“Kadınlara, oğullara,
kantar-kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve
ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünyâ-hayâtının
metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır” (Âl-i İmran 14).
İnsan olmanın ayırıcı özelliği her ne kadar “rûhî, mânevî, aklî ve
duygusal hisler ve farklılıklar” olsa da, insanda “imtihanın gereği” olarak bir
“nefs” de vardır ve nefs, eğer terbiye edilememişse, sonsuz arzularla kuşatılmış
sonsuz arzuların tutsağı olmaya teşnedir. Tabi nefsi tümden kötülemek ve nefse
zulmetmek de yanlıştır. Çünkü Dünyâ’da hayâtiyetimizi ve neslimizin devâmını
sağlayan şey, nefsin dürtüleri ve arzularıdır. Çünkü biz hayâta “göbekten”
bağlıyız. Yaşamak için nefsin köreltilmemesi şarttır. Bu da yeme-içme ve cinsî
ilişki gibi ihtiyaçların karşılanması ve tatmin edilmesiyle olur. Allah’ın
istediği şey, bâzı dinlerde ve düşüncelerde görüldüğü şekilde “nefsi öldürmek”
değil, onu meşrû ve helâl yoldan tatmin etmek ve belli bir disiplin altına
alarak terbiye etmektir. Peygamberimiz; “senin de nefsin var mı?” sorusuna;
“var fakat ben onu müslüman ettim” demiştir. Nefsini terbiye etmiş yâni
gayri-meşrû ve haram yoldan tatminini kesmiştir.
İnsan nefsini tatmin etmek
için çeşitli arzular duyar ve bu arzuları tatmin etmek için aşırı derece
istekleri olur. Eğer bu istekler ve arzular meşrû yoldan tatmin edilmezse, kişi mutlakâ gayri-meşrû ve
haram yoldan tatmin yoluna girecektir. Zîrâ nefsin ihtiyaçları bâzen hayâtidir
ki, yeme-içme ihtiyaçları olmazsa-olmazdır. Fakat Allah’ın isteği, bunların
helâl, meşrû ve temiz yoldan giderilmesidir. Şehevî ihtiyaçlar da,
nikâh-merkezli bir tatmin ile giderilmelidir. Aksi-hâlde insanlar ilk başta
bireysel, bir süre sonra ise toplumsal olarak bozulacak, bozulan toplum tüm Dünyâ’nın
da bozulmasına ve fesada uğramasına sebep olacağından dolayı, Dünyâ çirkef
içinde kalacaktır. Böylece şeytan hedefine ve murâdına erecek, insanları ebedî
cehenneme düşürecektir. Yâni işin sonunda sâdece Dünyâ felâkete uğramakla
kalmayacak, âhirette de sonsuz pişmanlıklar içinde kalınacaktır.
Şeytan Allah’ın “secde et”
emrine karşı çıkıp absürd bir mâzeret üretince, Allah onu bulunduğu yerden
kovmuş ve bunun üzerine şeytan şöyle demiştir:
“Dedi ki: ‘Rabbim, beni
kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana
başkaldırmayı ve dünyâ-tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların
tümünü mutlakâ kışkırtıp-saptıracağım”
(Hicr 39).
Allah, “imtihanın bir gereği
olarak” şeytana “son saat”e kadar mühlet vermiş ve ilk baştan beridir de
insanlar şeytanın ayartmalarına mâruz kalarak nefsinin tatminini meşrû olmayan
yollardan gidermenin peşine düşmüştür. Öyle ki, moderniteyle birlikte modern
insan, arzularının bir oyuncağı hâline gelmiş, sonsuz arzuların ve ihtiraslarının
tutsağı olmuştur. Çünkü Allah’ın emrini dinlemediği için nefsinin esiri ve kulu
olmaktadır:
“Yalanladılar ve kendi
hevâ (istek ve tutku)larına uydular; oysa her iş sonunda kendi amacına varıp
karar kılacaktır” (Kamer 3).
İnsanı ihtiraslarının
peşinde koşturan ve arzularını kışkırtan etkenler vardır. Ali Şeriati, “insanın
dört zindanı vardır” der. Bunlar aslında insanın nefsini de kuşatan ve rûhunu
tutsak eden zindanlardır. Şöyle ki, insan; tabiat-coğrafya, târih, toplum ve
ego-benlik ile kuşatılmıştır. Nefis bu dört zindanla kuşatılmıştır ve böylece
insanın rûhu, kâlbi, zihni, beyni vs. idrâk melekelerini yitirmektedir. Sonuçta
da ağır bir kuşatma ve sapıklık içinde olduğunun farkına varamamaktadır. Bu
sebeple de bu aşağılık durumdan kurtulmak için bir şey yapama yoluna girememektedir.
Demek isteğimiz şudur ki, insan, aslında kendisini selâmete çıkaracak olan 4
unsuru, hayâtını meşrû yoldan yaşamak istemediği için zindana çevirmekte,
böylece arzularının elinde oyuncak olup oyalanıp durmaktadır. Tabi sonuçta
böyle olunca da Dünyâ, “şeytanın iktidâr alanı” olmaktadır. Çünkü insanın ezeli
düşmanı olan şeytan, ilk başta söylediği gibi, insanı olmadık kuruntulara düşürmüş,
arzularına esir etmiştir. Sonuçta insan, arzularını meşrû, helâl ve temiz
yoldan tatmin etmekle yetinmemekte, nefsin ve arzularının baskısına boyun
eğerek haram yollara tevessül etmektedir. Zîrâ Allah’ın emrettiği ve Peygamber’in
örnek hayâtı gibi bir yaşamı yaşamak için nefsinden, Dünyâ’dan ve arzularından
vazgeçemediği için îmânı zayıflamakta ve körelmekte, böylece iç-enerjisi
kaybolduğu için nefsinin ayartmasına ve arzularının sonsuz isteklerine karşı
koymak için bir direnç gösterememektedir. Nefsin azgınlığı, yine nefsî olan
şeylerle dizginlenemez ki!. Vahyin insan kazandırmış olduğu bilgi, bilinç ve
îman ile açığa çıkan o dirâyet bunu
başarabilir ancak.
İnsanı, içinde bulunduğu doğa-tabiat
çok etkiler. Doğanın ağırlığı yada çekiciliği kişileri zorlayabildiği için
insanlar gayri-meşrû yollara girebilmektedir. Yine doğanın fazla cömert olduğu
yerlerde insanlar “bolluğun ayartması”yla arzularının peşine takılabilmektedir
ki Dünyâ’nın yarısı kapitâlizmin aşırı refahında arzularını “din” edinmekte
arzularının kulu olmaktadırlar.
Târih de insanı kuşatır. Hem
bağlı oluğu kavmin târihi ve oluşan hayat-tarzı, hem de yaşadığı mevcut modern
hayat şekli, insanı etkilemekte ve hayat-tarzını, arzularını, isteklerini
şekillendirmektedir. Doğu’nun târihi farklı, batı’nın târihi farklı arzular ve
istekler üretmekte ve böylece doğu insanı ile batı insanının düşünce, söz ve
amelinde, dolayısı ile arzu ve isteklerinde farklılıklar meydana gelebilmektedir.
Fakat son 200 yıl önce başlayan süreç ve özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra
neredeyse tüm Dünyâ aynı düşünce, tasavvur, amel-eylem, yeme-içme, tüketme,
arzu ve isteklerle donanmıştır. Artık tüm Dünyâ, batı’nın seküler-kapitâlist-liberâl
yaşam tarzına göre düşünmeye, konuşmaya ve hareket etmeye başlamıştır. Zîrâ
batı’nın seküler hayat-tarzı, Allah’ı, dîni, kitabı ve doğal, normâl ve fıtrî
hayâtı kâlplere-vicdanlara hapsederek ve değiştirerek insanları nefisleriyle
baş-başa bırakmıştır. Zâten nefis-merkezli olan
moderniteye uygun hâle getirmiştir. Modern telâkki, insanların
arzularını ve tutkularının aşırı şekilde kışkırtınca, insan zindan üstüne zindanların
içinde kalmaktadır. Ne yazık ki modern insan bu “şeffaf zindan”ları
göremediğinden yada nefsini ve arzularını bolca tatmin imkânı bulabildiğinden
dolayı, bu zindanları görmek istememektedir. Zîrâ modern insan, zindanında mutludur(!):
İnsan toplumsal bir
varlıktır. Fakat toplum İslâm ile Kur’ân ile şekillenmiş ve inşâ olmuş, sonra
da İslâm medeniyeti ile huzûra ermiş bir topum değilse, nefsine, arzularına ve
tutkularına direnemeyecektir. Zîrâ modern insan mânâ ve rûha değil de maddeye yöneldiği
için nefsine ve tutkularına alan açmış olacak, arzuları da onu sımsıkı
kuşatacaktır. Böylece ortaya “nefsini din edinmiş” bir toplum çıkacaktır. İşte
bu toplumda yaşayanlar hayâtı Allah’a göre değil, nefsinin peşine takılmış
insanlardan öğrenecektir. Böylece toplumun tüm fertleri nefsine ve dolayısı ile
arzularına-tutkularına uyacak ve yaptığı bu şeyin de iyi ve doğru olduğunu
zannedeceği için, Allah’sız hayat-tarzını ölümüne savunacaktır:
“De ki: Davranış (ameller)
bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki
bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta
sanıyorlar” (Kehf 103-104).
Dördüncü zindan olan
benlik-ego ise, zâten nefsin kendisidir. Bu nefs elbette “terbiye edilmemiş
nefs”tir. Nefsi hakîki anlamda terbiye edecek olan tek şey, kişide âhiret
bilinci ve inancı oluşturan İslâm’dır. İslâm’ın kazandırdığı îman, nefse karşı dik
duracak ve kendinden tâviz vermeyecektir. Böylece nefs gayri-meşrû yollara düşmeyeceği
için aşırılıklara yönelemeyecek ve doğal, normâl ve fıtrî bir şekilde tatmin
olan arzular, insanı kuşatamayacak ve kendi merkezinde yönlendiremeyecektir.
Böylece nefsin baskısı ve kuşatmasından kurtulan rûha geniş bir alan
açılacaktır. Sonuçta kişi böylece rûhunu, kâlbini ve zihnini meşrû yoldan tatmin
edebilecek fırsatı yakalamış olacaktır. Böylece şeytan mü’minlerden umûdunu
kesecektir. Nefsi Allah ile, îman ile, İslâm ile tatmin olmuş olanları ise
şeytan ayartamadığından dolayı Dünyâ’da Allah’ın emrine göre yaşayan insanlar,
âhirette de “sonsuz huzûr diyârı”nda ağırlanacaktır.:
“Benim kullarım; senin
onlar üzerinde hiç-bir zorlayıcı gücün (hâkimiyetin) yoktur. Vekil olarak Rabbin
yeter” (İsrâ 65).
“Ey mutmain (tatmin
bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık
kullarımın arasına gir. Ve cennetime gir” (Fecr 27-30).
Dünyâ’dan, arzularından,
hırslarından, tutkularından ödün vermeyip de vazgeçemeyen insanlar ise, nefislerinin
doğrultusunda yaşadıkları için bir-süre sonra artık nefislerini din edinecekler
ve hattâ nefislerini ilahlaştıracaklardır:
“Kendi istek ve
tutkularını (hevâsını) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil
olacaksın?” (Furkân 43).
Hz. Âdem ve Havvâ’dan
bâridir ve özellikle Hâbil ile Kâbil’in kavgasından îtibâren, insanlar ya
nefsinin ve arzularının doğrultusunda yaşamışlar ve azâbı hak etmişler, yada nefsini
ve arzularını kısıtlayarak ve terbiye ederek meşrû yola girmişler ve rûhlarına
geniş alanlar açarak Allah’ın emrine göre yaşamayı şiar edinip sonsuz mükâfâtı
hak etmişlerdir. Aslında târih boyunca insanlar, doğal, normâl ve fıtrî bir ortamda
yaşadıkları için sapma bâriz bir şekilde yayılma imkânı bulamamış ve zâten yayıldığında
da azap ile püskürtülmüştür. Fakat son 200 yıldır “aydınlanma”(!), “sanâyi
devrimi”, “Fransız ihtilali” gibi süreçlerden sonra insanlar hayatlarından
Allah’ı, dîni, vidânı, doğal olanı, normâli ve fıtrî olanı kovunca, maddî bedenleriyle
yâni nefisleri ve arzularıyla baş-başa kalakalmışlardır. Modernite, bilim ve
teknolojinin kışkırtılmasının sonucunda ortaya çıkan yıkıcı silahların da
gölgesinde tüm Dünyâ’yı ve hayâtı nefsin güdümüne sokmuştur. Bu, târihte daha
önce bu derece çığırından çıkmış bir şekilde yaşanmamış bir şeydir. O hâlde bu
durum büyük bir fitne ve ağır bir sapmadır. Modernitenin etkisi genelde son 200
yıldır ama özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra tüm Dünyâ’yı kuşatmış ve artık
insanlar mutlu bir hayâta, nefsin, arzuların ve ihtirasların aşırı tatmin
edilmesiyle ulaşılacağını sanma sapıklığına düşmüştür. Dünyâ içten-içe yıkılırken,
modern insan hazzın cenderesinde yok oluşa doğru sürüklenmektedirler. Kısaca,
insanlığın gördüğü ve şu-an hâlen yaşamakta olduğu modern yaşam-şekli, insanlığı
kıyâmete ve son saate doğru hızla götürmektedir:
“Zulmetmekte olanlar,
nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir” (Şuârâ 227).
Peki ne ve nasıl olmalıdır?.
Tabî ki İslâm hayâta hâkim olmalıdır. Nasıl olacağının reçetesini tüm zamanlar
ve mekânlar için Allah verirken, nasıl olacağının örnekliğini de “güzel
örneklik” (Ahzâb 21) Peygamberimiz ve ilk “kurucu nesil” olan sahabe
göstermiştir. Artık biz de bu örnekliğe göre “yeni örneklikler” kuracağız ki
onlar gibi saadete erişebilelim. Çünkü onlar, tüm kâinâtın kusursuzca uyduğu
sisteme, sünnetullah denen Allah’ın emrine ve vahyine, en ideâl ve örneklik
oluşturacak şekilde uymuşlardır. İşte nefsi ve arzuları dizginlemenin ve
böylece hakka ve hakîkate göre yaşamanın reçetesi budur.
Modern insan diyor ki; “biz
istemezsek bize kimse bir şey veremez”. İnsanı ilahlaştıran hümanizm, modern
insanı kandırmaktadır. Modern insan zannediyor ki tüm düşünceleri, arzuları ve
istekleri özgürce kendi seçimlerinden oluşuyor. Zinhar böyle değildir. Peki modern
insanın isteklerini ne oluşturuyor?. Modern
insan neyi istediğinin yada neyi niye istemediğinin farkında değildir. Modern
insan kendisini özgür zannediyor ve isteklerinin ve arzularının kendisine âit
olduğunu sanıyor. Bu büyük bir cehâlet ve ağır bir ahmaklıktır. Tabi büyük bir
kandırmacadır. Modern insan bilsin ki, rûhu ve mânâyı besleyecek ve tatmin
edecek olan İslâm, Kur’ân ve doğal-normâl-fıtrî olan şeylerden vazgeçtiği için,
artık kendisini yönlendiren ve hattâ kuşatıp “şeffaf zindanlar”a atan şey,
modern zamanlarda çok daha bâriz bir şekilde açığa çıkan ve Dünyâ genişliğinde
bir hareket alanı bulmuş olan nefsi, arzuları, ihtirasları, istekleri, zanları,
cehâleti, küfrü, şirki ve zulmüdür.
Modern insan bu etkenlerle
yönetiliyor. Bu nedenle de istediği her-şey, başta “şeytanın isteği” olmak üzere,
şeytana taşeronluk yapan tâğutların, beşerî ideoloji ve sistemlerin
istekleridir. Modern insan bunlarla yönetilmekte ve yönlendirilmektedir.
Meselâ, güyâ irâdenin özgürce kullanıldığı bir eylem şekli olan ve adına da
demokrasi denen şeytânî yönetim sistemindeki oy kullanmak işi, insanların özgür
irâdeleriyle gerçekleştirdikleri bir seçim değil, nefislerini ve arzuların baskısıyla ve yönlendirmesiyle şekillenen bir
eylemdir. Bir kere adayları halk belirlemiyor. Adaylar halka dayatılıyor. İnsanlar
da zâten körü-körüne koşulsuz-şartsız bağlı oldukları ideolojilere ve bu
ideolojilerin temsilcilerine uygun çıkarılan adayları destekliyorlar. Yâni bu
bir tiyatrodur. Mâlûmun kayda geçirilmesi işlemidir. Demokrasi ve onun ibâdeti
olan oy vermek, nefsin, arzuların ve ihtirasların gücünün bir gösterisi ve
göstergesidir. Demokrasi, İslâmî-fıtrî kânunların iptâli; şeytânî-tâğutî-nefsî
arzuların ikâmesidir. Bu oyunun karşısında ise sâdece İslâm vardır ve İslâm’da
her-şey hakka bağlıdır ve hakka bağlılıkta, arzulara, tutkulara ve ihtiraslara
yer yoktur:
“Eğer hak, onların hevâ
(istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların
içinde olan herkes (ve her-şey) bozulmaya uğrardı. Hayır, biz onlara kendi şan
ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden
yüz çeviriyorlar” (Mü’minûn 71).
Bunun bilincinde olan mü’minlerin
ise nefse, arzulara ve tutkulara uyarak hak yoldan sapmaları ve İslâm’a rağmen
işler yapmaları mümkün değildir. Vahyin kazandırmış olduğu bilgi, bilinç ve îman,
kişiyi bu işlerden alıkoyar:
“İşte böylece biz onu
(Kur’ân’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden
sonra, onların hevâ (istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan
ne bir yardımcı-dost, ne bir koruyucu vardır” (Ra’d 37).
Âhireti hesâba katmayan “tek
Dünyâlı”lar, mecbûren arzularını, ihtiraslarını, isteklerini ve tutkularını “din”
yapmak zorunda kalacaklar, en uzun süre boyunca ve en yoğun haz içinde yaşamayı
dinleştireceklerdir. Fakat mü’minler için bu tür bir yaşam Dünyâ’da oyun ve
eğlenceye yâni arzulara ve tutkulara kapılmak, âhirette ise sonsuz bir azâba
sürüklenmektir:
“Bu dünyâ-hayâtı,
yalnızca bir oyun ve (eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten âhiret
yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi” (Ankebût 64).
“Hayır, zulmedenler, hiç-bir
bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın
saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir yardımcıları yoktur” (Rûm 29).
“Bilin ki, dünyâ-hayâtı
ancak bir oyun, (eğlence türünden) tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda
bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir çoğalma-tutkusudur. Bir
yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna
gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir
çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve
bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir
şey değildir” (Hadîd 20).
Terbiye edilmemiş arzularının
kaynağı, şeytanın kontrôlünde olan; içte nefs, dışta ise tâğutlar ve onların
taşeronlarıdır. Bunlar hayâtı; Allah’tan, vahiyden ve dinden kopararak
sürdürüyorlar. Zîrâ İslâm hayâta hâkim değildir. Vahyi bağlamışlar ve şeytanı
salmışlardır.
Kur’ân’ın hükümleri, mevcut
zamânın arzularına değil, tam tersine, mevcut zaman, Kur’ân’ın hükümlerine
uymalıdır. Her-şey Allah’ın emirlerine göre düzenlenmelidir. Nefs, arzular, ihtiraslar, istekler ve
tutkular ancak ve ancak İslâm ile dizginlenebilecek ve terbiye edilecek, modern
zaman ise, Kur’ân’ın hükümleri ile değiştirilip İslâm hayâta hâkim
kılınabilecektir. Allah’ın emri, vahyin isteği ve Peygamber’in örnekliği bunu
ortaya koyar.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder