5 Mart 2023 Pazar

Arzuların Kaynağı Üzerine

 

“Kadınlara, oğullara, kantar-kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünyâ-hayâtının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katındadır” (Âl-i İmran 14).

 

  İnsan olmanın ayırıcı özelliği her ne kadar “rûhî, mânevî, aklî ve duygusal hisler ve farklılıklar” olsa da, insanda “imtihanın gereği” olarak bir “nefs” de vardır ve nefs, eğer terbiye edilememişse, sonsuz arzularla kuşatılmış sonsuz arzuların tutsağı olmaya teşnedir. Tabi nefsi tümden kötülemek ve nefse zulmetmek de yanlıştır. Çünkü Dünyâ’da hayâtiyetimizi ve neslimizin devâmını sağlayan şey, nefsin dürtüleri ve arzularıdır. Çünkü biz hayâta “göbekten” bağlıyız. Yaşamak için nefsin köreltilmemesi şarttır. Bu da yeme-içme ve cinsî ilişki gibi ihtiyaçların karşılanması ve tatmin edilmesiyle olur. Allah’ın istediği şey, bâzı dinlerde ve düşüncelerde görüldüğü şekilde “nefsi öldürmek” değil, onu meşrû ve helâl yoldan tatmin etmek ve belli bir disiplin altına alarak terbiye etmektir. Peygamberimiz; “senin de nefsin var mı?” sorusuna; “var fakat ben onu müslüman ettim” demiştir. Nefsini terbiye etmiş yâni gayri-meşrû ve haram yoldan tatminini kesmiştir.

 

İnsan nefsini tatmin etmek için çeşitli arzular duyar ve bu arzuları tatmin etmek için aşırı derece istekleri olur. Eğer bu istekler ve arzular meşrû yoldan  tatmin edilmezse, kişi mutlakâ gayri-meşrû ve haram yoldan tatmin yoluna girecektir. Zîrâ nefsin ihtiyaçları bâzen hayâtidir ki, yeme-içme ihtiyaçları olmazsa-olmazdır. Fakat Allah’ın isteği, bunların helâl, meşrû ve temiz yoldan giderilmesidir. Şehevî ihtiyaçlar da, nikâh-merkezli bir tatmin ile giderilmelidir. Aksi-hâlde insanlar ilk başta bireysel, bir süre sonra ise toplumsal olarak bozulacak, bozulan toplum tüm Dünyâ’nın da bozulmasına ve fesada uğramasına sebep olacağından dolayı, Dünyâ çirkef içinde kalacaktır. Böylece şeytan hedefine ve murâdına erecek, insanları ebedî cehenneme düşürecektir. Yâni işin sonunda sâdece Dünyâ felâkete uğramakla kalmayacak, âhirette de sonsuz pişmanlıklar içinde kalınacaktır.

 

Şeytan Allah’ın “secde et” emrine karşı çıkıp absürd bir mâzeret üretince, Allah onu bulunduğu yerden kovmuş ve bunun üzerine şeytan şöyle demiştir:

 

“Dedi ki: ‘Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünyâ-tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlakâ kışkırtıp-saptıracağım” (Hicr 39).

 

Allah, “imtihanın bir gereği olarak” şeytana “son saat”e kadar mühlet vermiş ve ilk baştan beridir de insanlar şeytanın ayartmalarına mâruz kalarak nefsinin tatminini meşrû olmayan yollardan gidermenin peşine düşmüştür. Öyle ki, moderniteyle birlikte modern insan, arzularının bir oyuncağı hâline gelmiş, sonsuz arzuların ve ihtiraslarının tutsağı olmuştur. Çünkü Allah’ın emrini dinlemediği için nefsinin esiri ve kulu olmaktadır:

 

“Yalanladılar ve kendi hevâ (istek ve tutku)larına uydular; oysa her iş sonunda kendi amacına varıp karar kılacaktır” (Kamer 3).

 

İnsanı ihtiraslarının peşinde koşturan ve arzularını kışkırtan etkenler vardır. Ali Şeriati, “insanın dört zindanı vardır” der. Bunlar aslında insanın nefsini de kuşatan ve rûhunu tutsak eden zindanlardır. Şöyle ki, insan; tabiat-coğrafya, târih, toplum ve ego-benlik ile kuşatılmıştır. Nefis bu dört zindanla kuşatılmıştır ve böylece insanın rûhu, kâlbi, zihni, beyni vs. idrâk melekelerini yitirmektedir. Sonuçta da ağır bir kuşatma ve sapıklık içinde olduğunun farkına varamamaktadır. Bu sebeple de bu aşağılık durumdan kurtulmak için bir şey yapama yoluna girememektedir. Demek isteğimiz şudur ki, insan, aslında kendisini selâmete çıkaracak olan 4 unsuru, hayâtını meşrû yoldan yaşamak istemediği için zindana çevirmekte, böylece arzularının elinde oyuncak olup oyalanıp durmaktadır. Tabi sonuçta böyle olunca da Dünyâ, “şeytanın iktidâr alanı” olmaktadır. Çünkü insanın ezeli düşmanı olan şeytan, ilk başta söylediği gibi, insanı olmadık kuruntulara düşürmüş, arzularına esir etmiştir. Sonuçta insan, arzularını meşrû, helâl ve temiz yoldan tatmin etmekle yetinmemekte, nefsin ve arzularının baskısına boyun eğerek haram yollara tevessül etmektedir. Zîrâ Allah’ın emrettiği ve Peygamber’in örnek hayâtı gibi bir yaşamı yaşamak için nefsinden, Dünyâ’dan ve arzularından vazgeçemediği için îmânı zayıflamakta ve körelmekte, böylece iç-enerjisi kaybolduğu için nefsinin ayartmasına ve arzularının sonsuz isteklerine karşı koymak için bir direnç gösterememektedir. Nefsin azgınlığı, yine nefsî olan şeylerle dizginlenemez ki!. Vahyin insan kazandırmış olduğu bilgi, bilinç ve îman ile açığa çıkan  o dirâyet bunu başarabilir ancak.

 

İnsanı, içinde bulunduğu doğa-tabiat çok etkiler. Doğanın ağırlığı yada çekiciliği kişileri zorlayabildiği için insanlar gayri-meşrû yollara girebilmektedir. Yine doğanın fazla cömert olduğu yerlerde insanlar “bolluğun ayartması”yla arzularının peşine takılabilmektedir ki Dünyâ’nın yarısı kapitâlizmin aşırı refahında arzularını “din” edinmekte arzularının kulu olmaktadırlar.

 

Târih de insanı kuşatır. Hem bağlı oluğu kavmin târihi ve oluşan hayat-tarzı, hem de yaşadığı mevcut modern hayat şekli, insanı etkilemekte ve hayat-tarzını, arzularını, isteklerini şekillendirmektedir. Doğu’nun târihi farklı, batı’nın târihi farklı arzular ve istekler üretmekte ve böylece doğu insanı ile batı insanının düşünce, söz ve amelinde, dolayısı ile arzu ve isteklerinde farklılıklar meydana gelebilmektedir. Fakat son 200 yıl önce başlayan süreç ve özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra neredeyse tüm Dünyâ aynı düşünce, tasavvur, amel-eylem, yeme-içme, tüketme, arzu ve isteklerle donanmıştır. Artık tüm Dünyâ, batı’nın seküler-kapitâlist-liberâl yaşam tarzına göre düşünmeye, konuşmaya ve hareket etmeye başlamıştır. Zîrâ batı’nın seküler hayat-tarzı, Allah’ı, dîni, kitabı ve doğal, normâl ve fıtrî hayâtı kâlplere-vicdanlara hapsederek ve değiştirerek insanları nefisleriyle baş-başa bırakmıştır. Zâten nefis-merkezli olan  moderniteye uygun hâle getirmiştir. Modern telâkki, insanların arzularını ve tutkularının aşırı şekilde kışkırtınca, insan zindan üstüne zindanların içinde kalmaktadır. Ne yazık ki modern insan bu “şeffaf zindan”ları göremediğinden yada nefsini ve arzularını bolca tatmin imkânı bulabildiğinden dolayı, bu zindanları görmek istememektedir. Zîrâ modern insan, zindanında mutludur(!):

 

İnsan toplumsal bir varlıktır. Fakat toplum İslâm ile Kur’ân ile şekillenmiş ve inşâ olmuş, sonra da İslâm medeniyeti ile huzûra ermiş bir topum değilse, nefsine, arzularına ve tutkularına direnemeyecektir. Zîrâ modern insan mânâ ve rûha değil de maddeye yöneldiği için nefsine ve tutkularına alan açmış olacak, arzuları da onu sımsıkı kuşatacaktır. Böylece ortaya “nefsini din edinmiş” bir toplum çıkacaktır. İşte bu toplumda yaşayanlar hayâtı Allah’a göre değil, nefsinin peşine takılmış insanlardan öğrenecektir. Böylece toplumun tüm fertleri nefsine ve dolayısı ile arzularına-tutkularına uyacak ve yaptığı bu şeyin de iyi ve doğru olduğunu zannedeceği için, Allah’sız hayat-tarzını ölümüne savunacaktır:

 

“De ki: Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, dünyâ-hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

 

Dördüncü zindan olan benlik-ego ise, zâten nefsin kendisidir. Bu nefs elbette “terbiye edilmemiş nefs”tir. Nefsi hakîki anlamda terbiye edecek olan tek şey, kişide âhiret bilinci ve inancı oluşturan İslâm’dır. İslâm’ın kazandırdığı îman, nefse karşı dik duracak ve kendinden tâviz vermeyecektir. Böylece nefs gayri-meşrû yollara düşmeyeceği için aşırılıklara yönelemeyecek ve doğal, normâl ve fıtrî bir şekilde tatmin olan arzular, insanı kuşatamayacak ve kendi merkezinde yönlendiremeyecektir. Böylece nefsin baskısı ve kuşatmasından kurtulan rûha geniş bir alan açılacaktır. Sonuçta kişi böylece rûhunu, kâlbini ve zihnini meşrû yoldan tatmin edebilecek fırsatı yakalamış olacaktır. Böylece şeytan mü’minlerden umûdunu kesecektir. Nefsi Allah ile, îman ile, İslâm ile tatmin olmuş olanları ise şeytan ayartamadığından dolayı Dünyâ’da Allah’ın emrine göre yaşayan insanlar, âhirette de “sonsuz huzûr diyârı”nda ağırlanacaktır.:

 

“Benim kullarım; senin onlar üzerinde hiç-bir zorlayıcı gücün (hâkimiyetin) yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter” (İsrâ 65).

 

“Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Ve cennetime gir” (Fecr 27-30).

 

Dünyâ’dan, arzularından, hırslarından, tutkularından ödün vermeyip de vazgeçemeyen insanlar ise, nefislerinin doğrultusunda yaşadıkları için bir-süre sonra artık nefislerini din edinecekler ve hattâ nefislerini ilahlaştıracaklardır:

 

“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

 

Hz. Âdem ve Havvâ’dan bâridir ve özellikle Hâbil ile Kâbil’in kavgasından îtibâren, insanlar ya nefsinin ve arzularının doğrultusunda yaşamışlar ve azâbı hak etmişler, yada nefsini ve arzularını kısıtlayarak ve terbiye ederek meşrû yola girmişler ve rûhlarına geniş alanlar açarak Allah’ın emrine göre yaşamayı şiar edinip sonsuz mükâfâtı hak etmişlerdir. Aslında târih boyunca insanlar, doğal, normâl ve fıtrî bir ortamda yaşadıkları için sapma bâriz bir şekilde yayılma imkânı bulamamış ve zâten yayıldığında da azap ile püskürtülmüştür. Fakat son 200 yıldır “aydınlanma”(!), “sanâyi devrimi”, “Fransız ihtilali” gibi süreçlerden sonra insanlar hayatlarından Allah’ı, dîni, vidânı, doğal olanı, normâli ve fıtrî olanı kovunca, maddî bedenleriyle yâni nefisleri ve arzularıyla baş-başa kalakalmışlardır. Modernite, bilim ve teknolojinin kışkırtılmasının sonucunda ortaya çıkan yıkıcı silahların da gölgesinde tüm Dünyâ’yı ve hayâtı nefsin güdümüne sokmuştur. Bu, târihte daha önce bu derece çığırından çıkmış bir şekilde yaşanmamış bir şeydir. O hâlde bu durum büyük bir fitne ve ağır bir sapmadır. Modernitenin etkisi genelde son 200 yıldır ama özellikle 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra tüm Dünyâ’yı kuşatmış ve artık insanlar mutlu bir hayâta, nefsin, arzuların ve ihtirasların aşırı tatmin edilmesiyle ulaşılacağını sanma sapıklığına düşmüştür. Dünyâ içten-içe yıkılırken, modern insan hazzın cenderesinde yok oluşa doğru sürüklenmektedirler. Kısaca, insanlığın gördüğü ve şu-an hâlen yaşamakta olduğu modern yaşam-şekli, insanlığı kıyâmete ve son saate doğru hızla götürmektedir:

 

“Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir” (Şuârâ 227).

 

Peki ne ve nasıl olmalıdır?. Tabî ki İslâm hayâta hâkim olmalıdır. Nasıl olacağının reçetesini tüm zamanlar ve mekânlar için Allah verirken, nasıl olacağının örnekliğini de “güzel örneklik” (Ahzâb 21) Peygamberimiz ve ilk “kurucu nesil” olan sahabe göstermiştir. Artık biz de bu örnekliğe göre “yeni örneklikler” kuracağız ki onlar gibi saadete erişebilelim. Çünkü onlar, tüm kâinâtın kusursuzca uyduğu sisteme, sünnetullah denen Allah’ın emrine ve vahyine, en ideâl ve örneklik oluşturacak şekilde uymuşlardır. İşte nefsi ve arzuları dizginlemenin ve böylece hakka ve hakîkate göre yaşamanın reçetesi budur.  

 

Modern insan diyor ki; “biz istemezsek bize kimse bir şey veremez”. İnsanı ilahlaştıran hümanizm, modern insanı kandırmaktadır. Modern insan zannediyor ki tüm düşünceleri, arzuları ve istekleri özgürce kendi seçimlerinden oluşuyor. Zinhar böyle değildir. Peki modern insanın isteklerini ne  oluşturuyor?. Modern insan neyi istediğinin yada neyi niye istemediğinin farkında değildir. Modern insan kendisini özgür zannediyor ve isteklerinin ve arzularının kendisine âit olduğunu sanıyor. Bu büyük bir cehâlet ve ağır bir ahmaklıktır. Tabi büyük bir kandırmacadır. Modern insan bilsin ki, rûhu ve mânâyı besleyecek ve tatmin edecek olan İslâm, Kur’ân ve doğal-normâl-fıtrî olan şeylerden vazgeçtiği için, artık kendisini yönlendiren ve hattâ kuşatıp “şeffaf zindanlar”a atan şey, modern zamanlarda çok daha bâriz bir şekilde açığa çıkan ve Dünyâ genişliğinde bir hareket alanı bulmuş olan nefsi, arzuları, ihtirasları, istekleri, zanları, cehâleti, küfrü, şirki ve zulmüdür.

 

Modern insan bu etkenlerle yönetiliyor. Bu nedenle de istediği her-şey, başta “şeytanın isteği” olmak üzere, şeytana taşeronluk yapan tâğutların, beşerî ideoloji ve sistemlerin istekleridir. Modern insan bunlarla yönetilmekte ve yönlendirilmektedir. Meselâ, güyâ irâdenin özgürce kullanıldığı bir eylem şekli olan ve adına da demokrasi denen şeytânî yönetim sistemindeki oy kullanmak işi, insanların özgür irâdeleriyle gerçekleştirdikleri bir seçim değil, nefislerini ve arzuların  baskısıyla ve yönlendirmesiyle şekillenen bir eylemdir. Bir kere adayları halk belirlemiyor. Adaylar halka dayatılıyor. İnsanlar da zâten körü-körüne koşulsuz-şartsız bağlı oldukları ideolojilere ve bu ideolojilerin temsilcilerine uygun çıkarılan adayları destekliyorlar. Yâni bu bir tiyatrodur. Mâlûmun kayda geçirilmesi işlemidir. Demokrasi ve onun ibâdeti olan oy vermek, nefsin, arzuların ve ihtirasların gücünün bir gösterisi ve göstergesidir. Demokrasi, İslâmî-fıtrî kânunların iptâli; şeytânî-tâğutî-nefsî arzuların ikâmesidir. Bu oyunun karşısında ise sâdece İslâm vardır ve İslâm’da her-şey hakka bağlıdır ve hakka bağlılıkta, arzulara, tutkulara ve ihtiraslara yer yoktur:

 

“Eğer hak, onların hevâ (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her-şey) bozulmaya uğrardı. Hayır, biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar” (Mü’minûn 71).

 

Bunun bilincinde olan mü’minlerin ise nefse, arzulara ve tutkulara uyarak hak yoldan sapmaları ve İslâm’a rağmen işler yapmaları mümkün değildir. Vahyin kazandırmış olduğu bilgi, bilinç ve îman, kişiyi bu işlerden alıkoyar:

 

“İşte böylece biz onu (Kur’ân’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâ (istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir yardımcı-dost, ne bir koruyucu vardır” (Ra’d 37).

 

Âhireti hesâba katmayan “tek Dünyâlı”lar, mecbûren arzularını, ihtiraslarını, isteklerini ve tutkularını “din” yapmak zorunda kalacaklar, en uzun süre boyunca ve en yoğun haz içinde yaşamayı dinleştireceklerdir. Fakat mü’minler için bu tür bir yaşam Dünyâ’da oyun ve eğlenceye yâni arzulara ve tutkulara kapılmak, âhirette ise sonsuz bir azâba sürüklenmektir:

 

“Bu dünyâ-hayâtı, yalnızca bir oyun ve (eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten âhiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi” (Ankebût 64).

 

“Hayır, zulmedenler, hiç-bir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir?. Onların hiç-bir yardımcıları yoktur” (Rûm 29).

 

“Bilin ki, dünyâ-hayâtı ancak bir oyun, (eğlence türünden) tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir çoğalma-tutkusudur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 

Terbiye edilmemiş arzularının kaynağı, şeytanın kontrôlünde olan; içte nefs, dışta ise tâğutlar ve onların taşeronlarıdır. Bunlar hayâtı; Allah’tan, vahiyden ve dinden kopararak sürdürüyorlar. Zîrâ İslâm hayâta hâkim değildir. Vahyi bağlamışlar ve şeytanı salmışlardır.

 

Kur’ân’ın hükümleri, mevcut zamânın arzularına değil, tam tersine, mevcut zaman, Kur’ân’ın hükümlerine uymalıdır. Her-şey Allah’ın emirlerine göre düzenlenmelidir.  Nefs, arzular, ihtiraslar, istekler ve tutkular ancak ve ancak İslâm ile dizginlenebilecek ve terbiye edilecek, modern zaman ise, Kur’ân’ın hükümleri ile değiştirilip İslâm hayâta hâkim kılınabilecektir. Allah’ın emri, vahyin isteği ve Peygamber’in örnekliği bunu ortaya koyar.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2019

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder