“Rabbinin
sözü, doğruluk bakımından da, adâlet bakımından da tastamamlanmıştır. O’nun
sözlerini değiştirebilecek (kimse) yoktur. O, işitendir, bilendir” (En-âm 115).
Doğru; “nefse ve zanna göre doğru olan” değildir.
Zâten nefse ve zanna göre bir doğruluk olmaz, ancak yamukluk olur. Doğru “hakka
göre olan doğru”dur. Zannınız, “doğrunuz” değildir, “doğru zannettiğiniz”dir.
Şeytan, insanı aldatarak doğru yolda olduğunu zannettiriyor. Bir tek doğru
vardır, o da, “Allah’ın gösterdiği”dir. Bu doğru, “mutlak doğru”dur:
“Mutlak doğru” diye bir şey olmaz diye bir cümle
kuruluyor. Bu özellikle modern/post-modern zamanlarda çok söylenir oldu. Zîrâ modern
zamanlarda insanların kafası, çeşitli fikirlerle, ideolojilerle, ürünlerle ve
yaşam tarzlarıyla çok karıştı ve artık neyin doğru olduğunu neyin de yanlış
olduğunu görülemiyor ve hissedilemiyor. Modern insan, doğrunun yegâne kılavuzu
olan vahiyle de ilişkisini kestiğinden, artık “kesin doğru”ya ulaşamıyor ve
artık bundan ümîdini de kesmiş durumda. Bir de şu var ki; mutlak olan doğrular,
mutlak itaati gerektirir. Bu ise nefse ağır gelen bir şeydir ve bu nedenle,
mutlak doğrunun baskısından kurtulmak isteyen, şeytan ve tâğutun kontrôlündeki nefs,
çeşitli doğruların ve hattâ sonsuz doğruların dolduğunu söyleyerek ve buna
inanarak, kendi yanlış ve sapık düşünce ve gidişâtının da doğru olduğuna
hükmedip, mutlak olan tarafından söylenen ve emredilen mutlak doğruya itaat
etmekten güyâ kurtulmuş oluyor.
Öyle yanlış ve hattâ sapıkça şeyler yapılıyor ki,
bunları yapanlar, yaptıkları şeyleri “doğru” olarak kabûl ediyorlar ve yapılan
yanlışı eleştirdiğinizde, “o senin doğrun, bu da benim doğrum” diyebiliyorlar. İki
kişi aynı konuda birbirlerine zıt şekilde farklı düşünüyorlarsa, iki düşünceden
biri mutlakâ yanlıştır. Zîrâ doğru tektir ve mutlaktır. Modernizm ve modern
insan, doğruları çoğaltmakla ve her-şeye “doğru” demekle doğruyu
anlamsızlaştırıyor ve ortada bir “doğru” bırakmıyor.
Birbirine zıt olan doğrular ol(a)maz. Fakat birbirine
aykırı olmayan bir doğruyu daha iyi anlatan doğrular olabilir. Bir de, doğrunun
şiddeti farklı olabilir. Meselâ bir yakınımızı iletişim araçlarıyla arayıp
hâlini-hatırını, bir isteğinin olup-olmadığını sormak doğru bir şeydir. Fakat
kalkıp bizzat yanına gidip yüz-yüze görüşerek genel durumunu öğrenmek daha
doğrudur. O hâlde; doğru tektir, fakat doğrunun dereceleri vardır. Meselâ
pamuğun rengi için söylenecek olan şey “beyaz” olduğudur. Pamuğun, -olmayacak
şekilde- siyah yada daha başka bir renkte olduğunu söylemek ve “benim doğrum da
bu” diyerek -pamuk siyah olmayacağı için- pamuğun renginin siyah olduğunu
söylemek kesin olarak yanlıştır. Fakat bâzı pamuklar diğerlerine göre daha da
bir “beyaz” olabilir.
“Yaklaşık doğru” doğru değildir. İki ayrı noktaya
farklı yerlerden gidilebilir. Fakat bu yolların ikisi de “doğru” değildir.
Doğru olan, “gidilecek yere en kısa yoldan ulaşılan yol”dur. Sağ kulağını sol
elle göstermek de “sağ kulağı göstermektir” ama sağ kulağı sağ elle göstermek
varken sol elle göstermek doğru değildir. Doğru, iki nokta arasındaki en
kısa yoldur.
“Sonsuz doğru vardır” denildiğinde, o “sözde
doğruları” söyleyen herkesin sözü “mutlak doğru” olur. Çünkü hangisinin en yi
doğru olduğunu ayıramazsınız. Zâten “az doğru” “çok doğru” diye bir şey yoktur.
Bir “mutlak doğru” vardır, bir de insanın vardığı, yanlış olmayan ama “mutlak
doğru” da olmayan yâni tüm zamanları kapsayan doğrulardan olmayan, “geçici isâbetli
kararlar” vardır.
Doğru tektir ve mutlaktır. O da “Allah’a âit olan
doğru”dur ve o doğru mutlaktır. Allah’ın sözü “mutlak doğru”dur ve vahiy Allah’ın
sözü olduğundan, vahiy mutlak doğrudur. Peygamberin sözleri-hadisleri ise,
genelde evrensel olmadığı-olamayacağı için, kendi zamânında ve duruma göre
diğer bâzı zamanlarda kullanılabilecek olan isâbetli sözler ve kararlardır.
Fakat Peygamberimiz’in Kur’ân’ı hayâta geçirme metodu-tarzı olan sünnet -ki
Allah’ın kontrôlündedir ve îkazlarıyla doğrulanmıştır- evrensel doğrulardır.
Allah’ın doğruladığı ve onayladığı sözler ve davranışlar evrensel kesin
doğrulardır. Peygamberimizin ve zâten tüm peygamberlerin sünnetleri yâni vahyi
hayâta dökme metodları evrenseldir. Zîrâ hem Allah’ın kontrôlünde yapılmıştır,
hem de ahlâk-timsâli kişiler oldukları için insanın varacağı en ideâl ve en
mükemmel örneklerdir.
“Mutlak” sâdece Allah’a has kılınması gerektiğinden
dolayı, sünnete mutlak denemese de “kesin ve evrensel doğrulardır” diyebiliriz.
Kur’ân’ın sosyâl, siyâsi ve bilimsel yorumları -hâşâ- hem mutlak olamaz, hem de
evrensel olamaz. “Kesin doğru” olamaz. Çünkü değişip duran bir Dünyâ’da kesin
bir yorum yapılamaz. Tabi vahiy ve sünnet-merkezli olarak en isâbetli doğruya
varılabilir. Bilgi ve bilincin kaynağı olan vahiy ve amel-eylemin kaynağı olan
sünnet, tüm zamanlarda, işte bu “en isâbetli doğru”ya varmanın kaynaklarıdır.
Bu bağlamda vahiy ve sünnet evrenseldir. Diğer insâni bilimler ve alanlar zâten
birer yorum olduğu için, bu yorumlarla vahyin yorumu yapılamaz. Meselâ bir
yorum olan bilim ile Kur’ân’ın evrensel ve kesin doğru yorumu yapılamaz. Çünkü
bilim de bir yorumdur ve yorum ile yorum
yapmak akla ve mantığa aykırıdır. Bu insâni ilim ve alanların bâzıları, sâdece
kesin evrensel doğrulara ulaşmada destek olabilirler.
Şimdi; birileri “herkesin bir
doğrusu var” ve “doğrular sonsuzdur” zırvalıklarını bir-anlığına kabûl
ettiğimizi düşündüğümüzde, birisi “Allah vardır” derken diğer “Allah yoktur”
dediğinde, ikisinin de doğru olduğu kabûl edilebilir mi?. Tabî ki edilemez.
Allah vardır dediğinizde artık onu yok sayamazsınız. Zâten Allah’ı “mutlak
varlık” olarak isimlendirdiğinizde, O’nu artık yok sayamazsınız. Çünkü O, “mutlak
var”dır. Mutlak olarak vâr Olan’a yok denilemez.
Mutlaklık, sâdece “Mutlak Olan” ile ilgilidir ki, O
da, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Mutlak olan mutlakâ var olduğu için, mutlak
olanın her sözü ve emri de mutlaktır ve mutlak doğrudur.
“Mutlak Olan”ı yâni Allah’ı göremememizin sebebi, bizim
gözümüzün “mutlak olan”ı görmeye, aklımızın da “mutlak olan”ı idrâk etmeye
programlı olmadığındandır. Zâten mevcut varlığımızın kapasitesi de buna yetmez.
Felsefe târihi; filozofların “bir mûcize olarak”
yaratılmış olan varlığı net olarak açıklayamayınca, (çünkü en doğrusunu sâdece
Allah bilir) varlığı ya “mutlak varlık” olarak görmeleri, yada varlığı yok
saymalarının târihidir.
Mutlak bilgi, “hem Dünyâ’da hem de
âhirette geçerli olan bilgi”dir. O hâlde “sâdece kâinâta âit” olan bilgi “mutlak”
değildir.
İnsanlar mutlak doğrular ortaya
koyamazlar fakat “mutlak yanlışlar” söyleyebilirler. Meselâ tasavvuftaki Vahdet-i
Vücûd düşüncesi mutlak olarak yanlıştır. Panteizm yada vahdet-i vücut öğretisi,
“mutlak materyâlizm”dir. Maddenin mutlaklığından bahseder. Oysa mutlak olan
sâdece Allah’tır ve O’ndan başkası ezeli ve ebedî değildir. Maddeyi ezeli ve
ebedî olarak mutlaklaştıran bir düşünce mutlak anlamda yanlıştır.
Mutlak îman, “şirk karıştırılmamış îman”dır. Bir
kişinin Mutlak Olan’a îman etmesi, eğer düşüncesine ve amel-eylemine şirk
karışmışsa mutlak bir îman değildir. Belki sâdece bir inançtır. Yanlış, hattâ
şirk içeren bilgi bile, Allah’a inancı engellemiyor. Fakat yanlış ve şirk
içeren bilgi, kişinin ibâdetlerinde ve yaşayışında yanlışa ve şirke düşmesine
neden oluyor. Müşrikler de o “mutlak varlık” olan Allah’a îman ediyorlardı.
Fakat Allah, kişinin sâdece îman etmesine değil, îmânına şirk bulaştırıp-bulaştırmadığına
bakıyor. “Sırf inandık” demekle olmuyor yâni. Yaratılmışların varlığı “mutlak”
görüldüğünde ve onlarda da bir güç vehmedildiğinde, şirk kaçınılmazdır ve artık
şirk ile karışmış îman “îman” değildir ve sâdece bir inançtır.
Bâtıla meftûn olmuş çağımız müslümanı, doğrulardan
çok rahatsız oluyor. Öyle ki, körü-körüne aşırı bağlı olduğu yapıyı, yaptığı
çok açık olan bir yanlışı nedeniyle doğru bir söz ile eleştirince yüzünün rengi
atıyor.
İnsanlar çoğunlukla birilerinin yada bâzı kurumların
söylediklerini-yaptıklarını sorgusuz-suâlsiz doğru kabûl ediyor. Meselâ
Türkiye’de bu, diyânet ve bilim konusunda çok açık şekilde böyledir. İnsanlar
“resmî olan”a çok güveniyor ve söylenenlerin doğru olup-olmadığını hiç
sorgulamadan kabûl ediveriyor. Bu kurumların belirlemelerini hiç sorgulamazken,
diğer birilerinin doğru tespitlerini aşırı sorgulamaya tâbi tutuyor ve kabûl
etmiyor. Zîrâ aşırı sorgulanan şeyi kabûl etmek çok zor olur.
Modern-bilim için de geçerlidir bu. İnsanlar bilim-adamlarından ne duysa onu
“mutlak doğru” olarak kabûl ediyor ve hiç şüpheye düşüp de sorgulamıyor ve
sorgulayamıyor da. Meselâ bir zamanlar Newton’un yerçekimi kuramı “mutlak
doğru” kabûl edilirken, şimdilerde ise Einstein’in kütle çekimi kuramı “kesin
doğru” olarak kabûl ediliyor. Oysa sürekli olarak döngü ve değişim hâlinde olan
evrene bakarak “kesin doğru”ya ulaşılamaz ve ancak “şüphe”ye ulaşılabilir.
Doğruyu aramak isteyen, vahye bakmalıdır. Vahiyden onay alan doğrular
“doğru”dur. Doğru, “mutlak doğru” olan vahye uygun olan ve aykırı
olmayanlardır.
Doğru “mutlak doğru” olandır. İslâm “yaklaşık
doğrular”a îtibar etmez ve kesin doğrularla ilgilenir ve kesin doğruları
gösterir. Zîrâ İslâm’da sâdece; siyah (yanlış-bâtıl) ve beyaz (doğru-hak)
vardır. Gri renk yoktur İslâm’da. “Az-biraz doğru” olmaz. Seküler liberâlizm
ise, herkese “doğru” olduğunu söyleyerek onları rahatlatıyor ve bulundukları
hâl ve yol üzere devâm etmelerini istiyor. Zâten o yolu da sistemin kendisi
belirlediği için, gittiği yoldan gâyet emin olan insanlar, o yolda tam da
liberâl-kapitâlizmin istediği gibi hareket ederek bir hayat yaşıyor ve bu
şeytâni çarka destek veriyorlar. Tabi bu-arada kendisi sürekli “kaybeden taraf”
oluyor. Çünkü sistemin târif ettiği yolu “mutlak doğru yol” olarak gördüğü
için, sistemin kapitâlizm-merkezli yolda önüne koydukları ürünleri de “mutlak
iyi” şeyler olarak görüyor ve onları sâhiplenmek için satın alıyor.
Doğru; “hakka göre doğru olan”dır. “Adamına göre
doğru” olmaz. Dostoyevski: “Ne garip; sevdiğimiz insanın her yalanında bir
doğru, sevmediğimiz insanın her doğrusunda bir yalan ararız” der.
Bir fikrin doğru-olup-olmadığı, hayâta geçirildiğinde
görülüp bilinebilir. Doğrunun sağlaması en iyi şekilde, hayâtın tam
ortasındayken pratik sonuçlara bakılarak yapılabilir ancak. Kısa-uzun vâdede
kötü sonuçlanan her-şey yanlıştır. Bir zaman önce “en doğru” sanılarak sıkıca
yapışılmış olan “sözde doğru”ların ne kadar da yanlış ve kötü sonuçlara yol
açtığına bir-çok kez şâhit olmuşuzdur. Hâlbuki doğru, bir zarâra yol açmaz.
Bir önermenin “tam” doğruluğu, sâdece akla uygun
olmasıyla değil, akla uygun olduktan sonra kâlbe de uygun olmasıyla belli olur.
Kâlpten onay almayan önermeler eksik yada yanlıştır. Zâten doğru bilgi kendini
belli eder.
Kur’ân’ın ifâdeleri “mutlak doğru” olduğu için
genelde serttir. Çünkü doğrular sert şekilde söylenir. Doğruyu tatlı dilden
ziyâde öfke daha iyi dile getirir. İki kere ikinin dört olduğunu sert bir
şekilde söylersiniz meselâ. Kur’ân sürekli doğruları ifâde ettiği için dili
tâvizsizdir. Doğru olanda tâviz olmaz.
Modern-dünyâda, modern-insanda (artık müslümanların
bir-çoğu da dâhil) şu anlayış var: İslâm/Kur’ân/Sünnet adına yapılan her-şey
yanlış; şeytan, tâğut, kapitâlizm ve demokrasi adına yapılan her-şey doğru (hem
de mutlak doğru) ve güzel. İnsanlar, “modern Dünyâ’nın gösterdiği yamuk yolda
gide-gide yamuldular. O “yamuk yolun yükü”nün ağırlığı altında bitâp düşmüş
durumdalar. Bellerini doğrultamıyorlar. Yamuk gidilen yolda zamanla insanlar da
yamuklaşıyor.
İnsanlığın bu çağdaki en büyük sorunu, bedeninin=nefsinin
hoşuna giden şeylerin “doğru” olduğunu zannetmesidir. Kendilerini sıkan ve
zorlayan şeyler yanlış, hem de “mutlak yanlış” olarak kabûl edilirken,
nefslerine uygun olan her-şey ise “doğru”, hem de “mutlak doğru” olarak kabûl
ediliyor. Tabi bedene sıkıntı veren şeylerin de “kötü” olduğu kabûl ediyor.
Modern insan; “haz alıyorum, o hâlde yaptığım doğrudur ve bu nedenle de
haklıyım” diyen insandır. Modern insan-müslüman aynı-zamanda, “çok” olanın
“doğru olduğu”nu da zanneden ahmak kişidir.
Modernizm, doğruların çoğalması ve sonsuzlaşması
ideolojisidir. Oysa “doğru” tektir. Herkesin “kendi doğrusu”nun olduğu bir
toplumda bir doğru olmaz ve hakîkati anlatmak ne kadar da zor olur. Cehenneme
doğru keyifle yol alanlara hiç-bir îkaz tabelası fayda etmez.
Doğru, herkese göre değişen bir değer ölçüsü
değildir. Doğru, “Allah’a göre doğru” olandır. Mutlak doğru da, Mutlak Olan’ın
dedikleri ve emrettikleridir. Doğrunun bir ağırlığı ve dolayısıyla bir yükü
vardır. O yükün altına girmek istemeyenler yalanlara sığınırlar ve o “mutlak yalanlar”ı
“kendi doğruları” ve sonunda da “mutlak doğru” olarak îlan ederler ve bir süre
sonra da kendi doğrularına “mutlak doğru” olarak inanmaya başlarlar. Böylece
bencillik zirve yapar.
En doğru bilgi, inancın ışığında ulaşılan bilgidir.
Mutlak bilgi, hem Dünyâ’da hem de âhirette geçerli olan bilgidir. O hâlde vahyin
onaylamadığı, kâinâta âit olan bilgi mutlak değildir.
“Mutlak doğru”nun yolunda gitmeyen insanlar,
yanlışların yolunda giderler ve bu yanlışları da zamanla “mutlak doğrular”
olarak kabûl ederler. O hâlde ya “mutlak doğru” vardır, yada “mutlak yanlış”.
İkisinin arası yoktur.
Allah’tan gelen her-şey mutlaktır. Meselâ hiç-bir
garanti, Allah’ın verdiği “mutlak garanti” gibi olamaz. Mutlak garanti, “mutlak
güven” de demektir.
Mutlak olana ve “mutlak doğru”ya ulaşmak, “Mutlak
Olan’ın mutlak doğrularını tâkip etmek” ile olur. Bu yolu tâkip endeler mutlakâ
cennete ulaşırlar.
Sadakallâhü’l-âzim=Allah
doğruyu söyledi.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder