26 Eylül 2023 Salı

İslâm Değişmez; Değiştirir


“…Oysa hîleli düzen, kendi sâhibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler?. Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın” (Fâtır 43).

 

“Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nîmet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir” (Enfâl 53).

 

İnsanlık târihindeki en büyük değişim, Peygamberimiz Hz. Muhammed ve o’nunla birlikte olan arkadaşlarının, İslâm Dîni ve vahyi ile gerçekleştirdiği o eşsiz değişimdir. Bu değişim İslâm ile olmuş bir değişimdir ki zâten böyle bir değişimin, dönüşümün ve devrimin başka bir açıklaması olamaz. Zâten tüm peygamberler böyle bir değişimin çabası içinde olmuş ve bunun için çalışmışlardır. Zîrâ İslâm, kişiyi İslâm’a dâhil olduğunda büyük bir değişime uğratır ve dış-âlemde de Allah’ın sözünü ve dînini hayâta hâkim kılmak için çalışmaya sevk eder. Bu nedenle İslâm’ın kişide yankı bulup-bulmadığı, İslâm’a dâhil olan kişide bâriz bir değişimin olup-olmamasıyla belli olur. Eğer İslâm’a büyük bir kararlılıkla ve ciddiyetle dâhil olmuşsa, İslâm o kişinin iç-âleminin altını üstüne getirir ve kişiyi bambaşka biri yapar. Bu da onun tasavvur, düşünce, söz ve davranışında külliyen bir değişim başlatır. Lâkin eğer kişi İslâm’â dâhil olduktan sonra, İslâm’a dâhil olmadan önceki gibi bir hayat yaşamaya devâm ediyorsa, o kişide bir değişmenin olmadığı anlaşılır. Bu da kişinin İslâm’a tam bir teslîmiyetle teslim olmadığının göstergesidir.

 

Allah, Peygamberimiz ve arkadaşlarının kâlplerini ve dolayısı ile hayatlarını öyle bir değiştirmişti ki, onları bambaşka insanlar hâline getirmişti. Öyle ki bu değişim onları en kritik zamanda bile korumuştu ve kardeşler kılmıştı:

 

“Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idîniz. O, kâlplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nîmetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidâyete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini böyle açıklar” (Âl-i İmran 103).

 

İslâm, mü’minleri değiştirince ve kardeşler yapınca, şeytanın fitnesi bile etkili olmadı da boşa çıktı.

 

İslâm, son vahiy ile tamamlanmış ve Peygamberimiz tarafından en ideâl şekilde ve “güzel bir örneklik” (Ahzâb 21) olarak uygulanmıştır. Böylece İslâm tamamlanmıştır ve insanlar için gerekli olan temel ilkeler yerleştirilmiştir. Bu nedenle artık dîne eklemeler-çıkarmalar yapmak söz-konusu değildir. Ancak yine vahiy-merkezli olmak ve vahye uygun olmak şartıyla gerektiğinde yeni yorumlar  ve geçici kurallar koyulabilir, fakat temel ilkelerde herhangi bir değişikliğin yapılması diye bir şeyden söz edilemez:

 

“Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adâlet bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek (kimse) yoktur. O, işitendir, bilendir” (En-âm 115).

 

Görüldüğü gibi değişecek ve değiştirilebilecek bir din değildir. Fakat İslâm, samîmi, ciddî, gayretli ve azimli kişileri “örnek insanlar” olacak şekilde değiştirir. Böyle bir değişimin olmazsa-olmaz şartı, İslâm’a sorgusuz-suâlsiz ve kayıtsız-şartsız bir şekilde tam bir teslîmiyetle teslim olmaktır. Çünkü böyle olmadığında ve tam bir teslîmiyetle teslim olunmadığında çok da uzun olmayan bir vâdede gevşeme ve kayma başlayabilir yada belli bir noktadan ileri gitmek mümkün olmaz. Çünkü İslâm tamamlanmış bir din’dir ve kişiyi de bu nedenle tamâmen değiştirmeye niyetlidir. Değişimin yarım olması eksik olması demek olacağından dolayı tam değişmeyen kişilerde eksiklikler görülür. Modern müslümanların amel-eylem noktasında zayıf olmasının nedeni budur. Kişinin iç-âlemi ne kadar eksikse, dış-âlemindeki eksiklik o oranda açığa çıkmaktadır. 

 

İslâm, “insanı değiştiren” şeydir. İnsanın-müslümanın ne durumda olduğu, kendisinde meydana gelen İslâm’a yönelik değişimin oranı ile belli olur. Zâten Dünyâ’yı değiştirecek ve İslâm-merkezli yapabilecek, bunu başlatabilecek yada samîmi bir şekilde bunun için çalışacak olanlar, İslâm’ın büyük bir değişim ile değiştirdiği kişiler olur. Peki değişmemiş ve aslında değişmeye niyetli olmayanlar?.

 

İslâm “Îman ettim” demekle tamamlanan ve biten değil, “îman ettim” demekle başlayan bir din’dir. Hattâ sâdece İslâm, “îman ettim” demekle başlar. Îmânında ciddî ve samîmi olanlar, gözle görülebilecek şekilde hemen değişmeye başlarlar ve bu değişimden zinhar tâviz vermezler. Zâten değişimin ciddî olup-olmadığı, bu süreçte bir tâvizin verilip-verilmediğine göre ölçülür. “Îman ettim” demesine rağmen sürekli tâviz verenler ve bu nedenle de kendilerinde hiç-bir değişim meydana gelmeyen kişiler, aslında İslâm’a psikolojik yada kültürel olarak bağlıdırlar ve peygamberler ve onlarla birlikte olan ve güzel örneklik ortaya koyanlar gibi îman etmiş değildirler. 

 

“Îman ettim” demek; Allah’a, âhirete, gayba, meleklere, vahye, peygamberlere ve dîni olana îmân ettikten başka, İslâm’ın-Kur’ân’ın sosyâl, kültürel, ekonomik, âilevî, kânûnî, hukûkî, askerî, siyâsî vs. tüm alanlarına yönelik emir ve yasaklarına ve Allah’ın sözünü hem iç-âlemde hem de dış-âlemde hâkim kılınacağına bilinçli bir şekilde îman etmektir. Yoksa sâdece “Îman ettim” demekle iş bitmez ve İslâm da bu kişileri değiştirmez. İnsanlar değişmeyince Dünyâ da değişmez. Bir değişim olmayınca da hiç-bir kötülük, çirkinlik, yanlış, adâletsizlik, haksızlık, ahlâksızlık, küfür, şirk ve zulüm bitmez. 

 

Dünyâ müslümanlarına sorsanız hepsi de “îman ettim” diyecektir. Allah îmanları boşa çıkarmaz ve îmanların inkâr edilmesini hoş görmez. Fakat bakıldığında görülen şey, İslâm’ın müslümanlarda bir değişim yapmadığıdır. Çünkü müslümanların büyük çoğunluğu İslâm’ı Kur’ân ve Sünnet’ten öğrenmediği için İslâm’ı bilmemektedirler. Bildikleri şeyler hurâfeler ve masallardan başkası değildir. Bu durum onların hâl-i pür melâllerinin nedenidir. Bu da onların değişmelerine engel olmaktadır, zîrâ İslâm’ın ne olduğunu bilip göremedikleri için, İslâm’a adanmak yada adanmamak veyâ değişmek yada değişmemek noktasında bir karar verememektedirler.

 

Şimdi; hem müslim olunacak hem de müslim olmadan önceki gibi yaşamaya devâm edilecek.. bu mümkün değildir. Çünkü İslâm vahyi kâlplere inmiştir ve mutlakâ kâlpleri değiştirir. kâlpler değişince insan da değişmeye başlar ve Dünyâ’yı değiştirmeye aday olur. 

 

Hem müslüman olunacak, hem de hayat-tarzı ve davranışlar değişmeyecek.. Böyle bir şey söz-konusu olmaz. Eğer İslâmî yönde değişmiyorsanız, İslâm’ın mesajını ya anlayamamışsınız yada “kabûl edemiyorsunuz” demektir. Böyle olduğu için de “ben de müslimlerdenim” demenize rağmen tasavvurunuzda, düşüncelerinizde, konuşmalarınızda ve en önemlisi de davranışlarınızda bir değişme olmuyor. Bu sisin samîmi ve ciddî olmadığınızı gösterir. Çünkü îman ispât ister. İspât ise en çok da davranışlarda kendini belli eder. Çünkü kimin ne kadar îmânı olduğunu yalnızca Allah bilir. O-hâlde davranışlarınız sizin ne olduğunuzu gösterir.

 

Buna göre, hem îman edip hem de değişmeyerek müslüman olmadan önceki gibi davranmak îman iddiâsını geçersiz kılar. Çünkü îman ettikten ve müslimlerden olduktan sonra ibâdetlerinizi hiç-bir şartta iptâl edemez, erteleyemez ve kalitesizleştiremezsiniz. Hem îman edip hem de namaz kılmamak, oruç tutmamak vs. olmaz. Hem îman edip hem de giyinişiniz önceki gibi olamaz. Hem îman edip hem de konuşmalarınız önceki gibi olamaz. Hem îman edip hem de davranışlarınız önceki ve diğerleri gibi olamaz. Zîrâ îman edip İslâm ‘a dâhil olmak kişiyi değiştirir ve “ben artık önceki gibi değilim, diğerleri gibi değilim” dedirtir insana. O-hâlde önceki gibi, hem îman edip hem de tesettüre yakışmayacak ortamlarda bulunamazsınız. Hem îman edip hem de önceki gibi namaza-niyaza yakışmayacak muhabbetler yapamazsınız. Önceki gibi ekrana bağımlı olamazsınız. Önceki gibi, bir teşhir alanı olan sosyâl medyaya takılamazsınız. Anne-babanıza, eşinize, çocuklarınıza, eşinize-dostuna önceki gibi davranamaz ve onlarla eskisi gibi geyik muhabbetleri yapamazsınız. İslâm sizi artık değiştirdiği için gözünüze, dilinize, elinize, sözünüze, konuşmalarınıza ve davranışlarınıza hâkim olmanız şarttır. Ortamınız, arkadaşlarınız, muhabbetleriniz, alışkanlıklarınız, yatma-kalkma saatiniz hep İslâm’a göre olmalıdır. İslâm sizi öyle bir değiştirmiş olmalı ki, İslâm’a uygun olmayacak olan bir hâl ve hareketiniz kalmamalıdır. İslâm’ın değiştirdiği insanlar böyle olur. Çünkü onlar şu âyeti dillerine pelesenk ederler:

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

Eğer sizde büyük bir değişim olup da davranışlarınız da tümüyle değişmemiş ve değişecek gibi durmuyorsa, sizin Îman iddiânız sakat olduğu gibi, İslâm’a da sâdece kültürel olarak oda körü-körüne dâhil olduğunuz gösterir. Böylece ne  iç-âleminizde ne de dış-âlemde herhangi bir değişiklik yapmanız beklenemez. Zîrâ siz değişmemesinizdir.  

 

Müslümanların anlamak yada yerine getirmek istemediği şey şudur: Eğer müslümanım diyorsanız, İslâm’i bilginiz arttıkça hayâtınız da mü’mince değişmelidir. Kendilerini ilmî anlamda değiştirseler de amel-eylem anlamında değiştirmek istemeyenler, hep aynı muhabbetleri yaparlar. Bu da bir kısır-döngüye yol açar. Oysa anlayışı ve idrâki vahiy ile değiştirmek, davranışı da vahiy ile değiştirmeyi gerektirir. İşte peygamberler bunun için gönderilirler. Onlar değişmenin öncüsü ve örneğidirler. “İslâm bir insanı ve bir toplumu nasıl değiştirir”in cevâbı peygamberler ve onlarla birlikte değişenlerdir.

 

Vahyin bilincine erememiş olan insan, eşyâya göre düşünür ve değişimi de yine eşyâya göre olur. Sonuçta da insanların düşüncesini ve davranışlarını mekân belirler. Değişim İslâm’a göre değil de mekâna göre olur. Mekân değiştikçe insan da bu seküler mekâna göre değişir ki modernizm süreci bunu çok net olarak göstermektedir. İslâm’a göre değişmeyenler yada değişmek istemeyenler, mecbûren mekâna göre değişirler ve İslâm’ı da seküler mekâna göre değiştirmeye kalkarlar. Bunu yapanlar, İslâm ile değişmeyen kişilerdir.     

 

Eğer din adına bir şey yapmıyorsanız, din sizi kötülükten uzaklaştırıp iyiliğe yöneltmiyorsa ve sizi olumlu anlamda değiştirmiyorsa, sizin “îman ettim” demenizin hiç-bir anlamı ve değeri yoktur. Zîra İslâm

 

Eğer yaşamınızda hiç-bir şey değişmeyecekse, müslüman olmakla olmamak arasında bir fark yoktur. Tasavvur, düşünce, konuşma ve davranışlarınızda bir değişme olmadıysa ve yine İslâm’a dâhil olmadan önce yada İslâm’ın ne olduğunu bilmeden önceki gibiyseniz, siz zâten İslâm üzere değilsiniz demektir. “Ben artık müslümanım” dedikten sonra sizde bir değişme yoksa, siz hâlâ önceki gibisiniz ve müslüman falan olmamışsınız demektir. İnsanların içinden “müslümanım” diyenlerin çoğu, müslümanlıktan çıksalar hayatlarında bir değişiklik olmaz. Çünkü zâten müslüman iken de olmamıştı ve herhangi bir değişim gerçeklememişti. Bu nedenle Dünyâ’da değişmemiş durumda olan müslümanların %90’ı dinden çıksa değişen bir şey olmayacaktır. Tüm câmileri yıksanız, tüm Kur’ânları-vahiyleri yaksanız, tüm âlimleri kesseniz, Dünyâ müslümanları (müslim ve mü’minleri değil) için bir değişiklik olmayacaktır.

 

Kendinize şu soruyu sorun; Allah Dünyâ’dan tüm Kur’ân’ları kaldırsa, herkese Kur’ân ile ilgili her-şeyi bir-anda unuttursa ve sanki Kur’ân diye bir şey hiç olmamış gibi olsa,  sizin için ne fark eder?. Yaşamınız alt-üst olur mu?. Ne yapacağınız bilmez bir duruma düşer misiniz?. Yoksa yine dünkü gibi yaşamaya devâm mı edersiniz?. Baktığınızda göreceğiniz şey maalesef şu olacaktır ki; Allah bize sâdece Kur’ân’ı değil de, tüm İslâm’ı bir-anda unuttursa, insanların-müslümanların %90’ı için değişen bir şey olmayacak ve onlar yine bir-önceki gün gibi aynı yada benzer şeyleri düşünecek, konuşacak, yazacak ve yine önceki gibi davranacaklardır. Çünkü daha önce de İslâm %90 oranındaki insanlarda bir değişim meydana getirmemişti. Zîrâ insanlar İslâm’a-dîne dâhil olduklarını söyleseler de kendilerini İslâm’a göre değiştirmemişler ve hattâ böyle bir şeyi çoğu kişi düşünmemişti bile.    

 

Bu nedenledir ki, İslâm, kişinin sosyo-kültürel, sosyo-psikolojik ve sosyo-ekonomik durumunu değiştirmiyorsa, o kişinin îmânı en fazla “ucundan-kıyısından îman etmek” şeklinde olur. Târih boyunca Dünyâ’yı hep “derdi olanlar” değiştirmiştir. Dünyâ’da zevk, neşe ve refah içinde yaşayanların yada yaşamak isteyenlerin hakka uygun bir değişim yapabilmeleri hattâ bunu düşünebilmeleri bile söz-konusu değildir. Dünyâ İslâm-merkezli olarak haz, zevk ve neşe içinde değiştirilemez. Tam-aksine bir değişimin yaşanması için bir-çok fedâkârlıklar yapmak ve bâzı acılar çekmek icâp eder. Çünkü duruma göre malları ve canları bile ortaya koyabilmeyi göze alabilmek gerekir.

 

Îmânın delîli “yaşam-tarzı değişimi”dir. Seküler-modern dünyâda “herkes gibi yaşayanlar”ın îmânı sorunludur. İnsanın tabiat ve insan hakkındaki düşüncesinin bile değişmesi, Allah hakkındaki düşüncesinin değişmesiyle başlar. Allah’a göre olan bir değişim, tüm her-şey hakkındaki düşüncenin değişmesine neden olur. Zâten Allah’sız değişimler, yakın-uzak vâdede mutlakâ insanın aleyhine olur.

 

Sürekli olarak iyi yönde bir ilerleme yoktur. Hak ve bâtıl arasında bir döngü ve değişim vardır. Değişim neye göreyse, insan ve Dünyâ da ona göre değişir. Herkes için hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve herkes için olacak iyi yönde değişimi ise ancak İslâm sağlayabilir ki İslâm’ın varlık nedenlerinden biri de budur. Dîn mevcut dünyâya göre değil, mevcut dünyâ dîne göre yorumlanıp değiştirmelidir ki bu, eleştirel bir yorum ve değiştirme olacaktır. Çünkü doğru, herkese göre değişen bir değer ölçüsü değildir. Doğru, “Allah’a göre doğru” olandır.

 

Bir insanın değişmesi, ilk önce hayâllerinin değişmesiyle başlar. İnsanın hayâli, onun “ne” olduğunu gösterir.

 

İslâm diğer beşerî din ve inançlar gibi bir süre sonra sıkıcı olmaya başlamaz. Eleştiriye, îtirâza, isyâna ve amele-eyleme dönük bir din olduğu için hedefleri büyüktür ve bu nedenle de sıkıcı değildir. Zîrâ İslâm yoğun bir din’dir. Beşeri dinlerin ise hedefleri yoktur ve kısa zamanda sıkmaya başlar ve bu nedenle de sık-sık ilâveler yapılır ve yenilenir. Meselâ uzunca bir süre Güneş’e tapan aynı toplum, bir süre sonra Ay’a tapmaya başlayabilir. 

 

Kendini/kendilerini paralayan birisi/birileri olmadıkça Dünyâ ve insanlık, maddi yada mânevî olarak olumlu anlamda değişemez. İşte bu yüzden mesele, “kendini paralayacak birilerinin olması yada olmaması” meselesidir. Îman etmek, “Allah rızâsı için paralanmayı göze alabilmek” demektir. Bunu yapabilecek olanlar ise ancak, İslâm ile değişmiş olanlardır.  

 

Dünyâ’yı İslâmî yönde değiştirmek çok zor bir şeydir. Fakat bunun bir kısa-yolu da vardır: “Allah’ı râzı ederek O’nun yardımını celb-etmek”. İşte ancak O’nun yardımı ile başarabilirsiniz bu işi. O yardım ederse mutlakâ olur. Aksi-hâlde aslâ!.Fakat O’nun yardımı celb-edebilmek için de kâlplerin İslâm-merkezli olarak değişmiş olması gerekir.  

 

İslâm insanın “değişmez ve dokunulmaz” zannettiği şeyleri değiştirir. “Aslâ vazgeçemem” dediği şeyleri iptâl eder. Samîmi olanlar için İslâm’a aykırı olan hiç-bir şey bırakmaz. Hattâ belki de, mü’minler için, tutundukları İslâm-dışı son dalı bile keser atar.  

 

Sıra-dışı durumları değiştirmek için, sıra-dışı bilinç sâhibi olup, sıra-dışı eylemler yapmak gerekir. Bunu yapabilecek olanlar elbette İslâm’ın değiştirdiği kişiler olacaktır.

 

Kişisel ve toplumsal şartları değiştirmeyi düşünmeden okunan Kur’ân, ancak tâğutlara alan açar. Kur’ân’ı okudukça bilginiz-mâlûmâtınız artıyor fakat hayat-tarzlarınız değişmiyorsa, Kur’ân’ı hâlen kavrayamamış ve rûhunu idrâk edememişsiniz demektir. Kur’ân’ın bu kadar çok okunmasına rağmen İslâm âleminde ve Dünyâ’da olumlu anlamda bir değişikliğin olmamasının nedeni, -insanların İslâm ile değişmediği için- Kur’ân’ın hayâta değil de, “boşluğa” okunmasıdır. Lafa gelince: “Kur’ân kusursuz bir kitap, içinde aradığımız her-şey var, insana hem bilgi-bilinç hem de huzûr veren bir kitap, insanın hayâtını tümden değiştiren kitap” denip duruyor, peki o zaman niçin insanlarda ve Dünyâ’da bir değişim meydana gelmiyor. Kur’ân’ın değiştirdiği mü’minler, “değişik” işler yapmaya başlarlar-başlamalıdırlar. Bu onlara zor gelmez. Değişip-değişmediğimiz, değişik işler yapıp-yapmadığımızla belli olur. Peygamberimiz ve o’nunla birlikte olanların yaptığı gibi; olağan-üstü şeyler yapmadıkça olağan-üstü değişimler ve olağan-üstü sonuçlar beklemek abes ve hayâldir.

 

Lâkin sünnetullahın yönü başka, müslümanların yönü bambaşkadır. Müslümanlar “sırât-ı müstakîm” olan sünnetullah yoluna girip de tümden değişene kadar da “değişen” bir şey olmayacaktır.

 

Modern müslümanlar, modern paradigmaya uygun olmayan İslâmî düşünceyi, aşırı yoruma tâbi tutup değiştirmeden kabûl edemiyor. Allah’ın kânunları, beşerin nefsine uyana kadar yorumlanıp değiştirilirken, beşerin kânunlarının değiştirilmesi teklif bile edilemiyor. Şirk denen pislik budur işte. Değiştirilmesi teklif edilemeyecek ve hattâ düşünülemeyecek olan tek kânun, “Allah’ın kânunları”dır. Devletin “değiştirilmesi teklif dâhi edilemeyecek kânunları”na laf edemeyenler, Kur’ân’ın hükümlerinin, “modern zamâna uymuyor(!)” diye değiştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Dünyâ’da, “değiştirilemez” zannedilen ne “beşerî kânunlar” çıkartıldı ki, şu-anda esâmisi bile okunmuyor. Kıyâmete kadar değişmeyecek olan tek şey Kur’ân’ın hükümleri olacaktır.

 

Allah’ın istediği “değişik”liği yapmayanlar ve İslâm-merkezli olarak değişmeyenler, “Allah’a rağmen” değişiklikler yapmaya başlarlar.

 

Sizin İslâm’a göre değişip-değişmediğiniz Allah için sorun değildir: “Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar” (Muhammed 38).

 

Ey müslümanlar!; şunu iyi bilin ki, değiştiremiyorsanız “değişmemişsiniz” demektir. Zîrâ değişmedikçe değiştiremezsiniz.

 

“Artık dileyen, düşünüp-öğüt alsın” (Abese 12).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2023

 

Devamını Oku »

Kâlp, Akıl Yada Akleden Kâlp

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kâlpleri ve işitebilecek kulakları olsun?” (Hacc 46).

 

“Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidâyete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl-sâhipleridir” (Zümer 18).

 

Dünyâ’nın, göklerdeki gibi muhteşem bir düzene, nizâma ve döngüye kavuşabilmesi için insanlarda bulunan iki şeyin birlikte devreye girmesi ve her-şeyin bu iki şeye göre işletilmesi gerekir: Kâlp ve akıl. Ne akıl ne de kâlp tek-başına yetmez ve işin altından kalkamaz. Çünkü kâlp tek-başına kaldığında ve akıl devre-dışı bırakıldığında dış-dünyâ karanlıkta kalırken, -günümüzde olduğu gibi- akıl tek-başına kalınca ve kâlp devre-dışı bırakıldığında iç-âlemler karanlıkta kalır. Çünkü insan iki-yönlü bir varlıktır ve bir rûha, kâlbe ve akla-zihne sâhiptir. İkisinden birinin yokluğu bir tarafı karanlıkta bırakmakta ve körlükler ve zorluklar ortaya çıkarmaktadır. Gerçi kanımca kâlp iki dünyâya birden dönük olduğu için bir tık daha üstte ve ileride olmalıdır, böylece iki âlem de garantiye alınmaya çalışılmalıdır.

 

Aklın ve kâlbin bir-arada olmasına Kur’ân “akleden kâlp” der. Zâten bunu söyleyen başka da bir din ve yol yoktur. Kur’ân “akleden kâlp” derken, dikkat ederseniz akletmeyi kâlbe vermektedir. Çünkü aslında “akıl” diye bir şey yoktur, “akletmek” ve “akıl yürütmek” vardır. Vücûdumuzda bir yerlerde, kendisine “akıl” diyebileceğimiz bir cevher ve maddî bir şey yoktur. İnsanda, rûhtan yada bilinçten kaynaklanan “akıl yürütme yeteneği” vardır. Çünkü insan tek-boyutlu bir varlık değildir ve onun bedenden başka bir de kâlbî ve rûhî yönü vardır ki insanı “insan” yapan taraf budur.

 

Kur’ân akletmenin -seküler akılda olduğu gibi-, beyin, zihin, mantık, matematik vs. ile değil, kâlp ile yapılmasından bahseder. Çünkü akıl ancak kâlp-merkezli akleden kâlp ile, Allah adına ve vahiy-merkezli olarak işletildiğinde ve kullanıldığında doğru yolu bulur ve tüm herkes için yararlı ve iyi şeyler ortaya koyabilir. Aksi-hâlde işe şeytan, nefs ve tâğutlar karışır ve akıl şeytanlaşıp zekâ ile birleştirilerek kurnazlığın adı olur. Kâlp, vahyin indiği yerdir ve rûhu besler. Akleden kâlp her dâim Allah’a dönüktür. Fakat burada dikkat edilmesi gereken şey, kâlbin “kâlb-i selîm olmasıdır. Selîm ismi; “kusuru olmayan, sağlam, doğru olan, tehlikesiz, zararsız, kurtulmuş, samîmî, sâkin, temiz” anlamlarına gelir. Bu nedenle Kur’ân’da ve İslâm’da “kâlb-i selîm ve akl-ı selîm ifâdeleri vardır ki aslında birbirlerine yakın mânâları vardır. Kâlb-i selîm olunca akl-ı selîm de olunur. Aksi-hâlde akıl, selîm olmayan bir yola girer ve nice çirkefliklere neden olur ki insanlık-târihi bunun acı örnekleriyle doludur:

 

“Ancak Allah’a selîm bir kâlp ile gelenler başka”. (İllâ men eta(A)llâhe bikâlbin selîm) (Şuârâ 89).

 

“Hani o, Rabbine arınmış (selîm) bir kâlp ile gelmişti”. (İż câe rabbehu bikâlbin selîm) (Saffât 84).

 

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard-arda gelişinde temiz akıl-sâhipleri (akl-ı selîm olanlar) için gerçekten âyetler vardır” (Âl-i İmran 190).

 

Aklın selîm olması yâni dosdoğru çalışabilmesi için kâlbin ve vahyin emrinde olması gerekir ki Kur’ân’ın mutlakâ kullanılmasını emrettiği, aksi-hâlde kişinin üzerine pislik yağacağını söylediği akıl budur:

 

“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik bırakır” (Yûnus 100).

 

Kur’ân’ın “kullanın” dediği akıl, kutsallaştırılmış, ilahlaştırılmış ve tapınılıp durulmakta olan, şeytanın, nefsin ve tâğutların kontrôlünde ve de yönlendirmesinde olan akıl değildir. Kur’ân rasyonellikten bahsetmez ve aklı, kâlp ile birlikte kullanmaktan bahseder ama burada kâlbin bir adım önde olmasını söyleyerek “akleden kâlp” der. Yâni akletmek mutlakâ kâlbi işe karıştırmakla ve kâlp ile birlikte yapılmalıdır.

 

Akılcılık, Aydınlanma Çağı’na damgasını vurmuş olan en önemli ilkedir. Bu dönemde akıl, geleneğin ve tanrı irâdesinin yerine geçer. Her-şey akıl süzgecinden geçirilir. İnsana ve evrene ilişkin görüşler aklın rehberliğinde şekillenir. Akıl, her-şeyin ölçüsüdür. İnsanlığın mutluluğunun ancak akıl ile sağlanabileceği düşüncesi, döneme hâkim olmuştur. Allah’tan, vahiyden ve kâlpten soyutlanarak kutsallaştırılan, ilahlaştırılan ve tapılan akıl kir ve pas içinde kalır. Bu akıl doğru bilgiyi ve doğru yolu gösteremez hâle gelir. Allah’ın sözünü hesâba katmayan ve inkâr eden akıl işte budur:

 

“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘Geçmişlerin masallarıdır’ dedi. Aslâ, hayır; onların kazandıkları, kâlpleri üzerinde pas tutmuştur” (Mutaffifîn 13-14).

 

Aklın bir sınırı vardır ve bu sınır gaybın kapısıdır. Akıl kendini ancak Allah adına olduğunda, vahiy-merkezli çalıştırıldığında ve “akleden kalp”e dönüştüğünde kendini bulur ve en doğru olarak en zirvede çalışır. Akıl, Allah’ın râzı olacağı şekilde ancak böyle işletilebilir. Aksi-hâlde maddenin sınırı içine hapsolur ve tıkanır kalır. Tıkanan ve işletilemeyen akıl bir yaraya merhem olamaz. Aklın, Dünyâ ve insan fıtratına tam uyumlu çalışabilmesi için mutlakâ kâlbin ve vahyin desteğine ihtiyâcı vardır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2023

 

Devamını Oku »

11 Eylül 2023 Pazartesi

İslâm’ın Altın-Çağı Ne Zamandır?

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

Aslında, belli bir dönem için Altın-Çağ ifâdesini kullanmak yerine, “hakkın, hakîkatin, ahlâkın, adâletin, iyiliğin, paylaşımın ve tevhidin ikâme edilip hâkim olduğu zamanlar, Allah’ın râzı olduğu zamanlardır” demek daha doğru olur. Çünkü bâtılın peşinde gidenler de dâhil herksin bir “altın-çağ”ı vardır ve onu över durur. Kendisinin en çok palazlandığı, Dünyâ’dan en çok yararlandığı, en güçlü olduğu, makam ve mevkî sâhibi olduğu, bağlı olduğu ideolojinin en zirvesine çıktığı, bir ülkenin ve devletin gücünün doruğuna çıktığı, topraklarını en çok genişlettiği, ilimde, bilgide ve teknolojide en çok atılımın yapıldığı vs. zamanlar “altın-çağ” olarak kabûl edilir. İslâm’ın altın-çağı ise, Allah’ın mü’minlerden râzı olduğu ve yardımını ulaştırdığı ve böylece şirkin, küfrün ve zulmün ber-tarâf edildiği ve hakkın-hakîkatin, adâletin-eşitliğin, ahlâkın ve tevhidin hâkim kılındığı zamanlardır.

 

Vahiy, Dünyâ’nın “altını üstüne getirmek için” indirilmiştir. Kur’ân “kâlpler için” bir şifâdır; zihinleri ise allak-bullak eder ve iç-âlemlerden sonra dış-âlemin yâni Dünyâ’nın altını üstüne getirir. Zîrâ o “büyük bir haber (Nebe’)”dir.

 

Mevcut Dünyâ “anlamsız” bir Dünyâ’dır. Mü’minlerin bu anlamsız dünyâya anlam katması zorunluluğu vardır. Gerekirse bunu, Dünyâ’nın altını üstüne getirerek yapar. Bir müslümanın Dünyâ’nın altını üstüne getirmek isteği, hedefi ve görevi, “Dünyâ’yı sükûnete kavuşturmak” içindir. Mevcut kötü durum nedeniyle Dünyâ’nın altını üstüne getirme hayâli kurmayan kişi peygamber seçilmez ve kendisine vahyedilmez. Allah, peygamberleri, Dünyâ’nın altını üstüne getirsinler-çevirsinler diye gönderir. Dünyâ’nın altını üstüne getirmeye cesâret edemeyenler, “altın”ı üstün hâle getirirler. Sonra da başlarlar ona tapmaya. Lâilaheillallah sözü ise, “yeryüzünün altını üstüne getirmek” ve “şirki mahvedip, tevhidi ikâme etme”nin sloganı ve startıdır. Bu startın başladığı an İslâm’ın altın-çağı da başlamış demektir.

 

Altın-çağ, tabiatın -sözde- hâkimiyet altına alındığı çağ değildir. Tam-tersine tabiat insanları hâkimiyeti altına almıştır.

 

Altın-çağ, robotların değil, İslâm’ın-tevhidin hâkim olduğu-olacağı çağdır.

 

İslâm’ın altın-çağı, şûrâ sisteminin terk edilerek Emeviler ile birlikte saltanatın başladığı ve müslümanların siyâsî, askerî ve ekonomik anlamda güçlenerek büyük bir devlet olduğu zamanlar değildir. Yine; saltanatın ve -sözde- hilâfetin el değiştirerek yönetimin Abbâsiler’e geçtiği ve gücünün zirvesine ulaştığı dönem de değildir. Me’mun döneminde Dâr’ûl Hikmet’in kurulduğu ve pagan felsefesinin ve biliminin temel alındığı ve sonuçta çeşitli sapkın düşüncelerin de ortaya çıktığı dönem de değildir. Kayıp Aydınlanma denilen ve bâzılarının da batı modernizmine meftûn ve râm olmasından dolayı çok övdüğü Îran ve Orta-Asya’da İbn-i Sinâ, Birûni ve Farâbi gibi kişiler ile bilimde bir ilerlemenin olduğu ve adına İslâm’ın Altın-Çağı denilen zaman da değildir. İslâm’ın altın-çağı, sınırların Çin’den İspanya’ya kadar genişlediği zamanlar değildir. Selçuklular ve Osmanlılar ile cihangir devletlerin ortaya çıkması ve Dünyâ’nın hâkimi oldukları dönem de değildir. Türkler için birilerinin zannettiği gibi , köhnemiş hilâfetin (!)  ve saltanâtın kaldırılıp yüzlerin, ruhların ve kâlplerin batı’ya ve muâsır devletlere dönüldüğü zamanlar da değildir. Özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra modern-bilim ve teknolojinin çok geliştiği (yada değiştiği) böylece Dünyâ’nın iletişimde ve ulaşımda bir köye döndüğü modern ve post-modern zamanlar da değildir.

 

Altını da yaratan Allah’ın hesâba katılmadığı yada merkeze alınmadığı bir çağ nasıl olur da altın-çağ olarak anılabilir?. İbn-i Sinâ, Birûni ve Farâbi gibi kişiler iyi bilim-adamları ve düşünürlerdir fakat onlar din konusunda zayıftırlar. Hattâ sapkın düşünceleri vardır yada dîne ilgisizdirler. Üstelik hâlleri ve davranışları İslâm’a çok da uygun olmayanlar vardır aralarında. Peki İslâm’ın yâni dînin altın-çağından bahsediyorsak, dînin ifsâd edildiği yada pek de kâle alınmadığı kişilerin yaşadığı çağ nasıl olacak da İslâm’ın altın-çağı olacak?. Bu dönemler “müslümanların altın-çağı” olabilir ama “İslâm’ın altın-çağı” olamaz. İslâm’ın altın-çağı olabilmesi için hayâtın merkezinde Allah, İslâm ve vahiy olması gerekir ve kişilerin tasavvurlarının, düşüncelerinin, konuşmalarının, yazdıklarının ve amel-eylemlerinin İslâm-merkezli olması gerekir:

 

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).   

 

Altın-çağ, tevhidin hâkim olduğu çağdır. Asr-ı saadet çağı gibi. Tevhidin hâkim olması ise, göklerdeki gibi sâdece Allah’a göre olan bir düzenin Dünyâ’da da kurulmaya başlanması yada buna niyetlenerek çalışılmasıdır.

 

İslâm’ın altın-çağı, 23 yıllık nübüvvet sürecinde her-şeyin vahiy-merkezli olarak tasavvur edilmesi, vahiy-merkezli olarak düşünülmesi, konuşulması, yazılması ve amel-eylemde bulunulmasıdır. Tüm bunlar vahyin canlı-canlı inerken olması buna ayrıca bir değer katar. Zâten bu-bağlamda Allah’ın, Peygamberimiz’i ve o’nunla birlikte olanları “örnek” göstermesi de anlamlıdır. Örnek gösterildikleri için de yaşadıkları zamâna “asr-ı saâdet çağı” denilmiştir. Altın-çağ için asr-ı saadet çağından yada sürecinden daha iyi bir örnek olamaz. Çünkü dediğimiz gibi, İslâm’ın altın-çağı, Allah’ın râzı olduğu ve yardımını ulaştırarak şirkin, küfrün ve zulmün ber-taraf edilerek hakkın ve hakîkatin hâkim kılındığı çağ ve dönemdir. Bu dönem özelde 23 yıl, genelde ise 50-60 yıllık bir dönemdir.

 

Altının bir gücü vardır, fakat çelik ondan daha güçlüdür. Lâkin çelik çağı da en ideâl çağ değildir. İslâm’ın altın çağı; kitap mizan ve demirin dengede olduğu çağdır.

 

İslâm’ın tüm zamanlar için altın-çağı, hayâtın vahiy-merkezli olarak okunduğu ve dokunduğu, îmânın, sabrın, direnişin, paylaşmanın, hicretin, kardeşliğin, cihadın, şehâdetin, devletin ve medeniyetin ikâme edildiği ve başlatıldığı, Allah’ın da râzı olarak nîmetlerini indirdiği çağdır. Allah’ın, âhiretin, gaybın, vahyin, dînin, İslâm’ın, peygamberliğin, imânın, ibâdetin ve teslîmiyetin hesâba katılmadığı yada merkezde olmadığı hiç-bir çağ altın-çağ falan değildir vesselam. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2023

 

Devamını Oku »

Siyâseti Dîne “Âlet” Etmek


“O, iş-başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helâk etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez” (Bakara 205).

 

Âyetin “o” dediği kim yada kimlerdir?. Elbette fıtrata, doğaya ve normâle aykırı davranan kişi-kişiler. Bunlar Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberleri ve İslâm’ı hesâba katmadıkları için, düşündükleri, konuştukları, plânladıkları ve yaptıklarına mutlakâ şeytan, nefs ve tâğutlar karışacaktır. İşe Allah’ı karıştırmayıp da şeytanı, nefsi ve tâğutları karıştıranlar ise mutlakâ eksik ve yanlış işler yapacaklar, sonuçta da çok da uzun olmayan bir vâdede ekini ve nesli ifsâd edeceklerdir ki insanlık-târihi de işte genelde bunun yaşandığı süreçtir.

 

Hayır!; başlığı yanlış yazmadım; “dîni siyâsete âlet etmek”ten değil, “siyâseti dîne âlet etmek”ten bahsedeceğim. Çünkü din dünyevî hiç-bir şeyin âleti olamaz. O sâdece Dünyâ’da da âhirette de iyilerden olma ve iyiyle karşılaşma kılavuzudur. Şu da var ki, siyâsete âlet edilen şey din değil, din adına uydurulan ve “din” diye ortaya atılan bâtıllardır.  

 

Din bir nesne değildir ve öznedir. Her-şeyin öznesi. Zîrâ Allah’ın vahiylerinden oluşan din “Allah’ın dîni”dir. Bu nedenle onu bir şeye âlet edemezsiniz. Aksine din, özne olduğu için her-şeyi kendine âlet eder ve böylece her-şey dîne göre olur. Allah katındaki tek hak din olan İslâm da zâten, her-şeyi dîne yâni İslâm’a göre belirlemek ve ikâme etmek için indirilmiş bir din’dir. Peygamberimiz’in imamlığı ve devlet-başkanlığı döneminde siyâset “dînin kontrôlü”nde ve yönlendirmesinde idi. Hz. Osman zamânında işler tersine döndü ve tam-aksine din siyâsetin kontrôlüne girmeye başladı. Daha sonra ise iş zıvanadan çıktı ki hâlen de aynı-şekilde devâm etmektedir ve din yâni İslâm, siyâsetin sıkı kontrôlü ve denetiminde bulunmakta, lâiklik denilen dinsizlik de buna kılıf yapılmaktadır.

 

İslâm her-şeye karışabilir ve “Allah’ın sözünü Dünyâ’da da hâkim kılmak için” her-şeyi dîne âlet eder ki bu en çok da siyâset alanında böyle olmalıdır. Zîrâ her-şeyi seküler siyâset belirliyorken, seküler siyâseti ise Allah’ı ve dîni hesâba katmayanlar belirliyor. Böyle olunca da insanların çoğunluğu zor bir hayat yaşarken, siyâseti belirleyen “mutlu azınlık çarkı” dönüp duruyor.    

 

Sosyâli, kültürel, âilevî, ahlâkî, ekonomik, asgarî, kânûnî, siyâsî her-şeyi ancak Allah belirlediğinde ve her-şey İslâm’a göre olunca ancak, aynen göklerdeki gibi bir düzen kurulabilir ve gerçek adâlet, eşitlik, hak-hakîkat ve ahlâk ikâme edilebilir. Bunun başka da bir yolu yoktur. Hani bir türlü adâlet-eşitlik, hak-hakîkat ve düzen-intizam sağlanamıyor da, tüm Dünyâ’da adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın, ahlâksızlığın, açlığın-susuzluğun, şirkin-küfrün ve zulmün hâkim olduğu bir yer hâline geliyor. İşte tüm bunların nedeni, Allah’ın, âhiretin, gaybın, vahyin, peygamberlerin yân kısaca İslâm’ın her alanda hâkim olmasının önlenmesi, özellikle de siyâsetin dîne âlet edilmemesi ve tam-aksine, birilerinin, her-şeyde olduğu gibi, dîni siyâsetten de uzak tutmak için ellerinden gelen her-şeyi yapıyor olmalarıdır. “Din siyâsete âlet edilemez” diyorlar ama sürekli olarak “dinsizliği siyâsete âlet” ediyorlar.

 

Her-şey dînin âleti olmadığında yâni her-şey dîne göre olmadığında, din “her-şeye göre” olmaya başlar ki tüm zamanların asıl sorunu budur. Tüm vahiylerin ve peygamberlerin gönderiliş nedeni, “her-şeyi dîne göre yapmak” yâni her-şeyi ama özellikle de siyâseti dînin âleti kılmak”tır. Târih, dînin siyâsete âlet mi olacağı yoksa siyâseti ve her-şeyi dînin âleti mi edineceğinin savaşımının târihidir.

 

Siyâset dîne âlet edilmezse, din siyâsete âlet edilmeye başlar. Siyâset dîne âlet edilmediğinde, din, her türlü siyâsete her zaman âlet edilmeye çalışılmıştır. Zâten başka bir seçenek yoktur. O-hâlde ya -doğru olarak- “siyâset dîne” âlet edilecek yada -yanlış olarak- “din siyâsete” âlet edilecektir. Bakmayın siz modernlerin “dîni siyâsete âlet etmeyin” deyip durduklarına, onlar dîni adamakıllı olarak siyâsete âlet edip durmaktadırlar. Çünkü dîni serbest bıraksalar, din, siyâseti ele geçirecek ve siyâset dâhil her-şeyi kendine araç edinecektir ki bu, “her-şeyin Allah’a ve dîne göre olması” demektir. 

 

Siyâsete dîni, imânı, kitabı, peygamberi, şeriatı yâni İslâm’ı, yâni Allah’ı karıştırmamak, siyâsete; adâleti, eşitliği, ahlâkı, düzeni, intizâmı, hakkı-hakîkati vs. karıştırmamak demektir. İşte seküler siyâset bununla mâlûldür. O gidip diğeri gelirse, bu ideolojinin yerine diğer ideoloji hâkim olursa, muâsır uygarlıklar gibi olursak vs. her-şeyin çok iyi olacağı vaâtleri ve umutları her zaman boşa çıkmıştır ve bundan sonra da her zaman boşa çıkacaktır. Çünkü Allah’ın, âhiretin, vahyin, dînin, peygamberlerin yâni İslâm’ın işe karıştırılmaması tüm bu beklentileri boşa çıkaracak  ve sonuç hep hüsrân olacaktır ki zâten hep hüsrân olmaktadır. Sonuçta da umut, kitlelerin suyu-ekmeği olmaya devâm edecektir. 

 

Târih boyunca tüm kâfir ve müşrik kavimler, dîni, putlar üzerinden siyâsetin âleti yapmışlardır ki modern zamanlarda bu, “modern putlar” üzerinden yapılmaktadır. Tüm peygamberler ve vahiyler ise işte bunu tersine çevirerek, “dîni siyâsete âlet olmaktan” kurtarıp, tam-aksine, “siyâseti dînin âleti kılmak için” gönderilmişlerdir. Zâten her-şey dînin âleti ve aracı olursa yâni her-şey dîne göre olursa yerli-yerinde olur ve aynen göklerdeki bir düzen ve intizam Dünyâ’da da kurulabilir. Aksi-hâlde herkes ve her-şey dîni âlet etmek isteyecek ve din tahrif ve tahrip olmaya başlayacaktır.

 

Mezhep, meşrep, târikat, tasavvuf vs. bunların ortaya çıkışı, din-kaynaklı değil, siyâset-kaynaklıdır. Baktığınızda bu akımların, dîni hep siyâsetlerine âlet ettiklerini ve dîni siyâsetlerine göre şekillendirdiklerini görürsünüz. İnsanlık târihi boyunca bu hep böyle olduğu gibi, modern zamanlarda bu hâlen böyle olmaya devâm etmektedir. Modern mezhep, meşrep, târikat, cemaatler, ideolojiler, inançlar, felsefeler, düşünceler vs. şeytânî ve nefsi tüm akımlar, dîni hep siyâsetlerine âlet etmeye çalışmakta ve dîni ifsâd ederek tahrif ve tahrip etmektedirler. Bunlar, oluşturdukları siyâsetlerde hep dîni âlet olarak kullanmışlardır ve kullanmaktadırlar.

 

“İslâm siyasete âlet edilemez” diyenler, bâtıl dinler olan; lâik, seküler, demokratik, komünist, sosyâlist, kapitâlist, feminist, sapık modern dinleri siyâsete âlet etmekte bir sakınca görmezler. Evet; İslâm siyâsete âlet edilemez. Çünkü siyâset “İslâm’ın âleti”dir.

 

Sosyâli, kültürel, âilevî, ahlâkî, ekonomik, asgarî, kânûnî, siyâsî alanlara dîni yâni Allah katındaki tek hak din olan İslâm’ı karıştırmayı büyük bir felâket olarak görmek ya derin bir cehâlet yada ağır bir din-düşmanlığından başka bir şey değildir. Buna müslümanların bir kısmının da katılıyor oluşu ahmaklık ve budalalıktan başka bir şey olmaz. Zîrâ hem müslüman hem de lâik, demokratik, seküler ve modern olmak absürdlükten başkası değildir. İnsanların çoğunluğu bu absürdlükle mâlûldür. Lâkin İslâm’da çoğunluk her zaman olumsuzluk belirtir:

 

“Yer-yüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle yalan söylerler” (En-âm 116).

 

Dünyâ bir imtihan alanıdır ve bu imtihan kıyâmete kadar da bitecek değildir. Bu da -sünnetullah gereğince- çeşitli zorlukların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Fakat niçin her-şeyi dînin âleti yaparak ve her-şeyi dîne göre düzenleyerek Dünyâ’yı doğal, normâl ve fıtrî hâle getirip, sâdece “doğal zorluklar”la imtihan olmak kolaylığı varken, dîn-İslâm hiç-bir şeye karıştırılmadığı için ve seküler siyâsete âlet edilip durduğundan dolayı doğal olmayan zorluklar içinde boğulup kalıyoruz ve imtihanları kaybederek hem Dünyâ’da zor bir hayat yaşıyoruz hem de âhiretimizi de riske atıyoruz?. Çünkü siyâseti dîne âlet edeceğimize, dîni siyâsete âlet ediyoruz ve böylece sünnetullahın zoruyla karşılaşıp duruyoruz.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2023

 

Devamını Oku »

Bir Yanlışı Başka Bir Yanlış İle Savunmak

 

“Ey îman edenler!; Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nûr ve anlayış (furkân) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sâhibidir” (Enfâl 29).

 

Kâinatta muhteşem bir döngü ve denge vardır. Bu muhteşem döngünün ve dengenin nedeni, kâinât döngüsüne Allah’tan başkasının karışmaması ve göklerdeki her-şeyin Allah’ın kânunlarına göre hareket etmesidir. Kâinatta döngünün ve dengenin bozulduğu tek alan, insanların işe karıştığı noktadadır. Sosyâl, kültürel, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, dînî, âilevî, ahlâkî vs. alanlarda (İslâm-merkezli çok kısa dönemler hâriç) bir türlü denge sağlanamamıştır ve sağlanamamaktadır. Vahiy-merkezli olmayınca insanların yaptığı şey, bir yanlışı yeni bir yanlış ile gidermeye çalışmak ve bir yanlışı yeni bir yanlışla savunmak olmuştur-olmaktadır.

 

İnsanların târih boyunca sürekli yaptığı hatâ, “bir yanlıştan benzer bir yanlışa düşmek” olmuştur. İnsanlar 2’ye ayrılır: 1-Yanlışı hemen görenler, 2-Yanlışı iş işten geçtikten sonra fark edenler. Âyetin de söylediği gibi, bir yanlışı yayılmadan hemen görebilmek için bir ferâset, bir nûr, bir furkân gerekir. Bunu sağlayacak olan tek şey ise İslâm’ın nûru, ferâseti ve vahyin kazandırmış olduğu bakış-açısıdır. İnsanları, bir yanlışı başka bir yanlış ile savunmaktan ancak bu İslâmî bakış-açısı kurtarabilir.

 

İnsanlar târih boyunca; geleneği modern olan ile, klâsik hurâfeleri modern hurâfelerle, ilkel olanı modern-bilim ve teknoloji ile, tek-kişilik ideolojileri çok-başlı ideolojilerle, klâsik putları modern putlarla, uygun olmayan zemine uygun olmayan malzemeyle yapı yapmayı, yine uygun olmayan zemin ve malzemeyle yapmakla, beşerî-mitolojik dinleri modern-beşerî dinlerle ve inançlarla, eski klâsik savaşları daha yıkıcı olan modern savaşlarla, yanlış düşünce ve felsefeleri yeni ama yanlış felsefe ve düşüncelerle, eski kast sistemini  modern yeni kast sistemleriyle, eski eğitim sistemini yeni eğitim sistemiyle vs. eskiden yapılmış ne kadar yanlış ve çirkinlikler varsa şimdi de yeni yanlış ve çirkinliklerle savunmaktadırlar. Çünkü eğer Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberleri, dîni yâni İslâm’ı hesâba katmıyorsanız hattâ merkeze almıyorsanız, mecbûren eski bir yanlışı yeni bir yanlışla gidermeye çalışırsınız yada eski bir yanlışı yeni bir yanlış ile savunmaya kalkarsınız.

 

Bu bağlamda; mitolojik dinler yanlıştır ve sapkındır fakat modern New Age dinler-inançlar da yanlıştır ve sapkındır. Eski büyücüler ve gaybdan haber verenler yanlış yoldaydılar ama modern kâhinler, komplo teorisyenleri ve modern müneccimler de yanlış yoldadırlar. Astrolojinin verileri uydurmadır ama astronominin verilerinin de büyük çoğunluğu uydurmadır. Orta-çağ felsefesini yanlış bulanlar bilsin ki modern çağ felsefesi de yanlıştır. Rönesans sanatı sapkındır ama modern sanat da sapkındır. Roma İmparatorluğu zâlimse, ABD de zâlimdir. Eskiden insanlar büyük zorluklar altında yaşamışlardır ama modern insanlar da büyük zorluklar altında yaşamaktadır. Eski adâletsizlikler kötüyse modern adâletsizlikler de kötüdür. Eski şirk, küfür ve zulümler insanlığa ve Dünyâ’ya zarar verdiyse modern şirk, küfür ve zulümler de vermektedir.

 

Dünyâ’ya son 250 yıldır batı uygarlığı hâkim olduğu için insanlar kıyaslamayı hep batı’ya göre yapıyor ve lâik-seküler zihniyet hep şu tür laflar söylüyor; “müslümanlar her türlü hurâfeler üretirlerken, Avrupa bilim, teknoloji ve felsefe ile uğraşıyordu”. Fakat batı aynı-zamanda dinden-îmandan vazgeçiyor ve ona düşman oluyordu. Önceden din ile yaptığı yanlışı bu sefer de dinsizlikle yapmanın adımını atıyordu ki geldiğimiz yer îtibârıyla Dünyâ’yı dinsizlikle mâlûl bir yer hâline getirmişlerdir. Yâni eskiden aşırı din ile yaptıkları yanlışları şimdi de aşırı dinsizlikle yapmaktadırlar ve bir türlü denge kuramamaktadırlar. Sonuçta ortada bir dengesizlik sürüp gitmektedir. Zîrâ eski yanlışların çâresi olarak doğru zannettikleri yeni yanlışlıklar ve sapkınlıklar ortaya çıkarmaktadırlar ve bunlar da kısa vâdede insanlara büyük zararlar vermektedir.

 

Hristiyanlar -muvahhid olanlar hâriç- önceden bir insan olarak Hz. Îsâ’ya tapıyorlardı, şimdi ise Hümanizm ve akıl bağlamında tüm insanlara tapıyorlar ve aynı yanlışı yapıyorlar ama eski yanlışı yeni yanlış ile savunuyorlar.

 

Âdem’den bêri insanoğlunun ürettiği bilginin %95’i yanlış, %4’ü de şüphelidir. Buna rağmen eski bilgiyi kötüleyip yeni bilgiyi övüyorlar. Fakat bu yeni bilgi de Allahsız ve dolayısıyla sapkın olduğu için küresel ve kitlesel anlamda bir yaraya merhem olmuyor ve bir fayda sağlamıyor.

 

İnsanlık târihinin en büyük yanlışı-günahı-felâketi, liberâlizm adına “insanı sınırsızca serbest bırakmak” olmuştur. Eskiden insanların özgür olmadığını söyleyenler Dünyâ’yı küresel bir açık-hava hapishânesine çevirmişlerdir ve üstelik herkesi 7/24 izleyip durmaktadırlar (panoptikon) buna rağmen modern insanın en özgür insan olduğunu savunmaktadırlar. Oysa modern insanın özgürlüğü bir tek, “Allah, din ve vahiyden özgür olmak ve bundan dolayı da her türlü sapkınlığı özgürce işleyebilmek özgürlüğü”nden başkası değildir.

 

Eski târikat ve tasavvufçular; “hakîkate ancak keşif ile ulaşılır, o keşif de bizim gibi yüce zâtlara âittir” derken; modernler de, “hakîkate ancak felsefe, modern-bilim ve teknoloji ile ulaşırsın, ona ulaşmak da bizim gibi uzman, doç, ve prof. Olmayı gerektirir” diyerek şirkin iki farklı yönünü gösteriyorlar ve benzer yanlışı savunuyorlar. Böylece iki kesim de vahiyden ve güzel örneklikten koptuğunu sergilemiş oluyor. Oysa hakka ve hakîkate ancak vahiy-merkezli olarak îman ve sâlih amel ile ulaşılabilir.

 

Müslüman ve doğu’lular insanları mistisizm, bâtınilik ve tasavvuf ile “içten” sömürürken, “keşifler (aslında yaptığı sömürüdür) yaptı ve insanlığa ufuklar açtı” denilen batı, Amerika’da kızılderilileri öldürüyor, Afrika’da siyah ırkı köleleştiriyor ve uzak-doğuda ise sarı ırkı sömürüyordu. Böylece kitaptan ve dinden kopmanın sonucu iki farklı şekilde ortaya çıkmış oluyordu. Birileri kâlpleri kullanarak insanları sömürürken diğeri beyinleri ve zihinleri sömürerek ve de nefisleri kışkırtarak insanları sömürüyordu. Böylece sürekli bir sömürü mevcut oluyordu.

 

Kânunları tek bir kişinin belirlemesi “yanlış” görülürken, tek-tek kişilerden oluşan çoğunluğun belirlemesi “doğru” görülüyor ve savunuluyor. Peki küresel ve kitlesel anlamda ne değişti ve nasıl iyilikler ve çâreler ortaya çıktı ki?. Elbette koca bir hiç!.

 

Batı’nın, kadim bilimden koparak oluşturduğu modern-bilim anlayışı, Newton’un, “şu-anda yanlış olduğu ispatlanan” sonuçlarına bakarak oluşturduğu bilim anlayışıdır. Newton’un yerçekimi kânunu, Einstein’in yeni çekim teorisiyle yanlışlanıyor. Oysa iki teori de yanlıştır. Bunun gösterilmesi için üçüncü bir yanlış teorinin ortaya çıkma zamânını beklemek yada hakkın ortaya çıkıp işin kesin ve net doğrusunu ortaya koymasını beklemek gerekiyor.

 

“Batı’yla ancak yine onların silahları gibi silahlarla mücâdele edilebilir” düşüncesi çok yanlıştır. Çünkü eğer batı’nın silahlarını edinirsem, ben de onlar gibi zâlim olurum. Lâkin mevcut durum bir zorunluluk -en azından geçici olarak- silahlanmayı gerektiriyor.

 

Osmanlı, batı karşısındaki geri kalışını tâmir etmek için, askeri alanda taklitçilik yaparak “batı’dan mülhem” modern ordu kurmakla nasıl yanlışa düştüyse; Cumhuriyet Türkiye’si de, batı karşısındaki geri kalışını tâmir etmek için, siyâsi alanda taklitçilik yaparak “batı’dan mülhem” modern-seküler ideolojileri uygulayarak yanlışa düşmüştür. İkisi de yaptıklarının olumlu sonuçlarını bâriz bir şekilde görememiştir.

 

Demokrasi, ilk düğmenin yanlış iliklenmesidir. Buna rağmen demokrasinin apaçık yanlışları ve zararları, “daha fazla demokrasi” diyerek kapatılmaya ve savunulmaya çalışılıyor. Bir yanlış başka bir yanlış ile değiştirilemez, giderilemez ve savunulamaz.  

 

Modern yanlışlıklar, geçmişin yanlışlarının aşırı eleştirilmesiyle kapatılmaya çalışılıyor.

 

Eski yada yeni bir yanlışı, yeni yada daha yeni olan bir yanlışla savunmaktan kurtulmanın tek çâresi ve yöntemi, “yanlıştan ve hatâdan münezzeh olan” Allah’ının sözünü dinlemek, kararları ve tüm çalışmaları da vahiy-merkezli olarak yapmaktan geçer. Varlığı Yaratan’ı hesâba katmadan yapılan tüm yanlışlar yen, bir yanlışla değiştirilmek, giderilmeye çalışmak ve savunulmak zorunda kalacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2023

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »