“Îman
edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı
(onlarındır)” (Ra’d 29).
“Îman ve Amel”deki “ve” bağlacının yerine,
“veyâ”, yada “yâni” bağlacı da konulabilir ki aslında “ve” ile anlatılmak
istenen de budur. “Îman ve amel” demek, “îman etmek, amelde bulunmaktır”
demektir. Yoksa, “îman başka bir şey, amel de başka bir şeydir” demek değildir.
Zîrâ îman, kuru bir laftan ibâret değildir.
Îman etmek ne demektir ki?. Kur’ân’da
îman etmek hep “amel” ile birlikte, “sâlih amel” ile birlikte gelir. Çünkü
ikisi aynı şeydir. Yâni îman, amel demektir. Îman etmek, amel işlemek demektir.
Yoksa kuru-kuruya îman olmaz. Yine; “îman; dil
ile ikrar, kâlp ile tasdikten
ibârettir” diyorlar. İyi de, o îman kâlbe ne zaman yerleşmiş ki?. Ne yapmış da
yerleşmiş?. Eğer bir şey yapmaya gerek yoksa, o îman herkese neden yerleşmiyor
da herkes îman etmiyor?. İnsanların îman etmemesinin nedeni nedir?. Sâdece dil
ile söyleniliverecek ve böylece îmanlı olunacaksa adam bunu niye söylemesin?.
Îman mutlakâ amele zorlar. Çünkü îman,
kemâle ermek ister ve îman ancak amel-eylem hâline gelince anlam kazanır ve
kemâle erer. Aksi-hâlde sâdece “îman ettim” demekle îman olmaz. Îmânın bir ucu
kâlbe bakarken, diğer ucu da eyleme bakar. Amel ve eylemsiz îman, “îmâna sâdece
bir ucundan tutunmak” demektir ki böyle bir îman (daha doğrusu îman iddiâsı)
insanı selâmete çıkar(a)maz. Zâten böyle bir îman, “ucundan-kıyısından îman
etmek” anlamına gelir. Fakat Kur’ân böyle bir îmânı makbûl saymaz:
“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer
kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne
isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti
de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).
Îman, “bedeli
olan şey”dir. Amele-eyleme sevkettiği için, bir bedeli de olmuş oluyor îmânın.
Kur’ân; “ey îman edenler ve sâlih amel işleyenler” der ve sonra ekler; “bir-birlerine
sabrı ve hakkı tavsiye edenler”. Yâni, “îman edip sâlih amel yolunda giderken
sabırlı olup hakka uygun yol alınması tavsiye edilerek destekleşenler”. Demek
ki sâdece “îman ettim” demekle olmuyor. Sonra sâlih amel işlenilmeli ve bu
yolda giderken “sabır ve hakkı tavsiye” unutulmamalıdır. Zîrâ îmânın emrettiği
ve yönlendirdiği amel ve eylem, “ağır” bir iştir ve bu nedenle de sabırsız
olmaz.
Îman kuru bir laftan ibâret bir şey
değildir, olamaz da. Îman, “amel” demektir. Zîrâ îman, oturulup durulan
yerde edilip yapılıveren bir şey değildir. “Îman ettim” demek bir iddiâdır ve
tüm iddiâlar ispât ister. İşte îman da ispât ister ki îmânın en kâmil ispâtı
amel-eylem hâlindeyken olur. Îmânın en güçlü tasdiği ise mallarla ve canlarla
yapılan cihad ile ve “savaş-meydanında” gerçekleşir. İnfâk da îmânın bir
ispâtıdır. Böylece mallarla ve canlarla yapılan ispât, îmânın zirve göstergesi
olur. İspât edilmeyen sözde îmanlar, kuru bir laftan ve iddiâdan öteye gitmez.
Kur’ân bunu şöyle ifade eder:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek,
sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
Îman etmek, “imtihânı kabûl ediyorum”
demektir. Çünkü îman bir imtihan açığa çıkarır. Îman iddiâsı, “sınanma
tâlebi”dir. Eğer “îman ettim” diyorsanız mutlakâ sınanacaksınız demektir. Çünkü
“îman ettim”, öyle boşboğazlıkla söyleniverecek bir şey değildir, olamaz. “Îman
ettim” demiş olan kişi, çok ciddi bir söz etmiş olur. O hâlde bunun bir
sınaması olmalıdır ki bu sınama tabî ki amel ve eylem ile olacaktır. O hâlde
“îman” demek “amel” demektir. Amelde bulunmuyorsanız, “iman ettim” demeniz
anlamsızlaşır. Fakat amel ve eylem üzre iseniz “îman ettim” demenize de gerek
kalmaz. Zîrâ îman ettiğiniz apaçık görülmektedir. Demek ki îman, “görülebilen
bir şey”dir.
Îman, ancak kâlplerde yer ettiğinde
“gerçek anlamda îman” olur. Îmânın kâlplerde yer etmesinin tek yolu da,
amel-eylem üzre olmaktır. Amel-eylem üzre olmak ise, “vahiy ve sünnet-merkezli
yaşamak”tır. Tabi bu, bir-çok şeyden vazgeçmeyi de yanında getirir. O hâlde
îman; bir özgüven, huzur, direnç ve
coşku verdiği gibi, “acıtan” da bir şeydir. Zîrâ bedel ister ve bu bedel bir-çok
şeyden vazgeçmeyi ve adanmayı gerektirir. Aksi-hâlde îman ettim” sözü kuru bir
laftan, resmî bir işlemden ibâret kalır. Böylelerine de zâten mü’min değil,
belki “müslüman” denebilir. Fakat unutulmamalıdır ki, müslüman olmak da en
başta namaz ve zekat olmak üzere bâzı yükümlülükler getirir:
“Bedeviler,
‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veyâ
teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve
Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez.
Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Gerçek mü’minler ancak
Allah’a ve Resûlüne îman eden, ondan sonra aslâ şüpheye düşmeyen, Allah yolunda
mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte îman sözlerinde doğru olanlar
onlardır” (Hucurât
14-15).
“Hayır,
Rabbine andolsun ki, aralarında geçen meselelerde senin hükmüne başvurmadıkça
sonra da verdiğin hükme içlerinde bir şüphe olmaksızın tam bir teslîmiyetle
râzı olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).
Kur’ân’da “îman etmek” ifâdesi, sürekli
olarak: “Allah’a ve Resûlüne îman” şeklinde söylenir. Bu, “îman edip sâlih amel
işlemek” demektir. O hâlde îman, “Allah’a ve Resûlü’ne îman etmek”, yâni “vahye
ve sünnete göre yaşamak” demektir:
“Allah
ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için
o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne
isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâp 36)
“Îman etmek için amele
gerek yoktur” diyorlar. Amel kişinin keyfine kalmış bir şey mi o zaman?. Îman
amele zorlar. Yoksa kimse amelde bulunmaz. Îman ne kadarsa, o oranda samîmi
ve ciddî bir şekilde amel eder kişi ve hattâ bu uğurda malını ve canını bile
fedâ edebilir. Yâni kişiyi amele-eyleme sevk-eden şey îmandır. Yoksa îman
etmekle etmemek arasında nasıl bir fark olacak ki?. Gerçekten îman edip
etmeyenler nasıl ayrılacak?. Mü’minin alâmeti fârikası ameldir. Meselâ namaz
bir ameldir ve îmânın bir uzantısıdır. “Bu alanda münâfıklık yapılabilir” denilirse,
infâk ve cihadı (kıtâl) örnek verebiliriz. İşte infâk ve cihad gerçek bir
îmânın olduğunu gösterir. Yoksa insan canını niye fedâ eder ki?. Kişiye canını
fedâ etmeyi kolaylaştıran şey, âhirete olan îmânıdır. “Ben îman ediyorum” deyip
de Allah’ın hiç-bir dediğini yapmamak nasıl bir îmandır?.
