“…De ki:
‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’. Şüphesiz, temiz akıl-sâhipleri öğüt
alıp-düşünürler”
(Zümer 9).
Âyetin
söylediği gibi, bilmek önemlidir. İnsanı farklı ve farkında kılar,
bakış-açısını değiştirir, ferâset kazandırır, kişiye bir özgüven verir. Lâkin
bilgi aynı-zamanda çabuk kirlenen ve böylece fitne ve fesada alan açan bir şey
hâline de gelebilir ki günümüzde bu çok bârizdir. Bilgi özellikle Allah’tan,
dinden ve vahiyden kopuksa ve hattâ bunlara karşı oluşturulmuş bir bilgiyse, o
bilginin yakın-uzak vâdede fitneye-fesada ve zulme sebep olmaması imkânsızdır. Zîrâ
bilgi, ancak Mutlak Olan’dan gelen bilgiyle uyumlu olduğunda insanın yarârına
olur. Aksi-hâlde insanın başına büyük belâlar açar ve açmıştır ki meselâ yapılan
ve atılan atom bombaları şeytânî bir bilginin sonucudur.
Eyleme geçmek
için bilgi, bilinç, düşünmek ve kararlılık çok önemlidir. Fakat çok bilirseniz
ve çok düşünürseniz eyleme geçemezsiniz. Bu İslâmî eylem için de, dünyevî
eylemler için de geçerlidir. Gereğinden fazla aşırı öğrenmek ve
bilmek inisiyatif kullanmayı ve imgelemi köreltir. Böyle kişiler
konuştukça-konuşurlar ama bir türlü netliğe ve sonuca gelemezler.
Mutlak bilgi, hem
Dünyâ’da hem de âhirette geçerli olan bilgidir. O-hâlde kâinâta âit olan bilgi
mutlak değildir. Buna vahiy bilgisi de dâhildir. Çünkü vahiy bilgisi de Mutlak
Varlık’ın bilgisinin tamâmı değildir. Vahiy bilgisi, insanın kâinatta ulaşabileceği
en doğru bilgidir?. Beşerî bilim ise, “kesinlik” diye bir
şey yoktur, “kesin bilgiye ulaşılamaz” demektedir.
Modern insan
bilgiyi kutsamakta ve ona tapmaktadır. Çünkü bu bilgi genelde Allahsız beşerî bilgidir.
Allah’ın hesâba katılmadığı bir bilgidir. Zâten çok kolay ve bol-bol elde edilebilmektedir.
Kolay elde edilen her-şey gibi kolay elde edilen bilgi de kalitesiz ve
içeriksiz olacağından dolayı çok aşırı ve çok fazla ilgi ortaya çıkmıştır ve
bir bilgi fazlalığı ve kirliliği oluşmuştur. Bu fazlalık ve kirlilik ortalığı
“yanlış bilgi çöplüğüne” çevirmiştir. “Çöp bilgi” çok bol olduğundan dolayı en
çok îtibar gören bilgi olmuştur. Kolayca ulaşılabilen bilgi, modern insanı
istediği gibi yönlendirmekte, yönetmekte ve kendine kul etmektedir. Modern
insan da böylece beşerî bilgiye adetâ tapmaktadır. Zîrâ Allah’ın bildirdiğine
sırt çevirmiştir.
Her-şeyin olduğu
gibi bilginin aşırısı da zararlıdır. Bilemeyeceğimiz ve bilmememiz gereken şeyler
hakkında bilgi edinmeye çalışmak bize yarar değil zarar verir. Maddî ve mânevî
bir zarardır bu. Meselâ Allah rûh hakkında bize az bir bilgi vermiştir. Fazlasına
hem gerek yoktur hem de bize yarârı olmaz. Hattâ bilmemiz gereken şeylerin
bilgisini belki de anlamlandırmayız bile. Çünkü dediğimiz gibi, bilmek insan
için her zaman iyi değildir ve her zaman doğruya götürmez. Allahsız bilgi ise mutlakâ
yanlışa ve bâtıla sürükler, sonunda da uçuruma yuvarlar. Kur’ân, Allah’ı hesâba
katmayan bilgililerden de bahseder. Şu örnekler ibretliktir:
“Gerçek
şu ki, Kârun, Mûsâ’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona
öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü
bir topluluğa ağır geliyordu” (Kasas 76).
“Kârun
dedi ki: ‘Bu (servet), bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir’.
Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından
kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma
uğratmıştır. Suçlu-günahkârlardan kendi günahları sorulmaz” (Kasas 78).
“Böylelikle
kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte
olanlar: ‘Ah keşke, Kârun’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten
o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar
olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için
daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda
onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım
edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de
değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki
Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve
kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lûtfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz
batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar”
(Kasas 79-82).
Kârun, çok
zengin olmuştu ve bu zenginliği kendisinde olan bilgiye bağlıyordu. Çünkü
bilgisine âdetâ tapıyordu. Bu düşünce ve inançla bir süre yaşadı ama işe
Allah’ı karıştırmadığı, kazancının hakkını vermediği ve paylaşmadığı için,
Mülkün Sâhibi tarafından alaşağı edildi de iflâs ederek battı. O çok övündüğü
ve ilahlaştırarak taptığı bilgisi kendisini kurtaramadı.
İnsan zarâra
uğradığında hemen Allah’a sığınır ama bir yarâra ulaştığında onu Allah’tan bilmez
de bilgisini öne çıkarır:
“İnsana
bir zarar dokunduğu zaman bize duâ eder; sonra tarafımızdan ona bir nîmet ihsan
ettiğimizde, der ki: ‘Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi’. Hayır;
bu bir fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyor. Bunu kendilerinden
öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç-bir yarar
sağlamadı” (Zümer
49-50).
Bâzen kişi,
kendisinde bulunan bâtıl ve Allahsız bilgiden yâni kuru mâlûmattan dolayı,
zihninin kabûl ettiği hak bilgiyi inkâr eder:
“Çünkü o
bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası
nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti.
Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca
aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası
değildir’ dedi”
(Müddesir 18-25).
Üstün zekâya
sâhip bir Arap dâhisi olan Velid bin Muğire, burada teslîmiyet göstermeyip de
bilgisine ve zekâsına tapınca, vahyin âyetleri belki de zihnini etkilemiş olsa
bile, çıkarına endeksli bilgisiyle çelişen vahyin apaçık hakîkatlerini inkâr
etmişti de apaçık bir nûr olan âyetler için “eskilerin masalları” deyivermişti.
Allahsız
bilgi şirke ve küfre düşürür. Çünkü hak bilgi Allah’tandır. Allah ile
ilişkilendirilmeyen bilgi ise kişiyi yoldan çıkararak şirke, küfre ve zulme
düşürür. Meselâ buna örnek olarak Samîri verilebilir. Samîri de bilgisini kullanarak
put yapmıştı. Üstelik bu putun “hakîki ilah” olduğunu söylemişti:
“Dediler
ki: ‘Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır
halkının) süs eşyâlarından bir-takım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık,
böylece Samîri de attı. Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp
çıkardı, ‘işte bu sizin ilahınız, Mûsâ’nın ilahı da budur; fakat (Mûsâ) unuttu’
dediler” (Tâ-hâ
87-88).
“(Mûsâ) dedi
ki: ‘Ya senin amacın nedir ey Samîri?’. Dedi ki: Ben onların görmediklerini
gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp atıverdim; böylelikle bana bunu
nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi”
(Tâ-hâ 95-96).
Samîri halkın
görmediğini görmüş. Bu görüş bâtıl bilgi ile bâtılı görmektir. Çünkü bâtıl
bilgi çoğunlukla bâtılı gösterir. Bu bilgiyle ve görüşle böğüren bir buzağı
putu yapıvermişti de şirke ve küfre düşenlerden ve böylece Dünyâ’da da âhirette
de kaybedenlerden olmuştu.
“Onlara
kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan
sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan
olmuştu. Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti
(veyâ yere saplandı), hevâsına uydu. Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp
soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.
İşte âyetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi
onlara aktar. Ki düşünsünler” (Âl-i
İmran 175-176).
Bel’am, Allah
adını kullanarak saptırır. O yüzden Allah: “Allah ile aldatılmayın” der. Bu,
-sözde- “ilâhi bilgi ile aldatmayın” anlamını da içerir. Bilginin aldatıcılığı
da vardır. Bilgiyle aldatmak en büyük aldatma ve aldanmadır. Bahse konu kişi
Bel’am İbn-i Bâura’dır. Müfesirlere göre Bel’am, Hz. Mûsâ’ya karşı mücâdele
eden âlim biridir. Bu, Allah’ın peygamberine karşı, Allah adına mücâdele veren
ve insanlar arasındaki îtibârını kullanarak tevhid mücâdelesine karşı direnen
azgın biridir. Bilgisiyle ünlenmiş fakat bilgisi vahyi yâni Allah’ı hesâba
katmayan bir bilgi olduğu için bâtıl bir bilgiye dönmüştür ve sürekli olarak
bâtıl üretmeye başlamıştır.
Aşırı bilgi
kibirleştirir. Bilginin doğasında vardır bu. Bundan ancak, bilgisini Allah’a
isnât etmiş ve vahiy-merkezli edinmiş olanlar müstesnâdır. Kibrin panzehiri ise
îmandır, kulluk bilincidir. Bâtıl bilgi bu bilincin önüne set çeker. Demek ki
hak da olsa hiç-bir bilgi, îmânın ve kulluk bilincinin önüne geçirilmemelidir.
Hak bilgi,
hem Dünyâ hem de âhiret bilgisinin bir-arada olmasıyla olur. Âhireti, Allah’ı,
dîni ve vahyi hesâba katmayan bilgi bir zaman sonra putlaşır ve bu bilginin
peşinde olanlar da ona tapmaya başlarlar. Bilgiyi Allah’tan ve âhiretten
koparmak, bilgiyi ve dolayısıyla bilinci sınırlandırmak anlamına gelir:
“Onlar,
dünyâ hayâtından (yalnızca) dışta olanı (zâhiri) bilirler. Âhiretten ise gâfil
olanlardır” (Rûm 7).
Bilgi
arttıkça îmânın artması gerekir ama seküler-modern bilgi arttıkça îman azalıyor
ve inkâr artıyor. Çünkü modern Allahsız bilgi îmâna düşmandır. Zâten Allah’ı hiç
hesâba katmaz. Bu nedenle Allahsız ve îmansız bilgi hem bilgiye tapmayı yanında
getirecek hem de kişiyi uçuruma yuvarlayacaktır.
Bilgi,
şeytanın, nefsin ve tâğutların yönlendirmesine ve isteğine göre üretildiğinde
bilgi kutsallaşacak ve ona tapılmaya başlanacaktır. İşte modern insan bu yüzden
bilgiye putlaştırıp tapan insandır. Bir yazıda “inanmak” yerine “bilmek”in öne
çıkarılış sürecinden şöyle bahsedilir:
“Hem tabiattan hem de
aşkın bir varlıkla ilişkide bulunma gibi özelliklerinden sıyrılan insan
kendi-kendinin yaratıcısı olduğunu, mutlak otonom bir bilince sâhip olduğunu
îlân etti. Hristiyan düşüncenin varlığı temellendirmede kullandığı ‘inanıyorum,
o-hâlde varım’ yada ‘inanmak vârolmaktır’ modeli Descartes’la; ‘düşünüyorum, o-hâlde
varım’ yada ‘düşünmek vârolmaktır’ kalıbına
dönüştü. Burada, cogito (bilme), credo (inanma)ya karşıt olarak
konumlandırılmış oldu.
Bilmenin inanmaya
karşıt olarak bu yanlış konumlandırılışıyla Tanrı sâdece îmânın konusu hâline
getirildi. Îmânı bilgi karşısında bütünüyle ayrı bir kategori olarak
değerlendirme, bu ikisi arasında bir alan ayrımı değil ‘önem sıralaması’ olarak
takdim edildi. Bu da anılan bu yeni dönemde hem inananları hem de inandıkları
Tanrı’yı reel dünyâdan uzaklaştırma teşebbüslerinin en ciddîsi olarak kendini
gösterdi”.
Sâdece entelektüel seviyede kalan ve
kendine toplumsal bir temel bulamayan bilginin, dinamik bir eyleme temel teşkil
etmesi mümkün değildir.
“Bilginin İslâmîleştirilmesi”nden
de bahsedilir. Fakat İslâmîleştirilecek olan bilgi hangi bilgidir?. Tabî ki
batı’lı modern bâtıl bilgi. Bu bilgi daha ilk çıkışında Allahsız olduğu için
hattâ Allah’a, İslâm’a ve dîne karşı üretilmiş bir bilgi olduğu için modern
batı’nın bilgisi büyük oranda İslâmîleştirilemez. Bâtıl bilgi İslâmîleştirilmeye
çalışıldığında İslâm’ın müntesipleri de bâtıl bilgi-sâhipleri gibi olurlar ve
onlar gibi fitne üretirler, fesat çıkarırlar ve zulmederler. O yüzden îman
edilecek ve söylenecek olan şey şudur:
“Dediler
ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten
sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Nîsan 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder