“O,
biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır.
Rahmân (olan Allah)ın yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun?”
(Mülk 3).
Vahiy, insan ve tabiat; Allah’ın âyetlerinin
üç farklı görünümü. Târih boyunca bu âyetler ne zaman paralel ve uyumlu hâle
geldiyse Dünyâ cennetin bir şûbesi olmuş, fakat ne zaman da birbirleriyle çelişmişse,
Dünyâ, mazlumların inlediği bir cehennem çukuruna dönmüştür. İnsan, tabiat ve
vahiy, temelde mükemmel işleyişe ve nizâma sâhiptirler ve üçü de aslında
birbirinin tefsiridir. Bu mükemmellik öyle bir mükemmelliktir ki, en ufak bir
düzensizliğe bile izin vermez ve böyle bir düzensizliğin olumsuz sonucu, Allah’ın
rahmeti sâyesinde fesada dönüşmez.
Bu üç âyetin aynı olmasının nedeni, İslâm
fıtratına göre yada İslâm fıtratıyla uyumlu olmalarındandır. Bu nedenle aslında
bu üç âyeti birleştirmek zor değildir. Bunu zorlaştıran tek şey, bir nefse
sâhip olan insanın İslâm’a aykırı müdâhaleleridir. İnsan ne zaman ki bu
paralelliği bozup İslâm fıtratına aykırı olarak nefsine göre bir düşünce ve
eylem ortaya koymuşsa denge bozulmuş ve insan bozulmaya başlandığında da tabiat
da bundan az-çok etkilenmiş ve hattâ Kur’ân dışındaki vahiyler tahrif ve tahrip
olmuştur. Çok şükür ki Allah’ın bir rahmeti olarak elimizde “korunmuş bir kitap”
olan Kur’ân var ve bu dengeyi yeniden sağlayabilecek bir kaynağa ve kılavuza sâhibiz.
Üstelik “güzel bir örnekliğe” de sâhibiz ki bu “sünnet” olarak ortada
durmaktadır. Tek yapmamız gereken şey, vahiy-sünnet merkezli olarak
bilgi-bilinç-eylem sürecine girmektir.
Âyetlerde
bahsedildiği gibi, varlık “süper düzenli” olarak yaratılmış ve “düzenli olarak”
da varlığını devâm ettirmektedir. Bu düzen kâinâtın ve Dünyâ’nın her yerinde
çıplak gözle bile görülebilecek bir şekildedir. Düzenlilik sâdece çıplak gözle
görülen Dünyâ âleminde değil, mikro boyuttaki atom-altı âlemde ve makro boyuttaki
evrende de mükemmel ve hayranlık uyandıracak bir şekilde gözlemlenir.
Yaratılmış olanda muazzam bir düzen vardır çünkü. Zîrâ Allah düzensiz bir
şey yaratmaz. Düzensiz bir yaratış yapmaz:
“Görmüyor
musunuz; Allah, yedi göğü birbirleriyle bir uyum (mutâbakat) içinde
yaratmıştır?” (Nûh 15).
“Allah’ın
herhangi bir şeyden yarattığına bakmıyorlar mı?. Onun gölgeleri küçülerek
sağdan ve soldan Allah’a secde eder vaziyette döner. Göklerde ve yerde olan ne
varsa, canlılar ve melekler Allah’a secde ederler ve büyüklük taslamazlar.
Üstlerinden (her-an bir azab göndermeye kâdir olan) Rablerinden korkarlar ve
emrolundukları şeyi yaparlar” (Nahl 48-50).
Peki ifsâd ne zaman ortaya çıkıyor ve
“doğal-normâl durum” ne zaman bozulmaya başlıyor?. İnsan da İslâm fıtratına
göre yaratılmıştır. Fakat aynı-zamanda imtihanın bir gereği olarak bir nefse de
sâhiptir. İşte; insan fıtrata ve sünnetullaha aykırı davranıp nefse ve
hevâ-hevesine göre hareket edince, kendi üzerinde ve toplumda yozlaşmalar ve
bozulmalar başlıyor. Üstelik karada ve denizde fesâd ortaya çıkıyor. Yâni
karanın ve denizin sünnetullaha göre olan döngüsü zedelenmeye başlıyor ve en
küçük bir çatlak bile kabûl etmeyen sünnetullah sistemi, bu ifsâda hemen cezâyı
kesiyor ve soluduğumuz hava, içtiğimiz su bile ifsâd edilmiş olarak geri dönüp bize
zarar vermeye başlıyor.
Dolayısı ile sünnetullaha, fıtrata,
İslâm’a, Kur’ân’a, Peygamber’e, kısaca “Allah göre” yaşamayınca insan dâhil tüm
kâinât ifsâd olur. Çünkü Allah’a göre yaşanmadığında, mutlakâ
nefse-şeytana-tâğutlara göre bir yaşam olacaktır. İşte insanlık-târihi (buna
Dünyâ’nın-kâinâtın târihi de denebilir) “Allah’a göre yaşamak” ile “nefse göre
yaşama”nın savaşımının verildiği târihtir. Ya gökler gibi mutlak anlamda
Allah’a-Kur’ân’a göre hareket edilecek ve en uyumlu bir hayat yaşanacak, yada
nefse göre yaşanarak geçici hazlar (mutluluk değil) içinde, huzursuz ve
sıkıntılı bir hayat yaşanacaktır.
Şöyle bir iddiam var...
Bu mükemmel kâinat döngüsü çok hassas
oranlarda-kriterlerde düzenini korur. Öyle ki; evrendeki galaktik düzen,
Samanyolu Galaksisi’nin dengesine bağlıdır. Samanyolu Galaksisi’nde oluşacak en
ufak bir yalpalanma (ifsâd), galaktik kümelerin ve en sonunda evrenin
kendisinin bozulmasına yol açacaktır. Samanyolu Galaksisi de bu düzenini Güneş
Sistemi’ne borçludur. Güneş Sistemi’nde meydana gelecek ufak bir yalpalanmada
Samanyolu Galaksisi’nin düzeni de bozulacaktır. Güneş Sistemi’miz ise düzenini
Dünyâ’nın varlığına borçludur. Dünyâ’nın yörüngesinde yada yapısında meydana
gelecek olan olası bir düzensizlikte Güneş Sistemi olumsuz şekilde
etkilenecektir. Dünyâ’nın düzenini korumasına gelince; bu da insanın varlığı
sâyesinde olur. İnsanın tasavvurunda ve dolayısıyla eyleminde meydana gelecek
bir bozulmada, kısa yada uzun vâdede insan yıkıma uğrayacaktır. İnsan yıkıma
uğrayınca da Dünyâ yıkıma uğrayacaktır. Bunun sonucunda ise Güneş Sistemi’nin
düzeni-işleyişi bozulmaya başlayacaktır. En nihâyetinde insan da mevcut
düzenini mânevi yapısını oluşturan fıtrata (İslâm fıtratı) borçludur. Vahyi
göz-ardı ederek fıtratına aykırı bir yaşamı seçtiğinde çok da uzun olmayan
süreler içinde insan ve insanlık fesada uğrayacaktır. Bu fesat da yıkımı getirecektir.
Çünkü insan aslında bütün enerjisini ve dengesini mâneviyatından alır.
Şimdi; kırılmayla başlayan ve en sonunda
kaosla sonuçlanan bozulma serüvenini kısaca anlatacak olursak: Vahiy göz-ardı
edilerek yaşandığında ilk önce insan, insanın bozulmasından Dünyâ, Dünyâ’nın
bozulmasından Güneş Sistemi, Güneş Sistemi’nin bozulmasından Samanyolu
Galaksisi, Samanyolu Galaksisi’nin bozulmasından Samanyolu Galaksisi’nin de
içinde bulunduğu galaktik küme, bu galaktik kümenin bozulmasından diğer
süper-kümeler ve en nihâyetinde de kâinat yıkıma uğrayacaktır. Budha:
“Cehâlet ve günahlar artınca, yalnızca insan hayâtı kısalmaz,
evren de bozulmaya yüz tutar” der.
Tarih boyunca bu “üçlü âyet”ten oluşan
denge bir-çok kere sarsılmış ve paralelliği bozulmuş olsa da, fıtratlar henüz
modernizm belâsıyla karşılaşmadığı için toparlanabilmiştir. Fakat ne zaman ki
Rönesans ve Sanâyi Devrimi ile ve en nihâyet Fransız Devrimi denen şeytânî
uygulama ile güç, dîni terk-eden batı’nın eline geçmiş, bu üçlü yapı da bir
süreç içinde hiç olmadığı kadar sarsıntıya uğramış ve artık nerdeyse kopma noktasına
gelmiştir ve kopması an meselesidir. Aslında belki de bu üçlü âyet
sisteminin bozulması “kıyâmetin kopması” demektir. Zîrâ bu muazzam yapıyı
koruyan şey İslâm fıtratıdır ve bu fıtrata her geçen gün yapılan zulüm artmakta
ve bu bağ zayıflatılmaktadır. İşte hayâtiyetini bu İslâm bağına borçlu olan
tabiat, insan ve vahiy yapısının kopması gerçekleştiğinde, artık varlığın
olmasının bir anlamı kalmayacak ve ilk önce her-şey ifsâd olacak ve ardından
büyük yıkım başlayacaktır. (Allâhuâlem).
O hâlde, hem fıtrat alt-yapısının zorlamasıyla,
hem de vahiy üst-yapısının ve Allah’ın emretmesiyle, bu bağın kopmasını
önledikten sonra yeniden sıkılaştırmanın çalışması ve gayreti içinde olmalıyız.
Bu noktada en büyük yardımcımız, Allah’ın “koruma garantisi” altında olan vahiy
yâni Kur’ân’dır. Gökler zâten tam da İslâm’a göre işleyişini şu-an îtibârıyla
sürdürmektedir. Tabiat ise depreşip durmakta ve stres altındadır. Üstelik
bozulmaya yüz tutmuştur. Hayvanlar ve bitkiler yerinden edilmekte ve yapısı ve
işleyişi bozulmaktadır. O hâlde “insanı düzelt ki tüm varlık düzelsin” kuralına
göre işe, “insanı düzeltmek”ten başlayacağız ve bu düzeltmeyi teoride vahiy
ile, pratikte ise tabiatın işleyişini göz-önüne alarak yapacağız.
Târih; vahiy, insan ve tabiattan oluşan
bu üçlü yapının, gevşemesi-gevşetilmesi ve sağlamlaşması-sağlamlaştırılmasının
târihidir.
İşin zorluğu, insanı ifsâd eden, İslâm ve
fıtrat karşıtı düzene sıkı ve güçlü bir “lâ” çekmektir. Bunu gerçekleştirebildiğimizde
ve bilgi ve bilincin kaynağı olan Kur’ân’a baka-baka ve güzel örnekliğimiz
Peygamberimiz’in sünnetini uygulaya-uygulaya yeniden insanı tam da İslâm
fıtratına ve Peygamber örnekliğine göre ıslah edebileceğiz ve o üçlü yapıyı
sağlamlaştıracağız. Bu imkânsız bir şey değildir ve târihte başta Peygamberimiz
ve sahabe toplumunun örnekliği olmak üzere, diğer peygamberler ve gayretli
kişilerin yaptıkları işler, hedefe tekrar ulaşılabileceğinin kanıtıdır. Üstelik
Kur’ân bunun vaâdini de veriyor:
“Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde
bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve
iktidâr sâhibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidâr sâhibi’ kılacak,
kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar,
yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan
sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).
Gayret bizden, yardım, âlemlerin Rabbi
olan Allah’tandır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder