“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir
dişiden yarattık ve bir-birinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve
kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm)
olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır.
Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13)
Evrim Teorisi, daha önce
Thomas Robert Malthus tarafından ortaya konulan “Nüfus Teorisi” ve Herbert
Spencer’ın “en güçlü olanın ayakta kalması” düşüncesi ile ilişkilendirilmiştir.
Sosyal Darwinizm, Darwin’in Evrim Teorisi’nin genişletilerek sosyâl alana
uygulanmasıdır.
Sosyal Darwinizm, Darwin’in
Evrim Teorisi’nin toplum bilimlere ve toplumsal konulara uyarlanmasına denir.
Zâten Darwin’in “Türlerin Kökeni” isimli kitabının tam adı şudur: “Türlerin
Kökeni, Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücâdelesinde Kayırılmış Irkların Korunması
Yoluyla”.
Sosyal Darwinizm, bâzı insanların
iyi ve üst seviyede yaşayabilmesi için diğer bir-çok insanın ölmesi gerektiğini
söyler. “Rızıklar sınırlıdır ihtiyaçlar sınırsızdır” der. Hâlbuki ihtiyaçlar da
sınırlıdır. Sınırsız olan şey, ihtiyaçlar değil, ihtiraslardır.
“Sosyal Darwinizm adlı
kitapta Sosyâl Darwinizm için şunlar söylenir.
“Bilimsel geçersizliğini çok açık
olan bu teori, aşağıdaki gerçek dışı iddialara dayalıdır:
1) Yeryüzündeki yaşam, tamâmen
rastlantısal bir evrim sürecinin sonucudur. Yaşam rastlantısal olduğu için de,
bir amacı yoktur.
2) Dünyâ’nın tek geçerli kuralı ‘güçlü
ve avantajlı olanların hayatta kalması’dır. Kıyasıya bir yaşam mücâdelesi vardır
ve gâlip gelmenin tek yolu bencil ve acımasız olmaktır.
3) İnsan da bir hayvan türüdür.
Hayvanlarla aynı biyolojik kânunlara tâbidir. Bir diğer deyişle, insan da
‘orman kanunlarına’ göre yaşamalıdır.
Darwin bu sapkın iddiâları ortaya attıktan sonra, her
ne kadar kendisini destekleyen bilimsel bulgular vâr olmasa da, teorisi hızla
yayıldı. Bunun nedeni, Darwinizm’in döneme hâkim olan din-dışı sistem ve
ideolojilere uygun bir fikrî zemin oluşturmasıydı. İngiltere, kurmuş olduğu
sömürge imparatorluğuna meşrûiyet kazandırmak için, ‘uluslar arasında yaşam
mücâdelesi’ ve ‘evrimde ileri gitmiş ırklar’ gibi Darwinist kavramlara ihtiyaç
duyuyordu. Bu nedenle İngiltere’nin ve sonra da diğer büyük devletlerin
egemenleri, kısa sürede Darwinizm’i benimsediler.
Geziden dönüşünün ilk iki yılı Darwin için bir tür
bocalama dönemi olmuştur. Bu sırada eline bir rastlantı olarak geçen bir kitap,
Thomas Malthus’un ‘Nüfus Üzerine İnceleme’ adlı yapıtı, arayışı içinde olduğu
açıklamanın ipucunu ona sağlar. Bir râhip olan Malthus amatör bir ekonomist
olarak da çalışıyordu. Kitabında, nüfus büyüklüğüyle sağlanan yiyecek miktârı
arasındaki ilişkiyi ele almış, nüfus artış hızının yiyecek üretimini sürekli
aşma eğilimi gösterdiği savını vurgulamıştı. Malthus, savaş, kıtlık ve salgın
hastalıkların nüfusta hızlı büyümeyi bir ölçüde sınırladığı, yoksa sonucun tüm
Dünyâ için kaçınılmaz bir yıkım getireceği görüşündeydi. 19. yüzyılın ilk yarısı
İngiltere’sinde nüfus gerçekten öylesine büyük bir artış hızı içindeydi ki,
beslenme sorunu kaygı verici bir ağırlık kazanmıştı. Malthus’a göre nüfus
artışının o günkü hızda devâm etmesi hâlinde insanların bulunan yiyeceği
paylaşma savaşımı azgın boyutlara ulaşacak, güçlüler karşısında güçsüzler çok
geçmeden yok olup gidecekti. Darwin, Malthus’un çizdiği bu karamsar tabloda
canlılar dünyâsına özgü evrimsel değişimin motor gücünü yakalar. Malthus’un
insanlık için pek iç açıcı olmayan öndeyişinin, Darwin’in kafasında nasıl bir
şimşek çaktırdığını kestirmek güç değildir. (Darwin’in tezi sosyâl bir görüşten alınmıştır. Dolayısıyla da Evrim
Teorisi aslında ‘Sosyal Darwinizm’dir H.G.) Darwin diyor ki: ‘Malthus’un
nüfûsa ilişkin denemesini vakit doldurmak için okuyordum. Uzun süren yoğun
gözlemlerimle her yerde tanık olduğum canlılar arasındaki ‘yaşam savaşımı’
olayının anlamını kavramaya hazırdım. Hemen gördüm ki, çetin çevresel koşullar
altında canlıya avantaj sağlayan özellikler korunur, sağlamayan özellikler
zamanla yok olur. Bu süreçte yeni türlerin oluşması kaçınılmazdır. Artık elimde
çalışmalarıma ışık tutan bir kuram vardı!’.
Huxley de, hayvanlar dünyâsını bir ‘ölüm-kalım
arenası’ diye niteler. Ona göre, bu arenada zayıflarla beceriksizlerin
elenmesi, güçlülerle beceriklilerin egemenliği kaçınılmazdır”.
Müslümanların içinde Evrim Teorisi’ni
savunanlara şunu söyleyelim ki, bu Teori’nin biyolojik yönünün savunmaya başladığınızda,
zamanla sosyâl yönünü de savunmaya başlayabilirsiniz. Bir zaman sonra tasavvurunuzu
şekillendiren bu Teori, Sosyâl Darwinizm’e sıcak bakmanızı sağlayabilir. Çünkü
bu iki teori, “peynir ile ekmek” gibidir.
İslâm’da insanlar arasında
maddî-fizikî anlamda bir ayrım yapıl(a)maz ve ayrım sâdece takvâ, yâni “sorumluluk
bilinci”, “Allah korkusu” üzerinde yapılır ve yarışın sâdece takvâda yapılması emredilir.
Modernizm, insanları sürekli yarıştıran bir ideolojidir. Belki de bundan
beslenmektedir. İnsanların sürekli bir “yaşam savaşı” verdiğinden bahseden Sosyâl
Darwinizm’den ilhâmını almıştır. Yarışta üstün gelenler, “yeniklere baskı kurma
hakkı(!)” kazanırlar bu teoriye göre.
Aslında insanlar-toplumlar arasındaki farklar
coğrafyanın durumundan kaynaklanır. Tabi bu fark, insanlar arasındaki
iletişimin kopması nedeniyle açılmış ve kavimler artık tanışıp birbirleriyle
her konuda alış-verişte bulunamaz olmuşlardır. Böyle olunca da -görece- farklı
gelişmişlik seviyeleri ortaya çıkmıştır. Bu fark, daha avantajlı coğrafyalarda
yaşayanların şeytâni düşünceler üretmelerine neden olmuştur. Avantajlı coğrafyalarda
yaşayanların fazla ve kaliteli olan üretimlerindeki farkı, coğrafya ve şeytanın
etkisiyle toplumların birbirlerinden uzaklaşmasında değil de, “akıl” ve “evrimi
tamamlamışlık” olarak görenler, diğerlerini hâliyle “ilkel” kabûl etmişler ve
onları “sömürülmeye lâyık” görmüşlerdir. Abdurrahman Arslan:
“Önceleri gelişmenin coğrâfi
faktörlere bağlı olduğu varsayılırken, daha sonraları giderek artan bir sayıda
târihçi, antropolog ve entellektüel gelişmenin, ırkların farklılığı ile alakalı
olabileceğini çok geçmeden dile getirmeye başladıkları görülür. Irkların
farklılığının dile getirilişi “biyolojik evrim teorileri” için ciddî bir imkân
olduğu açıktır” der.
17-18. yüzyılla birlikte
Avrupa’lılar sanâyileşerek bilimsel ve teknolojide “kendilerine has” bâzı adımlar
attılar ve dinden kopuk tasavvurlarıyla, önünü-arkasını düşünmeden silah-merkezli
bir teknoloji geliştirdiler. Dinden ve dînin sakındırmasından koptukları için
bu silahları kullanmaktan çekinmediler ve başta Maya, Aztek ve İnka uygarlıkları
olmak üzere doğal ve normâl bir hayat yaşamayı düstur edinmiş olan Afrika ve
Avustralya Kıtası’na zorla girerek onların hem mallarını yağmaladılar, hem de onları
uzun yıllar sömürdüler. Zâten Avrupa’lıların zenginlikleri de bu şekilde
oluştu. İşte bu nedenle diyorum ki; “batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak
şerefsizliktir”. Batı ve Avrupa bir “hırsızlık uygarlığı”dır. Zâlim uygarlığını
(medeniyet değil) hırsızlık, yolsuzluk ve zulüm üzerine kurmuştur.
Zamanla hırsı artan batı’lı
insan, kendilerine mutlakâ lâzım olan teorileri ve ideolojileri de bulmuştur
yada daha doğrusu kurmuştur. Batı’dan kaynaklanan ideolojiler, batı’nın hırsızlığı
ve şerefsizliği kolayca yapmasını sağlayacak olan ideolojilerdir ve bu
ideolojileri tâkip ve taklit edenler ne kadar da zavallıdırlar. İşte bu teoriler
ve ideolojilerden biri de Evrim Teorisi ve onun sosyâl hayâta yansıması olan
Soysâl Darwinizm’dir. Bu teori, “doğal hayatta her zaman bir mücâdele vardır ve
bu mücâdelede her zaman güçlüler ayakta kalır” pislik düşüncesini savunmaktadır.
Fakat bu düşüncesini Darwin, hayvanlara bakarak oluşturmuştu büyük ölçüde. Oysa
insan “hayvan” gibi değildir ve fıtratında merhâmet ve vicdan barındırır ve
zayıf olana yardım etmek düşüncesi işlenmiştir tüm hücrelerine. Lâkin insanda,
şeytanın kontrôlünde ve ayartmasında olan bir nefs de vardır ve insan, nefsinin
emrine girdiğinde hayvandan bin kat daha aşağılık olabilir. Bu durum, Kur’ân’da
şöyle anlatılır:
“Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.
Sonra aşağıların aşağısına çevirip attık” (Tin 4-5).
“Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir yada aklını
kullanır mı sayıyorsun?. Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır yol
bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar” (Furkân 44).
İşte bu âyetler Sosyâl Darwinizm’in
tam tersini söyler. İnsan ilk başta en güzel sûrette ve formda yaratılmış, ama
sonra da yaptıkları nefis-merkezli şeyler nedeniyle hayvanlaşmış ve idrâk
sâhibi olan bir varlık olduğundan dolayı sınırı aşmış ve hayvanlardan daha
alçak bir seviyeye düşmüştür.
İslâm’a göre tüm insanlar Allah’ın eşit olarak yarattığı
varlıklardır. Hattâ Allah insanların görünüşlerindeki ve konuşmalarındaki
farklılığa “âyet” der:
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve
renklerinizin ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için
gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).
Sosyâl Darwinizm’i açıkça
yada farkında olarak yada olmayarak savunmak, Allah’ın âyetlerini inkâr etmek
anlamına gelir. Müslümanlar da dâhil, modern insanların çoğu, Evrim Teorisi’ni
ve dolayısı ile Sosyal Darwinizm’i sözde kabûl etmeseler de, başta iş-hayâtında
olmak üzere Sosyal Darwinizm’e göre hareket ediyorlar. Kendi çıkarları için
diğerlerini ezmeyi normâl görüyorlar.
Spor da, Sosyâl Darwinizm’in
en önemli destekçisidir. Zîrâ sporda güçlü olanın yenmesi, hızlı olanın öne geçmesi
gibi sonuçlar vardır. Bu durum, “güçlü olan ayakta kalır” şeytâni düşüncesini
alttan-alta yerleştirir insanların bilinç-altına yada bilinçlerine. Oysa İslâm’a
ve fıtrata göre insanların böyle bir şey yapması beklenemez. Doğallığını
kaybetmemiş ve batı’nın Sosyâl Darwinizm pisliğine bulanmamış olan ve
birilerine göre “gelişmemiş”, “geri”, “evrimini tamamlamamış” görülen insanlarda
rekâbete karşı bir tavırm vardır. Marlo Morgan, “Bir Çift Yürek” adlı romanında,
“yarış yapmak” konusunda Avustralyalı Aborijinlerle yaşadığı bir olayı şöyle
anlatır:
“Bundan sonra spordan ve karşılaşmalardan söz ettik.
Onlara Amerika’da sportif olaylara büyük bir ilgi duyulduğunu, hattâ top
oyuncularına öğretmenlerden daha fazla maaş verildiğini anlattım. Arkadaşlarıma
bize-özgü yarışlardan birini tanımlayabilmek için bir sıraya dizilip hızla
koşmaya başlamamızı önerdim ve en hızlı koşanın kazanmış olacağını söyledim.
Kabîle halkı, güzel kara gözlerini kocaman açarak baktılar bana ve biri şöyle
dedi: ‘İyi ama bir kişi kazanırsa, bütün ötekiler kaybetmiş olur. Bunun nesi
eğlenceli ki?. Oyunlar, eğlenmek içindir. Neden insanları böyle bir deneyime
tâbi tutup, sonra da tek bir kişiyi gerçekten kazananın o olduğuna inandırmaya
çalışıyorsunuz?. Bunu anlamak bizler için çok zor. Sizin insanlarınız bunu
kabûllenebiliyor mu?’. Ben bu soruyu sâdece gülümseyerek ve başımı ‘hayır’
dercesine sallayarak yanıtladım”.
“Ubuntu” denen bir felsefe
de vardır. Şöyle bir olay anlatılır:
“Günlerden bir gün,
Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabîlenin çocuklarına bir oyun oynamayı
önerir. Oyun basittir. Çocukları belirli bir yerde yan-yana sıraya dizer ve
açıklar: ‘Herkes karşıdaki ağaca kadar tüm gücüyle koşacak ve ağaca ilk ulaşan
birinciliği kapacak. Ödülü ise yine o ağacın altındaki güzel meyveleri yemek
olacak’.
Çocuklar oyuna hazır olunca, antropolog oyunu
başlatır. İşte o anda bütün çocuklar el
ele tutuşur ve berâberce koşarlar. Hedef gösterilen ağacın altına berâber
varırlar ve hep berâber meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır ve
çocuklara neden böyle yaptıklarını sorar. Aldığı cevap hayli mânidardır; Biz ‘ubuntu’
yaptık: Yarışsaydık, aramızdan sâdece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci
olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül
meyveyi yiyebilir?. Oysa biz ‘ubuntu’ yaparak hepimiz yedik. Ubuntu; bizim dilimizde
‘Ben, biz olduğumuz zaman benim’ demek”.
Müslümanların-mü’minlerin
insanlarla aşırı rekâbete girmeleri kabûl edilebilecek bir şey değildir.
Özellikle ticârette. Bir-çok müslümandan şunu duydum: “Ticârette başarılı olup para
kazanmak istiyorsan acımasız olacaksın”. Yâni müşteriyi ezmek gerekiyormuş. Eskiden
bir esnaf, ikinci müşterisini, karşıdaki siftah yapmayan komşusuna gönderirdi.
Şimdi nerdee!. Komşusuna giden müşteriyi de kendisine çevirmek istiyor. Yâni
bir müslüman, karşıdaki aynı işi yapan esnaf komşusunun batmasına ve meydanın
kendisine kalmasına nasıl olur da sevinebilir?. Böyle bir şeyi dileyenlerin
müslümanlıkla alâkaları kalmaz. Çünkü:
“Mü’minler ancak kardeştirler. (Irkları farklı olsa
da). Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan
korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz” (Hucurât 10).
Sosyâl Darwinizm, insanların
(onlar “insansı” diyorlar) bir kısmının evrimini tamamlamadığı için geri
kaldıklarını, evrimini tamamlayıp modernleşenlerin ise bunun ödülü olarak geri
kalmış insanları sömürmesinin normâl ve doğal olduğunu, bunun, evrimlerini
tamamladıkları için hakları olduğunu, hattâ geri kalmış toplumların ve ilkellerin
kendilerine kölelik yapması gerektiğini söylerler. Bu nedenle de onlara hiç
acımadan saldırır ve ölmelerine göz yumabilirler. Oysa gerek sömürüldüklerinden
dolayı, gerekse de mevcut hayatlarını çeşitli nedenler dolayısı ile değiştirmek
istemeyenlerin hepsi Âdem’dendir ve bu nedenle de tüm insanlar kardeştir:
“Aslında insanlar, başlangıçta tek bir ümmet idi.
Allah’ın gönderdiği peygamberler, onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha
sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler.
Farklı-farklı dinler uydurdular ve değişik ümmetler hâline geldiler” (Bakara 213; Yûnus 19).
Bir de şu var ki; tüm insanlar
batı gibi kalkınmak zorunda ve batı’nın kalkınma şeklini taklit etmek zorunda
mıdır?. Batı gibi kalkınmak insanlık değildir ve asıl ilkellik, batının
kalkındığı şartlarla kalkınmayı normâl ve doğal görmektir. Fakat batı, hem
ilkel kabûl ettiği toplumların yer-altı yer-üstü zenginliklerini sömürmek, hem
de ürettikleri ürünleri onlara satmak için kendilerini kalkınmış, çağdaş ve
muâsır görürken ve gösterirken, diğerlerini yâni kendileri gibi olmayanları ise
yarı-ilkel yada ilkel olarak görüyor ve onlara istediği gibi muâmele etme hakkı
olduğunu düşünüyor.
Sosyal Darwinizm insanları
kategorize ediyor ve bu yolla 1. 2. 3. sınıf insan yada “gelişmiş”, “gelişmekte
olan” ve “az gelişmiş” toplumlar olarak sınıflandırıyor. Sınıflandırmayı da,
gelişmiş(!) batı uygarlığı üzerinden yapıyor. Gelişmiş olanların gelişmemiş
olanlar üzerinde tahakküm etmesinin meşrû olduğunu düşünüyor ve bu nedenle de
neredeyse tüm Dünyâ’yı sömürme hakkı olduğunu zannediyor. Bunu çeşitli kanallarla
tüm Dünyâ insanlarına dikte ediyor ve dayatıyor. Tabi bunun en meşhûr olan
yolu, Sosyâl Darwinizm olarak tezâhür ediyor. Bekir Fuat bu konuda şunları
söyler:
“Batı’lılar bunu bir-çok başlık altında yapmışlardı.
İnsanları ‘gelişmemiş’, ‘gelişmekte olan’ ve ‘gelişmiş’ ırklar olarak tasnif
etmişlerdi. İnsan bedeni üzerinde yapılan bu kategorizasyon bir dönem çok canlı
olan sömürgeciliğe meşrûiyet kazandırmıştı. Afrika’nın ‘gelişmemiş’ siyah
bedenleri batı’nın ‘gelişmiş’ beyazlarının hizmetine sunulmuştu. Bu uygulama en
görünür hâliyle batı’ya mahsus olarak kaldı; ancak insana böylesi bir yaklaşım
tüm bir kozmik yapıyı bu kategorizasyonla okumayı berâberinde getirmişti. Bugün
tüm Dünyâ dolaylı yada dolaysız olarak Darwinizm’in yaklaşımını sosyâl açıdan
benimsemiş bulunmaktadır. Tüm Dünyâ’daki gibi bizde de ekonomik, sosyâl, dîni
literatür bu yaklaşımın etkisi altındadır. Meselâ gelişmekte olan ülkeler,
ilkel kültürler, modern dinler vb… Bir referanstan hareketle düşünme metodu,
dünyâ insanının zihnî işleyişi hâline gelmiş bulunmaktadır”.
Öjeni, Sir
Francis Galton isimli bir İngiliz’in, ön-ayak olduğu “eugenics” isimli
sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arayan
bilim-dalı yada harekettir. Sosyâl Darwinizm tarafından savunulmuş ve
kullanılmıştır. Öjeni, Naziler’in Sosyâl
Darwinizm’e dayanarak uyguladıkları bir zulümdür. Öjenizm: “Olumsuz karakteri,
pasif yada aktif yöntemlerle yok etmeye dayalı bilimsel ırkçılık” olarak
tanımlanır. Öjenik kelimesi ise, ilk kurucularından Sir Francis Galton’un “iyi
tür” anlamında eski Yunanca’dan ürettiği bir kelimedir. “Hüdai Çakmak, öjenizm
hakkında şunları söyler:
“Öjenizmi şöyle târif edebiliriz: Öjenizm, toplumlarda
sağlıklı öğelerinin çoğaltılması, sağlıksız öğelerin elenip azaltılması,
böylelikle insan soyunun geliştirilmesini amaçlayan bir teori ve bu teorinin
eyleme geçmiş hâlidir. Eski Yunanlılardan Sparta’lıların yeni doğan çocukları
gelişkin-zayıf diye ayırdıkları, gelişkin zannedilenlerin yaşamasına izin
verdikleri, diğerlerini öldürdükleri bilinmektedir.
Eski Yunanlılardan sonra unutulmaya yüz tutan öjenist
görüşü Charles Darwin’in Evrim Teorisi’yle tekrar gündeme getirip canlandırdığı
görülür. Charles Darwin ortaya koyduğu Evrim Teorisi’yle canlıların ‘doğal
seleksiyon’ adını verdiği bir mekanizmayla, güçlü canlıların güçsüzleri yaşam
sahnesinden sildiği, bu yolla daha güçlü canlıların ortaya çıktığı, bunun da
evrimleşmeye neden olduğunu varsaydığından öjenik kavramının daha güçlü bir
şekilde bir-kez daha ortaya atılmasına ve uygulamaya konulmasına neden olmuştur
diyebilmekteyiz”.
Öjenik Uygarlık, yeryüzünde
kendiliğinden sürmekte olan organik yaşamı doğal seyrinden kopararak, önceden
belirlenen ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden oluşturma çabası olarak ifâde
edilebilir. Doğal olana antipatiyle yaklaşan Öjenik Uygarlık anlayışı,
biyo-teknolojinin insana ve tüm diğer canlı organizmalara yoğun olarak
uygulanmasını savunmaktadır” (Vikipedi).
Bilindiği gibi, Evrim
Teorisi, “güçsüzlerin yok olarak güçlülerin yaşamasının devâm etmesi ve zamanla
daha üstün bir varlığa dönüşmesi” fikrini esas alır ki, bu düşünce öjeninin ta
kendisidir. Doğada hiç-bir zaman bir “evrim” yaşanmadığı ve insan dâhil
her-şeyin ilk orijinâli en uygun şekliyle “yaratıldığı” için bir öjeniden de
bahsedilemez. Doğada hiç-bir zaman bir ilkellik yaşanmamıştır. Her-şey en
mükemmel hâliyle orijinâl olarak yaratılmıştır.
Adolf Jost, 1895’de
yayımladığı Das Recht auf den Tod (Ölme Hakkı) isimli kitabında istenmeyen
insanları tıbbî olarak öldürmeye çağırıyordu. Jost, “sosyâl organizmanın
sağlığı için devletin bireyleri öldürme sorumluluğunu alması gerektiğini” iddiâ
ediyordu. Adolf Jost, yaklaşık 30 yıl sonra siyâset sahnesinde boy gösterecek
olan Adolf Hitler’in akıl hocasıydı. Hitler de; “devlet yalnızca sağlıklı çocukların
olmasını sağlamalı. Görülür şekilde hasta olanların ve salgın hastalık
taşıyanların uygun olmadığı îlan edilmeli” diyordu.
Modern insan; kör, topal ve
hastalara gerçek anlamda bir merhâmetle yaklaşmıyor ve bu insanlar otomatikman “ezik”
olarak kabûl ediliyor. Oysa onların da kendilerine göre üstün özellikleri
vardır. Kronik rahatsızlığı olanlar bir “yük” olarak görülebiliyor. Merhâmetin
neredeyse yok olduğu modern zamanlarda bu insanlar, kişinin en yakını olsa bile
“katlanılmaz” olarak kabûl ediliyor. Bu durumda olanlara aslında “yumuşak bir
öjeni” uygulanmaktadır, hem devlet hem de toplum tarafından.
Öjenizm bir çeşit
“güçsüzlerden ayrışma” şeklidir. Fakat Allah; hasta, kör ve topal olanların hor
görülmemesini ve ayrıma tâbi tutulmamasını söyler. Hattâ bu insanlara pozitif
ayrımcılık gösterilmesini ve bu insanların da toplum içine karışmalarını ister:
“Kör olana güçlük yoktur, topal olana güçlük yoktur,
hasta olana da güçlük yoktur; sizin için de, gerek kendi evlerinizden, gerekse
babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin
evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden,
halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden,
anahtarına mâlik olduğunuz (yerlerden) yada dostlarınızın (evlerin)den
yemenizde bir güçlük yoktur. Hep bir-arada veya ayrı-ayrı yemenizde bir günah
yoktur. Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama
dileği olarak birbirinize selam verin. İşte Allah, size âyetleri böyle açıklar,
umulur ki aklınızı kullanırsınız”
(Nûr 61).
1. Dünyâ Savaşı’nda
korkunç katliâmın temel nedeni pek-çok savaşın olması ve tüm zamanların en
akıl-almaz askeri manevralarının birbiri ardına gelmesidir. Generâller pek-çok
genç insana düşmanın ateş hattına doğru akın etmelerini emretmişlerdi. Bunun
nedenini Britanyalı yazar ve târihçi Watson şu şekilde açıklar: “Britanya Genel
Kurulu, yeni askere alınan kişilerin
daha basit canlı türleri olduklarını kabûl etmişlerdir. İtaat etmek için çok
basit ve hayvânîdirler, yalnızca belirli tâlimatları yerine getirebilirlerdi”.
Sosyâl Darwinizm tarafından
gerçekleştirilmiş daha nice zulüm örnekleri vardır ki bunların en bilineni Ota
Benga’nın başına gelenlerdir. Bir yazıda Ota Benga’nın başına gelenler şöyle
anlatılır:
“Ota Benga,
Kongo’lu bir yerliydi, evli ve iki çocuk babasıydı. 1904 yılında, Samuel
Verner adında evrimci bir araştırmacı tarafından ‘yakalanarak’ Amerika’ya getirildi.
Buradaki evrimci bilim-adamları, onu çeşitli maymun türleriyle birlikte kafese
koyarak ‘insana en yakın ara geçiş formu’ olarak teşhir ettiler. Daha sonra ise
New York’ta bir hayvanat bahçesinde bir-kaç şempanze, goril ve orangutan ile
birlikte ‘insanın eski ataları’ adı altında aynı kafeste sergilediler. Ota
Benga, hayvan muâmelesi görmeye dayanamayarak, bir-kaç yıl sonra intihar etti.
Darwinistler sâdece Ota Benga’ya değil, daha bir-çok
ırktan insana, teorilerini ispatlamak uğruna, benzeri eziyetler uyguladılar.
Örneğin, Aborijin yerlilerini öldürerek, kafataslarını müzelerinde ‘insanla
maymun arasındaki ara geçiş formu’ olarak sergilediler. Darwinistler aşağı ırk
olarak gördükleri Aborijinleri, evrimin ‘aşağı olanlar yok olacaktır’ kânununa
uyarak yok etmeye başladılar. Yayınladıkları broşürlerde ‘Avustralya
Hayvanları’ olarak tanımladıkları Aborijinleri öldürdükten sonra kafataslarını
istasyon benzeri yerlerin kapılarına asarak sergilediler. Bir kısmını ise
zehirli ekmek vererek yok ettiler. Avustralya’nın bir-çok bölgesindeki Aborijin
yerleşim birimleri 50 yıl içinde vahşî yöntemlerle ortadan kalktı. 100 bin
çocuk âilesinden kaçırıldı. Bugün ise Aborijin yerlileri hâlâ, Avustralya’da
diğer ırklarla eşit haklara sâhip olabilmek için uğraş vermeye devâm etmektedir”.
Sosyâl Darwinizm’i
savunanlar arasında ne yazık ki filozoflar ve “cins kafalı” olarak bilinen
düşünürler de vardır. Bunlardan biri de Nietzsche’dir. Bir yazıda Nietzsche’nin
düşüncesi şöyle ortaya konur:
“Nietzsche, insanların çoğunu ‘köle ahlâkı’na sâhip
sefiller olarak görüyor, ancak aralarındaki az sayıda bir grubun ‘üstün-insan’
olduğunu düşünüyordu. Aynı ayrım ırklar arasında da vardı; ırkların çoğu
sefildi, ancak bir tânesi ‘üstün ırk’tı. Bu vasıfların oluşabilmesi için de
sürekli bir savaş ve mücâdelenin gerekliliğine inanıyordu. Savaşın zarûri
olarak gerçekleşen bir kötülük olarak değil de, ırkların yada milletlerin
gelişmesini sağlayan bir iyilik olarak algılanması, Nietzsche’den sonra, her
türlü ırkçılığın ve nasyonalizmin de temel inançlarından biri hâline gelecekti.
Nietzsche’nin şu sözü de bu yaklaşımı çok açık ifâde eder: ‘Vicdandan, merhâmetten,
bağışlamadan, insanların bu dâhili zâlimlerinden kurtulunuz; güçsüzleri baskı
altına alınız, cesetleri üzerinden yukarıya tırmanınız”.
Evrim Teorisi, “güçlünün
hayatta kalması” (Sosyâl Darwinizm) prensibini savunur. Bu bağlamda; müslümanların
Sosyâl Darwinizm’i felsefi olarak yada uygulamada kabûl etmeleri ve Sosyâl Darwinizm’e
göre hareket etmeleri kabûl edilemez. İslâm zâten “ilkel Sosyâl Darwinizm”
diyebileceğimiz uygulamayı kaldırmaya gelmiştir tüm târih boyunca. Kur’ân’da
bu: “fekku rakabetin”= “Kölelere özgürlük” mottosuyla ifâde edilir.
Özelikle garibanların Evrim
Teorisi’ni ve dolayısı ile onun sosyâl yönü olan Sosyâl Darwinizm’i
bilerek-bilmeyerek fikren yada pratik olarak kabûl etmeleri ahmaklıktır. Bir
gariban yâni “güçsüz” olan kişi, nasıl olur da Evrim Teorisi’ni ve onu sosyâl
boyutu olan Sosyâl Darwinizm’i normâl görebilir kabûl edebilir?. İnsanlar
farkında yada farkında olmayarak, konuşmaya gelince karşı olduklarını
söyledikleri bu teoriyi, -Dünyâ’da Sosyâl Darwinizm hâkim olduğundan-, pratikte
yâni yaşayışlarında uygulayarak alttan-alta kabûl edebiliyorlar ve “mücâdele
mücâdele” deyip duruyorlar Hâlbuki bir müslüman için mücâdele değil, “mücâhede”
vardır. Mücâdele “insana karşı” yapılırken, mücâhede ise, “şeytana ve nefse”
karşı yapılır. Bizim baş düşmanımız ve ötekimiz, insanlar değil, şeytandır
vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Eylül 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder