yıl boyunca genelde, Sünnet denilen bu uygulama ile İslâm’ı yaşamıştır.

 

Sünnet teori değil de pratik içerdiğinden dolayı yorumlanamaz. Bu da yorum farkı ve ayrışma çıkmaması demektir. Zîrâ Sünnet “bilinmiş olan” değil, “yapılmış olan”dır. Sünnet, “Kur’ân’a göre yapılmış olan”dır. Yapılmış olanı değiştiremezsiniz. Söylenmiş olanı “yanlış anlaşılmış” diye inkâr etmek daha kolay olabilir ama “yapılmış” olan şeyin yorumu ve inkârı olmaz ki!. O nasıl yapılmışsa öyledir. Kur’ân, çoğu-zaman aşırı zorlama yorumlarla moderniteye ve mevcûda uydurulmaya çalışılır ve câhiller için bu yanlış yorumlar doğru gibi görülebilir. Fakat pratik bir şekilde devâm ede-gelen bir şey nasıl yorumlanacak?. O şey aynen yapıldığı gibidir. Sünnet pratikliktir, “güzel örneklik”tir. “Yapılmış olan” ve “Peygamber tarafından yapılmış olan”dır. Bu nedenle de onu inkâr etmek ancak moderniteyi merkeze alanlar tarafından “sâdece Kur’ân” diyerek Sünnet’i inkâr etmekle olabilir. Sünnet inkâr edildiğinde ise, İslâm’ın temel düşüncesi yine kalır ama pratikliğinden kopulduğu için onun özelliği değişmiş olur ve uzak-doğu dinleri gibi sâdece zihinlerin ve kâlplerin tatmin ve orgazm aracına döner.

 

Verilen emri amel-eylem olarak yerine getirmemek ve verilen emri ilim ile yorumlamaya yönelmek şeytan ile başlamıştır. Allah’ın “Âdem’e secde edin” emrini tüm melekler kabûl edip secde ederlerken yâni tüm melekler hemen amele yönelirlerken ve böylece amelde birleşebilirlerken, şeytan ise bu emir karşısında ilmi öne çıkarıp Allah’ın apaçık emrini ilim ile sorgulamaya başladı ve secde etmedi. Böylece şeytanlaşarak bulunduğu yerden kovuldu. Şeytanı meleklerden ayrıştıran şey ilim idi, eğer secde etseydi yâni amel etseydi ayrışmayacak ve meleklerle birleşebilecekti.

 

Kâinattaki muhteşem âhenk, düzen, nizam ve kusursuz döngü de “sâdece ilim”e değil, ilim-merkezli amel-eyleme dayanır. İdraksiz madde, ilme yorum yapma yeteneğinden yoksun olduğu için amelde bu kadar kusursuz ve sorunsuz bir şekilde hareket edebilmektedir.

 

Yine; daha iki kişi bile bir konuda anlaşamaz ve uzlaşamazken, milyonlarca kişi, bir kişinin imamlığında Kâbe’de namaz kılabilmekte ve aynı hareketleri hiç şaşmadan hep-birlikte yapabilmektedirler. Zîrâ amel ve eylem birleştiricidir ve amel ve eylemin müthiş bir birleştirme gücü vardır.

 

Bu İslâm’ın tüm amel-eylem içeren ibâdetleri için geçerlidir. İlimde hep bir ayrışma oluyor ama insanlar amelde-eylemde hep birleşebiliyorlar. Zâten müslümanları hep ilimde ayrışmak birbirlerinden uzaklaştırmıştır ve birlik olamamaları da hep bu nedenledir. Fitne ve ifsâd hep ilimdeki ayrışmalar nedeniyle ortaya çıkmıştır-çıkmaktadır. Oysa amelde birleşseler, iş bambaşka olacak ve Dünyâ çok farklı bir yer hâline gelebilecektir.  

 

Îman da öyledir. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir, yoksa îmânın bilgisi ve ilmi  îman değildir. Bu ahlâk ve adâlet için de geçerlidir. Bir şeyin bilgisi ve ilmi, o şeyin kendisi değildir. O sâdece o şeyin bilgisidir. Bu nedenle bir şeyin bilgisi ve ilmi insanları birleştirmez yada yeterince birleştirmez, çünkü bir şeyin yorumunu herkes farklı yapar, fakat bir şeyin gereğini yapmak yâni emel-eylem aynı yada benzerdir. Amel ve eyleme yorum yapılamaz.

 

Yine bunun gibi; infâkın hesabını yapmak “infak” değildir. İnfak, oranı kaç olursa-olsun “infak yapmak”tır. İnfak, “bilmek” ile değil “yapmak” ile ilgilidir ki zâten İslâm’da hemen her-şey aslında böyledir. İnsanları infâkın oranının kaç olduğunda birleştiremezsiniz ama, amelinde yâni infak etmekte birleştirebilirsiniz.  

 

Bilmek ve yapmak farklı şeylerdir. Bir kişi okuma-yazma bilmesine rağmen okuma-yazma yapmıyorsa, “bildiğini yapmıyor” demektir. Allah bilmeye değil, yapmaya bakar. Çünkü bir şeyi gerçekten bilmek, onun hakkında bir şey yapmakla olur. Bir şey bilmek, bir şey yapmaktır. Hedef, anlamak ve bilmekten ziyâde “yapmak”tır. Derinlemesine anlamadan “yapmak”, derin bir şekilde anlayarak “yapmamak”tan kat-kat üstündür. Yine; “doğruyu  bilmek ve söylemek” yetmez, “doğruyu yapmak” da gerekir.

 

İslâm sâdece, “kötü-yanlış-çirkin olan şeyi yapmamak” demek değildir. İslâm; bir ilmin sonucunda “kötü-yanlış-çirkin” olan şeyi yapmaktan uzak durduktan sonra; “iyi-doğru-güzel” olan şeyi de yapmak demektir. Ancak o zaman Allah’ın emri “tamam” olur ve hakkıyla müslüman-mü’min olunur. Peygamberimiz peygamberlikten önce de; “kötü-çirkin-yanlış” olan şeyi yapmıyordu. Fakat, Allah için bu yeterli değildi. Bu nedenle de Peygamberimiz’e “ağır bir yük” yükledi. Allah, mü’minleri, kötü-çirkin-yanlış olan şeyleri yapmadıktan sonra; “iyi-doğru-güzel” olan şeyleri de yapmaya sevk-eder ve bunu emreder. İyi olmak için “kötülük yapmamak” yetmez, kötülük yapmadıktan sonra bir de “iyilik yapmak” gerekir.

 

Kur’ân, yorum yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz. Zîrâ eylemin (Sünnet) yorumu olmaz. Bu nedenle Sünnet “birleştirici” bir etkendir. Param-parça olmuş ümmet, Sünnet ile daha kolay birleştirilebilir.

 

Ha-bire “Kur’an’ı anlama” peşinde koşuluyor. Kur’ân okunuyor-okunuyor ama bir türlü anlaşılamıyor. 1.400 yıldır 360.000 bin kez tefsiri yapılan Kur’ân anlaşılamadı gitti. Ulan ne zor, ne anlaşılmaz bir kitapmış bu böyle(!).. Yok-yok; öyle değil. Kur’ân’ın “yap” dediğini yapmayanlar yada yapmak istemeyenler, “yapmamak için” sözde “Kur’an’ı anlama” yoluna düşmüşlerdir. Kur’ân’ın nasıl anlaşılacağını daha doğrusu nasıl idrâk edileceğini mi soruyorsunuz?. Kur’ân en iyi şekilde, bir zulme “dur” derken anlaşılır. Can boğaza gelip dayanmışken anlaşılır: “Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22). Kur’ân’ın idrâk edilmesi amel-eylem ile tamamlanır. Masa-başında sürekli okumakla Kur’ân’ı anlamak ve tam olarak idrâk etmek hiç-bir zaman bitmez.

 

Söz ile yâni “müslümanım” demekle müslüman olunmaz, “müslümanlık yapmak”la müslüman olunur.

 

İslâmî toplum ve hareket (cemaat), “tek başıma evimde yapamayacağım şeyi birlikte yapmak için” olmalıdır. Yoksa cemaatler, hep berâber Kur’ân okuyup onu anlamak için toplanılan yerler değildir. Herkes Kur’ân’ı okur ve sonra da cemaat olarak toplanıp ne yapılacaksa hep berâber yapılır.Cemaatin amacı ancak bu-şekilde yerine gelir. Plân yapmaktan ziyâde, plânı gerçekleştirebilmek önemlidir.

 

İlim arttı ama Dünyâ daha yaşanabilir bir yer hâline gelmedi yada insanlar daha medenî olmadılar. Tek-başına ilim bunu sağlamadı-sağlayamıyor-sağlamayacaktır. Bunhu sağlayacak olan şey, vahiy-merkezli “ilim ve amel bütünlüğü”dür.

 

Bir yoruma göre Hz. Âdem ve Havvâ’nın yediği ağaç “bilgi ağacı”dır ve bilgiyi elde ettikleri anda şeytan devreye girmiş onları bilgi ile kandırmış ve ayartmıştır. İşte o bilgiden sonradır ki Hz. Âdem, Havvâ ve onlarla birlikte olanlar “birbirlerine düşman olarak” cennetten çıkarılmışlar yada kovulmuşlardır. Zâten daha önce de şeytan, Allah’ın apaçık “secde edin” emrine karşı bir bilgi ortaya koyarak secde etmekten kaçınmıştı da bulunduğu yerden konulmuştu. Mâzeret olarak sunduğu saçma-sapan gerekçe onu “şeytan” yapmıştı.

 

Bilmek de elbette önemlidir. Kuran: “…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...” (Zümer 9) der. Fakat  Kur’ân: “Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokmân 27) de diyerek ilmin tüketilemeyeceğini ve bitirilemeyeceğini de söyler. O-hâlde ilmin meyvesini toplamak önemlidir ki o meyve amel-eylemdir. Zâten Kur’ân da “îman ve ilim”den ziyâde “îman ve amel”e bakar:

 

“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

 

Kur’ân-merkezli okumak, Kur’ân-merkezli “yapmak” demektir.

 

Bir işi zamânında yapmak, o işi yapmaktan daha önemlidir. Bir işi dört-dörtlük yapmak ise hepsinden önemlidir. Dünyâ’nın en zor işi “dört-dörtlük iş yapmak”tır.

 

“Kur’ân şöyle der” deyince pek de dikkat kesilmeyenler, “Peygamberimiz şöyle buyurdu” yada “şöyle yaptı” denince daha bir dikkat kesilirler. Bu da normâldir. Çünkü insanlar amele yönelik olanı dinlemeye ve yerine getirmeye daha müsâittirler. Bir “bilen”, bin kişiyi amele-eyleme sevk edebilir. Fakat “bin yapan” bir kişiyi bile ilme sevk edemeyebilir. Demek ki insanları aynı ve benzer şeyler yapmaya daha kolay yönelten şey ilimden ziyâde amel-eylemdir.

 

İlmî alanda bilgi işin içine girince bin parçaya bölünenler, berâber bir iş yapılacağı zaman hemen bir-araya gelip kolayca birleşebilirler.

 

Ne yapılması gerektiğini biliyoruz fakat “gereken”i yapmak için gönlümüzde derman yok. Gönlümüzde derman olmayınca dizimizde de derman olmuyor.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

Devamını Oku »