Amel ve eylem üzre
olmak, “îmânın turnusol kâğıdı”dır. İnfâk etmek, îmânın en güçlü ispatlarından
biridir. Çünkü gerçekten de bir şeyleri fedâ etmenin göstergesidir. O hâlde
îman, kişiyi zora sokacak, yaptığında acıtacak şeyleri göze alabilmektir. Îman,
îmandan önce göze alınamayan şeylerin, îmanla birlikte göze alınabilmesidir.
Bunu sağlayan şey, îmânın kazandırmış olduğu cesâret ve bilinçtir.
Şimdi karşımızda biri
olduğunu varsayarak iki tâne soru soralım. Daha doğrusu aynı soruyu arka-arkaya
iki kere soralım ve cevaplarını da yine biz verelim:
-Îman ediyor musun?.
-Evet.
-Îman ediyor musun?.
-Hayır.
Aynı kişi arka-arkaya sorulan “îman
ediyor musun?” sorusuna, arkaya-arkaya “evet” ve “hayır” cevâbını verse, hangisini
“doğru” kabûl edeceksiniz?. Amele dönmeden bu soruya doğru bir cevap
verilemez-alınamaz. Bu nedenle îmânın olup-olmadığının ispâtı, insan katında
(Allah katında değil), amel üzerinden gözükür. Allah da böyle bir îmandan
râzıdır zâten.
Sâdece “îman
ettim” demekle oluyorsa, dilsiz ve sağır olanlar îman etmemiş mi olacaklar?.
Çünkü onlar “îman ettim” sözünü dile getiremiyorlar. Peki onların îman
edip-etmediklerini nereden anlayacağız?. Tabî ki onların amellerinden anlayacağız.
Amelde bulunuyorlarsa, amel-eylem üzre olmayı bir ömür-boyunca
sürdürebiliyorlarsa ve bu uğurda bir-çok fedâkârlıkta bulunabiliyorlarsa “îman
etmişler” demektir. Îman bir
iddiâdır ve tüm iddiâlar ispât ister. O ispat, amel ile olur ancak.
Ölüm ânında yapılan “son-dakika îmânı” geçersizdir.
Çünkü artık îmânın delili olan amele zaman kalmamıştır. İmtihan bitmiştir:
“Biz,
İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve
düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun):
‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım
ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).
“Tevbe;
ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi
gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil.
Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 18).
Îmânın kaynağı, fıtrat alt-yapısı ve bu
alt-yapıya uygun olan vahiy üst-yapısıdır. Vahiy bizim îman etmemize ve
îmânımızın artmasına vesîle olur ve bizi “îman üzre” kılar. Îman üzre olmak, “amel-eylem
üzre olmak” demektir. İşte bunun kaynağı da sünnettir. Eylemin kaynağı
sünnettir ve biz amelimizi en iyi şekilde sünnete bakarak yapabiliriz. Sünnet
bir tarzdır, vahyi anlama ve amele-eyleme dökme tarzı ve kılavuzu. İşte budur
evrensel olan. Bu tarzı biz de tüm zamanlarda ve mekânlarda sergileyebiliriz ve
îmânımızı ispât etmiş oluruz.
Evet; demek ki “îmânın sâdece bilgisi”
îman değildir. Îman, îmânın bilgisinden sonra amel ve eylemidir. Bu amel ise,
herhangi bir hareket değil, “sâlih bir amel”dir. Mehmet Okuyan:
“Bir inanç, sâlih-amel ile desteklenirse ona “îman” derler.
Bir davranış da, îmanlı yapılırsa, ona sâlih-amel derler. Îman ve sâlih-amel,
aynı hakîkatin iki parçasını oluşturur. Biri diğerinden bağımsız değildir.
Sâlih-amel yoksa o inanca “îman” demezler” der.
“Asra
andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde
bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye
edenler başka” (Asr
Sûresi).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder