“Hayır!; onlar şüphesiz
âhiretten korkmuyorlar” (Müddesir 53).
İnsanların
duyduğu şüphenin en ağırı, âhiretten duyduğu şüphedir. Îman, gayba îmandır.
Allah’a, âhirete, meleklere, peygamberle ve kitaplara îman. Âhirete îman, temel
îman umdelerinin şüphe konusunda en ağır olanıdır. Çünkü Allah’a Îman da çok da
sorun yoktur. Belki sâdece inatçı ateistler Allah’a inanmazlar. Fakat herkesin
kafasında; “mükemmel bir düzene ve nizâma sâhip olan bunca şeyin bir yaratıcısı
olmalıdır” düşüncesini taşır. Zâten hem tüm peygamberlerin gönderildiği
kavimler hem de Peygamberimiz’in gönderildiği Mekke Kureyş Kavmi Allah’a
inanıyordu ve hattâ O’nu “en yüce ilah” olarak kabûl ediyordu. Meselâ deistler
de Allah’a inanırlar ve O’nu yaratıp-geçen bir ilah olarak görürler. Fakat
onların dîne, peygamberlere ve âhirete îmanları yoktur. Allah’a inanıyor olmak
onları dîne yöneltmediği gibi âhiret bilincine de yöneltmemektedir. Bu nedenle
haddim olmayarak ve “Allah-u âlem” diyorum ki, kanımca “Dünyâ’da iken âhirete
îman etmek, Allah’a îman etmekten daha önemlidir”. Bu nedenle olsa gerek,
Kur’ân sürekli olarak “Allah’a ve âhirete îmân”ı birlikte kullanmaktadır.
Meleklere
îman konusunda da çok sıkıntı yoktur. Allah’a inananlar O’nun melekleri de
yaratmış olacağını kabûl edebilirler ki târih boyunca peygamberlerin tüm
muhâtapları meleklere îman ediyorlardı. Peygamberler ve kendilerine inen
vahiyler ise insan e kitap olarak zâhiren de göründükleri için, bunlara îman
etmek demek, bunların Allah tarafından seçilip gönderilmiş olduğuna inanmak
demektir. Aralarından tanıdıkları birine ve ona inen vahiylere îman etmek,
işlerine pek gelmediği için insanlara her zaman zor gelmiştir. Çünkü
peygamberler ve vahiyler, hep âhiret-merkezli konuşmuşlar ve insanları âhiret
ile korkutmuşlar yada müjdelemişlerdir. Yâni peygamberlere ve kitaplara îman
etmek, âhirete îman etmek demektir. İşin içine âhiret karışınca her zaman îman
etmek sorun olmuş yada âhiretten ve dolayısı ile peygamberlerden ve kitaplardan
şüphe duyulmuştur-duyulmaktadır. Zîrâ peygamberlerin ve kitapların dediğine
göre insanların çoğu âhirette pişman olacaklar ve cehennem azâbına
uğrayacaklardır:
“O gün cehenneme diyeceğiz: ‘Doldun mu?’. O da: ‘Daha
fazlası var mı?’ diyecek” (Kâf 30).
Îman
etmek, “âhiret kaygısı duymak” demektir. Îman; “Allah’a, meleklere, kitaplara,
peygamberlere ve âhiret gününe kayıtsız-şartsız teslim olmak ve hayatta da buna
göre amelde-eylemde bulunmak” demektir. Allah
katında tek dîn İslâm’dır. Sâdece tek hak din olan İslâm, insanları hem Dünyâ’da
hem de âhirette gerçek kurtuluşa götürebilir.
Tüm
peygamberler ve Peygamberimiz, “Allah’ı kabûl etmeyen” değil, “âhireti kabûl
etmeyen” bir topluma gönderilmiştir: “Onlar dediler ki: Bu
dünyâ-hayâtımızdan başkası yoktur. Ve bizler diriltilecek değiliz” (En-âm 29).
Gerçek iyiliğe, ahlâka ve
adâlete ancak, Allah korkusu ve âhiret endişesi ile ulaşılabilir. Seküler-modern
sistem; Allah-âhiret-cehennem korkusunu ve “cenneti hak etmek” inancını blôke
ettiğinden dolayı, insanlık, çirkefliğin her türlüsüne mâruz kalıyor.
İki çeşit müslüman vardır:
1- Âhireti merkeze alarak İslâm’ı yaşayanlar. 2- Dünyâ’yı merkeze alarak
İslâm’ı yaşadığını zannedenler. Dünyâ’ya mı yoksa âhirete mi daha bağlı
olduğunuz, hangisini riske atmaktan ve ıskalamaktan daha çok korktuğunuzun
sonucuna göre belli olur. Âhireti görmezden gelen ve arka-plâna atan modern
insan, Dünyâ çıkarı için kendini paralamak zorunda kalıyor.
Aşırı
Dünyâ sevgisi, âhiret sevgisizliğinden kaynaklanır. Çünkü insanlar Dünyâ’yı
âhiretten daha çok sevdikleri için merkeze âhireti değil de Dünyâ’yı alırlar ve;
“Dünyâ’da ne kadar rahat edersem, âhirette de o kadar rahat ederim” zannediyor.
Âhiret bilinci ve “cennet
hedefi” ile yaşamayanlar, sürekli olarak modern hayâtın daha üst seviyesi için hayâl kurup dururlar. Bu
aslında şeytan, nefs ve tâğutların dürtmesinin bir sonucudur. Oysa insan sâdece
madde ile yâni Dünyâ ile aslâ mutmain olmaz. Zîrâ insan salt maddeden ibâret
değildir. Madde “kesin tatmin edici” olmadığı için bu tatminsizlik ve eksiklik
yine sürekli olarak madde ile desteklenmek ve tamponlanmak zorunda bırakır
insanı. Böylece hayat “tatminsizliği tamponlamak”la ziyân olur gider. Çünkü
kâlpler ancak Allah’ın zikri-Kur’ân ile gerçek anlamda tatmin olabilir.
Âhirete îman etmiş ve
Dünyâ’nın “geçici bir imtihan yeri” olduğu bilincine sâhip olan mü’minlerin,
“Dünyâ’yı üst derecede coşkuyla yaşama” hayâli ve arzusu yoktur, olamaz.
Kur’ân-merkezli âhiret îmânı ve bilinci olmayanların ise yapacağı yada hayâlini
kuracağı şey, “refahı tâkip etmek”ten başkası değildir. Allah’a, âhirete, meleklere,
peygamberlere ve kitaplara îman etmeyenler yâni anlamdan yoksun olanlar,
mecbûren Dünyâ hazlarını “din” yaparlar.
Âhireti merkeze almayan din
“hak din” değildir. Bu nedenle âhiret-merkezli olarak yaşamamak, “denizi sürmek”
gibi bir şeydir. Sonuçta boşa kürek çekilmiş olunur ve hem Dünyâ’da hem
âhirette zarar edilmiş olur.
Kapitâlizmin
ve modern insanın zannına göre âhirette ilk sorulacak soru: “Dünyâ’da kaç para
kazandın?” sorusudur. Çünkü Dünyâ’ya ve kazanmaya bu kadar bağlı olmanın başka
bir nedeni olamaz.
İnsanın Dünyâ’da “kalıcı”
eserler bırakması güzel bir şeydir. Fakat onu kurtaracak olan şey “geride
bıraktıkları” değil, “âhirete yâni ileriye taşıdıkları” olacaktır.
Dünyâ’ya
bağlılığın derecesi, “âhirete îmân”ın zayıflığıyla ters orantılıdır. Dünyâ’nın
geçici bir imtihan alanı, âhiret ve cennetin ise ebedî bir saadet yurdu
olduğuna inanan bir mü’minin “kaybedeceği” bir şey yoktur. Zâten ölüm korkusunu
bile nötralize edecek tek şey, âhiret inancıdır.
Allah ve âhiret olmadığında
ahlâk yarım kalır ve ona artık ahlâk yerine “etik” denmeye başlanır. Etik,
insanın “sonuna kadar” korumaz ve kurtarmaz. Meselâ etik, açık ve ağır bir suç
durumunda kişinin en sevdiği şeyi fedâ edebilmesini sağlayamaz. Zîrâ âhiret bilinci ve korkusu olmadığında, insanın yapmayacağı pislik
yoktur. Fakat âhiret bilinci ve korkusu
bunu sağlayabilir ki zâten bunu ancak âhiret bilinci, îmânı ve korkusu
sağlayabilir. Peygamberimiz bu bilinçte olduğu için bir hırsızlık olayında,
“hırsızlığı yapan kızım Fâtıma da olsa elini keserim” demişti.
Âhireti
hesâba katmayan Dünyâ, bir “tiyatro salonu”dur. Böyle olduğu için, âhireti
hesâba katmadan yaşanan Dünyâ hayâtı bir oyun ve oyalanma yurdu olur. Üstelik âhiretteki
“büyük gelecek” için hiç kaygı duymayanlar, Dünyâ’daki “küçük gelecekler” için
bunalımdan-bunalıma girmek zorunda kalırlar.
İki çeşit insan vardır. Bu insan tipleri,
hayâtı hangi merkezde yaşadığına göre ayrılır: 1-Dünyâ-merkezli yaşamayı
seçenler. 2-Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler. Âhiret-merkezli yaşamayı
seçenler Dünyâ’dan nasiplenebilirler, fakat Dünyâ-merkezli yaşamı seçenler
âhiretten olumlu şekilde faydalanamazlar. Zîrâ âhirete Îman olmadan yapılan
işler boşa gider:
“Âyetlerimizi ve âhirete
kavuşmayı yalanlayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından
başkasıyla mı cezâlandırılacaklardı?”
(A’raf 147).
Allah
rızâsı için yapılmayan işlerin âhirette kişiye bir faydası olmaz. Çünkü terâzi
burada bozulduğunda âhirette de bozulur.
Allah’a
inandığını söyleyenlerin çoğu âhirete de inandığını söyler. Fakat bu inanç
sağlam olmaktan uzaktır. Zîrâ sağlam bir âhiret inancı ve korkusu, kişiye
yapması gereken işleri mutlakâ yaptırırken, yapmaması gereken şeylerden mutlakâ
uzak tutar. O-hâlde “âhirete inanıyorum” diyenlerin îmânı içinde şüphe olan bir
inançtır. Zâten Kur’ân da böyle der:
“İnsanlardan
öyleleri vardır ki: ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler; oysa inanmış
değildirler” (Bakara 8).
Peki bu neden böyledir?.
Çünkü dediğimiz gibi, insanlar âhiretten çok Dünyâ’yı sevmektedirler ve bu
yüzden de âhiretten çok Dünyâ için çalışmakta ve çabalamaktadırlar:
“Hayır!; siz çarçabuk
geçmekte olanı (Dünyâ’yı) seviyorsunuz. Ve âhireti terkedip-bırakıyorsunuz” (Kıyâmet 20-21).
Bu durum “müslümanım”
diyenleri İslâm için çalışmaktan ve hattâ ibâdetlerini bile düzgün ve düzenli
yapmaktan alıkoyar. Oysa mü’minler âhiret îmânı, bilinci ve korkusu nedeniyle
işlerini ve ibâdetlerini en güzel şekilde doğru-düzgün yaparlar ve mallarını ve
canlarını bile Allah için ortaya koyabilirler:
“Ki onlar (mü’minler),
namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve onlar, âhirete kesin bilgiyle îman
ederler. Âhirete inanmayanlara gelince; biz onlara kendi yaptıklarını süslemişiz,
böylece onlar, körlük içinde şaşkınca dolaşırlar” (Neml 3-4).
“Onlar, namazı dosdoğru
kılarlar, zekâtı verirler. Ve (çünkü) onlar kesin bir bilgiyle âhirete
inanırlar” (Lokman 4).
“Hiç şüphesiz Allah,
mü’minlerden -karşılığında onlara mutlakâ cenneti vermek üzere- canlarını ve
mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve
öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da O’nun üzerine gerçek olan
bir vaâddir. Allah’tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir?. Şu-hâlde
yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş
ve mutluluk’ budur” (Tevbe 111).
Kişi âhirete inanamıyorsa
yada âhiretten şüphe duyuyorsa, İslâm’dan, peygamberden ve vahiyden mutlakâ
şüphe duyarak onda çarpıklıklar, boşluklar ve yanlışlar aramaya başlar. Çünkü
onlar Dünyâ hayâtını âhirete tercih etmekte ve Dünyâ’ya âhiretten daha fazla
önem vermektedirler:
“Ki onlar Allah’ın
yolundan alıkoyanlar, onda çarpıklık arayanlar ve âhireti tanımayanlardır” (A’raf 45).
“Onlar, dünyâ-hayâtını
âhirete tercih ederler. Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu çarpıtmak isterler
(veyâ onda çarpıklık ararlar). İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler” (İbrâhim 3).
Âhireti unutup Dünyâ’nın
geçici yararını isteyenler âhirete inanamayanlar yada ondan şüphe duyanlardır.
Bu yüzden de Allah insanlar için âhireti istemesine rağmen onların âhirette
nasibi olmaz:
“…İnsanlardan öylesi
vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da ver’ der; (böylelerinin) âhirette nasibi
yoktur. Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver,
âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru’ der” (Bakara 200-201).
“Siz Dünyâ’nın geçici
yarârını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) âhireti istemektedir. Allah, üstün ve
güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir”
(Enfâl 67).
İnsanın Allah’a ve âhirete
güçlü bir îmânının olup-olmadığının en büyük göstergelerinden biri de infâk ve
zekât konusundadır. Âhirete îman edenler bu konuda bir çekince yaşamazlarken,
âhirete îman etmeyenler mallarını paylaşamazlar yada ancak gösteriş için
paylaşabilirken, âhiretten şüphesi olanlar da bu konuda çok zorlanırlar:
“Onlar (mü’minler), gayba inanırlar, namazı dosdoğru
kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler” (Bakara 3).
“Ki onlar, zekâtı
vermeyenler ve âhireti inkâr edenlerdir” (Fussilet 7).
“Ey îman edenler!, Allah’a ve âhiret gününe
inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infâk eden gibi minnet ve
eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde
toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağanak bir yağmur düştü
mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiç-bir şeye güç
yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet vermez” (Bakara 264).
Âhireti inkâr eden yada ondan
şüphe duyanların en bâriz göstergelerinden biri de kibirdir. Allah’ı ve âhireti
hesâba katmayanlar, kendilerini bir ilah gibi görürler:
“Sizin ilahınız tek bir
ilahtır. Âhirete inanmayanların kâlpleri ise inkârcıdır ve onlar müstekbir
(büyüklenmekte) olanlardır” (Nâhl
22).
Allah’a ucundan-kıyısından
ve zorlanarak ibâdet edenler, âhiret îmânı, korkusu ve bilincinden yoksun
olanlardır:
“İnsanlardan kimi,
Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla
tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü
dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).
İnsanların en çok korktuğu
şey savaştır. Bu savaş Allah yolunda bile olsa, âhirete îman etmeyenler yada
ondan şüphe duyanlar bu konuda çok gevşek davranırlar ve sıvışmanın yollarını
ararlar. Merkeze Dünyâ’yı değil de âhireti alanlar ise bu konuda da
zorlanmazlar:
“Öyleyse, dünyâ-hayâtına
karşılık âhireti satın alanlar Allah yolunda savaşsınlar; kim Allah yolunda
savaşırken, öldürülür yada gâlip gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz” (Nîsâ 74).
“Ey îman edenler!, ne
oldu ki size, ‘Allah yolunda savaşa kuşanın’ denildiği zaman, yer(iniz)de
ağırlaşıp kaldınız?. Âhiretten (cayıp) dünyâ-hayâtına mı râzı oldunuz?. Ama
âhirettekine (göre), bu dünyâ-hayâtının yarârı pek azdır” (Tevbe 38).
Modern insan bilgi konusunda
sâdece dünyevî bilgiyi kabûl eder. Oysa bilgi sâdece dünyevî bilgi değildir.
Fakat bu bilgi çok az bir şeydir. Âhiret inancı ve bilinci ise bilgiyi
derinleştirir ve bilgiye bilgi kattığı gibi bilinci ve îmânı artırır:
“Onlar, dünyâ-hayâtından
(yalnızca) dışta olanı (zâhiri) bilirler. Âhiretten ise gâfil olanlardır” (Rûm 7).
Genelde tüm insanların ama
özelde inananların ve müslümanların târih boyunca yaptıkları en büyük yanlış,
âhiret yerine Dünyâ’yı merkeze almak ve âhireti terk-edip Dünyâ için yoğun
şekilde çalışmaktır. Oysa bunun tam tersi olmalıydı. Kur’ân bizi bu konuda
sürekli olarak uyarır:
“Ey kavmim, gerçekten bu
dünyâ-hayâtı, yalnızca bir meta (kısa süreli bir yararlanma)dır. Şüphesiz
âhiret, (asıl) karar kılınan yurt odur” (Mü’min 39).
“Bu dünyâ-hayâtı,
yalnızca bir oyun ve ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır’. Gerçekten
âhiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi..” (Ankebût 64).
“Bilin ki, dünyâ-hayâtı
ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin
(veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki
sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir
azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı,
aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).
Ay’da, Mars’ta ve kâinâtın
başka bir yerinde hayat aramak, âhiretten ümîdi kesmenin yada ondan şüphe
duymanın bir sonucudur. Dünyâ’dan başka hiç-bir yerde, bildiğimiz anlamda bir hayat
yok; fakat şurası kesin ki, öldükten sonra ebedî bir âhiret hayâtı var.
Hazırlanılması gereken hayat, âhiret hayâtıdır. Kazanılması gereken ise Dünyâ
değil, ebedî nîmet diyârı olan cennettir.
Dünyâ’yı
sorgulamayanlar, âhireti sorgulamaya başlarlar. Haz-merkezli mevcut Dünyâ’dan hiç
şüphelenmeyenler, âhiretten şüphelenmeye başlarlar. Bu nedenle de âhirete
inanmayanlar ve ondan şüphe duyanlar, mezara girene kadar Dünyâ’yı mal
toplamakla ve çoğaltma tutkusuyla geçirirler. Dünyâ’yı “mal” toplamakla
geçirenler, âhireti “nal” toplamakla geçireceklerdir.
Dünyâ’yı
dibine kadar yaşama hırsı, âhireti inkârdan yada âhiret şüphesinden
kaynaklanır.
Dünyâ
hayâtını âhirete tercih etmek günah ve suçtur. Bu suçun bir cezâsı vardır ve bu
suçun cezâsı bizzat o şeyin kendisidir. Yâni âhirete rağmen Dünyâ’yı tercih
etmek bir cezâdır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder