26 Ekim 2017 Perşembe

Sosyâl Darwinizm


“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve bir-birinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13)

 

Evrim Teorisi, daha önce Thomas Robert Malthus tarafından ortaya konulan “Nüfus Teorisi” ve Herbert Spencer’ın “en güçlü olanın ayakta kalması” düşüncesi ile ilişkilendirilmiştir. Sosyal Darwinizm, Darwin’in Evrim Teorisi’nin genişletilerek sosyâl alana uygulanmasıdır.

 

Sosyal Darwinizm, Darwin’in Evrim Teorisi’nin toplum bilimlere ve toplumsal konulara uyarlanmasına denir. Zâten Darwin’in “Türlerin Kökeni” isimli kitabının tam adı şudur: “Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücâdelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla”.

 

Sosyal Darwinizm, bâzı insanların iyi ve üst seviyede yaşayabilmesi için diğer bir-çok insanın ölmesi gerektiğini söyler. “Rızıklar sınırlıdır ihtiyaçlar sınırsızdır” der. Hâlbuki ihtiyaçlar da sınırlıdır. Sınırsız olan şey, ihtiyaçlar değil, ihtiraslardır.

 

“Sosyal Darwinizm adlı kitapta Sosyâl Darwinizm için şunlar söylenir.

 

“Bilimsel geçersizliğini çok açık olan bu teori, aşağıdaki gerçek dışı iddialara dayalıdır:

 

1) Yeryüzündeki yaşam, tamâmen rastlantısal bir evrim sürecinin sonucudur. Yaşam rastlantısal olduğu için de, bir amacı yoktur.

 

2) Dünyâ’nın tek geçerli kuralı ‘güçlü ve avantajlı olanların hayatta kalması’dır. Kıyasıya bir yaşam mücâdelesi vardır ve gâlip gelmenin tek yolu bencil ve acımasız olmaktır.

 

3) İnsan da bir hayvan türüdür. Hayvanlarla aynı biyolojik kânunlara tâbidir. Bir diğer deyişle, insan da ‘orman kanunlarına’ göre yaşamalıdır.

 

Darwin bu sapkın iddiâları ortaya attıktan sonra, her ne kadar kendisini destekleyen bilimsel bulgular vâr olmasa da, teorisi hızla yayıldı. Bunun nedeni, Darwinizm’in döneme hâkim olan din-dışı sistem ve ideolojilere uygun bir fikrî zemin oluşturmasıydı. İngiltere, kurmuş olduğu sömürge imparatorluğuna meşrûiyet kazandırmak için, ‘uluslar arasında yaşam mücâdelesi’ ve ‘evrimde ileri gitmiş ırklar’ gibi Darwinist kavramlara ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle İngiltere’nin ve sonra da diğer büyük devletlerin egemenleri, kısa sürede Darwinizm’i benimsediler.

 

Geziden dönüşünün ilk iki yılı Darwin için bir tür bocalama dönemi olmuştur. Bu sırada eline bir rastlantı olarak geçen bir kitap, Thomas Malthus’un ‘Nüfus Üzerine İnceleme’ adlı yapıtı, arayışı içinde olduğu açıklamanın ipucunu ona sağlar. Bir râhip olan Malthus amatör bir ekonomist olarak da çalışıyordu. Kitabında, nüfus büyüklüğüyle sağlanan yiyecek miktârı arasındaki ilişkiyi ele almış, nüfus artış hızının yiyecek üretimini sürekli aşma eğilimi gösterdiği savını vurgulamıştı. Malthus, savaş, kıtlık ve salgın hastalıkların nüfusta hızlı büyümeyi bir ölçüde sınırladığı, yoksa sonucun tüm Dünyâ için kaçınılmaz bir yıkım getireceği görüşündeydi. 19. yüzyılın ilk yarısı İngiltere’sinde nüfus gerçekten öylesine büyük bir artış hızı içindeydi ki, beslenme sorunu kaygı verici bir ağırlık kazanmıştı. Malthus’a göre nüfus artışının o günkü hızda devâm etmesi hâlinde insanların bulunan yiyeceği paylaşma savaşımı azgın boyutlara ulaşacak, güçlüler karşısında güçsüzler çok geçmeden yok olup gidecekti. Darwin, Malthus’un çizdiği bu karamsar tabloda canlılar dünyâsına özgü evrimsel değişimin motor gücünü yakalar. Malthus’un insanlık için pek iç açıcı olmayan öndeyişinin, Darwin’in kafasında nasıl bir şimşek çaktırdığını kestirmek güç değildir. (Darwin’in tezi sosyâl bir görüşten alınmıştır. Dolayısıyla da Evrim Teorisi aslında ‘Sosyal Darwinizm’dir H.G.) Darwin diyor ki: ‘Malthus’un nüfûsa ilişkin denemesini vakit doldurmak için okuyordum. Uzun süren yoğun gözlemlerimle her yerde tanık olduğum canlılar arasındaki ‘yaşam savaşımı’ olayının anlamını kavramaya hazırdım. Hemen gördüm ki, çetin çevresel koşullar altında canlıya avantaj sağlayan özellikler korunur, sağlamayan özellikler zamanla yok olur. Bu süreçte yeni türlerin oluşması kaçınılmazdır. Artık elimde çalışmalarıma ışık tutan bir kuram vardı!’.

 

Huxley de, hayvanlar dünyâsını bir ‘ölüm-kalım arenası’ diye niteler. Ona göre, bu arenada zayıflarla beceriksizlerin elenmesi, güçlülerle beceriklilerin egemenliği kaçınılmazdır”.

 

Müslümanların içinde Evrim Teorisi’ni savunanlara şunu söyleyelim ki, bu Teori’nin biyolojik yönünün savunmaya başladığınızda, zamanla sosyâl yönünü de savunmaya başlayabilirsiniz. Bir zaman sonra tasavvurunuzu şekillendiren bu Teori, Sosyâl Darwinizm’e sıcak bakmanızı sağlayabilir. Çünkü bu iki teori, “peynir ile ekmek” gibidir.  

 

İslâm’da insanlar arasında maddî-fizikî anlamda bir ayrım yapıl(a)maz ve ayrım sâdece takvâ, yâni “sorumluluk bilinci”, “Allah korkusu” üzerinde yapılır ve yarışın sâdece takvâda yapılması emredilir. Modernizm, insanları sürekli yarıştıran bir ideolojidir. Belki de bundan beslenmektedir. İnsanların sürekli bir “yaşam savaşı” verdiğinden bahseden Sosyâl Darwinizm’den ilhâmını almıştır. Yarışta üstün gelenler, “yeniklere baskı kurma hakkı(!)” kazanırlar bu teoriye göre.

 

Aslında insanlar-toplumlar arasındaki farklar coğrafyanın durumundan kaynaklanır. Tabi bu fark, insanlar arasındaki iletişimin kopması nedeniyle açılmış ve kavimler artık tanışıp birbirleriyle her konuda alış-verişte bulunamaz olmuşlardır. Böyle olunca da -görece- farklı gelişmişlik seviyeleri ortaya çıkmıştır. Bu fark, daha avantajlı coğrafyalarda yaşayanların şeytâni düşünceler üretmelerine neden olmuştur. Avantajlı coğrafyalarda yaşayanların fazla ve kaliteli olan üretimlerindeki farkı, coğrafya ve şeytanın etkisiyle toplumların birbirlerinden uzaklaşmasında değil de, “akıl” ve “evrimi tamamlamışlık” olarak görenler, diğerlerini hâliyle “ilkel” kabûl etmişler ve onları “sömürülmeye lâyık” görmüşlerdir. Abdurrahman Arslan:

 

“Önceleri gelişmenin coğrâfi faktörlere bağlı olduğu varsayılırken, daha sonraları giderek artan bir sayıda târihçi, antropolog ve entellektüel gelişmenin, ırkların farklılığı ile alakalı olabileceğini çok geçmeden dile getirmeye başladıkları görülür. Irkların farklılığının dile getirilişi “biyolojik evrim teorileri” için ciddî bir imkân olduğu açıktır” der.

 

17-18. yüzyılla birlikte Avrupa’lılar sanâyileşerek bilimsel ve teknolojide “kendilerine has” bâzı adımlar attılar ve dinden kopuk tasavvurlarıyla, önünü-arkasını düşünmeden silah-merkezli bir teknoloji geliştirdiler. Dinden ve dînin sakındırmasından koptukları için bu silahları kullanmaktan çekinmediler ve başta Maya, Aztek ve İnka uygarlıkları olmak üzere doğal ve normâl bir hayat yaşamayı düstur edinmiş olan Afrika ve Avustralya Kıtası’na zorla girerek onların hem mallarını yağmaladılar, hem de onları uzun yıllar sömürdüler. Zâten Avrupa’lıların zenginlikleri de bu şekilde oluştu. İşte bu nedenle diyorum ki; “batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak şerefsizliktir”. Batı ve Avrupa bir “hırsızlık uygarlığı”dır. Zâlim uygarlığını (medeniyet değil) hırsızlık, yolsuzluk ve zulüm üzerine kurmuştur.

 

Zamanla hırsı artan batı’lı insan, kendilerine mutlakâ lâzım olan teorileri ve ideolojileri de bulmuştur yada daha doğrusu kurmuştur. Batı’dan kaynaklanan ideolojiler, batı’nın hırsızlığı ve şerefsizliği kolayca yapmasını sağlayacak olan ideolojilerdir ve bu ideolojileri tâkip ve taklit edenler ne kadar da zavallıdırlar. İşte bu teoriler ve ideolojilerden biri de Evrim Teorisi ve onun sosyâl hayâta yansıması olan Soysâl Darwinizm’dir. Bu teori, “doğal hayatta her zaman bir mücâdele vardır ve bu mücâdelede her zaman güçlüler ayakta kalır” pislik düşüncesini savunmaktadır. Fakat bu düşüncesini Darwin, hayvanlara bakarak oluşturmuştu büyük ölçüde. Oysa insan “hayvan” gibi değildir ve fıtratında merhâmet ve vicdan barındırır ve zayıf olana yardım etmek düşüncesi işlenmiştir tüm hücrelerine. Lâkin insanda, şeytanın kontrôlünde ve ayartmasında olan bir nefs de vardır ve insan, nefsinin emrine girdiğinde hayvandan bin kat daha aşağılık olabilir. Bu durum, Kur’ân’da şöyle anlatılır:

 

“Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra aşağıların aşağısına çevirip attık” (Tin 4-5).

 

“Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir yada aklını kullanır mı sayıyorsun?. Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar” (Furkân 44).

 

İşte bu âyetler Sosyâl Darwinizm’in tam tersini söyler. İnsan ilk başta en güzel sûrette ve formda yaratılmış, ama sonra da yaptıkları nefis-merkezli şeyler nedeniyle hayvanlaşmış ve idrâk sâhibi olan bir varlık olduğundan dolayı sınırı aşmış ve hayvanlardan daha alçak bir seviyeye düşmüştür.

 

  İslâm’a göre tüm insanlar Allah’ın eşit olarak yarattığı varlıklardır. Hattâ Allah insanların görünüşlerindeki ve konuşmalarındaki farklılığa “âyet” der:

 

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).

 

Sosyâl Darwinizm’i açıkça yada farkında olarak yada olmayarak savunmak, Allah’ın âyetlerini inkâr etmek anlamına gelir. Müslümanlar da dâhil, modern insanların çoğu, Evrim Teorisi’ni ve dolayısı ile Sosyal Darwinizm’i sözde kabûl etmeseler de, başta iş-hayâtında olmak üzere Sosyal Darwinizm’e göre hareket ediyorlar. Kendi çıkarları için diğerlerini ezmeyi normâl görüyorlar.

 

Spor da, Sosyâl Darwinizm’in en önemli destekçisidir. Zîrâ sporda güçlü olanın yenmesi, hızlı olanın öne geçmesi gibi sonuçlar vardır. Bu durum, “güçlü olan ayakta kalır” şeytâni düşüncesini alttan-alta yerleştirir insanların bilinç-altına yada bilinçlerine. Oysa İslâm’a ve fıtrata göre insanların böyle bir şey yapması beklenemez. Doğallığını kaybetmemiş ve batı’nın Sosyâl Darwinizm pisliğine bulanmamış olan ve birilerine göre “gelişmemiş”, “geri”, “evrimini tamamlamamış” görülen insanlarda rekâbete karşı bir tavırm vardır. Marlo Morgan, “Bir Çift Yürek” adlı romanında, “yarış yapmak” konusunda Avustralyalı Aborijinlerle yaşadığı bir olayı şöyle anlatır:

 

“Bundan sonra spordan ve karşılaşmalardan söz ettik. Onlara Amerika’da sportif olaylara büyük bir ilgi duyulduğunu, hattâ top oyuncularına öğretmenlerden daha fazla maaş verildiğini anlattım. Arkadaşlarıma bize-özgü yarışlardan birini tanımlayabilmek için bir sıraya dizilip hızla koşmaya başlamamızı önerdim ve en hızlı koşanın kazanmış olacağını söyledim. Kabîle halkı, güzel kara gözlerini kocaman açarak baktılar bana ve biri şöyle dedi: ‘İyi ama bir kişi kazanırsa, bütün ötekiler kaybetmiş olur. Bunun nesi eğlenceli ki?. Oyunlar, eğlenmek içindir. Neden insanları böyle bir deneyime tâbi tutup, sonra da tek bir kişiyi gerçekten kazananın o olduğuna inandırmaya çalışıyorsunuz?. Bunu anlamak bizler için çok zor. Sizin insanlarınız bunu kabûllenebiliyor mu?’. Ben bu soruyu sâdece gülümseyerek ve başımı ‘hayır’ dercesine sallayarak yanıtladım”.

 

“Ubuntu” denen bir felsefe de vardır. Şöyle bir olay anlatılır:

 

“Günlerden bir gün,  Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabîlenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir. Oyun basittir. Çocukları belirli bir yerde yan-yana sıraya dizer ve açıklar: ‘Herkes karşıdaki ağaca kadar tüm gücüyle koşacak ve ağaca ilk ulaşan birinciliği kapacak. Ödülü ise yine o ağacın altındaki güzel meyveleri yemek olacak’.

 

Çocuklar oyuna hazır olunca, antropolog oyunu başlatır. İşte o anda  bütün çocuklar el ele tutuşur ve berâberce koşarlar. Hedef gösterilen ağacın altına berâber varırlar ve hep berâber meyveleri yemeye başlarlar. Antropolog şaşırır ve çocuklara neden böyle yaptıklarını sorar. Aldığı cevap hayli mânidardır; Biz ‘ubuntu’ yaptık: Yarışsaydık, aramızdan sâdece bir kişi yarışı kazanacak ve birinci olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül meyveyi yiyebilir?. Oysa biz ‘ubuntu’ yaparak hepimiz yedik. Ubuntu; bizim dilimizde ‘Ben, biz olduğumuz zaman benim’ demek”.

 

Müslümanların-mü’minlerin insanlarla aşırı rekâbete girmeleri kabûl edilebilecek bir şey değildir. Özellikle ticârette. Bir-çok müslümandan şunu duydum: “Ticârette başarılı olup para kazanmak istiyorsan acımasız olacaksın”. Yâni müşteriyi ezmek gerekiyormuş. Eskiden bir esnaf, ikinci müşterisini, karşıdaki siftah yapmayan komşusuna gönderirdi. Şimdi nerdee!. Komşusuna giden müşteriyi de kendisine çevirmek istiyor. Yâni bir müslüman, karşıdaki aynı işi yapan esnaf komşusunun batmasına ve meydanın kendisine kalmasına nasıl olur da sevinebilir?. Böyle bir şeyi dileyenlerin müslümanlıkla alâkaları kalmaz. Çünkü:

 

“Mü’minler ancak kardeştirler. (Irkları farklı olsa da). Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz” (Hucurât 10).

 

Sosyâl Darwinizm, insanların (onlar “insansı” diyorlar) bir kısmının evrimini tamamlamadığı için geri kaldıklarını, evrimini tamamlayıp modernleşenlerin ise bunun ödülü olarak geri kalmış insanları sömürmesinin normâl ve doğal olduğunu, bunun, evrimlerini tamamladıkları için hakları olduğunu, hattâ geri kalmış toplumların ve ilkellerin kendilerine kölelik yapması gerektiğini söylerler. Bu nedenle de onlara hiç acımadan saldırır ve ölmelerine göz yumabilirler. Oysa gerek sömürüldüklerinden dolayı, gerekse de mevcut hayatlarını çeşitli nedenler dolayısı ile değiştirmek istemeyenlerin hepsi Âdem’dendir ve bu nedenle de tüm insanlar kardeştir:

 

“Aslında insanlar, başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler, onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı-farklı dinler uydurdular ve değişik ümmetler hâline geldiler” (Bakara 213; Yûnus 19).

 

Bir de şu var ki; tüm insanlar batı gibi kalkınmak zorunda ve batı’nın kalkınma şeklini taklit etmek zorunda mıdır?. Batı gibi kalkınmak insanlık değildir ve asıl ilkellik, batının kalkındığı şartlarla kalkınmayı normâl ve doğal görmektir. Fakat batı, hem ilkel kabûl ettiği toplumların yer-altı yer-üstü zenginliklerini sömürmek, hem de ürettikleri ürünleri onlara satmak için kendilerini kalkınmış, çağdaş ve muâsır görürken ve gösterirken, diğerlerini yâni kendileri gibi olmayanları ise yarı-ilkel yada ilkel olarak görüyor ve onlara istediği gibi muâmele etme hakkı olduğunu düşünüyor.

 

Sosyal Darwinizm insanları kategorize ediyor ve bu yolla 1. 2. 3. sınıf insan yada “gelişmiş”, “gelişmekte olan” ve “az gelişmiş” toplumlar olarak sınıflandırıyor. Sınıflandırmayı da, gelişmiş(!) batı uygarlığı üzerinden yapıyor. Gelişmiş olanların gelişmemiş olanlar üzerinde tahakküm etmesinin meşrû olduğunu düşünüyor ve bu nedenle de neredeyse tüm Dünyâ’yı sömürme hakkı olduğunu zannediyor. Bunu çeşitli kanallarla tüm Dünyâ insanlarına dikte ediyor ve dayatıyor. Tabi bunun en meşhûr olan yolu, Sosyâl Darwinizm olarak tezâhür ediyor. Bekir Fuat bu konuda şunları söyler:

 

“Batı’lılar bunu bir-çok başlık altında yapmışlardı. İnsanları ‘gelişmemiş’, ‘gelişmekte olan’ ve ‘gelişmiş’ ırklar olarak tasnif etmişlerdi. İnsan bedeni üzerinde yapılan bu kategorizasyon bir dönem çok canlı olan sömürgeciliğe meşrûiyet kazandırmıştı. Afrika’nın ‘gelişmemiş’ siyah bedenleri batı’nın ‘gelişmiş’ beyazlarının hizmetine sunulmuştu. Bu uygulama en görünür hâliyle batı’ya mahsus olarak kaldı; ancak insana böylesi bir yaklaşım tüm bir kozmik yapıyı bu kategorizasyonla okumayı berâberinde getirmişti. Bugün tüm Dünyâ dolaylı yada dolaysız olarak Darwinizm’in yaklaşımını sosyâl açıdan benimsemiş bulunmaktadır. Tüm Dünyâ’daki gibi bizde de ekonomik, sosyâl, dîni literatür bu yaklaşımın etkisi altındadır. Meselâ gelişmekte olan ülkeler, ilkel kültürler, modern dinler vb… Bir referanstan hareketle düşünme metodu, dünyâ insanının zihnî işleyişi hâline gelmiş bulunmaktadır”.

 

Öjeni, Sir Francis Galton isimli bir İngiliz’in, ön-ayak olduğu “eugenics” isimli sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arayan bilim-dalı yada harekettir. Sosyâl Darwinizm tarafından savunulmuş ve kullanılmıştır. Öjeni, Naziler’in Sosyâl Darwinizm’e dayanarak uyguladıkları bir zulümdür. Öjenizm: “Olumsuz karakteri, pasif yada aktif yöntemlerle yok etmeye dayalı bilimsel ırkçılık” olarak tanımlanır. Öjenik kelimesi ise, ilk kurucularından Sir Francis Galton’un “iyi tür” anlamında eski Yunanca’dan ürettiği bir kelimedir. “Hüdai Çakmak, öjenizm hakkında şunları söyler:

 

“Öjenizmi şöyle târif edebiliriz: Öjenizm, toplumlarda sağlıklı öğelerinin çoğaltılması, sağlıksız öğelerin elenip azaltılması, böylelikle insan soyunun geliştirilmesini amaçlayan bir teori ve bu teorinin eyleme geçmiş hâlidir. Eski Yunanlılardan Sparta’lıların yeni doğan çocukları gelişkin-zayıf diye ayırdıkları, gelişkin zannedilenlerin yaşamasına izin verdikleri, diğerlerini öldürdükleri bilinmektedir.

 

Eski Yunanlılardan sonra unutulmaya yüz tutan öjenist görüşü Charles Darwin’in Evrim Teorisi’yle tekrar gündeme getirip canlandırdığı görülür. Charles Darwin ortaya koyduğu Evrim Teorisi’yle canlıların ‘doğal seleksiyon’ adını verdiği bir mekanizmayla, güçlü canlıların güçsüzleri yaşam sahnesinden sildiği, bu yolla daha güçlü canlıların ortaya çıktığı, bunun da evrimleşmeye neden olduğunu varsaydığından öjenik kavramının daha güçlü bir şekilde bir-kez daha ortaya atılmasına ve uygulamaya konulmasına neden olmuştur diyebilmekteyiz”.

 

Öjenik Uygarlık, yeryüzünde kendiliğinden sürmekte olan organik yaşamı doğal seyrinden kopararak, önceden belirlenen ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden oluşturma çabası olarak ifâde edilebilir. Doğal olana antipatiyle yaklaşan Öjenik Uygarlık anlayışı, biyo-teknolojinin insana ve tüm diğer canlı organizmalara yoğun olarak uygulanmasını savunmaktadır” (Vikipedi).

 

Bilindiği gibi, Evrim Teorisi, “güçsüzlerin yok olarak güçlülerin yaşamasının devâm etmesi ve zamanla daha üstün bir varlığa dönüşmesi” fikrini esas alır ki, bu düşünce öjeninin ta kendisidir. Doğada hiç-bir zaman bir “evrim” yaşanmadığı ve insan dâhil her-şeyin ilk orijinâli en uygun şekliyle “yaratıldığı” için bir öjeniden de bahsedilemez. Doğada hiç-bir zaman bir ilkellik yaşanmamıştır. Her-şey en mükemmel hâliyle orijinâl olarak yaratılmıştır.

 

Adolf Jost, 1895’de yayımladığı Das Recht auf den Tod (Ölme Hakkı) isimli kitabında istenmeyen insanları tıbbî olarak öldürmeye çağırıyordu. Jost, “sosyâl organizmanın sağlığı için devletin bireyleri öldürme sorumluluğunu alması gerektiğini” iddiâ ediyordu. Adolf Jost, yaklaşık 30 yıl sonra siyâset sahnesinde boy gösterecek olan Adolf Hitler’in akıl hocasıydı. Hitler de; “devlet yalnızca sağlıklı çocukların olmasını sağlamalı. Görülür şekilde hasta olanların ve salgın hastalık taşıyanların uygun olmadığı îlan edilmeli” diyordu.

 

Modern insan; kör, topal ve hastalara gerçek anlamda bir merhâmetle yaklaşmıyor ve bu insanlar otomatikman “ezik” olarak kabûl ediliyor. Oysa onların da kendilerine göre üstün özellikleri vardır. Kronik rahatsızlığı olanlar bir “yük” olarak görülebiliyor. Merhâmetin neredeyse yok olduğu modern zamanlarda bu insanlar, kişinin en yakını olsa bile “katlanılmaz” olarak kabûl ediliyor. Bu durumda olanlara aslında “yumuşak bir öjeni” uygulanmaktadır, hem devlet hem de toplum tarafından.

 

Öjenizm bir çeşit “güçsüzlerden ayrışma” şeklidir. Fakat Allah; hasta, kör ve topal olanların hor görülmemesini ve ayrıma tâbi tutulmamasını söyler. Hattâ bu insanlara pozitif ayrımcılık gösterilmesini ve bu insanların da toplum içine karışmalarını ister:

 

“Kör olana güçlük yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur; sizin için de, gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, anahtarına mâlik olduğunuz (yerlerden) yada dostlarınızın (evlerin)den yemenizde bir güçlük yoktur. Hep bir-arada veya ayrı-ayrı yemenizde bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selam verin. İşte Allah, size âyetleri böyle açıklar, umulur ki aklınızı kullanırsınız” (Nûr 61).

 

 1. Dünyâ Savaşı’nda korkunç katliâmın temel nedeni pek-çok savaşın olması ve tüm zamanların en akıl-almaz askeri manevralarının birbiri ardına gelmesidir. Generâller pek-çok genç insana düşmanın ateş hattına doğru akın etmelerini emretmişlerdi. Bunun nedenini Britanyalı yazar ve târihçi Watson şu şekilde açıklar: “Britanya Genel Kurulu, yeni  askere alınan kişilerin daha basit canlı türleri olduklarını kabûl etmişlerdir. İtaat etmek için çok basit ve hayvânîdirler, yalnızca belirli tâlimatları yerine getirebilirlerdi”.

 

Sosyâl Darwinizm tarafından gerçekleştirilmiş daha nice zulüm örnekleri vardır ki bunların en bilineni Ota Benga’nın başına gelenlerdir. Bir yazıda Ota Benga’nın başına gelenler şöyle anlatılır:

 

“Ota Benga,  Kongo’lu bir yerliydi, evli ve iki çocuk babasıydı. 1904 yılında, Samuel Verner adında evrimci bir araştırmacı tarafından ‘yakalanarak’ Amerika’ya getirildi. Buradaki evrimci bilim-adamları, onu çeşitli maymun türleriyle birlikte kafese koyarak ‘insana en yakın ara geçiş formu’ olarak teşhir ettiler. Daha sonra ise New York’ta bir hayvanat bahçesinde bir-kaç şempanze, goril ve orangutan ile birlikte ‘insanın eski ataları’ adı altında aynı kafeste sergilediler. Ota Benga, hayvan muâmelesi görmeye dayanamayarak, bir-kaç yıl sonra intihar etti.

 

Darwinistler sâdece Ota Benga’ya değil, daha bir-çok ırktan insana, teorilerini ispatlamak uğruna, benzeri eziyetler uyguladılar. Örneğin, Aborijin yerlilerini öldürerek, kafataslarını müzelerinde ‘insanla maymun arasındaki ara geçiş formu’ olarak sergilediler. Darwinistler aşağı ırk olarak gördükleri Aborijinleri, evrimin ‘aşağı olanlar yok olacaktır’ kânununa uyarak yok etmeye başladılar. Yayınladıkları broşürlerde ‘Avustralya Hayvanları’ olarak tanımladıkları Aborijinleri öldürdükten sonra kafataslarını istasyon benzeri yerlerin kapılarına asarak sergilediler. Bir kısmını ise zehirli ekmek vererek yok ettiler. Avustralya’nın bir-çok bölgesindeki Aborijin yerleşim birimleri 50 yıl içinde vahşî yöntemlerle ortadan kalktı. 100 bin çocuk âilesinden kaçırıldı. Bugün ise Aborijin yerlileri hâlâ, Avustralya’da diğer ırklarla eşit haklara sâhip olabilmek için uğraş vermeye devâm etmektedir”.

 

Sosyâl Darwinizm’i savunanlar arasında ne yazık ki filozoflar ve “cins kafalı” olarak bilinen düşünürler de vardır. Bunlardan biri de Nietzsche’dir. Bir yazıda Nietzsche’nin düşüncesi şöyle ortaya konur:

 

“Nietzsche, insanların çoğunu ‘köle ahlâkı’na sâhip sefiller olarak görüyor, ancak aralarındaki az sayıda bir grubun ‘üstün-insan’ olduğunu düşünüyordu. Aynı ayrım ırklar arasında da vardı; ırkların çoğu sefildi, ancak bir tânesi ‘üstün ırk’tı. Bu vasıfların oluşabilmesi için de sürekli bir savaş ve mücâdelenin gerekliliğine inanıyordu. Savaşın zarûri olarak gerçekleşen bir kötülük olarak değil de, ırkların yada milletlerin gelişmesini sağlayan bir iyilik olarak algılanması, Nietzsche’den sonra, her türlü ırkçılığın ve nasyonalizmin de temel inançlarından biri hâline gelecekti. Nietzsche’nin şu sözü de bu yaklaşımı çok açık ifâde eder: ‘Vicdandan, merhâmetten, bağışlamadan, insanların bu dâhili zâlimlerinden kurtulunuz; güçsüzleri baskı altına alınız, cesetleri üzerinden yukarıya tırmanınız”.

 

Evrim Teorisi, “güçlünün hayatta kalması” (Sosyâl Darwinizm) prensibini savunur. Bu bağlamda; müslümanların Sosyâl Darwinizm’i felsefi olarak yada uygulamada kabûl etmeleri ve Sosyâl Darwinizm’e göre hareket etmeleri kabûl edilemez. İslâm zâten “ilkel Sosyâl Darwinizm” diyebileceğimiz uygulamayı kaldırmaya gelmiştir tüm târih boyunca. Kur’ân’da bu: “fekku rakabetin”= “Kölelere özgürlük” mottosuyla ifâde edilir.

 

Özelikle garibanların Evrim Teorisi’ni ve dolayısı ile onun sosyâl yönü olan Sosyâl Darwinizm’i bilerek-bilmeyerek fikren yada pratik olarak kabûl etmeleri ahmaklıktır. Bir gariban yâni “güçsüz” olan kişi, nasıl olur da Evrim Teorisi’ni ve onu sosyâl boyutu olan Sosyâl Darwinizm’i normâl görebilir kabûl edebilir?. İnsanlar farkında yada farkında olmayarak, konuşmaya gelince karşı olduklarını söyledikleri bu teoriyi, -Dünyâ’da Sosyâl Darwinizm hâkim olduğundan-, pratikte yâni yaşayışlarında uygulayarak alttan-alta kabûl edebiliyorlar ve “mücâdele mücâdele” deyip duruyorlar Hâlbuki bir müslüman için mücâdele değil, “mücâhede” vardır. Mücâdele “insana karşı” yapılırken, mücâhede ise, “şeytana ve nefse” karşı yapılır. Bizim baş düşmanımız ve ötekimiz, insanlar değil, şeytandır vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2017

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder