“Ey îman edenler!; mü’minleri bırakıp da kâfirleri
veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir
delil vermek ister misiniz?” (Nîsâ
144).
Batı, târih
boyunca kendini “doğuştan haklı ve üstün” olarak görmüştür. Bunun nedeni
nedir?. Batı’da anlamsız bir kibir vardır. Bu kibrin nedeni ilk başta Yunan ve
Roma, daha sonra da modernizmdir. Batı, Yunan düşüncesi ve Roma siyâseti ve
hâkimiyeti nedeniyle, modernizm ile birlikte de günümüzde Dünyâ’ya hükmediyor
olmasından kaynaklanan bir kibre sâhiptir. Oysa târih boyunca Dünyâ’ya hükmeden
çeşitli milletler ve uygarlıklar olmuştur. Bunun en hayırlısı elbette İslâm
din, kültür, devlet ve medeniyetidir. Çünkü müslümanlar kibirli olmamıştır.
Zîrâ kibrin, “Allah’a karşı bir gururlanma” olduğunun farkındadırlar.
Büyük İskender ve ordusu,
Makedonya’dan kalkıp tâ Hindistan’a kadar giderek ve 50 küsur savaş yaparak çok
büyük barbarlıklar göstermelerine rağmen, kendilerine “uygar”, savaştıkları
kavimlere ise “barbar” derlerdi. Avrupa’nın ve batı’nın kendilerini “uygar”, diğerlerini
ise “barbar” görmelerinin kökeni tâ o zamanlara kadar uzanır. Modern yunan-batı
zihniyeti de, yaptığı modern barbarlıkların üstünü aynı-şekilde örtmek
istemektedir.
Yunanlılar yâni
Helen’ler, kendilerini uygar, kendilerinden başkalarını ise “barbar” olarak
görmüşlerdir ve bu hâlen de böyledir. Helence konuşmayan herkesi barbar, kendilerini
ise uygar görmüşlerdir ki batı’ya bu fikir Yunanlılardan gelmiştir. Onlar bu
düşüncelerini, Perslerle yaptıkları savaşlarda aldıkları gâlibiyetlerle kanıtlamış
sayarlar. Hâlbuki Pers ordusunda binlerce paralı Helen askerleri de vardı.
Yunanlılar yâni
Helenler aslında doğu kökenlidir. Yoksa Yunanistan’a uzaydan gelmiş değillerdir.
Yunanistan’ın ilk halkı olan Pelasglar’ın (Pelasgiler) doğu Akdeniz’den geldikleri
söylenir. Yunancadaki “P” harfi doğu Akdeniz dillerinde “F” olarak söylenir. Platon’a
doğu’da “Eflatun” denir meselâ. Pelasgiler olarak da bilinen Pelasglar, “P”
harfi “F” ile değiştirildiğinde “Felasglar” yada “Felasgiler” olarak bilinir ki
bu adlandırmanın “Filistiler” şeklinde Filistinliler ile bağlantısı olduğu
rivâyetleri vardır. Yâni Yunanlılar aslında doğu’ludurlar ve zâten tüm
kültürlerini de doğu Akdeniz’den, Fenike ve Mısır’dan almışlardır. Zâten alfabeleri
Fenike alfabesinden alınmıştır ki aslında bir-çok şeylerini Fenikelilere
borçludurlar. Buna rağmen kendilerini “uygar”, uygarlıklarını aldıkları doğu
halkları da dâhil diğerlerini “barbar” olarak görmelerinin nedeni anlamsız bir
kibirden başkası değildir.
İlginçtir ki Helenler, kendilerini Avrupa’dan
bile ayırırlar. Bizzat Aristo Avrupa’yı Yunanistan’dan ayrı tutar ve orada
yaşayanların “bir rûh sâhibi olduğu hâlde zekâ ve beceriden yoksun olduğunu”
belirtir.
İşte batı,
kibrini, her-şeyini borçlu olduğu Yunan yada Helenlere borçludur. Şunu da
söyleyelim ki Yunanlılar kendilerine “Yunan” demezlerdi. Yunan, İyonya’dan
bozma bir kelimedir ve ilk kez Türkler ortaya çıkarmışlardır. Yunanlılar kendilerine
“Grek” de demezlerdi. “Grek” deyiminin
batı dünyâsına Latinlerden (Romalılardan) geçmiş olduğu sanılmaktadır. Sözlük
anlamı bakımından Grek, “hırsız, hîlekâr” demektir. Bu yüzden Yunanlılar
kendilerine “Helen” derlerdi ki bu ad da Hellas=Güneş şehrinden geliyordu.
Hellas “Güneş kültü”nün bir isimlendirmesi olabilir. Çünkü Yunanlılar
Güneş-merkezciydiler yâni Yunanlılarda Güneş ilahtı. Modern batı’nın ve
modern-bilimin “Güneş-merkezli”liği biraz da buradan gelir. Bu düşüncede Güneş
merkezdedir ve Dünyâ ve diğer gezegenler onun etrâfında döner.
Günümüzde “Grek”
deyimi daha çok kullanılmaktadır. Latince sözlüklerde “Grek” kelimesinin
karşılığı mecâzi anlamda “fripon, escroc” (hilekâr, dolandırıcı) şeklindedir.
Fransızca Larousse’da da aynı anlamda kullanıldığı söylenir. Bu anlam Yunan
rûhunu yaraladığı için 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra, Yunan hükümetinin başvurusu
üzerine “Grek” kelimesinde düzeltme yapılmıştır. Grek kelimesinin kötü anlamı
dolayısıyla Yunanlılar, “Helen” sıfatını kendilerine daha lâyık görmektedirler.
Büyük İskender (III. Aleksandros), yaptığı seferle birlikte
Yunan uygarlığını doğu’ya taşımıştır. Doğu medeniyetinin Yunan uygarlığı ile
kaynaşması sonucunda “Hellenizm” ortaya çıkmıştır. Bu medeniyetin oluşmasında
Yunan, Anadolu, Mezopotamya, Mısır ve Îran medeniyetlerinin katkıları olmuştur.
Helenistik Medeniyet M.Ö. 327 ile M.Ö. 30 yılları arasında etkili olmuştur. Bâzıları “geç Helenistik dönem”den bahsederler. Eğer
“geç Helenistik dönem”den bahsederek Roma ve Orta-çağı da hesâba katacaksak, o
zaman günümüzü de “modern helenistik çağ” olarak adlandırmak gerekir. Ne de
olsa modernite bir Greko-Romen uygarlığıdır. “Geç Helenistik dönem” en geç, 381
yılında Roma’nın resmî olarak hristiyanlaşmasıyla biter.
Antik Yunan
dönemi, “Hellenik” ve “Helenistik” dönem olarak ikiye ayrılır. İskender’e kadar
olan dönem “Hellenik”, İskender ve ondan sonraki dönem ise “Helenistik”
dönemdir. Helenistik dönem aslında bir Yunan-Mısır-Pers uygarlığıdır. Helenizm,
bir Yunan-Roma-Mısır-Îran-Pers-Mezopotamya sentezi bir uygarlıktır. İskender’le
birlikte doğu, Yunan kültüründen etkilendi fakat İskender, doğu’dan daha fazla
etkilendi. Zîrâ binlerce yıllık Pers kültürü Yunan kültüründen üstündü. Bu
yüzden İskender, Persler gibi giyinmeye ve davranmaya başladı. Devletin ve
ordunun yapısını Persler gibi düzenledi. Kendisine Perslerden iki tâne eş aldı.
Subaylarına da Pers kadınlarıyla evlenmelerini emretti. Çünkü böylelikle hârika
bir sentez uygarlık ortaya çıkacağını düşünüyordu. Zâten askerlerin İskender’e
karşı isyân çıkarmak istemesinin nedeni biraz da, İskender’in Yunan kültüründen
ziyâde Pers-doğu kültürünü benimsemeye başlaması yüzündendi.
“Hellenik” (Yunanlı yada
Yunanca konuşan anlamında, fakat özellikle Kuzey Yunanistan’da yer alan Teselya
ile ilgili olarak kullanılan sözcük) ile “Helenistik” kelimeleri ve anlamları
farklıdır. Hellenik “sâdece Yunana” özgüdür fakat Helenistik; Mısır, Îran, Hint
ve Mezopotamya uygarlıklarının karışımı ve senteziyle ortaya çıkmıştır. Fakat
Helenizm özellikle Mısır ve Ptolemaios Krallığı ile ilgilidir. Bir yazıda bu
bağlamda şunlar söylenir:
“Hellen
birliğini sağlayan Makedonyalı Philip’in öldürülmesinden sonra yerine geçen
oğlu Büyük İskender, MÖ.334-323 yılları arasında bilinen Dünyâ’nın büyük bir
kısmını fethederek Avrupa’dan Hindistan’a kadar uzanan büyük bir imparatorluk
kurmuştu. Büyük İskender’in askerî seferleri, siyâsî yönden olduğu kadar
kültürel yönden de çok önemli sonuçlar doğurmuştur; çünkü bu seferler
sonucunda, Yunan uygarlığı, Uzak Doğu’ya kadar yayılmış ve bu bölgedeki Mısır,
Mezopotamya, Îran ve Hint uygarlıklarıyla karışarak ve kaynaşarak, yeni bir
uygarlığı, yâni Hellenistik uygarlığı oluşturmuştur. Fakat Büyük İskender, 323
yılının Hazîran ayında Bâbil’de ölünce, kurmuş olduğu Dünyâ İmparatorluğu,
generâlleri arasında paylaşılmıştır. Mısır vâlisi Makedonyalı Ptolemaios burada
krallığını îlân etmiş ve M.Ö. 30 yılına kadar Mısır’a hâkim olacak Ptolemaios
sülâlesini yönetime getirmiştir. Hellenistik dönem uygarlığını yaratanlar
özellikle Ptolemaios âilesi olacaktır” denir.
İskender Pers
kıyâfetlerini benimsediğinde bu davranış mâiyetindeki Yunanlıları hoşnut
etmemişti. Saraya gelen ziyâretçilerin, -Pers kralları karşısında olduğu gibi-
secdeye kapanmak zorunda kalmalarından hoşnutsuzluk duyuluyordu. Yunanlıların
kendilerini uygar, diğerlerini ise barbar görmelerinin nedeni, kendilerinin
özgür olduklarını sanmalarındandı. Doğu’lular-Persler ise barbardı ve
köleydiler. Çünkü krallarının önünde secde ediyorlardı. Secde doğu’da Allah’a
yapılan şeydir. Bu davranış daha sonra kendilerini Allah gibi gören krallara
yapılmaya başlanmıştır sapıkça bir hareket olarak. İşte bundan dolayı
Yunanlılar kendilerini secde etmedikleri için özgür görüyorlardı, özgür
oldukları için de uygar olarak kabûl ediyorlardı. Hristiyanların Müslümanlara
“kâfir” demelerinin sebebi, müslümanların sürekli olarak namaz ile secde
etmelerindendi. Tahrif olmuş hristiyanlığa göre ise kendileri secde
etmiyorlardı. Bu düşünce onlarda bir kibir ortaya çıkarıyordu. Çünkü kendileri -sözde-
hiç kimseye secde etmiyordu; politika, cumhûriyet ve demokrasi nedeniyle. Oysa
panteonda binlerce tanrı vardı ve bunlara tapıyorlardı. Demokratik Yunan ve
cumhuriyetçi Roma, secde etmelerinden dolayı, doğu’nun monarşisini küçüklük ve
eziklik olarak görüyor ve kendi sistemlerini ise büyüklük ve üstünlük görüyorlardı.
Fakat Roma, Sezar’la birlikte imparatorluğa ve monarşiye geçti. Yâni
kibirlendikleri şeyin altında kaldılar. Hattâ Sezar karşısında yerlere
kapanıyorlardı. Bu tutum günümüzde modern batı’da da bulunuyor. Müslümanları
Allah’a karşısında secde ettiklerinden dolayı ezik, ilkel, geri, düşük, köle ve
barbar olarak görüyorlar. Kendileri ise özgürler ya, güyâ uygar oluyorlar. Oysa
insanlık târihinde hiç görülmeyen derecede modern bir kölelik sergiliyorlar. Bu
kölelik, “nefislerinin köleliği”dir.
John Roberts batı’nın kibrinden bahsederken şunları söyler:
“Büyük bir güvenle ‘uygar dünyâ’dan bahsedenler, etraflarına
baktıkları zaman Avrupa’nın ve yerleşimlerinin ötesinde söz etmeye değer fazla
bir şey bulamadılar (gerçi 20. yüzyılda bâzıları Japonya’nın hâkim olan ‘uygarlığı’
paylaştığını düşünüyordu). Adı geçen yerler dışında dünyâ, Avrupalılara göre kâfir,
geri kalmış ve câhil insanlarla doluydu. Bunların arasında az sayıda insan,
‘uygarlığı’ kuranların arasına karışmak için çabalıyordu. At-gözlüğü takmış bu
çirkin bakış-açısı, daha sonra ortaya çıkacağı gibi Avrupa’nın kültürel ve siyâsal
başarısının önemli bir malzemesiydi. Avrupa’nın fikirleriyle değerlerinin ‘doğuştan
üstün’ olduğunun kanıtlandığı inancı, insanları dünyâya yeni saldırılar yapmaya
cesâretlendirip bu değerleri yeniden kavrayıp yanlış okumaya yöneltti. 18.
yüzyılın ilerici değerleri, kökeni dîne dayalı diğer değerleri pekiştirmek için
yeni tezler sağladı. 1.800 yılında artık Avrupalılar diğer kültüre karşı
saygıyı büyük ölçüde kaybetmişti. Kendi toplumsal uygulamalarının diğer
kıtalarda görülen anlaşılmaz barbarlıktan bâriz biçimde üstün olduğunu düşünüyorlardı.
Geriye dönüp İslâmiyetle çatıştıkları yüzyıllara, müslümanların İberik
Yarımadası’ndan püskürtülmesine, Orta ve Güneydoğu Avrupa’dan geri çekilmeye
başlamalarına bakıp gerçek uygarlığın ilerlemesi sonucu müslümanlarla başarılı
bir biçimde savaştıklarına karar veriyorlardı. Yada Çin’in anlaşılmaz
tepkisizliği ve buna bağlı çürümesi üzerine kafa yoruyorlardı. Avrupalıların
Amerika’daki Kızılderili imparatorluklarını yıkması, barbarlığın ve anlamsız zâlimliğin
kökünün kazınması olarak görülüyordu.
Avrupalıların çoğu diğer
kültürlere tepeden bakıyordu. Leibniz ve Voltaire’in takdir ettiği (az yada çok
anlayarak) Çin uygarlığına, Viktorya döneminde yaşayanlar küçümseyerek
bakıyordu. Bunlardan biri bunu ‘dev, durağan, çekici olmayan, somurtkan bir
uygarlık’ olarak tanımlamıştı. Elbette bu hükümler yüzeyseldi. Yabancı kültürler
hakkında bunun gibi pek-çok hüküm verilmişti. Örneğin kıtanın kendine özgü
ekolojik ortamında yaşayabilmek için karmaşık yöntemlerin üstesinden gelen
Afrikalılar hakkında Avrupalılar ‘vahşîler’ diye hüküm verip onları hiçe
sayabiliyordu. Avrupa’nın Dünyâ’ya açılması sırasında Avrupalılar yüzyıllar
boyunca boyun eğdirdikleri halklardan bir anlamda daha ‘iyi’ olduklarını
varsayıp onlara kötü davranmıştı. Hattâ birer hristiyan olarak Tanrı’nın
nezdinde kendileriyle eşit olan insanların ruhlarını kurtarmaya çalışırken,
hakîkate sâhip olduklarını ve câhillik, ahlâksızlık, vahşîlikle mücâdele
ettiklerini düşünüyorlardı. Hristiyan köklerinden lâikleşerek uzaklaşan bu tür
fikirler, bu yüzyılda bile ilerleme efsânesiyle lâik misyonerlik azmini
koruyarak Avrupa’nın kibrini beslemeyi sürdürdü”.
Avrupalılar,
Yunan ve Roma’nın ihtişamlı günlerinden sonra egemenliği doğu’ya kaptırmalarının
nedeni olarak faturayı hristiyanlığa ve dîne kesmiştir. Yoksa batı’lıların
beceriksizliğinden ve doğu’nun üstün olduğundan dolayı değildir bu. Böyle
düşünmektedirler. Böyle olunca da dinden nefret ederek uzaklaşmışlardır.
Helenizm târihi
ve süresi için, İskender’in ölümünden (M.Ö. 323) Kleopatra’nın ölümü (M.Ö. 30)
arasındaki 297 yılık süre anlaşılır. Bâzıları İskender’in doğuşu (M.Ö. 356) ile
başlatır bu süreyi. Bâzılarıysa M.Ö. 700’lere kadar çıkarır. Roma’nın da Helen
olduğunu (ki M.Ö. 30’a kadar yâni imparatorluğa kadar Helen’di) daha sonra da
Bizans’ın Helen olduğunu kabûl edersek ve Hristiyanlığı bir Helen dîni olarak
görürsek, modern Avrupa’yı ve batıyı yâni tüm Avro-Amerika’yı ve bu zihniyette
olan doğu’daki hristiyan ülkelerini de Helen kabûl etmeliyiz.
Batı’lı olmak,
belli bir bölgede doğmak, yaşamak ve o bölgede bir devlete sâhip olmak demek
değil, “batı uygarlığına âit olmak” demektir. Bu sâdece resmî bir şekilde
değil, halkın çok büyük çoğunluğunun bunu benimsemiş olmasıyla alâkalıdır. Bu
bağlamda Türkiye de batı’lı olmaya doğru gitmektedir. Bu, Helen kibrinin
kalıntıları ve sürdürücüsü olarak böyledir ama Helenizm kültürünün en etkili olduğu
zamanlar, İskender’in ölümüyle, Kleopatra’nın ölümü arasındaki dönemdir.
Helenizm, “iki ölüm arasındaki kibir”dir.
Yunanlılar, kendilerine ırk birliğini
açığa vuran ‘"Hellen” adını vermeden önce, başka ırktan olanları ve başka
dil konuşanları “Barbar es” olarak göstermişler, bu şekilde kendileriyle
yabancılar arasında bir sınır çizmişlerdir. Bu sınır kibirlerini daha da
arttırmıştır. Zîrâ çizilen her sınır, kibri arttırır.
Yunanlıların bu
kibri, diğer toplumların “dinlere göre” hareket etmesine rağmen, Yunanlıların “akıllarına
göre” hareket etmesi ve akla uymayan şeyleri kabûl etmemeleri nedeniyledir.
Aklı kullanmak onları uygarlaştırıyor ve “biricik” yapıyordu. Fakat arka-plânda
Panteonda binlerce tanrı ve tanrıcık vardı. O hâlde akıllarını yönlendiren şey
bu tanrılardı, yâni nefisleri. Akılları, tanrıların yâni nefislerinin
kontrôlünde ve yönlendirmesindeydi. Bu nedenle de akıllarıyla söyledikleri ve
yaptıkları şeyler insanlık adına bir iyilik ortaya çıkarmadı-çıkarmıyor. Bu
durum modern batı’da da aynıdır. Yunan düşüncesini din yapmış olan modern batı
da aynı şeyi yapmakta ve şeytanın ve nefsin inşâ ettiği ve yönlendirdiği akıllarıyla
övünmektedirler. Fakat bakıldığında akıllarının bir yaraya merhem olduğu yoktur
ve tam-aksine bir-çok yaralar açmaktadır. Bırakın insanlık adına bir iyilik
yapmayı, Dünyâ’da büyük bir fitne başlatmış ve ekini-nesli-hayvanları ve bitkileri-doğayı
ifsâd etmişlerdir ve etmektedirler. Bunu o çok övündükleri (dinden bağımsız) akıllarıyla
yapmışlar ve yapmaktadırlar. O kibirlendikleri akılları onlara ne kötü şeyler
yaptırıyor..
Yunanlılar-Helenler
akıllarıyla her-şeyi bilip her-şeyi yapabileceklerini sanmakla kendilerini
tanrı gibi görüyorlardı. Başkaları ise barbar, ilkel ve akılsız kölelerdi. Bu
nedenle kendilerinde onlara ilahlık yapma hakkı görüyorlardı. İskender’in “doğu
seferi”ni başlatmasının nedenlerinden biri de bu düşüncedir. “Tanrı insanlar”, “köle
insanlar”a hükmetmeliydi. İşte kibir buydu. İnsanın ortaya koyduğu en büyük
kibir, kendini Tanrı gibi görmesidir. Modern insan ve batı işte bu yoldadır ve
artık tanrının öldüğünü ve tanrı yerine
insanı ve aklı koyduğunu, insanın ortaya koyduğu ideolojilerin “din” olduğunu
ve uzmanların de peygamberler olduğunu söylemektedirler. Böylece bir fitne ortaya
çıkarıp Dünyâ’yı ifsâd eden bir kibir ortaya çıkmaktadır.
Yunanlılar uygar
olduklarını ve sözde üstünlüklerini İskender’le de gösterdiklerini
düşünüyorlardı. Batı’nın kibirli bir şekilde Yunan-Helen ve Roma’ya dayanan
kültürünü tüm Dünyâ’ya yaymasının
kökeninde ve arka-plânında, İskender’in “üstün Yunan kültürü”nü tüm Dünyâ’ya
yaymak istemesi yatar. İskender; uygar, üstün, özgür demokratik Yunan
uygarlığı(!)nı tüm Dünyâ’ya zorla da olsa yaymayı hak olarak gördüğü ve
benimsediği için doğu’ya sefere çıkmıştı. İşte modern batı da, aynı nedenlerle
uygarlığını yâni moderniteyi tüm Dünyâ’ya zorla da olsa yaymayı bir hak olarak
görmektedir. Bunu o kendine has kibri yüzünden yapmaktadır. Üstelik bu uğurda
yapılan her türlü çirkefliği ve şerefsizliği de meşrû kabûl etmektedir. Fakat
İskender nasıl ki bunu yapmak için çıktığı doğu’da boğulup öldüyse, batı da
aynı sonucu yaşayacaktır. Helenizm, Anadolu ve doğu’da boğuldu ve oranın kadim kültürü
içinde kayboldu gitti. Geriye bir-kaç şehir isminden başka bir şey kalmadı. Zîrâ
paganizm hiç-bir zaman kalıcı olamaz.
Paganizm “tek
tanrı”yı inkâr ettiğinden dolayı bir kibir ortaya çıkarması kaçınılmazdı.
Aynısı modern batı için de geçerlidir. Fakat nasıl ki klâsik paganizm yok
olduysa, seküler batı yâni modern paganizm de yok olmaya mahkûmdur. Kibrin sonu
budur. Zîrâ fıtrata, doğala, doğaya ve normâle uygun değildir. Hepsinden
önemlisi hak dîne uygun değildir. Zâten batı’nın kibri de buradan gelmektedir.
İskender’le
birlikte Yunan kültürü Mısır, Îran ve daha uzaklara yayıldığı gibi; Îran, Mısır
ve daha uzakların kültürü de Yunanlılara sirâyet etti. Yunanlıların Perslere
üstün geldiği gibi, daha önce de Persler Yunanlılara üstün gelmişlerdi. Sasaniler
Bizans’a üstün geldiği gibi, Bizanslılar da Sasaniler’e üstün geldiler. Bu, Allah’ın
sünnetullahı ve imtihanın bir gereğidir ve bu gerçek Kur’ân’da şu şekilde söylenir:
“Eğer bir yara
aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz onları
insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri
belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veyâ şehidler) edinmesi içindir. Allah,
zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran
140).
Roma
imparatorları secde edilerek tanrılaştırılmıştır ve hattâ resimlerinde başlarındaki
hâlleler “güneş-tanrı” anlamı taşır. Fakat kralların kendilerini tanrı îlan
etmesi sâdece batı’nın değil, tüm insanlığın ortak kibridir.
Daha sonra
ortaya çıkıp büyüyen Roma’da da Yunandan mîras aldığı büyük bir kibir vardı. Mütekebbir
olan Allah’ın büyüklüğünü hesâba katmayanlar kibirlendikçe kibirlenirler. Fakat
müslüman devletlerde bu kibir ya yoktur yada geçici ve çok azdır. Selçuklu, Osmanlı
ve müslüman devletlerde bu tür kibirler bulunmaz. Zîrâ müslümanlar günde beş
vakit secde etmekte ve “ey Allah’ım!, Sen’den büyüyü yok” demektedir. Secde
kibrin panzehiridir. İnsan ne kadar secde etmezse o kadar kibirlenir.
Secdesizlik ve kibir şeytandandır. Secde, kibri mahveder.
Modern batı’da “uygar
ve barbar” düşüncesi, Evrim Teorisi ve Sosyâl Darwinizm ile “evrimini tamamlayanlar”
ve “evrimini tamamlamayanlar” olarak ifâde edilir. Bu nedenle de kendilerini
“evrimini tamamlamış uygarlar”, diğerlerini ise “evrimini henüz tamamlamamış
olan barbarlar” olarak görmekte ve “uygarların barbarları kullanma ve sömürme
hakları olduğunu” söylemektedirler. İskender Helen kibri ile doğu’yu sömürmeyi
kendinde hak olarak görürken, modern batı da modern-bilimin zırvalıklarını
kullanarak kendilerinde, “evrimini tamamlamışlar” olarak sömürme hakkı
görmektedirler. Bu durum şimdilerde de “demokrasi götürmek” olarak kendini
gösteriyor. Bir yazıda bu bağlamda şunlar söylenir:
“Bâzıları Darwinci biyolojinin tezlerini çarpıtarak aksettirdi.
Genetik olarak Dünyâ’yı yönetmesi kaderine yazılmış olan beyaz ırkın üstünlüğü
nedeniyle emperyâlizmin kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyorlardı. İster doğru
ister yanlış anlaşılsın, bilimin ‘insan’ denen hayvanın kaynaklara ulaşma mücâdelesinde
beyaz ırkın daha verimli olduğunu sözde kanıtlayarak, bu tür iddiâlara destek
sağladığı söyleniyordu. Beyaz ırkın daha zekî, mânevî açıdan rekâbete daha
yatkın, zihinsel ve belki fiziksel olarak daha üstün olduğu ileri sürülüyordu.
Doğuştan gelen ırksal üstünlük ve bundan kaynaklanan doğal yarışmacı rûh
konusundaki mantıksız savlar, zamanla yerini ekonomik rekâbet koşullarına uygun
açıklamalara bıraktı.
Avrupalılar diğer kültürler
ve uygarlıklar hakkında aslâ fazla bilgi-sâhibi olmadığından onların
kendilerinden ne kadar farklı olduğunu yeterince bilmiyordu. Yabancı kültürlerden
öğrenebilecekleri bir şeyler olduğunu neredeyse hiç düşünmüyorlardı. Dünyâ’yı
ve târihini düşündükleri zaman Avrupalılar dikkat çekici ölçüde kendini düşünen
ve kendini beğenen bir insan topluluğuydu. Kendi gözlerinde onlar ‘uygar
dünyânın’ beşiğiydi”.
Batı’lı biyologlar, modern batı’lı ırkların farklı
köklerden geldiğini ileri sürerek daha üstün soylara âit olduklarını söylerler.
Tabi böyle olunca da “diğer ırklar düşük soylara dayanır” derler. Meselâ onlara
göre Afrikalılar, kısa bir süre önce ve Homo Sapiens’e “yakın” olan
yaratıklardan türemiştir. O nedenle de evrimlerini henüz tamamlayamamışlardır.
Batı’lılara göre tüm Avrupalılar, yalnızca yedi kadından oluşan bir kurucu
nüfusa “Havvâ’nın Kızları”na dayanır. Kökleri oradadır.
Batı dediğimiz, greko-romen
temelli kültüre sâhip olan zihniyettir. Zîrâ batı, kültürünü greko-romen
kültürü yeniden dirilterek ve üreterek ortaya çıkarmıştır. İşte batı’nın kibri,
bu greko-romen kültürden gelmektedir. Greko-romen kültürdeki bu kibir, diğerini
ötekileştirmekle ve aşağılayarak ayrımcılık yapmakla kendini gösterir. Bunun
sonucunda batı dışındaki insanların köleleştirilmelerini ve sömürülmelerini
güyâ normâlleştirirler. Batı’nın o kibirli filozoflarının hemen hepsi de, kendilerini
yâni beyaz batılı insanı üstün, diğerlerini ama özellikle zencileri aşağı ırk
olarak görürler ve zencilerin ancak kendilerine köle olabileceklerini
söylerler. Çeşitli sapıkça sözlerle insanları bunun doğal olduğuna inandırmaya çalışırlar.
Oysa Allah katında bir Bilal Habeşi’nin yanında bu filozofların alayının,
pislik kadar bile değeri yoktur. Celaleddin Vatandaş bu konuda şunları söyler:
“Köleciliğin felsefî temelleriyle ve
inanç boyutuyla da sistemli bir anlayışa ulaştığı Antik Yunan toplumunda,
Yunanlı olmayan herkesin potansiyel köle olduğu anlayışı egemendi. Yunanlıların
üstünlük duygusu ve Yunanlı olmayanları ifâde eden barbarların doğaları gereği
güce itaate hazır oldukları düşüncesi, Yunan köleciliğinin temel kabûllerinden
birisiydi. Bu anlayışın etkisi iki biçimde açığa çıkıyordu: Birincisi,
barbarların doğaları îtibârıyla köleliğe uygun oldukları ve dolayısıyla
köleleştirilmelerinin Yunanlılar için bir imtiyaz ve hattâ bir görev olduğu
inancı; ikincisi ise Yunanlıların doğaları gereği özgür yaratıldıkları ve
köleleştirilemeyecekleri inancı. Yunan toplumunda yaygın olan bu inanç önce
kısmen Platon’da (MÖ 427- 347) ve daha sistematik hâliyle de Aristoteles’te (MÖ
384-322) felsefî bir temele kavuşmuştur. Önerdiği yasalarda ve öğütlerinde
açıkça gözlendiği üzere Platon, efendi ile köle arasındaki ayrımı, Atina’da
mevcut olandan da geniş hâle getirme çabası içerisinde olmuştur. Thomas
Aquinas, De Regimine Principum isimli ünlü eserinde, Aristoteles’in görüşünü
daha da ileri götürür ve şöylesi tespitlerde bulunur: ‘Doğa, diğer şeylerde
olduğu gibi insanların kendi arasında da derecelendirmelere gidilmesini zorunlu
kılmıştır. Doğanın zorunlu gördüğü ve derecelendirdiği bu zümrelere, üstün veyâ
aşağı durumdaki insanların hâlleriyle rastlamaktayız, hâkimiyetin her
kademesinde üstün olan ile aşağıda kalanlar arasında kurulmuş uyumlu bileşimi
görmekteyiz. Tanrı insanları farklı kılarak adâletini göstermiştir’.
David Hume (1711-1776), konuyla
ilgili olarak şunları söyler: ‘Siyahların beyazlardan daha aşağı olduğunu
düşünmeye meyilliyim. Hiç gelişmiş bir medeniyet kurmamışlar. Aralarında eylem
ve düşünce olarak öne çıkan biri de yok. Hüner gerektiren bir
araçları-gereçleri yok. Sanat yok, bilim yok. Buna mukâbil en barbar ve
kaba-saba beyazlarda bile (meselâ eski Germen kavimleri veyâ günümüzün
Tatarları) bir tür mertlik, bir yönetim organizasyonu yada başka şeyler görmek
mümkün. Doğa tarafından belirlenmiş bir fark bulunmasaydı, farklı coğrafyalarda
ve bu kadar farklı zaman dilimlerinde devamlı aynı manzara karşımıza çıkmazdı.
Kant (1724-1804), beyaz ırkı insanlığın ulaştığı zirve olarak tanımlamıştır.
Irk anlayışı üzerinden, Antik
Yunan’da egemen olan anlayışta olduğu üzere, aşağı ırkların üstün ırklara hizmet
amaçlı yaratılmış varlıklar oldukları, aşağı ırka mensup olanların ağır ve pis
işlerde hiç-bir şekille insânî olmayan şartlarda çalışmalarının doğal olduğu
anlayışı savunuldu. Greko-Romen düşüncesinde beyazın olumlu, siyahın olumsuz
değerlendirildiği bir renk sembolizmi vardı. Örneğin Ortaçağda Şeytan’ın
isimlerinden birisi Siyah Adam (Black Man) idi ve siyah, günahla
özdeşleştiriliyordu. Bu imgenin belirleyiciliği bütün ırk kategorilerindeki
siyahtan beyaza gidildikçe, hiyerarşik olarak basamakların yükselmesi göz-önüne
alındığında ortaya çıkmaktadır”.
Üstün ırk oldukları inancı
batı’da bir kompleks hâline gelmiştir. Dünyâ’daki şiddetin temelinde işte bu
kompleks vardır. Bu kompleks birlerinin batı’ya haddini bildirmesine yada Allah’ın
acı bir azap göndermesine kadar sürecektir.
Batı’nın
siyâseti Yunan demokrasisi ve Roma cumhûriyetine dayanır. Aynen onlar gibi Allah’sız
ve pagandır. Batı’nın bilimi de aynen Yunanda olduğu gibi matematik-merkezlidir.
Modern dünyâda da bir “matematik kibri” vardır. Hattâ bu, matematikçilerin
sosyâlcilere karşı bir kibri olarak da görülür.
Batı’nın o çok
matah zannedilen değerleri “şarta” bağlıdır. Bu şart, “maddî şart”tır. Madden
zenginliği kaybolduğunda değerleri, dolayısıyla kibri de kaybolur gider. Batı
için ne kadar maddî çokluk varsa o kadar da kibir vardır. Bu aslında tüm
insanlık için de bir ölçüde geçerlidir.
Batı’nın kibri
aslında, târihin hiç-bir döneminde “tek-tanrı” inancında olmadıklarındandır.
Batı, hristiyanlığa bile teslis denen üçlemeden yâni Baba, Oğul ve Kutsal Rûh
şeklinde üç tanrının varlığı kabûl edildikten sonra kitlesel olarak râzı
olmuştur. Çünkü paganizm yâni şirk ve putperestlik karışmayan hristiyanlığı
kabûl edemiyorlardı.
Batı siyâsette
Roma, düşüncede ve dinde Yunan yâni Helen’dir. Aslında Roma bile siyâsetini
putperest Helenlerden almıştır. Roma, büyüklüğüne(!) bakarak kibrini
resmîleştirmiştir. Günümüzde de görülen batı kibrinin kaynağı bunlardır. Batı
kendini “gelişmiş uygarlık” olarak görürken, diğerlerini ise 2. ve 3. dünyâ ve
geri kalmış yada “gelişmekte” olan ülkeler diye ayırır. Bunun sebebi kibirdir.
Ne yâni; insanları kitleler hâlinde öldürecek silahlara sâhip olmak uygarlık
da, bunlara sâhip olmamak ilkellik midir?.
Batı kibri, ten
rengiyle de insanları ayırır ve beyaz ve sarı tenlileri uygar, koyu ve siyah
tenlileri ilkel görürler ve bunu “onları sömürme hakkı” olarak kabûl ederler. Peki
beyaz tenin siyah tenden daha üstün olduğunun delîli nedir ki?. Aslında “koyu
ten asıl renktir ve açık ten rengi aslında ârızalı ten rengidir” diyen bilimsel
sonuçlar vardır. Tabi bizim müslümanlar olarak buna takılmamız söz-konusu değildir
ve mü’minler insanların renklerinin ve dillerinin farklılığını “âyet” olarak
görürler:
“Göklerin ve yerin yaratılması ile
dillerinizin ve renklerinizin (milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin)
ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler
için gerçekten âyetler vardır” (Rum 22).
Amerika’lı bir diplomat olan
Caleb Cushingi batı’nın ve de batı’lının ırkçılığını ve kibrini şu şekilde
gösterir: “Biz mükemmel beyaz ırkın
temsilcileriyiz. Beyaz ırkımızın gücü ve
ayrıcalığı çok açıktır. Ben ancak benim gibi beyaz
bir adamla -benim kanım ve ırkımdan olan- eşit sayılmayı kabûllenebilirim. Amerikan Kızılderilisi, Asyalı sarı
ırktan olanı yada Afrika’nın siyah adamını
değil”. Başkan John F. Kennedy ise: “Tanrı’dan bizi korumasını ve bize yardımcı olmasını
dileyelim ama unutmayalım ki yeryüzünde Tanrı’nın yapacağı işi yapmakla
biz görevliyiz”.
Haçlı Seferleri’nin maddî
külfeti Avrupalıları fakirleştirmiş ve tüketmişti. Zâten batı, ne ziraattan ne
de ticâretten pek de anlamıyordu. O yüzden bunlar aracılığı ile yeterli bir
geçim elde edemiyordu. Bu nedenle de en kolay yol olarak sömürü ve zulme
yönelmeyi seçti. Fakat bunun için en başta dinden vazgeçmesi ve zâten baştan
bêri kendilerinde olan kibri çoğaltmaları gerekiyordu. Bunu yaptılar. Sonuçta
bu kibir zulme dönüştü ve zulüm; Haçlı Seferleri, Engizisyon, Endülüs zulmü,
Amerika Kızılderilileri, Afrika ve Uzak-doğu üzerinde fecî bir şekilde gözüktü.
Batı, öldürmeye, sömürmeye ve zulme işte böyle alıştı.
Batı’nın, Avrupa’nın
ve batı zihniyetine sâhip olanların kibri, maalesef bir zamanlar Avrupa’nın en
ucu ve bâzıları tarafından Avrupa bile sayılmayan tarafında yaşamış olan bizim
balkan göçmenlerine bile sirâyet etmiştir. Onlardan “biz Avrupalıyız” sözlerini
duyuyoruz. Bunu bir üstünlük vesîlesiyle söylüyorlar. Bir keresinde İzmir
Karşıyaka’da yapılan bir tartışmada, göçmen kökenli biri, Denizli’li bir arkadaşa,
“tâ Denizli’den kalkmış İzmir’e gelmişsiniz” dediğinde, o da; “hadi biz
şuradaki Denizli’den geldik, siz tâ Balkanlardan niye geldiniz?” demişti. Balkanlardan
gelmeyi normâl olarak görüyordu. Çünkü ne de olsa Balkanlardan, batı’dan ve
Avrupa’dan gelmek normâldi. Oradan her-yere gidebilmek bir haktı. Burada kötü
olan şey, bir kibirle “dağdan gelip bağdakini kovmaktır” ki “balkan” kelimesi “dağ”
demektir?. Balkan sözünün, “sarp ve
ormanlık sıradağ; sık ormanla kaplı dağ; yığın, küme; sazlık, bataklık” gibi
anlamları vardır. Tabî ki Dünyâ Allah’ın dünyâsıdır. Herkesin her yerde
yaşama hakkı vardır. Bakmayın siz ulus-devlet sınırlarının keskinliğine. Balkan
kökenli Türk ve Müslüman kardeşlerimizin de her yerde yaşama hakkı vardır. Biz
sâdece, o kibirli batı düşüncesinin ve zihniyetinin etrâfa nasıl sirâyet
ettiğini göstermek için bu örneği verdik.
Batı kibrinin
üreticisi Yunanlılar yada Helenler, düşüncenin, felsefenin, bilimin ve
siyâsetin kaynağı olarak kendilerini görürler ve diğerlerinin kendi düşünceleri
üzerine düşünce, bilim ve siyâset ürettiğini söylerler. Oysa bunlar tüm
insanlığın ortak birikimidir. Helenlerin yaptığı, bilginin
Allah’sızlaştırılmasıdır ki modernite de bunu yapmış ve yapmaktadır. Allahsız
putperestliklerle övünmek abestir. Batı niçin her-şeyin kökenini Helen’e yâni
Yunana dayandırıyor ki?. Yunanlılar nereden aldılar bu bilgiyi, düşünceyi ve
kültürü?. Elbette Girit’ten, Girit uygarlığından. Peki Girit nereden?. Doğu
Akdeniz yâni Fenike, Mısır, Lübnan, Îran, Hindistan, Çin ve sonra da Arap ve
Türklerden.
Kibrin çıkış noktası “nefs”
olmasına rağmen kibirliler, kibirlerini her zaman “tanrının özel kulları ve
görevlendirdiği kişiler” olduklarını söyleyerek ortaya koymuşlardır.
Batı en temelde kibrini
mevcut Tevrat’a ve Yahudiliğe borçludur. Çünkü yahudiler, kendilerini “seçilmiş
millet” ve “üstün ırk” olarak görmektedirler. Onlara göre yahudiler tüm insanlardan
ve ırklardan üstündür. Onları üstün kılan ise Allah’tır ve bu nedenle de “tüm zamanlarda
bu üstünlük sürmelidir” düşüncesinde ve zannındadırlar. Yahudileri ateşleyen ve
“dünyâlık” yapan bu düşüncedir. Tevrat’ın âhirete yönelik aktarımları
belli-belirsiz bir ahiret inancı verdiğinden (çünkü tahrif edilmiştir) yahudiler
Dünyâ’ya yönelmişler ve maddeye odaklanmışlar, bunu sonucunda akıl-zekâ
alanında kendilerini geliştirmişlerdir. Fakat onlar akıl ve zekâlarını
Allah’tan, dolayısı ile merhâmet ve vicdandan kopuk olarak çalıştırdıklarından
dolayı akıl ve zekâları nefislerinin emrine girmiş ve sonuçta da Dünyâ’da büyük
bir fitne çıkarmalarına ve Dünyâ’yı ifsâd etmelerine neden olmuştur. Öyle ki,
Dünyâ’da ortaya çıkan pisliklerin neredeyse hepsi, şeytânî bir akıl ve zekâya
sâhip olan yahudilerin plânlarının bir sonucudur.
Tevrat’ta çeşitli yerde Yahudilere hitâben
konuşturulur ve yahudiler övülür:
“Sizi çok bir millet yapacağım. Sizi kutsayıp isminizi
büyük kılacağım. Sizi kutsayacağım, size düşmanlık yapanın düşmanı olacağım”
(Tekvin-Yaratılış 12:2-3).
“Siz Tanrınız Yehova için kutsal halksınız. Tanrınız
Yehova sizi özellikte kendi halkı olarak seçti” (Tesniye 7:6).
Yahudiler Allah tarafından
seçilmiş ve -sözde- “üstün ırk-halk” olduklarını sandıkları için, kendilerine
yapılan en küçük bir eleştiriyi bile Allah’a yapılmış sayarlar ve bunu kullanırlar-kullanıyorlar.
Öyle ki, güçlü oldukları ülkelerde meselâ Amerika’da, kendilerini eleştirenleri
yalnızlığa ve fakirliğe mahkûm edebilecek şekilde psikolojik ve ekonomik baskı
altına alıyorlar. Onları şu-an îtibârıyla Dünyâ’ya hâkim kılan(!) şey, işte bu
kibirdir. Zîrâ insanları ne kadar küçük ve ezik görürseniz o kadar gaddar ve
acımasız olur, bu gaddarlık ve acımasızlıkla da insanlara en olmadık zulümleri
ve adâletsizlikleri bile yapabilirsiniz. İşte yahudilere bunları yaptıran şey, “üstün
ırk” ve “üstün insan” olarak seçilmiş olduklarını sanmaları yaptırmaktadır.
“üstünüm, dolayısıyla da her-şeyi yapmaya hakkım var” düşüncesiyle zulümleri
yaparlar. Hâlbuki Allah, peygamber gönderdiği her halkı, “peygamber gönderilmiş
halk” olduğundan dolayı “o dönem için” diğerlerine üstün tutmuş olmasından dolayı
“sürekli bir üstünlük” hiç-bir halk için söz-konusu olmaz. Târih boyunca
Allah’ın seçtiği ve peygamber gönderdiği toplumlar içinde îman edenler,
diğerlerine üstün olmuşlardır. Fakat bu üstünlük, “tüm zamanlar için ve kıyâmete
kadar sürecek bir üstünlük değildir.
Sonuçta yahudiler batı’yla karşılaşınca
-ki bu karşılaşma ilk başta İskender’in M.Ö. 322’de Filistin’i ele geçirmesiyle
başlamıştır- yaklaşık 200 yıl süre boyunca Yahudi ve Helen-Yunan-Batı
etkileşimi oldu. Yahudiliğin kutsal metinleri Yunanca’ya tercüme edildi. Daha
sonra batı’lılar hristiyanlıktan dolayı Tevrat’ı kabûl ettikleri ve onu okuduklarından
dolayı bu kibri benimsemişlerdi. Onların yahudilere olan nefretleri, Hz. Îsâ’yı
yalanlamaları ve çarmıha gerdikleri içindi. Fakat zamanla yahudilerin
kibirlerinden etkilenmişler, bu kibri kendileri de sâhiplenmişler ve
içselleştirmişlerdir.
Werner Sombart, Yahudiliğin izinden Protestanlık’la
gidildiğini söyler. Katoliklerin aksine ticâret ve para kazanma konusunda
Protestanlar bir-çok yahudi öğretilerini benimsemişlerdir. Meselâ fâiz batı’da,
protestanlıkla birlikte meşrûlaşmaya başlamıştır. Sombart, kapitâlizmin
doğuşunda ve gelişmesinde yahudilerin önemli bir yeri olduğunu düşünmektedir. Sombart,
din ve felsefenin kapitâlizmin rûhunu beslediğini ve hattâ dînin çok eski târihlerde
bile toplumsal hayâtı etkilediğini ve Tevrat’ın ve Eski Ahit’in kapitâlist bir
rûha sâhip olduğunu vurgular.
Martin Lutber’in esas savunduğu nokta Katolik
Papalık’ın otoritesini reddetmekti. Katoliklerce “gizli yahudi” olarak
tanımlanan Martin Luther, geliştirdiği dînî doktrin için asıl kaynak olarak
Tevrat’ı benimsemiş, yahudilerin “seçilmiş halk” olduklarını kabûl etmişti.
Artık Eski Ahit de dîni otorite idi. Böylece Protestan hristiyanlar sâdece İncil’i
değil, onun yanında Yahudiliğin Kutsal kitabını da dikkate alıp okudular, dînî
yorumlarına yahudi görüşlerini de katmaya başladılar. Böylece katolikler’in yahudilere
olumsuz yaklaşımı karşısında protestanlar, yahudilere sempati ile yaklaşmaya
başladılar. Protestanlar Katolikliğin fâizi yasaklama yönündeki katı
görüşlerini de yumuşattılar. Karl Marx, Protestan ve Püriten geleneğinin kapitâlizmle
olan ilişkisinden bahsederken şöyle der: “Hristiyanlık Yahudilik’ten doğdu.
Şimdi ise Yahudilik’e geri dönmüştür”.
Diğerlerini küçük görme kibri, derin düşmanlıklara
neden olur. Dünyâ’daki kötülüklerin kaynağından biri bencillik ve egoistlik
olduğu gibi bir diğeri de “kendini ayrıcalıklı ve üstün görmek”tir. Hâlbuki
önemli olan “üstün ırk olmak” değil, “hayırlı bir toplum olmak”tır ki, Kur’ân,
hayırlı ve dolayısıyla üstün olanların mü’minler olduğunu şu şekilde söyler:
“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir
ümmetsiniz; mâruf (iyi ve İslâm’a uygun) olanı emreder, münker olandan
sakındırır ve Allah’a îman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette
kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden îman edenler vardır, fakat çoğunluğu
fıska sapanlardır” (Âl-i İmran 110).
Aslında batı,
kültürünü ve bilimini 1.800’lerin başına kadar Mısır ve Çin kökenli olarak
görüyordu ve bunu Fenikeliler’in yaymasıyla aldıklarını kabûl ediyorlardı. Ama
ne zaman ki ulus-devlet düşüncesini ve kökenini doğu’ya değil de Hint-Avrupa-Ari
ırkına ve Yunan düşüncesine bağlama düşüncesi başladı, ondan sonra yön
değiştirdi. Zâten bu düşünceyle birlikte “Yunanistan” ve “Yunanlı” diye toplama
bir millet ve devlet ortaya çıkardı. Oysa Yunanlılar özgün ırk olarak M.Ö.
200-300’lerde Roma imparatorluğu içinde asimile olarak yok olmuş bir ırk ve
kavimdir. Helenizm de zâten M.Ö. 30’da bitti. Modern Yunanlılar ise, Bulgar,
Slav ve Türk karışımı bir topluluktur. Kurulan Yunanistan ile Osmanlı’ya karşı
bir îtirâz yükseltildi ve Balkan Savaşları çıkarıldı ve bunda başarılı da olundu.
Modern Yunanistan batı tarafından, Osmanlı’yı yıpratıp parçalamak düşüncesi ve
siyâseti nedeniyle kurulmuştur. Osmanlı’nın Balkanlardaki hâkimiyeti çöktü.
Yunanistan ile başlayan Osmanlıdan kopuşun arkası geldi ve Balkanlar Osmanlı’dan
koptu.
Târih boyunca Türkler
ve Müslümanlar batı’yı fethetmişler fakat onlara zulm etmeyip tam-aksine
batı’ya düşünce, kültür ve bilimi taşımışlardır. Hattâ Yunan düşüncesini bile müslümanlar
diriltip taşımışlardır. Bunu yaparken bir komplekse ve kibre kapılmamışlardır.
Bu, İslâmî özgüvenden kaynaklanır. Buna rağmen batı, kibrinden ve
özgüvensizliğinden dolayı Türkleri ve Müslümanları bir türlü kabûllenememiştir
ve ilk fırsatını bulduğunda da zulmetmiştir. Çünkü batı, putperest kökenlidir
ve çok küçük istisnâlar hâriç hâlen de şirk ve küfür üzeredir. Bundan dolayı da
kendi dinlerini kabûl etmeyenleri benimseyememektedir. Doğduğu günden bêri panteonlardaki
binlerce tanrıya taptıktan sonra hristiyanlığa geçince bile tek-tanrıya tap(a)mamış
ve “trinity”ye yâni üç ilahlı tanrı âilesine tapmıştır ve hâlen de tapmaktadır.
Modernite ile birlikte de insana, akla, modern-bilime, teknolojiye, uzmanlara,
ideolojilere, lâik-seküler-demokratik-kapitâlist-liberâl-feminist-emperyâl
moderniteye, cinselliğe, maddenin her türlüsüne vs. tapmaktadır. Hem de ne
tapma!. Üstelik bu tapınışı bir kibirle ve üstünlük duygusuyla yapmaktadır. Şirki
ve küfrü ile övünmektedir. Zâten tek derdi, bu tapınma şeklini tüm Dünyâ’ya
dayatmak ve yaymaktır. Bu tapınma-şeklini kabûl etmeyenleri aynen eskiden
olduğu gibi yobaz, ilkel, barbar ve terörist olarak görmektedir. Kendileri
uygar ama diğerleri yobaz, geri, ilkel, barbar, 3. dünyâ ülkesi-vatandaşı ve
terörist. Oysa küfür-şirk içinde olan ve zulmeden kendisidir. Bu zulüm
profesyonel olarak yapılınca “uygarlık, ilerilik ve gelişmişlik” olarak kabûl
ediliyor, ama zulme karşı bir direniş olduğunda ise, “barbarlık” yâni modern
anlamda “teröristlik” olarak kabûl ediliyor.
Batı’nın kibri,
her-şeyi bilebileceğini ve yapabileceğini zannetme küstahlığıdır. Batı’nın
kibri Yunanlılardan ve de Roma’dan mîras kalmıştır ve aynı zulmü
sürdürmektedir.
Batı tam bir “dengesizlik
uygarlığı”dır. Zamânında Engizisyoncular “insanın rûhunu kurtarmak üzere”
bedenini yaktıklarını iddiâ ediyorlardı. Modem engizitörler ise tam tersine,
beden için rûhu yakıyorlar.
Batı, kibrinin bir sonucu olarak, İslâm’ı
batı düşüncesi ve zihniyeti merkezli olarak eleştiriyor ve onu çeşitli şekillerde
suçluyor. İslâm’ı hakîkî mânâda anlamak
için onu batı-merkezli anlamak zorunda değiliz. Hattâ İslâm hakkıyla anlamak ve
idrâk etmek için, onu batı uygarlığı insanlarının anladıklarından başka türlü anlamak
ve idrâk etmek gerekir. Batı bu anlayıştan ve idrâkten yoksun olduğu için kendi
anlayışını büyütüyor ve kutsallaştırıyor. Bu da onun kibrini daha fazla
arttırıyor.
Kibir; “Kendini büyük görme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme” (TDK)
demektir.
“Ve meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dedik. İblis hâriç
(hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden
oldu” (Bakara 34).
Müstekbirlerin (kibirlilerin)
pîri “şeytan”dır. Tüm kibirliler kibirlerini şeytandan mülhemle ve örnekle
yaparlar. Şeytan müstekbirlere, aynen kendisi gibi kibre kapılmalarını telkin
eder. Zîrâ Allah’a karşı gelmenin ve isyân etmenin en ileri şekli, kibir-sâhibi
olmaktır. İblis’i “şeytan” yapan, Allah’ın “secde et” emrine, kibrinden dolayı
karşı çıkmasıydı. Dikkat edilirse, belki binlerce yıl ibâdet hâlinde olan
İblis, Allah’ın “Âdem’e secde et” şeklindeki tek bir emrine kibrinden dolayı
uymayınca “şeytan” olmuş ve makâmından kovulmuştur. İblis’i şeytan yapıp onu
ebedî cehennemlik bir kâfir yapan şey, “tek bir emre itaat etmeyişi” idi yâni.
Allah’ın tek bir emrine bile itaat etmemek, kişiyi kibirli bir kâfir
yapabiliyor demek ki.
Batı, tüm Dünyâ’nın batı/lı
gibi olmasını da istemez. Çünkü sürekli birilerinin sırtına binmek ister. Bir
yazıda bu bağlamda şunlar söylenir: “Batı’lı bir ülke, başka ülkelerin batı’lı olmasını istemez. O ülkeyi kendine rakip olarak
göreceğinden, onun bu yöndeki çabasını engellemek ister. O ister ki, her
gittiği yere arkasından giden ‘uşakları’ olsun. O
ister ki, ne yaparsa kendine arka çıkacak, kendini savunacak
‘müttefikleri’ olsun. O ister ki, başka uluslar
onlara iyi bir pazar olsun, onların güvenliği ve refahı için kan ve ter sunmaya
âmâde işçiler olsun”.
Modern batı’nın
mevcut kibirli uygarlığı hırsızlığa dayanır. Avrupa hırsızlık ve köle ticareti
yâni zulümden kazandığı paralarla kendini görece geliştirmiştir. Batı’nın
kalkınması ile kibri birlikte yükselmiştir. Bu yükselmenin başlaması, dinden
vazgeçilip yeniden Yunan ve Roma paganizmine dönüşle başlamıştır. Dinden
vazgeçince maddeye yönelmiş ve madden zenginleşmiştir. Fakat madden zenginlik
yanında ağır bir kibri de getirmiştir. Buna göre madde yükseldikçe mânâ azalır
ve mânâ azalınca Allah’a olan kulluk bilinci azalır, yok olur ve kibir başlar.
Îran Devrimi
batı’nın kibrine büyük bir darbe vurmuş ve onları endişeye sevk etmişti. Batı’nın
kibri târih boyunca, aldığı ağır yenilgilerle sönmüştür. Batı’nın aklı ancak,
savaşta aldığı yenilgiyle başına gelir ve o kibri de ancak o zaman yerin dibine
geçer. Zîrâ Allah’ı hesâba katmayanlar ancak, acı azâbı gördüklerinde kendilerine
gelirler.
Hiç-bir
kibir sürekli değildir, olamaz. Yalnızca Allah’ın kibriyâsı (Kibriyâ=Azâmet.
Cenâb-ı Allah’ın azâmeti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü) bâkidir. Tek Mütekebbir olan Allah’tır. Kibriyâ sâhibidir O.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2020